Başarıyla Gelen İmtihan:
Zafer Sarhoşluğu

Soru: Güzel bir netice veya başarı elde edildiğinde mü’min­ce mülâhaza nasıl olmalıdır?

Cevap: Hakiki bir mü’min, bütün iyilik, güzellik ve başarıların Allah’tan (celle celâluhu) geldiğini, kötülük ve başarısızlıkların ise nefsinden kaynaklandığını bilir. Zira çok açık ve net bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

“Sa­na gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nef­sin­den­dir.”138

Öyleyse inanan insan hiçbir zaman vesile olduğu iyilik ve güzelliklere, yaptığı iş ve hizmetlere sahip çıkmamalıdır. Aslında biz, bütün namazlarımızda Allah’ı (celle celâluhu) tesbih etmek suretiyle O’nun icraatında, şuûnâtında, rubûbiyetinde eşi, menendi, naziri, zıddı ve niddi olmadığını söylemiş oluyoruz. İşte dilimizle söylediğimiz bu hakikati bütün derinliğiyle içimizde de duyar ve onu düşüncelerimize hâkim kılabilirsek, Allah’ın izniyle, vesile olunan iyilik, güzellik ve başarıları, yapılan hizmetleri kendimize mâl etme gibi büyük bir günah içine düşmemiş oluruz.

Ne Mutlu O İnsana ki Haddini Bilir

Allah’a (celle celâluhu) inanan bir insanın, ne tür başarılara imza atarsa atsın, haddini bilmesi gerekir. Hazreti Pîr, eserle­rin­de,139 طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُNe mutlu o adama ki, kendini bilir ve haddini aşmaz.”140 hakikatine dikkat çe­ker. İnsanın haddini bilmesi ve kendi çerçevesini aşmaması ise, etten kemikten yaratıldığının ve mahiyetinin acz u fakr ile yoğrulduğunun idrakinde olmasına bağlıdır. Dahası insan, mü­lâ­ha­za­larını biraz daha derinleştirerek, kirli bir toplum içinde neş’et ettiği için çoğu zaman belvâ-i âmm sayılabilecek kirlere bulaştığını hatta bazen gırtlağına kadar günahlara daldığını göz önünde bulundurmalı ve demeli ki, “Esasında benden hiçbir şey olmazdı. Demek ki Allah, engin rahmetiyle muamelede bulunduğundan mazhar olduğum ihsan ve lütuflar O’ndan geliyor.” Eğer insan böyle düşünür ve hâlis bir tevhid ile Cenab-ı Hakk’a teveccüh ederse bâlâpervazâne iddialara girmez. Bütün güzellikleri O’ndan bildiğinden dolayı da Allah (celle celâluhu) ona olan nimetlerini devam ettirir.

İnsanın, nefsine itimat edilemeyeceğini anlaması adına gü­nah­la­rını hatırda tutması da çok önemlidir. Zira insan, cürmü­nün farkında olduğu müddetçe, iddiaya girmez. İddialı olmak bir yana, kendisine hep günahkâr bir insan nazarıyla bakar, başarılı görünen faaliyetler karşısında da Cenab-ı Hakk’ın bazen mücrimlere de iş yaptırabileceğini düşünür; “Benden bir şey olmazdı ama Allah (celle celâluhu) yoklukta varlık cilvesi gösteriyor.” der; değişik vesilelerle sürekli kendini hesaba çeker.

Bununla birlikte insan, bu tür iddialardan kaçınmak için ille de günah işlemesi gerektiği şeklinde bir mülâhazaya girmemelidir. Çünkü bir bakıma, bir günaha kulak kabartma, bir yanlışa doğru adım atma gibi hiç farkına varmadan işlediğimiz hatalar bile, nefse itimat edilemeyeceğini anlamamız adına yeterli bir sermayedir. Önemli olan bunları çok iyi değerlendirebilmektir. İnsan bir hatanın akabinde bin kere tevbe etmiş olsa dahi, o yanlışını sürekli mülâhazasında canlı tutabilirse ancak o zaman Ce­nab-ı Hakk’ın sa’y ve gayrete lütfettiği neticeleri kendinden bilmez ve bunların Allah’ın (celle celâluhu) birer lütfu olduğunu gönlünde derinlemesine hissedebilir.

Böyle ulvi bir nefis muhasebesinde dikkat edilmesi gereken husus ise şudur: Kimi zaman şeytan, insana günahlarını bahane olarak gösterir ve “Bu günahkâr hâlinle Allah’a yönelemezsin!” diyerek onu aldatmaya çalışır. İnsan, böyle durumlarda bir taraftan arınma yollarına tevessül ederken diğer yandan da Allah’ın rahmetini düşünmeli ve “Gerçi cürmüm çok ama gönlüm Sana hayran.” demelidir. İşlenen günahlar, Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı süb­ha­niyesine, lütuf, inayet ve ihsanlarına hayranlığa ve teveccühe mâ­ni olmamalıdır. İşlemiş olduğu cürümler insana kendini Ce­nab-ı Hak’tan çok uzakta gösterse de o, duygu ve düşünceleri itibarıyla hep yakınlarda dolaşmaya çalışmalıdır. Bir insan, bırakalım paçalarına veya dizlerine kadar kirlenmeyi, gırtlağına kadar levsiyat içine batsa bile yine ulûhiyet ve rubûbiyet dairesinin biricik sultanı olan Allah’a (celle celâluhu) ve o dairenin en büyük davetçisi olan Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) teveccüh etmeli, onları deli gibi sevmeli ve asla bu kapıdan ayrılmamalıdır. Bu, bir yönüyle çelişki sayılır. Fakat mü’min, hayatını bu zıtlıkların ve çelişkilerin ahengi içinde götürmek zorundadır.

Şeyh Uçmaz, Mürid Uçuruma Yuvarlar

Asıl konumuza dönecek olursak; başarılar karşısında insanın düşebileceği en önemli tehlikelerden birisi muvaffakiyet neticesinde kendisine yönelen teveccüh ve iltifatlara layık olduğunu düşünmesidir. Oysaki Allah (celle celâluhu), imtihan unsuru olarak liyakatin çok üstünde lütuflarda bulunabilir. O hâlde insan bir taraftan mazhariyetleri karşısında Allah’a şükürde kusur etmemeli, diğer yandan da bunları sahiplenmemelidir. Zaten cürmünün farkında olan insan, Cenab-ı Hakk’ın teveccühlerini kendisinden bilmez. O, bir taraftan ortaya çıkan gülistana, diğer yandan da kendisine bakar, kendisiyle yüzleşir ve çorak bir arazide güllerin neşv ü nema bulması karşısında sadece şaşkınlık ve hayretini dile getirir. Hakikaten Cenab-ı Hak, bazen çok kırılmış, dökülmüş ve çatlaklar yaşamış insanların sa’yine bile ekstra teveccühlerde bulunabilir. Bunu gören bazı insanlar da o şahsın etrafında toplanarak takdirlerini ifade edebilirler. Hatta birisi kalkıp onun veli bir zat olduğunu söyleyebilir. Bir başkası bunu bile az görüp; “Ne velisi? O, ortaya koyduğu âsâr-ı bergüzidesiyle gavs gibi görünüyor.” diyebilir. Başka biri ise daha ileri gidip onun kutbiyet ve gavsiyeti cem ettiğini iddia edebilir. Bu kadar iltifat ve teveccüh karşısında o kişi de hüsnüzannın verdiği bu makamlara gönlünü kaptırıp “Acaba ben hakikaten gavs veya kutup muyum?” şeklinde düşünebilir.

Bazen içinde bulunduğu bu duruma makul mahmiller de bulabilir. Mesela der ki, “Allah’ın insana en büyük ikramı, ikramını hissettirmemesidir. Demek ki ben bugüne kadar bu durumun farkına varamamışım. Etrafımda halkalanan bunca insan yalan söyleyecek değil ya!” Hani halk arasında, “Şeyh uçmaz, mürid uçurur.” şeklinde bir söz vardır ya, işte etrafındaki insanlar, o kişi uçmasa da, onu uçurmaya başlar. Aslında bu bir uçurma değil, –hafizanallah– o kişiyi uçuruma yuvarlama demektir. Çünkü bir zaman gelir ki, karşı tarafın aşırı teveccüh ve medh u senalarını gören böyle biri gavsiyet ve kutbiyetle de yetinmez ve gözünü mehdilik ve mesihlik gibi makamlara dikmeye başlar. Hele bir de çevresindekiler onun Mehdi veya Mesih olduğuna dair ima ve işaretlerde bulunursa bu sefer o zavallı, hüsnüzannın verdiği makamlara dilbeste olur (gönlünü kaptırır) ve kendisini buna iyice inandırmaya başlar. Bazen yapmacık tevazularla bu düşüncesini izhar ederken bazen de konuyla ilgili bazı âyet ve hadisler okuyarak bunlardan kendisine pay çıkarır. O, belki de isyan ve günahlarıyla düz yolda bile yürüyemiyor iken, kendisini göklerde uçuyor görür. İşte böyle biri, kendini uçuruma sürükleyecek çok tehlikeli bir yola girmiş demektir. Hâlbuki Hazreti Pîr-i Mugân’ın mülâhazasıyla, insan sevdiklerine fevkalâde makamlar vereceğine, davada fevkalâde sadakat göstermelidir. Kardeşlerini, dünyaya değiştirmeyecek ölçüde çok sevmeli fakat onların boynunu kıracak mübalağalı övgülerden de her zaman kaçınmalıdır.

Dericinin Elindeki Deri Misali

Tarihimize baktığımızda, sultanlardan Hak dostlarına kadar pek çok büyük zatın kendilerini hep yerden yere vurduklarını görürüz. Her biri ayrı bir yüce kâmet olmasına rağmen onlar kendilerine hiçbir zaman bir kıymet-i harbiye takdir etmemişlerdir. Zaten iddiada bulunan bencil insanların bir şey olması da mümkün değildir. Zira onlar, fantezilerden bir türlü sıyrılamazlar ve sürekli kendilerini ifade etme lüzumunu duyarlar. Bunu gerçekleştirebilmek için de hakikatleri yeterli görmez, fantezilere girer, riya ve süm’a (başkasına gösterme ve duyurma) gibi daha başka yollara tevessül ederler.

Mesela bir gün birisi kalkar, İmam Buhârî üzerine konuşmaya başlar. Fakat bakar ki, söylediklerine çok da iltifat edilmiyor. Zira bunlar, bütün hadisçilerin bildikleri bilgilerdir. O, sözleriyle dikkatleri kendi üzerine çekemediğini görünce daha orijinal bir şeyler söyleme ihtiyacı duyar; ardından ahiretin varlığıyla ilgili farklı bir mülâhazada bulunur ve klasik bir monist gibi ifadeler kullanarak dikkat çekmeye çalışır. Esasında o söylediklerinin de, Şeyh Bedrettin Simavi’nin Vâridât isimli eserinde söylediklerinden bir farkı yoktur. Hatta Aristo’nun öteki âleme ve ruha dair ileri sürdüğü düşüncelere baktığınızda da benzer tenakuzlarla karşılaşabilirsiniz. Yine o insan orijinal diye ortaya koyduğu bu telakkilerin kendisinden önce nice insan tarafından seslendirildiğini anlayınca bu sefer ne diyeceğini düşünmeye başlar ve farklı bir fantezi adına ruhların devr-i daiminden bahisler açar. Ne var ki o şahıs, hakikatleri bulma ve duyurma arayışında olmadığı için nefsini tatmin adına sahnelediği orijinallik gösterileri hep hüsranla neticelenir.

Oysaki Allah (celle celâluhu), bizi kul yaratmıştır ve insan için kulluk pâyesinden daha büyük bir pâye yoktur. Neden Cenab-ı Hakk’ın bizi kul olarak yaratmasıyla iktifa etmeyelim, bunu yeterli bulmayalım? Bize düşen vazife, O’na gönülden teveccüh etmek ve O’nun rubûbiyet ve ulûhiyetine karşı ciddi bir ubûdiyetle mukabelede bulunmaktır. Kaldı ki Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla ubûdiyet, bize daha önce lütfedilen nimetlere karşı bir şükürdür; daha sonra verilecek nimetler için bir mukaddime değildir.141 Bundan dolayıdır ki sırf belli mazhariyetlere ulaşmak niyetiyle Allah’a kullukta bulunmak doğru değildir. Allah (celle celâluhu) dilerse karşılıksız lütuflarda bulunduğu gibi kulluk karşılığı olarak da engin rahmetinden lütuf ve ihsanlarda bulunabilir. Fakat bu, beklenmez. Ücret ve mükâfatını baştan almış bir kul olarak bize düşen, Allah’a karşı sürekli hamd ve şükür duyguları içinde olmaktır.

Allah’a (celle celâluhu) kul olmayan bir insan nefsine kul olur. Nefsine kul olan insan ise sadece kendisi için yaşar ve kendini dünyanın merkezi olarak görür. Böyle bir insana egosantrist denir. Sürekli kendisiyle meşgul olan, kendi ufku, kendi düşünceleri, kendi mülâhazaları hatta kendi kâmet-i bâlâsı, edası ve endamı karşısında hayranlık duyan bir insana da narsist denir. Böyleleri sadece kendi yaptıklarını ve ortaya koyduğu başarıları beğenir ve bunlarla övünür, başkalarını beğenmesi ise mümkün değildir. Bu tür insanların övgü ve senalarla tatmin oldukları da görülmemiştir. Onlar sürekli hep daha fazlasını ister. Tabi böyle bencil ve narsist kişiliklerin, insanlığa faydalı herhangi bir iş ve icraatları da olmaz.

Mütevazi insanlardır ki, Allah (celle celâluhu) onları nice hayırlı işlere vesile kılar. Şairin dediği gibi,

“ Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat.

Mütevazi olanı rahmet-i Rahman büyütür.”

Yani tohum toprağın bağrına düşmeyince feyze mazhar olamaz. Yüzü yerde olanları da Allah (celle celâluhu) ekstra lütuflarla kâmet-i bâlâ hâline getirir. İşte Şah-ı Geylânî, işte Mu­ham­med Bahauddin Nakşibend, işte Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, işte Haz­re­ti Pîr-i Mugân. Aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ onların evradını okuyor ve eserlerinden istifade ediyoruz. Onların her birisi unutulmayan simalar hâline gelmişler. Çünkü onlar, mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini nefyetmenin kahramanları olmuşlar. Kendilerini yok sayıp bütün himmetlerini Yüce Allah’ı (celle celâluhu) ispata vermişler. O’nun varlığını nazara verip, kendilerini sıfırlamışlar. Başka bir ifadeyle onlar kendilerini vücud-u ilâhinin gölgesinin gölgesi olarak görmeye hasretmiş, Allah da onlara öyle bir vücud-u câvidânî vermiş ki, hâlâ içimizde yaşamaya devam ediyorlar. Hem içimizde öyle bir yaşıyorlar ki, bazen odama girdiğimde, mesela bir Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî Hazretleri veya bir Abdülkadir Geylânî Hazretleri’yle karşılaşacağım gibi geliyor bana. Gönlümde o kadar canlı yaşıyorlar. Evet, onlar Allah’ı (celle celâluhu) ispata koşmuş, Allah da onları öyle bir tespit buyurmuş ki, onların her biri, asırlar geçmiş olmasına rağmen, bize yol gösteren birer rehber gibi vazife görüyor. Yedi sekiz asır sonra bile biz hâlâ onların evradına müracaat etmek suretiyle günümüzün problemlerine çare arıyoruz. Bundan daha güzel tespit mi olur?

Hâsılı, tekebbür, büyüklenme, maalesef günümüzün en yaygın hastalıklarından biridir. Zafer ve muvaffakiyet neticesinde ise bu hastalık insanı helâke sürükleyecek ölçüde tehlikelidir. O hâlde başarı ve güzel neticeler karşısında bize düşen, bütün bunları Rabbimizden bilmek ve O’na karşı hep hamd u sena duyguları içinde iki büklüm olmaktır.

-+=
Scroll to Top