Bayram Mülâhazaları
Soru: Sürur ve neşe günleri olan bayramların hakkıyla duyulup hissedilebilmesi ve dinin muhkemâtına uygun bir şekilde değerlendirilmesi adına neler tavsiye edersiniz?
Cevap: İslâm’da her ibadet ve emrin kendine mahsus ifade ettiği bir mânâ vardır. İşte bu mânânın derinlemesine duyulması öncelikle imana, sonra da ülfet ve matlaşmaya karşı iradenin hakkını vererek yenilenme düşüncesine bağlıdır. Çünkü ancak inanç ve düşünceleri itibarıyla sürekli kendisini yenileyebilen insanlar her şeyi terütaze duyabilirler.
Diğer bir ifadeyle bir şeyin cedit olarak duyulabilmesi, cedit olmaya bağlıdır. Cenâb-ı Hak, إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “O dilerse sizi alır götürür ve yerinize cedit bir halk getirir.”263 kavl-i sübhânisiyle matlaşmayan, eskimeyen, ülfet ve ünsiyete yenik düşmeyen ve dini her zaman bütün derinliğiyle terütaze ruhunda duyabilecek insanlara dikkatleri çekmiştir. Bu sebepledir ki ister Ramazan’ın isterse bayramın değerini kavrama ve onları hakkıyla değerlendirebilme öncelikle güçlü bir imana ve inancında sürekli kendini yenilemeye bağlıdır. Ülfet ve ünsiyete yenilmiş insanların veya belli formatlar hâlinde, sadece atalarından gördüğü şekliyle dinini yaşayan kültür Müslümanlarının bayramları terütaze duymaları oldukça zordur.
Ramazan – Bayram Münasebeti
Hadis kriterleri açısından tenkidi yapılsa da, bir hadis-i şerifte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ
“İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.”264 Bunun mânâsı şudur: Kendi konumunuzu, Zât-ı Ulûhiyet’le münasebetinizi, tekvinî ve teşriî emirlere bakışınızı sık sık gözden geçirin ve sürekli kendinizle yüzleşerek, her gün bir kere daha “vira bismillah” diyerek yepyeni bir imanla hayatınızı devam ettirmeye çalışın. Bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm)şu mübarek sözüyle de irtibatlandırmak mümkündür: “İki günü eşit olan aldanmıştır.”265 Buna göre insanın her gün, bir önceki güne göre kıvam adına biraz daha mesafe alması ve dine ait güzellikleri daha iyi duyup hissetmesi çok önemlidir. İşte Ramazan’ı Ramazan olarak, bayramı da bayram olarak duyacak insanlar bu hedef ve gaye peşinde koşanlardır.
Öte yandan bayram, bütün bir Ramazan’ın özünü, usaresini ihtiva ettiğinden, bayramın bütün güzellikleriyle duyulup hissedilmesi, Ramazanlaşmaya bağlıdır. Bu açıdan denilebilir ki, Ramazanlaşan insanlar ancak hakiki mânâsıyla bayramlaşabilirler. Evet, Ramazan’la sıcak alâka kurabilmiş inanan gönüller, sırf Allah’a inandıklarından dolayı iman ve ihtisap ufkunda Ramazan ayını ihya eder, orucu, teravihi ve sair ibadetleri taabbudî çerçevede ve vazife şuuruyla yerine getirir, sonra da: “Allah’ım Ramazan ayının hakkını verdik mi yoksa onu zayi mi ettik bilemiyoruz? Acaba Habib-i Ekrem’inin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘kalkan’266 dediği orucu, fenalıklara karşı bir siper edinerek, o siperin arkasında bir ayı geçirebildik mi?” diyerek bir taraftan Ramazan’ın gitmesine ve hakkıyla onu eda edemedikleri mülâhazasına karşı bir burukluk yaşar; diğer yandan da bayramı mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olma adına bir referans görerek recâ hisleriyle dolarlar.
Bayram: Zikir ve Şükür Zemini
Bayramlar semavî lütuf ve ihsanların, kullar üzerine sağanak sağanak boşaldığı büyülü bir zaman dilimidir. Bu ilâhî lütuf ve hediyeler karşısında yapılması gereken ise hamd ü senâ ve şevk ü şükür duygularıyla dolup dolup boşalmaktır. Yoksa bayram günlerini, sadece eğlenilen, hoplanıp zıplanılan günler olarak telakki etmek doğru değildir. Evet, bayram günleri, Cenâb-ı Hakk’ın insanları affetme adına onlara lütfettiği birer mağfiret referansıdır. O hâlde insanın, elden geldiğince bu kutlu zaman dilimlerini kalb ve his uyanıklığı içinde, uhrevî derinlik ve metafizik enginliğiyle yaşayarak geçirmesi gerekir. Hazreti Pîr-i Mugân da bir yerde bu hususa şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: “Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istila edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır.267 Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.”268
Din Eleğinden Geçmiş Bayram Gelenekleri
Aslında ne Devr-i Risalet-penahide ne de ondan sonraki nur asırlarında bu mübarek bayram günleriyle alâkalı kütüb-i fıkhiyede ifade edilen hususların dışında günümüzdekine benzer faaliyet ve aktivitelerde bulunulmamıştır. Yani İslâm’ın ilk asırlarında bayram günlerinde seyahatler tertip etme, şölenler yapma, maytaplar altında günü geçirme, ev ev dolaşıp el öpme, çocuklar için arafalık toplama gibi bir kısım uygulamalara rastlamıyoruz. Fakat Türkler İslâm’a girerken kendilerine ait âdetlerini dinin muhkemâtıyla test etmiş ve sonra şer’î delillerin filtresinden geçen bazı âdetleriyle beraber Müslüman olmuşlardır. İşte milletimiz, bayramlarda el öpme, akrabaları ziyaret etme, insanları neşe ve tebessümle karşılama gibi bir kısım âdetlerin devam etmesinde dinin temel disiplinleri açısından bir mahzur görmemiş ve böylece bunlar, gelenek ve âdet şeklinde dünden bugüne devam edegelmiştir.
Sımsıcak ve Herkesi Kucaklayan Müsamaha Atmosferi
Bayram günleri, yapılan amellerin katbekat karşılığının verildiği mübarek ve feyizli bir zaman dilimi olduğundan, onun bu fevkalâde bereketinden istifade için her ânının sevgi, dostluk, kardeşlik ve hayr u hasenat adına dolu dolu geçirilmesi gerekir. Mesela bayramların herkesi kucaklayan, herkese açık o yumuşak ve müsamahalı atmosferi içinde küskünlükler giderilebilir, insanlar arasında kaynaşma sağlayacak faaliyetlerde bulunulabilir, gerçekleştirilen ziyaretlerle büyüklerin gönülleri alınabilir, iltifat ve hediyelerle küçüklerin gönülleri sevinçlere gark edilebilir ve hatta Müslüman olmayan insanlarla bile değişik diyalog köprüleri temin edilerek bir sulh atmosferi oluşturulup onlara karşı önyargıya sahip bulunmadığımız ortaya konabilir.
Şüphesiz dine, imana, hakikat-i Ahmediye’ye saygının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Fakat ahsen-i takvime mazhar olarak yaratılan zat-ı insan da saygı duyulması gereken kerim bir varlıktır. Özellikle vahşetin katlanarak cereyan ettiği, çeşit çeşit bombaların insanlığa karşı kullanıldığı, biyolojik silah olarak sunî virüslerin insanlara bulaştırıldığı bir dönemde, dünyanın böyle bir sulh-u umumiye ihtiyacı vardır. Evet, korkunç derecede öldürücü dalgaların çarpışıp vuruşması içinde insanlığın helâk olup gitmemesi adına belli dalgakıranlarla bu dalgaların kırılması gerekir.
Bayramlarda, Devr-i Risalet-penahide ve daha sonraki asırlarda bu türlü aktivitelerin yapılmaması, fıkıh kitaplarında bunların yer almaması, bizim kalblerin yumuşadığı bu mübarek zaman dilimlerini vesile ittihaz ederek ve önemli bir fırsat aralığı görerek hayırlı bir kısım faaliyetler yapmamıza mani değildir. Nitekim kandil gecelerinin mübarekliği mahfuz, İslâm’ın ilk asırlarında bu geceleri değerlendirme adına günümüzdekine benzer aktiviteler yapılmamıştır. Zaten temel kaynaklara bakıldığında sırf bu gecelere mahsus belirlenmiş bir kısım ibadetlerden bahsetmek de zordur. Bununla birlikte bu gecelerde çokça namaz kılınması, Kur’ân okunması, tesbih çekilmesi, dua edilmesi gibi ibadet ü taat adına bazı şeyleri tavsiye etmede de hiçbir mahzur yoktur. Zira bu kıymetli zaman dilimleri birer zarf olması yönüyle, o zarf, içinde yapılan amellere değerler üstü değer katar.
Mekân açısından da aynı durum geçerlidir. Siz her yerde dua edebilirsiniz; fakat Arafat’taki dua, diğerlerinden farklı olarak insanı öyle bir arındırır ki, o insan, anasından doğmuş gibi tertemiz olur. Eğer orada kalan leke ve yaralar varsa onları da Müzdelife alır götürür. Aynı şekilde Kâbe’yi tavafla ayrı bir arınmaya mazhar olursunuz. Görüldüğü üzere bu durum, mekân zarfının, amellere değerler üstü değer kazandırmasıyla gerçekleşmektedir. Bu açıdan gerek mübarek bazı mekânlarda, gerekse Vilâdet, Regâib, Miraç, Beraat, Kadir geceleri, Ramazan ayı ve bayram günleri gibi kıymetli zaman dilimlerinde Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunma ve O’nun rızasına ulaşma adına sevgi, kardeşlik ve insanlık için koşturup durma çok önemlidir.
263 İbrâhim sûresi, 14/19.
264 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204. Ayrıca benzer mânâdaki hadisler için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359; Abd İbn Humeyd, el-Müsned 1/417.
265 ed-Deylemî, el-Müsned 3/611; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s. 631.
266 Bkz.: Nesâî, sıyâm 43; Dârimî, savm 27; Abdurrezzak, el-Musannef 4/307.
267 Allah’ı çokça zikretmeye teşvik eden âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler için bkz.: Cum’a sûresi, 62/10; Dehr sûresi, 76/25; Enfâl sûresi, 8/45; Müslim, zikir 2, 3, 4; Tirmizî, zühd 63; Ebû Dâvûd, cihâd 14. Şükre teşvik eden rivâyetler için bkz.: Bakara sûresi, 2/152, 172; Nahl sûresi, 16/114; Müslim, münâfikîn 79, 80, 81, Ebû Dâvûd, edeb 110.
268 Bediüzzaman, Lem’alar s. 335 (Yirmi Sekizinci Lem’a).