Bekâ Billâh

Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bütün eşyayı –onların zatları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücud’un ya da Hazreti İlim’in ziyasının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşâhede ile müşâhede etmesidir. İşte böyle, nefis ve benlik cihetiyle mahv u sahka uğrayıp, sonra da Hakk’ın bekâsıyla yeniden var olan sâlik, artık Hakk’ın vücuduyla mevcûd, Hakk’ın bekâsıyla bâki, Hakk’ın hayatıyla hayy, Hakk’ın ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürîd, sem u basarıyla da semî ve basîrdir; insan üstü görür, duyar veya öyle görüp duymaya terettüp eden mazhariyetlerle serfirâz olur. Bu seviyede zevkî ve hâlî olarak kendi isim ve resminden sıyrılabilen müntehî bir sâlik, izafî olarak, arz ve semada Allah’ın sıfatlarından biriyle tavsif edilir ki, melekûta açık olanlar vicdanlarında her zaman bunun bir aks-i sadâsını duyabilirler. Böyle bir hâl, her gönül erinin, kendini idrak ve zevk edişine göre isimlendirilmesi de sayılır ki, bu da Mahbûb-u Hakikî’den başka hiçbir şey görmeyen, hiçbir şey düşünmeyen; kalbi hep O’nun varlık ve bekâsıyla atan; ruhu her an O’nun ayrı bir lem’a-i tecellîsiyle yenilenip duran saf ruhların temâşâ ve zevk ufkudur. Sâlikin, onu bu zirveye taşıyan Hak’la münasebeti, Hakk’ın da onunla bu ölçüdeki muamelesi devam ettiği sürece, böyle bir “bekâ billâh” kahramanı; ilim, idrak, his ve şuur itibarıyla, az da olsa başka şeylerin tesiri altına girmeyi kalbî ve ruhî hayatını söndürebilecek bir mânevî küsûf gibi görür; ezkaza, böyle bir şeye maruz kaldığını hissederse, bir an evvel bu kâbuslu durumdan sıyrılmak için, Hazreti Mahbûb’un, mearif-i mahsusası ile onun ruhuna bir perde aralamasını beklemeye koyulur ve göz kırpmadan da bekler durur.

Bir diğer yaklaşımla bekâ; fâni meşhudât ve mahsusâtın kendi renk ve çizgileriyle bütün bütün zâil olmalarını müteakip –bu biraz da zamanın tesiri altında bulunmayı duymaya göredir– kendi şartlarına bağlı, gelip geçici mukayyet bir devam veya ilâhî inayetin harikulâde teyitleriyle mutlak bir istimrardır. Şöyle ki hak yolcusu; yoldaki işaret ve işaretçilerle seyr u sülûkunu sürdürürken, belli bir noktadan sonra –nokta ifadesi yolcunun duyuş ve sezişleriyle mukayyettir– emareler, işaretler yol kenarlarına çekilir ve görünmez olurlar. Medlûlün, kendi varlığının ziyasıyla delil ve işaretlerin nurlarını aşkın hâle geldiği ve şahitlerin, yüce gerçeğin destanı adına birer malzeme veya enstrümana dönüştüğü makam görüntülü bu nokta; farklı bir nefes alma noktasıdır ve farklı bir zaviyeye yönelme hâlidir. Yolculuk devam ederse –bu biraz da sâlikin istidadının, daha ötelere açık olmasına ve azmin sürekliliğine bağlıdır– âfâkî ve enfüsî atmosferlerin her yanında “fenâ” esintileri hissedilmeye başlar. Sülûk, zaman ve mekân üstü bir hâl alınca da; vicdanda bekâya açık tam bir fenâ duyulur ve hissedilir ki; artık böyle mânevî bir atmosferde ne hâl ne de meal söz konusudur. Bu noktaya –yukarıdaki nokta mülâhazası mahfuz– ulaşınca aklın dili tutulur.. idrak kendi kabuğuna çekilir.. ve artık her yanda yıldızlar parlaklığında şahitler de olsa, güneş zuhur ettiğinde her şeyin gaybûbet etmesi gibi, en parlak ışık kaynakları dahi silinir gider.. وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ1 mazmununca, fevka’l-idrak, fevka’l-ihata ve fevka’l-ihsas sadece ve sadece O kalır.

İlmin bilinen sebepleriyle elde edilen bilginin derkenar hâline gelmesi; bilinenlerin bir malum-u mahza içinde eriyip yok olması; bütün görmelerin, sezmelerin zatî olarak silinip gitmesi; bunlara karşılık, görme, bilme, sezmelere dayanan mânâ ve muhtevanın olduğu gibi devamı; hakikatin her şeye galebe çalması ve bütün mahiyetleri “cem” nurlarının kuşatması neticesinde izafî gerçeklerin birer birer kaybolması mânâsında O’nun bekâsı ki, birinci derece ilmî, ikinci derece şuhûdî ve üçüncü derece de zevk-i vücudî mertebelerine bakar. Bu mertebelerin hemen hepsinde, fenâ bekâya bir yol teşkil eder ve onun gerçekleştiği her yerde, ayrı ayrı his ve idraklerin seviyesine göre bakabilir ve eşyanın başına kendi hakikatinden izafî atkılar, izafî renkler salar. Bu itibarladır ki, bu makam, sadece “bekâ billâh” sözcüğüyle değil de, daha yerinde bir deyimle, “bekâ billâh-maallah” sözleriyle ifade edilmesi yeğlenmiştir.

Ayrıca böyle bir yaklaşımda, iki farklı zaviye söz konusudur:

1. İnsanın, eşya ve hâdiseleri onların vücutları ve zatları itibarıyla fâni bulup, fâni hissettiği bir hâldir ki –bu seviye, her şeyin kendi nefsine bakan yanlarıyla mütelâşî olup gitmesi seviyesidir.. ve sâlikin, bu mânânın hâsıl ettiği atmosferle kuşatıldığı yer de “Hazreti Cem”dir– her şey zevken ve hissen itibardan düşer ve bütün bütün sıfırlanır.

2. Müteyakkız sâlike, farkın galebesi durumunda eşyanın bitamamihâ fenâ bulmaması; aksine bütün varlığın nisbî ve izafî vücutlarının bekâsı söz konusudur ki, bu iki ayrı seviyedeki duyuş, seziş ve zevk edişe büyükler, “Cem’de sukût, farkta sübût söz konusudur.” demişlerdir.

Konuyu sahabi telakkisine yaklaştırarak yorumlayacak olursak; hiçbir şey kendi nefsi itibarıyla var değildir; her şey Vücud-u Hakk’ın kendi dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir. Eşyanın hakikatinin sübûtu kendi çerçevesinde bir gerçek, Hakikî Vücud’a nisbet edildiğinde ise izafîlikten öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Böyle bir telakki, mebde’de bir itikat ve kabul, neticede ise bir ilme’l-yakîn, bir şuhûd ve bir zevktir ki, seyr u sülûk-i ruhanî sayesinde, sâlikin kalbinde bütün varlık ya tamamen kıymetten düşer ve sıfırlanır veya Hakikî Vücud’un nâmütenâhî ziyası karşısında, güneş tulû ettiğinde ateş böceklerinin ateşlerinin silinip gitmesi gibi silinir gider; sâlik de, kalben ve zevken bütün mâsivâdan sıyrılarak O’nun iradesinin vesâyetine, meşîetinin şümûlüne ve vücudunun nurlarına müstağrak olarak kendini zevk-i ruhanîsinin çağlayanlarına salar ve “Hû” der durur.

Böylece her sâlik, zevken ve hâlen kendi fiillerinde fâni olmakla Hakk’ın ef’âlinde yeni bir vücud ve bekâya açılır. Kendi sıfatlarında fâniliği duymakla Hak sıfatlarındaki bekâyı zevkeder. Kendi zatını unutmakla da –unutma hususu farklı yorumlara açık bir konudur– Hakk’ın vücudunun ziyasıyla yer yer fark, zaman zaman da cem mülâhazalarıyla yeni bir varlığa erer ki, böyle bir mertebeye erişen tali’li sâlikin önünde, istidadının ölçüsü nisbetinde sadece “maiyyet-i ilâhiye” kalmıştır ki, o da bekâ billâh kahramanının ulaşacağı en son zirvedir. Böyle bir makama mazhariyet beraberinde bazen hayret, bazen sekir ve dehşet getirir. Câmî bu hayreti, şu sözleriyle çok güzel ifade eder:

عِشق جُز نَايِي وُ مَاجُزَ او نه اِيم……وى دَمِـي بـي او نه إِيم

نَـي كِه هَردَم نَغمَه آرَايي كُند……دَر حَقِيقَت اَز دَمِ نَايِي كُنَد

“Aşk neyzensiz, biz de onsuz değiliz. O bir lahza bizsiz, biz de onsuz olamayız. Ney ki her zaman nağmesini süsler; hakikatte ise nağmenin süsü de neyzenin soluklarındandır.”

Bir başkası ise, böyle bir hayreti ve hayret üstü dehşeti şöyle dile getirir:

Dîdemin envârı Hû’dur, aklımın fermanı Hû.

Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû.

Gönlümün seyrânı Hû’dur, cânımın cânânı Hû.

Sırrımın esrârı Hû’dur, mihrimin tâbânı Hû.

Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,

Savmı Hû’dur, iydi Hû’dur, zühd ile erkânı Hû.

Nakd-i vârın harç kılmış yoluna dildarının,

Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, dert ile dermanı Hû.

(Abdiyâ)

Öyle ki, artık hep O’nu duyar, O’nu düşünür, O’nunla oturur-kalkar, O’nunla işler, O’nunla başlar, O’nun cezbiyle müncezib kendini vahdet çağlayanlarına salar ve iradî-gayri iradî hep O’nun hoşnutluğu etrafında döner durur; dönüp dururken de sürekli O’nun şuaât-ı ilim ve vücudunun ağyârı ifnâ, yârânı ibkâ tecellîleri karşısında “Yâ Hayy” der kendini hisseder gibi olur, “Yâ Hak” der O’nun ziya-i vücudu karşısında erir gider.

اَللّٰهُمَّ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ أَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ وَاسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَأَدِمْنَا عَلَى السُّنَّةِ وَالْاِسْتِقَامَةِ، وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ۽ الْمُعَرِّفِ طَر۪يقَ الْحَقِّ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.

1 “Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalır.” (Rahman sûresi, 55/27)

-+=
Scroll to Top