Bekledikleri ve Bulduklarıyla Millet

Yıllar var ki bu millet, başka şey değil, kaybettiği aşkını, imanını yeniden kendisine iade edecek, düşüncesini sistemleştirip iradesini yönlendirecek ve millî düşüncenin yağmalandığı günden beri bir tarafta unutulmaya terk edilmiş koskoca tarihî mirası ve kültür hazinelerini değerlendirecek rehber zekâlar bekliyor. Bizlerse ona, sadece, cismanî zevklere, maddî refah ve rahata giden yolları gösteriyoruz…

Millet, dünden bugüne hep ümit ve inkisarların “gelgit”leri arasında yaşadı; yer yer ümitle neşelenip coştu ve zaman zaman yeisle burkuntulara düşüp iki büklüm oldu. Kim bilir, bugüne kadar kaç defa ufkunda parlayan yalancı herhangi bir ışığı şafak zannederek şahlanıp heyecanla yollara döküldü.. kaç defa yanıldığını görerek sarsıldı ve kaç defa yeni arayış ve bekleyişlere dalarak daha başka kapıları zorlamaya başladı..!

Bunca arayış ve bunca bekleyişle bâri bir yere varabilseydi. Ne gezer.. o durmadan arıyor; fakat aradığını bir türlü bulamıyor.. hatta yer yer aradığıyla bulduğu şeyler arasındaki zıtlıklardan hezeyanlara giriyor; netice itibarıyla da kendine rağmen, yaşama şartlarının ağırlaşmasına, toplumda bir kısım zararlı kabuk değişikliklerine sebebiyet veriyor ve her şeyi bütün bütün içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.

Aslında o yıllarca evvel ruhunu yitirmişti ve aradığı da oydu. Aradığını bulup yeni bir “ba’sü ba’del mevt”e ulaşacağı güne kadar da, bu ümit, bu inkisar, bu hezeyan ve bu melankoli sürüp gidecekti…

Tabiî bu arada, inanç ve ümit kadrosunun, kendinden beklenenleri yerine getirmediği ve getiremediği de üzerinde durulmaya değer ayrı bir husustu. Ne acıdır ki, handikapları handikapların takip ettiği bu dönemde, o da, mükellefiyetleriyle yaptıklarının farklılığı arasında eriyip gitmiş, cazibe ve güvenilirliğini bütün bütün yitirmiş durumdaydı.

Mükellefiyetleri ona, asırlardan beri rahne rahne üstüne sağlam yanı kalmamış millet kalesini yeniden ihya edip eski ihtişamına ulaştırma yollarını gösteriyor; her gün birkaç defa sinesini Hakk’ın nefesleriyle doldurup İsrafil gibi gerilerek bütün kurak ve çorak çöllere diriltici soluklar salmasını emrediyordu… O ise, yaptığı ve yapacağı hizmetlerden ya hakk-ı temettü arıyor veya bir pes-himmet olarak, mescid tamiri için sağda solda mendil açıp inayet dilenenlerin durumuna düşüyordu. Hizmet ve himmetin en küçüğü dahi mübecceldir; ama, büyük himmetlere ihtiyaç hissedildiği bir yerde mini gayretler gerçek hizmete ihanettir.

Bu itibarladır ki, onun da, bekledikleriyle, beklediklerini elde etme uğrunda ortaya koyduğu cehd ve gayretler arasında ciddî münasebetsizlikler ve tutarsızlıklar vardı.

Evet, acaba bu inanç kadrosu, milletin kendi özünü idrak edip ruhunda dirilmesini; gözünü açıp ilk cedleri gibi, eşya ve hâdiseleri yepyeni bir anlayışla ele alıp değerlendirmesini ve birkaç asırlık tarihî tıkanıklığa bir kısım mecralar bularak akıcılık kazandırılmasını beklerken, bu uğurda kendi mükellefiyetlerini yerine getirebilmiş miydi? Çözüm bekleyen bunca problem karşısında muvakkaten olsun şahsi haz ve zevklerini unutabilmiş miydi? Milletin asırlık dertlerini temsil makamında bulunma iddialarına karşılık, haftada birkaç defa, bu dertleri vicdanında duyup inleyebilmiş miydi? Milletine karşı aşk derecesine varan derin bir alâka ve bağlılıktan dem vururken, senede bir iki defa olsun evinin yolunu unutabilmiş miydi? Her fırsatta iddialı avukatlara has bir eda ile maznun ve dinleyicilere kendini anlatmaya çalıştığı kadar, evet o kadar olsun, peygamberlerle temsil edilen bir yüksek davada, bir ruh ve gönül insanı olarak tıpkı rabbaniler gibi “Girdim reh-i sevdaya, mecnunum! Bana ar-namus lâzım değil.” diyebilmiş miydi..?

Ne acıdır ki millet, rehberlerinden beklediği bu şeylerin çok azını ya bulmuş, ya bulamamıştı; buna karşılık, onlara olan güven ve itimat duygusunu yitirmiş ve yıllardan beri değerli bir hazine gibi ruhunda muhafaza ettiği safvet ve samimiyetini de büyük ölçüde kaybetmişti.

Vazife ve sorumluluklarını gerektiği gibi hissedemeyen rehberler, çok defa şahsiyetlerini ön plana alarak, verdikleri hizmette heves hendesesinin dışına çıkamadılar ve keyfî, indî ve hissî davranışlardan bir türlü kurtulamadılar. Arzularını fikir sanarak kitleleri, heveslerinin bağrında gelişen çoğu yanlış şeylere davet edip onları şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklediler. Hak ve hakikatin münhasıran kendi ellerinde olduğu zehabına kapılarak, başkalarını ve başka yolları batıl görüp ilhad ehlinin öteden beri bizlere isnat ettiği bağnazlığı en utandırıcı şekliyle kendi aralarında yaşadı, yaşattı ve Hakk’ın hatırını görmezlikten geldiler.

Böyle bir durum ise, hayatı, rehberlerini taklitten ibaret sayan halk kitlelerini bütün bütün şaşırttı ve onları bir hezeyan topluluğu hâline getirdi.

Zaten, yıllardan beri, Frenk fanteziyelerine aldanarak kendini batı yamaçlarında yabancılaşmaya salmış; başka dünyalarda kendine ruh ve kimlik arayan; tarih ve kültürüne yabancı düşüncelerin gölgesinde yaklaşan; kendi değerlerini yabancı kriterlerle değerlendirmeye alışmış bulunan; sözün özü, şeytanın uzattığı merdivenle Cennet’lere ulaşmayı “düşleyen” ve bu uğurda koskoca bir tarihî mücadelenin paha biçilmez kültür değerlerini, hem de mazi ve millete rağmen, kumara veren şu dimağları mağlata kazanı, davranışları yapmacık, bütün işleri lafazanlık nifak şebekesi, şimdiye kadar yüz defa bu masum yığınları sarsmış ve zihinlerini allak bullak etmişti. Arkadan, izahı imkânsız bu dost cefası ise, onlara hem en sindirici ve söndürücü, hem de en utandırıcı bir darbe oluyordu.

Dost vefasız olunca fenadır; cefa eden dostun ise hiçbir kitapta yeri yoktur.

-+=
Scroll to Top