İlm-i Kıyafet
İnsan fizyonomisinden, onun yüz hatlarından ve bir kısım davranışlarından hareketle karakter tahlilinde bulunan ilm-i kıyafet uzmanları, bize göre gaybî sayılan pek çok hükümlerde bulunurlar. Meselâ; “Kim ki saçı sert olur, aklıyla cüret olur.” yani atılgan davranır, aklına gelen her şeyi yapar ve biraz da kendini üstün görür. Ne var ki, bu tiplerin çoğu kez aynı karakteri sergilemedikleri de bir gerçektir. Hatta araştırıldığında bu tip insanların çok iyi bir terbiyecinin tezgâhından geçtikleri ve kendi özel duygularını baskı altına aldıkları sürece çok iyi birer örnek sergiledikleri de görülmüştür.
Diğer bir husus da, bir insanın saçı sert olup aklına estiği gibi davranması onun bir yanı olabilir; ama onun faik bir yanı vardır, bu olumsuz hususu nötralize edebilir. Bir örnek vermek gerekirse, diyelim ki kıyafetnameye göre gözleri çukur olan kimse kibirli kabul ediliyor; ama alnı geniş olan da mütevazi; şimdi bu iki durum bir insanda mevcut ise, bunlardan biri diğerini tesirsiz kılacağından hüküm vermede biraz zorlanacağız demektir. Bu itibarla ilm-i kıyafetle meşgul olanlar, bazı şeylere şerh koyma ve yeni hükümler icat etme mecburiyetini hissetmiş, istisnalara büyük yer vermişlerdir. Meselâ, uzun boylular hakkında hüküm verirken Hz. Ömer gibileri istisna etme lüzumunu duymuş ve: “Bütün uzun boylular ahmaktır, Ömer müstesna; kısa boylular da fitnedir, Ali müstesna.” şerhini düşmüşlerdir. Aslında Hz. Ömer’le birlikte Hz. Halid, Hz. Abbas gibi dünya kadar uzun boylu sahabi olduğu gibi, İbn Mes’ud, Enes, Ebû Musa gibi bir hayli de kısa boylu sahabi vardır. Kaldı ki günümüzde bir hayli ahmak olmayan uzun boylu, fitne olmayan kısa boylu insan vardır. Ben öyle uzun boylu insanlar gördüm ki, uçağın tavanına başı değmesin diye, eğilerek yürüyordu. Yine bir arkadaşın ifadesiyle, normal arabalara sığmadığı için özel araba içinde yolculuk yapma mecburiyetinde olan akıllı insanlar varmış. Aynı şeyleri kısa boylular için de düşünebiliriz. Hz. Ali (radıyallâhu anh), Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh) göre kısa boyludur, ancak dünya kadar kısa boylu vardır –yukarıda da geçtiği gibi– bunların çoğu da fitne değildir. Hatta bunlardan bazıları, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle, Allah indinde öyle bir değeri haizdir ki, ağırlığınca altın verilse, onun bedeli sayılmaz. Ne var ki tamim etmeme kaydıyla, bütün bunlar uydurma şeyler de değildir. Yanlış olan, bir insana, kıyafet ilminde şöyle deniyor diye, sadece bir uzvundan dolayı hakkında hüküm vermek yanlıştır. Bu durum hem o ilme karşı saygısızlık, hem de suizanna kapı aralaması açısından mahzurludur. Onun için bu kriterleri herkesin kullanması doğru değildir. Bu ilimde doğru tespitlere ulaşmak, ancak erbab-ı firaset için söz konusudur. Allah Resûlü, “Mü’minin firasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.”1 buyurarak buna farklı bir açıdan işaret eder.
“Cı”, “Cu”
İslâm’a ait esaslar, üzerinde insanî vasıflar taşıyan hemen herkesin kabul edeceği değerler üstü değerlere sahiptir. Yalnız bunu gerçekleştirebilmek için birtakım hususlara dikkat etmek gerekecektir. Şöyle ki;
İslâm evrensel olma özelliği itibarıyla bütün insanlara hitap etmektedir. Onun yelpazesi, tasavvurlarımızı aşan bir genişliğe sahiptir. O hâlde onu insanlığa takdim edenler bu özelliği hiçbir zaman gözardı etmemelidirler. Bu sebeple, şu ya da bu görüşü ön kabulüyle kimseyi bu tebliğ dairesinin dışına itmemeli, hiçbir ferdi, mezakından, meşrebinden, karakterinden dolayı dışlamamalıdırlar. Küfür ve şirk hariç, taklidî imana sahip olandan tutun, velâyet-i kübraya talip olup “Ben Kur’ân ve sünnetten öğrendiğim şeyleri enfüsî yolla vicdanımda duymak istiyorum.” diyene varıncaya kadar herkes bu yelpazede mutlaka yerini bulmalıdır. Aslında, Kur’ân’ın gölgesinde yürümek de bu düşünce çizgisinde hareket etmek demektir.
Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Zaman ve mekândan münezzeh Cenâb-ı Hakk’ın, evrensellik vasfıyla gönderdiği Kitabın ismi ise Kur’ân’dır. Kur’ân her dönemde, her seviyedeki insanın problemlerine yegane çare kaynağıdır. Onun çerçevesini daraltmaya, hitap ettiği yelpazeyi büzmeye kimsenin hakkı yoktur. Kur’ân’ın tarz-ı telâkkisi, bizim “cı”,“cu” diye daralttığımız anlayışın çok çok üstündedir. Belki “cı”,“cu” ile ifade edilen şeylerle İslâm’ı anlatmada bir yol, metot kastediliyorsa, bunda bir mahzur yoktur. Ama unutmayalım, Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir. Öyleyse İslâm’ı, Kur’ân’ı anlatalım derken, ona perde olmanın bir anlamı yoktur.
Alt Kimlik-Üst Kimlik
Türk dünyasının bugünkü manzarası ve onunla alâkalı çalışmalar, parçaları etrafa dağılmış bir kristalin, tekrar bir araya getirilme gayretlerini andırmaktadır. Evet, bugün kırık-dökük bu mazlumlar dünyasının, kimi yerinde âh u efgan, kimi yerinde hasret ü hicran, kimi yerinde de kan-irin nümâyandır. Ancak ümidimiz odur ki, bu kristal parçaları en kısa zamanda derlenip-toparlanacak ve ondan –inşaallah– temiz ve her yanıyla göz kamaştırıcı yeni bir dünya meydana gelecektir. Yalnız bu neticenin alınabilmesi için, bizim insanımıza çok büyük vazifeler düşmektedir.
Şimdilik bana göre, bizim insanımızın bu vazifenin şuurunda olup, onu yerine getirme çaba ve gayreti içinde olduğu söylenebilir. Bakınız, Orta Asya ülkeleri çok yeni sayılabilecek bir geçmişte, bağımsızlıklarını kazanmış olmalarına rağmen, onlarla eğitimden ekonomiye varıncaya kadar, hemen her alanda irtibata geçilmiş, mutabakatlar tesis edilmiş ve bir hayli olumlu iş başlatılmış sayılır. Ancak bu, her şeyin olup-bittiği mânâsında da anlaşılmamalıdır. Aksine, bu ülkeler arasında yapılacak daha dünya kadar iş var.
Yıllar var ki, millet olarak biz, hep bu kardeş dünya ile bir araya gelip, bütünleşmenin hayaliyle yaşamış, hep onu beklemişizdir. İçinde bulunduğumuz şu dönem, bu uğurda önümüze açılmış bir fırsat dönemi ve Allah’ın lütfettiği imkânları değerlendirme zamanıdır. Onu için de, “Asyalı, Küçük Asyalı..” deyip, birtakım ayırımlara gitmeden, “alt kimlik-üst kimlik” problemi yapmadan, eskiden beri gönül bağımız olan bu ülkelerle mutlaka, hangi çizgide olursa olsun bütünleşme süreci içine girilmelidir.
Bütünleşme ve birleşme sonucu Türk, Özbek, Kırgız, Azeri, Kazak, Türkmen, Tacik vb. karışımıyla, meydana gelecek olan yapı bizim gerçek kimliğimizi oluşturacaktır. Ve bana göre bizim, millet olarak çağımızla hesaplaşmamız, yaşadığımız dönemin şuurunda olmamız ve devletler muvazenesindeki yerimizi almamız, ancak bu kimlikle mümkün olacaktır.
Tarih Şuuru
Tarih şuuru, toplumun aktivitesi ve canlı tutulması adına önemli bir kaynaktır. Onu hiçbir zaman nazarlardan dûr etmeden içimizde her lâhza canlı tutmamız gerekir.
Tarih şuuru, sık sık müracaat edilen tertemiz bir kevser kaynağı olması itibarıyla yer yer bizim için bir teselli kaynağı olmuştur. Her ne kadar o, “İçinde bulunduğu zamandan çok iyi yararlanamayan ve onu iyi değerlendiremeyen aciz milletlerin teselli için sığındıkları bir bahane” olarak görülse de ben, bu teselli kaynağının çok önemli olduğuna inanıyorum. Zira ideallerimizin fizibilitelerini yapma ve onları pratiğe dökme adına beslendiğimiz kaynak, tarih şuurudur.
Evet biz, Yahya Kemal’in “Ben kökü mâzide bir âtîyim.” mısraında ifade ettiği gibi geçmiş ve geleceğe kuşatıcı bir perspektiften bakabilen, geleceği mâziden gelen ruh ve mânâ kökümüz üzerine bir dantela gibi ören milletiz. Bundan dolayı da sürekli mâzi şuur ve zenginliğine müracaat eder, bir endam aynası gibi onun karşısına, geçip kendimizi sorgular ve ona göre kendimizi hazırlayıp geleceği kucaklamaya çalışırız.
Bu yönüyle tarih şuuru, sürekli müracaat edilmesi gerekli olan bir kaynaktır. Hasımlarımız, geçmişin engin, zengin ve rengin ikliminden uzaklaştırmak suretiyle âdeta bizi birer renk körü yaptılar. Böylece bizim dünyamızı siyah beyaza boyayıp, bizi çok büyük bir zevk kaynağından mahrum ettiler.
Doktor İkbal, bu mevzuya bir hikâye ile yaklaşarak meseleye ayrı bir derinlik kazandırır. Zamanın birinde koyunlar arslanlardan bîzar olmuşlar. Nihayet bir gün kendini inzivaya çekmiş, yaşlı, bilge bir koyuna dertlerini anlatmışlar. O da koyunlara, değişik bahaneler uydurarak devamlı et yemenin çok kötü olduğunu arslanlara telkin etmeleri tavsiyesinde bulunmuş. Koyunlar, bu tavsiyeye uyarak bir inkılâp gerçekleştirmişler ve neticede arslanları koyunlaştırmışlar. Tabiî Doktor İkbal’in burada esas vurgulamak istediği mesele; kıssadan hareketle arslan bir milletin, başkaları tarafından nasıl renk körü hâline getirilerek koyunlaştırıldığı ve kimliklerinin değiştirildiği hakikatidir.
Hâsılı, tarih şuuru, insanların kendi kimliklerini muhafaza adına çok önemli bir değerler bütünüdür. Bu değerleri görmezlikten gelmek körlük, toplumu bunlardan uzaklaştırmaya çalışmak ise basiretsizliktir.
Her Sıkıntı Bir İnşiraha Gebedir
“Sıkışmanın en son noktası, boşalıp rahatlamanın başlangıcıdır.” Bu, fert plânından toplum plânına, makro âlemden normo ve hatta mikro âleme kadar uzanan çizgide geçerli bir prensiptir. Meselâ, arzın merkezinde olan sıkışmalar bir yönüyle nefes almayı netice vermektedir. Bu sebeple yanardağların fışkırması bir rahmettir. Çünkü sıkışma neticesiyle dışarı atılan lâvların, yerin altında kalması durumunda umumi bir tazyike sebebiyet vermeleri bir ölçüde yer kabuğunu her yandan sarsmaları demektir.
Aynen bunun gibi Allah (celle celâluhu), insanın ağız ve burnunu da böyle bir menfez yapmıştır. İnsan, bu vesileyle içindeki zehirli gazları atar ve zehirlenmeden kurtulur. Bu durumda, vücudun rahatlaması adına, ondan zararlı olan şeylerin dışarı atılması demektir. Aynı durum, kâinatta da söz konusudur. Büyük patlama ile kâinatın yaratılması, haddizatında bir nefes alma, tomurcuk gibi çiçek çiçek açma ve neticede varlığa açılmadır.
Toplumlarda vuku bulan sıkışmalar da büyük ölçüde inşirahın hazırlayıcısıdırlar. Meselâ, Allahu Teâlâ, İnşirah sûresinde bize, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerinde bulunduğu ağır yük sebebiyle bir sıkıntı ve ızdırap içinde olduğunu bildirmektedir. Bunu, toplumun boşluğa açık olması ve Efendimiz’in çaresizlik içinde kıvranması şeklinde anlamak mümkündür. Bu şiddetli sıkışma ve tazyikten sonra, Allah bişaret esintileri ile gelen ilâhî esintilerle Efendimiz’in sadrına inşirah vermiş ve sırtındaki yükünü hafifletmiştir.
Evet, her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir. Hadis diye rivayet edilen, fakat Sühreverdi’ye ait olduğu söylenen, “Karar kararabildiğin kadar, çünkü kararmanın son noktası aydınlığa açılmanın başlangıcıdır.”2 sözü de bu hakikati ifade etmektedir. Ama bu, çekilen her sıkıntıdan sonra, mutlaka hep hayır doğacak demek de değildir. Çünkü hayır, hayrı hazırlayabilecek temiz ve nezih ruhların mevcudiyetine vâbestedir.
Bir toplum, içinde hayır cereyanları olduğu hâlde tazyike maruz kalmaz ise, o toplumun önünde bir infilâk var demektir ve her infilâk da bir inşirahın müjdesidir.
Avrupa’da İslâm
Mısır Ezher Üniversitesi eski hocalarından meşhur Şeyh Bahît Efendi, bir seyahat münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde; doğunun sarp, yalçın kayaları arasından zuhûr ile, gelip İstanbul ulemasını ilzam eden Bediüzzaman’a karşı Ulema Şeyh Bahît’den bu genç hocayı ilzam etmesini isterler. Şeyh Bahît bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp Bediüzzaman’la çayhaneye oturduğunda bunu fırsat telâkki eder ve Üstad’a:
– Avrupa ve Osmanlılar hakkında fikriniz nedir? der.
Bediüzzaman ise:
– Avrupa, bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa’ya hamiledir; o da onu doğuracak..3 cevabını verir.
Günümüz gerçekleri açısından meseleyi değerlendirdiğimizde bunun gerçekçi bir tespit olduğunu görürüz. Zira Osmanlı, bir değil; birkaç defa Avrupa doğurmuştur. Cihan harbiyle İslâm âlemi parçalanmış.. bu parçalar hamisiz kalmış. Batı kriterleri, İslâmî dinamiklerin yerini alıp, koca bir bölgede bütün değerler altüst olmuştur. Evet uzun zaman, bir koca coğrafyada gördüğümüz şeyler hep Âkif’in ifadesiyle: Harap eller, yıkılmış hanumanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar oldu.
Şimdi ise, sıra Avrupa’da.. onun da İslâmî bir doğum yapması yakındır denebilir. Öteden beri, bazı velilerin istihracıyla, Avrupa’da bir devlet Müslüman olacak dendiğinden, kendileriyle harbe iştirak edip –bu iştirak çıkarlara dayalı da olsa– bir dostluk yaşadığımız Almanlar’ı bu işe en yakın görmüş ve onların Müslüman olmasını hep ümit etmişizdir. Hâlâ da bu ümidi koruruz. Onlar veya başkaları, bir gün ırkçılık ve enaniyet damarlarını İslâm havuzu içine atıp eritecek ve en az diğer ülkeler kadar onlar da İslâm’a girme şansını elde edeceklerdir.
Ne var ki bu, İslâm adına yeterli bir gelişme sayılamaz. İslâm’ın, onlar nazarında bir değer ifade edebilmesi için, en başta Müslümanların Avrupa dilenciliğinden kurtulmaları şarttır. Zira bugüne kadar efendinin, dilenci konumundaki insanlardan, alabileceği hiçbir şey olmamıştır. Diğer bir husus da, oraya her ne ad ve unvanla gidilirse gidilsin; niyetlerde şuurlu bir şekilde İslâm’ı temsil olmalı ve başka türlü istek ve arzular, bu niyetin önüne kat’iyen geçmemelidir.
Bir de meselelerin topyekün İslâm âleminde yaşanıp temsil edilmesi var ki, o da daha farklı bir durum arz eder. Yeryüzünde melekler gibi yaşayan insanlar, mükemmel fertler, huzur vaadeden aileler, insanın gözünü kamaştıran köyler, Piyer Lotilere: “Keşke ağaçlarınızın dibine gömülsem..” dedirtecek kadar mükemmel şehirler, korunmuş tabiat.. ve daha akla gelebilecek ne kadar güzellik varsa, hepsinin bu ülkelerde yaşanıp temsil edilmesi çok önemlidir.
Avrupa, bugün ekonomik durumu itibarıyla içten ve dıştan refah seviyede olması, kendisini tehdit eden çok ciddî hususların bulunmaması vs. parlak yanlarıyla hâlihazırdaki durumundan memnun gözükmektedir. Ve kendisini temelden sarsabilecek bir kriz olmadığı sürece de, herhangi bir arayış içine girmeyecektir. İslâm ise, kendisini aramayanlar tarafından bulunacak, elde edilip kabul edilecek bir din değildir.
Evet zannediyorum O, bir maden arama hassasiyeti içinde ele alınmadıkça kimseye kapısını aralamayacaktır. Demek oluyor ki, Avrupa, kurtarıcı arayışı içine girmedikçe, onun İslâm’ı bulması; bulsa dahi onu kabul etmesi mümkün değildir. Zira, مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Kim aradığını ciddiyetle ararsa, ancak o bulabilir.”4 hakikati, ilâhî bir âdettir.
Netice itibarıyla, tıpkı arz-talep meselesinde olduğu gibi, biz İslâm’ı onların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde temsil ettiğimiz nispette, onlar İslâm’a gireceklerdir. Ve zannediyorum bunun için de, meseleyi şu andaki konumdan biraz daha ileriye götürmemiz ve onun nazarlarda göz kamaştırıcı bir hâl almasını sağlamamız gerekecektir. Bu yapılabildiği oranda, temsilde mükemmeliyet yakalanmış olacaktır. Ve Allah’ın izniyle iman her gönlün Allah’la irtibatını sağlayarak ona huzur kaynağı olacaktır.
Pasifik Ülkeleri ile Münasebet
Aydınlarımız Tanzimat’tan bu yana hep Batı demiş, onun hayaliyle yanıp tutuşmuş ve “Ondan gelen her şeyi alır, kabul ederiz.” anlayışıyla hareket etmişlerdir. Ancak bizim Batı’ya karşı bu kadar açık olmamıza rağmen, o bize ne düşünce, ne ifade, ne de müşâhede plânında bir zenginlik bahşetmiştir.. ve tabiî içimize akıttığı mesâviden dolayı da halkımız tarafından hep tenkit görmüştür.
Oysa bizim Pasifik ülkeleriyle şu ana kadar hiçbir meselemiz olmamıştır. Aksine meselâ Japonya ile II. Abdülhamit döneminde ciddî münasebetler içinde olduğumuz bilinmektedir. Ama ne acıdır ki, bu irtibat devam ettirilememiştir.
Diğer taraftan bu ülkelerin, yer yer başka ülkelere karşı sataşmaları da olmuştur, ancak bütün bunlar normal karşılanıp, onların bu hâlleri, kendi topraklarının darlığına ve onların felsefesine göre, yeniden bir kere daha dünyayı hakça paylaşma mülâhazalarına verilmelidir. Bu özelliklerinin yanında, İkinci Cihan Harbi’nde Japon komutanın “Uyuyan devi uyandırdık.” dediği gibi, kendi hatalarını kabul edecek kadar, hakkaniyet ölçülerine sahip oldukları da unutulmamalıdır. Bunun temelinde Budizm’in ahlâk felsefesi olduğu kabul edilirse, onun bazı öğretilerinde İslâm’la örtüşen yanlarını bulmak da mümkündür. Yine bu ülkelerin %10-15 gibi önemli bir kesimini Müslümanlar teşkil etmektedir ki, bütün bunlar onlarla yakınlaşmamız adına birer vesile teşkil edebilir.
Bu ülkelerin de, dünyaya açılmaya ihtiyaç duydukları şu dönemde, çeşitli vesileler değerlendirilip irtibata geçilebilse zannediyorum birçok alanda birlikler tesis edilebilir. Yine, bu ülkelerle aramızdaki mağduriyet, mazlumiyet… gibi fasl-ı müşterekler kullanılarak, yetişkin elemanlar vasıtasıyla kendi dünyamıza ait birtakım değerler aktarılıp, düşünce, ahlâk.. vs. plânda Türkiye’dekine denk birtakım çalışmalar yapılabilir.
Evet bütün bunlar yapılabilse, Türkiye için yeni ve alternatif bir dünya oluşturulmuş olacaktır.
Çocuk Terbiyesi
Her çocuğun bir “şuuraltı beslenme dönemi” vardır. Bu dönem, bazı eğitimcilere göre 0-5, bazılarına göre de 0-7 yaşları arasıdır. Bu çağda, çocuğun şuuraltı çok iyi değerlendirilmelidir. Onlara verilecek talim ve terbiye; hayatın tabiî seyri içinde, belli bir plân dahilinde yine hayatın içinden örneklerle süslenerek ve zorlamaya gidilmeden sevdirerek verilmelidir. Hemen her çocuk, temyiz çağı da diyebileceğimiz bu dönemde çok mütecessistir. Öyle ki devamlı sorular sorarak her şeyi öğrenmek ister. Bu sebeple ileride ona nasıl bir şahsiyet kazandırılmak isteniliyorsa, onunla öyle konuşulup görüşülmeli, hâl ve hareketler de yine ona göre ayarlanmalıdır.
Çocuğun eğitim ve terbiyesi, doğrudan doğruya pratik hayata “indirgenebildiği” takdirde şuuraltı besleniyor demektir. Batı hayat tarzı, bizim anladığımız mânâda ve bizde olduğu kadar insana gerektiği ölçüde değer kazandıracak ölçüde mevhibelerle, vâridâtla mücehhez olmadığından; batılı eğitimciler, çocuk eğitiminde değişik terbiye kuralları geliştirmişlerdir. Ne var ki, onca gayrete rağmen bu kurallar, nazariyatta kaldığı için pek de inandırıcı ve etkileyici olmamıştır.
Eğitimin devam ve temadisi, büyük ölçüde dinin, insanın tabiatı hâline gelmesine bağlıdır. Evet, eğitimin bahis mevzuu edildiği yerde hayatın dünyaya ait kesitleri bile din televvünlü olmalı ve onun her kademesinde dinî duygu ve düşünce soluklanmalıdır.. soluklanmalıdır ki, çocuğun hayatı, bu değerlerle örgülenerek şuuraltı tam beslenmiş olsun.
Bu duygu ve düşüncenin olmadığı Batı toplumunda, kreşler ve çocuk yuvaları açılmıştır. Değişik bir mülâhazadan hareketle, bu meseleye biz de sıcak bakabiliriz. Eğer bir anne ve baba çocuğuna her ne sebeple olursa olsun, verilmesi gerekli olan terbiyeyi veremiyorsa, demek ki kendileri çocuğa müessir olacak kıvamda değiller. Çocuğun anne ve baba sevgisi ile yetişmesi çok önemlidir, ama bomboş bir ailede yetişmektense, daha parlak bir istikbal için, onun eğitim ve terbiyesi adına böyle bir yuvaya verilmesinde de bir mahzur olmasa gerek.
Çocuk eğitimi için anne ve babanın yetiştirilmesi de çok önemlidir. Baba babalığını, anne de anneliğini bilerek kendilerine düşen vazifeleri bihakkın yapmalıdırlar. Bir anne her hangi bir işte çalışıyor bile olsa, akşam eve geldiğinde çocuğuyla yakından ilgilenmeli ve ona anne şefkatini dolu dolu yaşatmalıdır. Anne ve baba şefkatinden mahrum çocuklar, içinde bulundukları toplumdan kopuk yaşar; hatta zamanla toplum düşmanı bile olabilirler.
Yeni Dünya Düzeni
Orta Asya ülkeleriyle kaynaşıp bütünleşmenin bütün yollarının araştırılması ve bu uğurda gerekli çalışmaların bir an önce yapılması gerekir. Aksi takdirde Allah’ın (celle celâluhu) bizim için takdir buyurduğu bir “kader birliği”ne karşı lakayt kalarak onu israf etmiş oluruz.
Biz bu ülkelerle beraber olsak da olmasak da, dış güçler bizi hep aynı çizgide mütalaa etmektedir. O hâlde bu güçler karşısında siyasî, iktisadî, idarî, kültürel beraberlikler tesis etmek, takip edilecek en akıllıca yol olsa gerek…
Milletimizin bu hususta büsbütün duyarsız olduğu söylenemez. O ülkelerde birtakım özel teşebbüsün vermiş olduğu hizmetler bugün yüzümüzü ağartmaktadır; yarın da ağartacaktır ama yine de atılan adımların çok az olduğu ve yavaş hareket edildiği kanaatindeyim.
Dünya çapında cereyan eden yeni bir tekevvün dönemini kendi tarihî dinamiklerimiz içinde değerlendirmemiz gerekir. Hâlihazırdaki durum, belli bir yere kadar kifayet etse de; onun birkaç yıl, olduğu yerde bırakılması, yarınlar için yetmez hâle gelmesi demektir. Dolayısıyla kurulacak olan yeni dünyada bizim de söz sahibi olmamız elzemdir. Bu hususta gaye, yeni dünyanın, bizim geliştireceğimiz ilim ve teknoloji üzerine bina edilmesi olmalıdır.. ve bu, bir hayal olarak da değerlendirilmemelidir. Kararlı ve azimli adımlarla yüründüğü an, –Allah’ın izniyle– bunun kısa bir zaman içinde gerçekleşebileceği kanaatindeyim. Bugün Türkiye’yi belli bir seviyede tutup, kurulacak olan yeni dünyada hisselerine ortak olmasını engellemek isteyen güçler vardır. Güneydoğu meselesinin ve ülke içinde meydana getirilen karışıklıkların perde arkasına dikkatle bakıldığında, bu güçlerin var olduğu görülecektir.
Şayet bugün süper güçler seviyesinde kükreyen aslan konumunda güçlü bir devletimiz olsaydı, bize güven besleyen ve adım adım bizi takip eden devletler, başka arayışlara girmeyecek ve Türkiye onlar için kuvvetli bir dayanak noktası olacaktı. Heyhat ki, henüz bunu kavrayacak seviyede, ne üzerine düşeni bilen bir idarecimiz, ne bir politikamız ne de plânımız var. Bu kadar yoklar arasında tek teselli ve ümit kaynağımız, her biri bir Ukbe b. Nafi gibi bu işin bayraktarlığını yapan havari ruhlu insanlardır. Cenâb-ı Hak’tan dilek ve ricamız, hiç olmazsa bunlar, ülfet ve ünsiyet girdabına kapılmadan, gönüllerindeki aşk ve iştiyakı devam ettirebilsinler…
Karizmatik Lider
Lider; üstün idrak, cesaret ve kararlılığıyla dünü-bugünü-yarını müşterek görebilen ve zaman-üstü, mekân-üstü hususiyetleri sayesinde çağıyla hesaplaşmasını bilen insandır.
Bazı kimseler, gerçek kimlikleri itibarıyla birer “çukur insan” konumunda olduklarından, vesayetlerinde büyüdükleri ve şuuraltlarında hep onlara takıldıkları lider konumundaki insanları, birer karizmatik şahsiyet zannedebilirler. Bu bana hep, Abraham Lincoln’un hürriyete kavuşturmasının ardından, yeniden efendilerinin yanına dönen köleleri hatırlatır.
Tarih boyunca şu ya da bu sebeple ön plâna çıkan veya çıkartılan insanları bahsettiğimiz çerçevede kabullenen insanlar hep var olmuştur. Meselâ, yakın tarih itibarıyla proletarya diktatörlüğü adına ümitler dağıtan birisi ortaya çıkmış, bahsini ettiğimiz türden bir kısım insanlar da âdeta bir peygamber zuhur etmiş gibi ona sarılmışlardır. Ne acıdır ki, sarıldıkları bu liderin (!) kendilerinin sonunu hazırlayan biri olduğunu çok sonra fark edebilmişlerdir. Evet, gerçek karizma sahibi insanlar, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, kendi zamanını aşmış, büyük plân ve proje sahibi ufuk şahsiyetlerdir.. ve bunlar aynı zamanda, çağlarıyla hesaplaşma uzmanlarıdırlar.. hatta yer yer zıtlıkları bir arada yaşayan; meselâ hilimleriyle beraber, şiddetleri de olan, fakat bunları yerli yerinde kullanabilen birer denge insanıdırlar.
Hemen her kesimle kavga edip çevreleriyle uzlaşamayan kişiler asla lider olamaz ve toplumları idare edemezler. Çünkü bunların, en başta kendilerinin idare edilmeye ihtiyaçları vardır. Hatta biraz daha derince tetkik edildiği takdirde, bu tür insanların kendi ailelerini bile idare edemedikleri görülecektir.
Osmanlı tarihi, hakikî mânâda karizmatik liderler tarihidir. Hatta bana göre, Osmanlı padişah ve komutanlarının çoğu, karizmatik özelliklere sahip olan insanlardır. Meselâ; Baltacı Mehmed Paşa, kendisi baltacılıktan gelmiş, Enderun terbiyesi almış bir serdardır. Prut’ta Rusları sıkıştırdığı hengâmede, son bir darbe yapmadan evvel gece kendi adamları vasıtasıyla askerlerinin çadırlarını dinletir. Neticede askerlerden bazılarının sabahleyin kaçma plânları yaptığı haberini alır. Böylesine kritik bir atmosferde mukadder bir zaferi hezimete çevirmemek için, Ruslarla –yarı kazanılmış bir zafer diye tarif edebileceğimiz– çok akıllıca bir anlaşma yapar. Ama ne acıdır ki, Mustafa Müftüoğlu’nun ifadesiyle “Yalan Söyleyen Tarih”, seksen yaşındaki bu Osmanlı komutanını, Rus Kraliçesi Katerina ile buluşturmuş ve hakkında bizim gibi basit insanların bile tenezzül etmeyeceği bayağılıklar uydurmuştur. Böyle bir tarihi yazan da utansın, bunları okuyup hakikatini araştırmadan cedlerine sövenler de…
Evet, onlar, koca bir tarihe sığmayacak kadar büyük, karizmatik vasıflara sahip gerçek birer lider idiler. Bu millet, bir kere daha özlediği liderlerle buluştuğu an, tekrar eski ihtişamına kavuşacak ve şartlar ne olursa olsun, mutlaka çağıyla hesaplaşacaktır.
İslâm Sosyalizmi (!)
Sosyalizm; içtimaîleşme ameliyesini, güzel sanatlardan dine kadar hayatın her kademesine yaymayı amaçlayan bir sistemdir. Bu mânâda İslâm ile sosyalizm arasında hiçbir ilgi yoktur. Fakat İslâm’a bir sosyalizm ilave etmek isteyenler, bizim “içtimaî” dediğimiz yönü nazara vermek istiyorlarsa, elbette İslâm’ın da bir içtimaî yönü vardır. Çünkü İslâm, içtimaî bir dindir; akidevî, amelî ve ahlâkî çeşitli fakülteleri içinde içtimaîye de ciddî bir yer ve ağırlık vermiştir. Bazı İslâm yazarları, İslâm’daki içtimaî adaleti sosyalizm şeklinde anlamışlardır. Oysaki, içtimaîlik, İslâmî yapının temeli değil sadece bir yönüdür.
“Allah indinde hak din İslâm’dır.”5 Bu mesele malum ve müsellem bir hakikat iken, Marks’tan tevarüs edilmiş bir nazariyenin İslâm diye takdim edilmesi, İslâm adına büyük bir gaflet ve cehalettir.
Eğitim Faaliyetleri ve Yersiz Vehimler
Türkiye, düşünce hayatından idari sisteme, eğitim mekanizmasından aile yapısına kadar birçok problemi olan bir ülkedir. Bu tür problemlerden sıyrılmanın en önemli çaresi de “aydınlanma” olsa gerek. Evet insanlar, aydınlanarak birbirlerini daha iyi anlar ve neticede de bir uzlaşma zemini hâsıl olabilir. Ama birileri öteden beri bu ülkede “Siz eğitim düşmanısınız.” diyerek inanan insanlara hücum etmişlerdir. Oysaki ne o uydurma “Bir hırka, bir lokma.” hikâyesi, ne de “cehalet” yüzkarasının uzaktan yakından İslâm’la alâkası vardır. Çağın dev mütefekkiri, “Bizim üç büyük hastalığımız var, bunlar: cehalet, iftirak ve fakirliktir.”6 diyerek bizi içten yıkan sebepleri, hekimâne teşhisle ortaya koymaktadır. Öyleyse, bir taraftan cehalete karşı ciddî bir ilim seferberliği başlatılıp, milletin birlik ve beraberliği adına lâzım gelen şeyler yapılırken, diğer taraftan da insanlarımıza zenginleşme yolları gösterilmelidir.
Aslında, hakikî Müslümanlık bu iken, bir kısım insanlar, yıllardır Müslümanları hep cehaletin yanında göstermiş ve “gerici”, “yobaz” gibi bir sürü yaftalarla, onları karalama yoluna gitmişlerdir. Zühd, yanlış anlaşılmış ve Müslümanlar, âdeta köşesine çekilmiş bir acûze-i şemtâ tiplemesiyle karakterize edilerek değişik töhmetler altında bırakılmıştır. Esasen zühd kalbde yaşanmalıdır ve insanın, dünya ile herhangi bir kalbî bağlantısı olmamalıdır. Yoksa kesben –avam ifadesiyle– dünyanın altından vurup üstünden çıkmalı ve ne yapıp yapıp mutlaka başarıya ulaşılmalıdır.
Günümüzde –Allah’ın inayetiyle– gönüllü kuruluşlar ve özel teşebbüsler, başta Türkiye olmak üzere dünyanın değişik yerlerinde açtıkları okullar ve kurdukları üniversitelerle aydınlık bir geleceğin temellerini atmış bulunmaktadırlar.
Ancak, cehaletle savaş amacıyla başlatılan bu güzel gelişmeler karşısında, yine malum bazı kesimler, “Bunca okulla acaba bu insanların düşündükleri ve hedefledikleri bir şey mi var?” diyerek vehim ve kuruntulara hükümler bina etmek suretiyle efkarı bulandırmaktadırlar. Oysaki, burada hedeflenen şey, bu ülkenin eğitimle muasır devletler seviyesine çıkarılarak çağını idrak ufkuna ulaştırılmasıdır.
Ayrıca, geleceğin dünyasına yönelik ne idarî, ne siyasî hiçbir alanda tasarımızın olmadığını, Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmediğimizi herkes anlamış durumda. Aslında hususî bir zaman ve mekâna bakmayan bu türlü iddiaların aksini ispat etmek de kimsenin elinden gelmez. Tabir-i diğerle iddia eden ispat etmek zorundadır. Yoksa devletin en üst kademesindeki ferdinden en alt seviyedekine kadar herkes için bir şey iddia edilebilir ve yeryüzünde böyle bir iddiaya muhatap olmadık bir tek insan kalmaz.
Günümüzde eğitimden iktisadi hayata kadar birçok güzel gelişmeler söz konusudur. Hamiyetli iş adamlarımız, bir taraftan cehalete karşı ilim seferberliği başlatarak okullar açarken, diğer taraftan, fakirliğe karşı zengin olma seferberliği ilân ederek ticarî şirketler kurmaktadırlar. Şimdi bu türlü şeyler yapılıyor diye, vehimlere hüküm bina ederek, kapalı kapılar ardından, benim insanlara gizli bir şeyler söylediğim ve bununla belli hesapların, plânların peşinde olduğum şeklindeki yaklaşımlar, insafsızlık ve zulümden başka bir şey değildir.
İlimle insanların dimağlarını, kalblerini aydınlatanlar, onlara değişik istihdam imkânları hazırlayanlar, fakir-fukarayı zekât ve sadakasıyla destekleyenler, insanların en hayırlısıdır. İslâm’da “hayır” tabiri, insanlara zarar verebilecek yoldaki bir taşı kaldırmadan alın da, eğitimden iktisadî hayata kadar herhangi bir eğitim müessesesi kurmaya kadar çok geniş ve şümullü bir çerçevesi vardır. Zira hadisin ifadesiyle, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.”7
Hoşgörüde Denge
Her meselede itidal ve denge çok önemlidir. Hoşgörü meselesinde de kalb balansının çok iyi ayarlanması gerekmektedir. Biz, hoşgörü hususunda dengeli olduğumuza inanıyoruz. Zannediyorum bazıları, biz hoşgörü derken, bunu milletimizin ve ülkenin geleceğinin zararına olarak tarihimizi, millî-mânevî değer ve dinamiklerimizi tahribe karşı da hoşgörülü olunmasını kasdettiğimizi sandılar. Bugünümüz ve yarınımız adına nelerin hoş görüleceği ve nelerin hoş görülmeyeceği bellidir. Ümit ediyorum ki bu toplum, zamanla birbiriyle kaynaya kaynaya o dengeye ulaşacaktır. Fakat kanaat-i acizanemce, şu demokratik hava içinde, tartışma ve ayrılık konusu meselelerden çok, bizi toplum olarak, millet olarak birbirimize bağlayan hususları öne çıkararak, herkesi bulunduğu konumda kabul edip, hoş görmekle işe başlamak, en isabetli yol olsa gerektir.
Başkalarının hukukunun söz konusu olduğu bir yerde müsamaha gösterme, kimsenin hakkı değildir. Biz nefsimize ait meselelerde fedakârlıkta bulunabiliriz; fakat toplumun hakkını fertlere bağışlamaya gelince, o topluma karşı işlenmiş bir zulümdür. Ben cüzdanımı veya sırtımdaki elbiseyi birisine verebilirim; bu bir fedakârlıktır. Ama millete ait bir cüzdanı, millet malını ve kamunun hakkını birisine bağışlamam, zahiren hayır gibi görünse de, temelde zulümdür.
Bu açıdan, birisi kalkıp da bir toplumun bugününe, geleceğine saldırıyor, aileyi tehdit ediyor; cana, nesle, akla, dine ve mala dokunuyorsa, bu türden davranışlara karşı müsamahalı olma bizi aşar. Hoşgörünün gayesi, hedefi ve milletin ondan ne anladığı açık ve nettir.
Öte yandan hükümler, muhtemeller üzerine kurulmamalıdır. Eğer hüküm muhtemeller üzerine kurulacak olursa, bu takdirde, suizan yapılmış, günaha girilmiş olur. Hükümler vukuâta, yani olup bitmiş hâdiselere göre verilir. Ortada bir işaret ve delil olmadığı müddetçe, beraat-ı zimmet, yani kişilerin masumiyeti asıldır. Bu, hukukî bir disiplindir. O açıdan, bazılarının, siz hoşgörü diyerek millet ve mâneviyat aleyhinde her şeyi dinamitliyorsunuz ve bazılarının dümen suyunda gidiyorsunuz gibi dayanaksız ve tamamen suizanna dayanan suçlamaları, nasıl bir bühtandan öte geçmiyorsa, aynı şekilde, daha başkalarının, şimdi hoşgörü diyorsunuz ama, fırsat elinize geçse şöyle yaparsınız gibi düşünce ve sözleri de, hiçbir işaret ve delile dayanmayan birer kuruntu olup, böylesi kuruntu ve bühtanlara dayanılarak hüküm verilemez.
Görünen o ki, bize düşen, âlemin inanıp inanmaması değil, samimiyetle inandığımız sevgi ve hoşgörü davasında, risalet vazifesinin ayları ve güneşleri olan peygamberlerin vazifelerini yaparken gösterdikleri azim, sebat ve kararlılığı göstermektir.
Zamanı Kullanma
Zihinlerin alabildiğine dağınık hâle geldiği ve insanları gereksiz yere meşgul eden sebeplerin çoğaldığı günümüzde, zamanı kullanma daha bir önem arz etmektedir. Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, insanların çoğunun aldandığı iki şeyden birisi de vaktin boş geçirilmesidir.8 Zamanını değerlendirmeyi düşünen biri, evvelâ imkânını, talip olduğu işi ve kapasitesini çok iyi bilip ona göre bir fizibilite ortaya koymalıdır ki işlerinde muvaffak olabilsin. Aksine bir insan, düşünce kapasitesi, ruh gücü kapasitesi, istirahat durumu, bedenî mukavemeti gibi hususları hesaba katmadan pek çok işe birden talip olursa, çok defa kazanma kuşağında kaybedebilir.
Bu açıdan bizim için en birinci mesele, hayatımızın takvimleştirilmesi ve zamanlamaların çok iyi yapılmasıdır. Birine bir şey anlatmanın ya da gazetede bir makale yazmanın veya bir nazım, nesir ortaya koymanın, hâsılı yapacağımız her şeyin mutlaka çok iyi zamanlanması fevkalade önemlidir. Hatta bir yönüyle zamanlama, yapılan işlerin gerçek derinliğini aksettirdiğinden ayrı bir güzellik ifade eder. Bu açıdan, “Esbab-ı nüzul”, âyetlerin nâzil olmasında bu zamanlamanın bir ifadesidir denebilir. Çünkü âyetlerin inişine sebep olan hâdiseler, ona ayrı bir derinlik ve şeffafiyet, anlamayı kolaylaştırıcılık kazandırır ki, meselenin ruhunun kavranması açısından bu bir hayli önemlidir. Diyelim ki, siz de, başkaları gibi çok güzel, yaldızlı, plastize edilmiş bir yazı yazdınız; ancak hâdiselerin akışı onun kapağını aralayıp onunla alâkalı size bir şey fısıldamamışsa, o en parlak şey bile olsa, sönükleşir ve zamanla unutulur gider.
Zamanlamada şunlara mutlaka dikkat edilmelidir: Sabah ne yapılır? Öğlen ne yapılır? Derse çalışıp kafanızı yorduğunuz zaman ne yapılır? Ne zaman bir işten diğer işe geçilir? Bir işten diğer işe geçerken iş türleri nasıl olmalıdır? Yapılan aynı türden işlerse, sizde aynı mekanizmaları harekete geçireceğinden, zaten öbüründe yorgunluğa ulaşmışsınız, o zaman böyle bir iş değiştirme doğru mu? Ayrıca, akşam ne yapılır, gece ne yapılır, gece kalkınca ne yapılır? … gibi bütün bu soruların belki terbiyecileri de alâkadar eden yönleriyle cevaplarının bulunup hazırlanması çok önemlidir.
Öyle ise, bütün bu hususları gözden geçirdikten sonra herkes, kendi kapasitesini ölçerek ona göre bir işe teşebbüs etmeli, bir sorumluluk altına girmeli ve hep bir temkin insanı olarak hareket etmelidir.
Mesai Tanzimi
Bir kısım insanların vazife icabı yoğun çalışma tempoları sebebiyle de olsa, anne-babasını, ailesini, çoluk-çocuğunu ihmal etmesi kat’iyen doğru değildir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yiyip içmeden kendilerini gece-gündüz ibadete veren ve bu arada ailelerini ihmal eden arkadaşlarına, “Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı var, ailenizin sizin üzerinizde hakkı var, Allah’ın sizin üzerinizde hakkı var.. her hak sahibine haklarını veriniz.”9 buyurmuştur. Biz bunu biraz daha genişleterek şöyle de diyebiliriz: çalıştığımız müessesenin bizim üzerimizde hakkı var; anne-baba, eş-dost, çoluk çocuğumuzun üzerimizde hakkı var; komşumuzun bizim üzerimizde hakkı var.. ve bütün bunlar, ihmal edilecek haklar da değildir. O hâlde her hak sahibine hakkını vermemiz gerekir.
Evet, zannediyorum insanların hem iş yerlerine, hem de ailelerine ayıracakları vakitleri mutlaka belirlenmelidir. Evet, daha işin başında iyi bir mesai tanzimi ile bu meseleyi çok rahatlıkla halledebilirler. Çalışan insanların memuriyet hayatlarını, iş streslerini vb. eve taşıyıp orayı bir kaos ortamı hâline getirmeleri; evleriyle alâkalı meseleleri de iş yerine taşıyıp vakitlerini bu şekilde israf etmeleri, meseleyi çözme yerine, huzursuzluğun ve verimsizliğin daha da artmasına sebep olacaktır. Bu iki şeyi baştan çok iyi ayarlayıp dengede götürmek çok önemlidir.
Diğer bir husus da, meselâ; aileye ayrılan zaman içerisinde bir geziye çıkılacak ve akraba ziyaretine gidilecekse, aile fertleriyle beraber gitme.. ve bu şekilde geçirilen zamanın onlar için ayrıldığını hissettirme.. eve alınacak ihtiyaçları alıp sunarken bir hediye şeklinde takdim etme.. hatta sabah evden ayrılırken, “Sizi çok özleyeceğim..” esprisiyle dönüp tekrar tekrar geriye bakma.. bütün bunlar bir vefanın ifadesi olacak ve bu şekilde eve geliş-gidişler her zaman beklenir bir hâl olacaktır.
İşin başka bir yönü de, çoğu zaman olmasa bile bu insanlar, bazen işleri icabı günlerce ailelerinden ayrı kalabilirler. Bu durumda da endişe ve kuşkulara mahal bırakmamak için, arada telefonla aile, eş-dostlarını arayıp hâl hatırlarını sormaları fevkalade önemlidir. Zannediyorum onları böyle memnun etmek Allah’ı da memnun etmek olacaktır. Benim tanıdığım öyle insanlar vardır ki, evinden ayrılırken hüzünle ayrılır ve dönüşlerinde de bir vuslat yaşarlar. Bunların yuvaları her zaman huzurla tüter durur ve bu yuvalar âdeta birer Cennet köşesidir.
Hâsılı; iyi bir mesai tanzimi ile hareket eder ve herkese ayırdığımız vakti yerli yerince kullanırsak, hem ailemize hem akrabamıza hem de iş yerimize karşı vazife ve sorumluluklarımızı rahatlıkla yerine getirebiliriz…
Kaynakların Tespitinde Faydalanılan Eserler
Abd İbn Humeyd, İbn Nasr Ebû Muhammed (v. 249 h.); el-Müsned, [Tahkik: Subhî el-Bedrî es-Sâmerrâî, Mahmud Muhammed Halil es-Saîdî], Mektebetü’s-sünne, Kahire, 1408/ 1988.
Abdurrezzak, Ebû Bekr Abdurrezzak İbn Hemmam (126-211 h.); el-Musannef, (Tahkik: Habiburrahman el-A’zamî), I-XI, el-Meclisü’l-ilmî, Beyrut, 1403/1983.
__________, Tefsîru’s-San’ânî, I-II, Mektebetü’r-ruşd, Riyâd, 1410 h.
el-Aclûnî, İsmail İbn Muhammed el-Cerrâhî (v. 1162 h.); Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, I-II, Müessesetü’r-risâle, Beyrut, 1405 h.
el-Âlûsî, Ebu’s-Senâ Şehabeddin Mahmud İbn Abdillah (v. 1270/1854); Ruhu’l-meânî fî tefsiri’l-Kur’âni’l-azîm ve’s-seb’u’l-mesânî, I-XXX, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-arabî, Beyrut, 1405/1985.
Ahmed İbn Hanbel, Ebû Abdillah eş-Şeybânî (164-241 h.); el-Müsned, Çağrı Yayınları, I-VI, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
Aliyyülkârî, Ebu’l-Hasan Nureddin Ali b. Sultan Muhammed (v. 1014 /1606); el-Esrâru’l-merfûa fi’l-ahbâri’l-mevdûa, [Tahkîk: Muhammed b. Lütfi Sabbâğ], el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1406 h.
Aynî, Bedrüddin Ebî Muhammed Mahmud b. Ahmed (v. 855 h.); Umdetü’l-kârî şerhu Sahihi’l-Buhârî, I-XXIV, Dâru’l-fikr, tsz.
Bediüzzaman, Said Nursî; Hutbe-i Şâmiye, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Kastamonu Lâhikası, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Lem’alar, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Mesnevî-i Nuriye, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Mektubat, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Sözler, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Şuâlar, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
__________, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay., İstanbul, 2010.
el-Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin b. Ali b. Musa Ebû Bekir (v. 458 h.); es-Sünenü’l-kübrâ, I-X, Mektebetü dâri’l-bâz, Mekke-i Mükerreme, 1414/1994.
__________, Şuabu’l-iman, I-VIII, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1410.
el-Buhârî, Ebû Abdullâh Muhammed b. İsmâîl (v. 256 h.); Sahîhu’l-Buhârî, I-VIII, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1994.
ed-Dârimî, Abdullah b. Abdirrahman (181-255 h.); es-Sünen, Çağrı Yayınları, I-II, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
ed-Deylemî, Ebû Şücâ’ Şîreveyh b. Şehridâr b. Şîreveyh el-Hemedânî (445-509 h.); Müsnedü’l-Firdevs bi me’sûri’l-hitâb, I-V, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1. baskı, [Tahkik: Said b. Bisyûnî Zağlûl], Beyrut, 1986.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (202-275 h.); es-Sünen, Çağrı Yayınları, I-V, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdillah el-İsbehânî (v. 430 h.); Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ, I-X, Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1405 h.
Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali b. el-Müsenna (210/307 h.); el-Müsned, I-XIII, Dâru’l-Me’mun li’t-türâs, Dimaşk, 1404/1984.
el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (450-505 h.); İhyaü ulûmi’d-dîn, I-IV, Dâru’l-mârife, Beyrut, tsz.
el-Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Neysâbûrî (v. 405 h.); el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, I-V, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1411/ 1990.
el-Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ali b. Hasan, Nevâdiru’l-usûl fî ehâdîsi’r-Resûl, I-IV, Dâru’l-Cîl, 1. baskı, [Tahkik: D. Abdurrahman Umeyre], Beyrut, 1992.
el-Halebî, Ali b. Burhaneddin (v.1044 h.), İnsanü’l-uyûn (Sîret-i Halebiyye), I-IV, Mustafa el-Bâbî el-Halebî Matbaası, Mısır 1384 h./1964 m.
İbn Abdilberr, Yusuf b. Abdullah b. Muhammed (v. 463 h.); Câmiu beyâni’l-ilm, Dâru’n-neşr/Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1398 h.
__________, et-Temhîd, I-XXIV, Vizâratü’l-evkâf ve’ş-şuûni’l-islamiyye, Mağrib, 1387 h.
İbn Arabî, Ebû Bekir Muhyiddin Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Abdullah el-Hâtimî (v. 638 h.); el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, I-VIII, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1999.
İbn Asâkir, Ebu’l-Kasım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetillâh, Târîhu Medineti Dımaşk, I-LXXX, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1421–2001.
İbn Ebî Şeybe, Abdullah İbn Muhammed (v. 235 h.); el-Musannef fi’l-ehâdîs ve’l-âsâr, [Tahkik: Kemal Yusuf el-Hut], I-VII, Mektebetü’r-rüşd, Riyad, 1409 h.
İbn Hacer, Ahmed İbn Ali İbn Cafer el-Askalânî, (773-852 h.); el-İsâbe fî temyîzi’s-sahabe, [Tahkik: Ali Muhammed el-Becavî], Dâru’l-cîl, Beyrut, 1412/1992.
__________, Fethu’l-bârî bi şerhi Sahihi’l-Buhârî, [Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî-Muhibbuddin el-Hatîb], I-XIII, Dâru’l-mârife, Beyrut, 1379.
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemalüddin Abdurrahmân b. Ali b. Muhammed el-Bağdâdî (v. 597/1201); el-Müdhiş, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1415 h.
el-Halebî, Ali b. Burhaneddin (v.1044 h.), İnsanü’l-uyûn (Sîret-i Halebiyye), I-IV, Mustafa el-Bâbî el-Halebî Matbaası, Mısır 1384 h./1964 m.
İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed et-Temîmî (v.354 h.); es-Sahîh, I-XVIII, Müessesetü’r-risâle, 2. baskı, [Tahkik: Şuayb Arnavut], Beyrut 1414-1993.
İbn Hişâm, Abdülmelik İbn Hişâm İbn Eyyûb el-Himyerî (v. 213/828); es-Sîratü’n-nebeviyye, I-VI, [Tahkik: Tâhâ Abdurrauf Sa’d], Dâru’l-cîl, Beyrut, 1411.
İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail İbn Ömer ed-Dimaşkî (v. 774 h.); Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, I-IV, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1401 h.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (207-275 h.); es-Sünen, I-II, Çağrı Yayınları, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
İbn Receb el-Hanbelî, Zeynuddin Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Şihâbuddin b. Ahmed b. Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-ulûm ve’l-hikem fi şerhi hamsîne hadîsen min cevâmi’l-kelim, Mısır, 1393/ 1973, 4. baskı.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d ez-Zührî (v.230 h.), et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-VIII , Dâru sâdır, Beyrut, tsz.
el-Kudâî, Muhammed b. Selâme b. Ca’fer (v. 454 h.); Müsnedü’ş-Şihâb, I-II, Müessesetü’r-risâle, Beyrut, 1407/1986.
Mâlik b. Enes, Ebû Abdullah el-Esbahî (93-179 h.); el-Muvatta, I-II, Dâru’l-hadis, Kahire, 1993.
Müslim, Ebu’l-Hüseyin el-Haccâc en-Neysâbûrî (v. 261 h.); el-Câmiu’s-Sahîh, I-III, Çağrı Yayınları, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
en-Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (215-303 h.); es-Sünen, I-VIII, Çağrı Yayınları, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
__________, es-Sünenü’l-Kübrâ, I-VI, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Bey-rut, 1991.
es-Sehâvî, Ebu’l-Hayr Şemsüddin Muhammed b. Abdirrahman (v. 902/1497); el-Makâsıdü’l-hasene; Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1399 h.
es-Süyûtî, Abdurrahman b. el-Kemâl Celâleddîn; el-Hâvî li’l-fetvâ, I-II, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1402/1982.
et-Taberânî, Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed (v. 360 h.); el-Mu’cemü’l-evsat, [Tahkik: Hamdi b. Abdülmecîd es-Selefî], I-X, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1415 h.
__________, el-Mu’cemü’l-kebîr, [Tahkik: Hamdi b. Abdülmecîd es-Selefî], I-XX, Mektebetü’l-ulûmi ve’l-hikem, Musul, 1404 h.
et-Taberî, Muhammed İbn Cerir İbn Yezid İbn Halid (224-310 h.); Câmiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, I-XXX, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1405 h.
__________, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk (Tarîhu’t-Taberî), I-V, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1407h.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsa b. Sevre (209-279 h.); el-Câmiu’s-Sahih, I-V, Çağrı Yayınları, 2. baskı, İstanbul (1413-1992).
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1361/1942); Hak Dini Kurân Dili, I-IX, Eser Kitapevi, İstanbul, tsz.
351001-20110819
1 Tirmizî, tefsîru sûre (15) 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/102.
2 Bkz.: el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/436; ed-Deylemî, el-Müsned 1/426.
3 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.49 (İlk Hayatı).
4 Bkz.: İbnü’l-Cevzî, el-Müdhiş s.490; İbn Hacer, Mukaddimetü Fethu’l-bârî s.14.
5 Âl-i İmrân sûresi, 3/19.
6 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.61 (İlk Hayatı).
7 el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/472. Yakın ifadeler için bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/58; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/117.
8 Buhârî, rikak 1; Tirmizî, zühd 1; İbn Mâce, zühd 15; Dârimî, rikak 2.
9 Buhârî, edeb 86, savm 51, teheccüd 15; Tirmizî, zühd 64.