Trafik Kuralları ve Cezalar

Ülkemizde pek çok trafik kazası meydana gelmektedir. Trafik kazalarının bu denli fazla olmasının maddî-mânevî pek çok sebebi var: Eğitimsizlik, ceza sisteminin yetersizliği, alt yapı eksikliği, alkol, uykusuzluk, aşırı hız, sorumsuzluk, günah ve hata inancının olmayışı ve macera hissi… gibi şeyler bunların başında gelir.

Trafik kurallarına uymak bir vatandaş olarak, ondan önce de bir Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta meseleye fıkhî açıdan yaklaşacak olursak, trafik kurallarına uymanın vacip olduğunu bile söylemek mümkündür. Çünkü bu kurallar, uzun deneme ve araştırmalar sonucu elde edilen, “iki kere iki dört eder” kat’iyetinde olmasa da yine de bir kesinlik ifade etmektedir. Meselâ, trafik kazalarına sebep olan âmillerin başında aşırı hız gelmektedir. Bu açıdan şehir içi ve şehir dışında belirtilen hız limitlerine uymanın vacip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, hız limiti aşılıp, bunun sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu kaza, cinayet hükmünde değerlendirilebilir. İslâm fıkhında buna şibh-i amd/kasda benzeyen öldürme denir.

Şibh-i amd; –fukahânın farklı içtihatları mahfuz– öldürme maksadıyla değil de şöyle-böyle ölüme sebebiyet verme demektir. Ebû Hanife’ye göre, şibh-i amd, masum bir insanı, silâh yerine geçmeyen bir şey ile vurup öldürmeye denir. Ağır bir şey kullanarak öldürmek de aynı kategoriye girer. Ölüme sebep olan âletleri âlimler; kesici olan, kesici olmayan veya ağır olan diye farklı türlere ayırmışlardır. Ebû Hanife’ye göre demir ve o mânâda olan ağır bir şeyle işlenen cinayet şibh-i amddir. Yani kullanılan ağır âlet öldürücü nitelikte değilse cinayet şibh-i amd kabul edilir. Bu yaklaşımlar, âlimlerin kendi dönemleri itibarıyla yaptıkları deneme ve içtihatları neticesinde ortaya çıkan tespitlere dayanır. Bu prensipler açısından trafik kazalarına bakılacak olursa, bazılarına “amd”e bazılarını “şibh-i amd”e bazılarını da “hata”ya sokabiliriz ki, bunların hepsinde de cana kıyma söz konusudur.

Ayrıca İslâm Fıkhı’nın özünde bulunan bir başka prensip de şudur: “Başkasına zarar verici her fiilden kaçınması mümkün iken kaçınmayan ve ihmalkâr davranıp ihtiyatı elden bırakan kişi o işin sonucundan sorumlu tutulur.” Trafik kazalarına bu açıdan da bakıldığında kazaya sebebiyet verenlerin sorumlu olduğunu söylemek mümkündür.

Trafik cezalarının, gelişmiş ülkelerdeki cezalara kıyasla düşük olması da kazalara davetiye çıkaran ikinci bir husus olarak görülmektedir. Bu sebeple ülkemizdeki ceza sistemi yeniden gözden geçirilmeli ve cezalar caydırıcı olacak şekilde düzenlenmelidir. Bir diğer tedbir de otokontrol müessesesinin hayata geçirilmesidir. Gelişmiş ülkelerin çoğunda kuralların çiğnendiğini görenler onu yetkililere haber verirler.

Meselenin maddî boyutunun yanında bir de mânevî boyutu vardır. Yolculuklara sevap kazanma niyeti ile çıkılsa dahi; gösteriş içinde yolculuğa çıkma, koltuğa kurulma ve hız limitini aşma gibi şeyler Allah’ın sevmediği ve mü’mine yakışmayan tavırlardır. Cihan fethetmeye gidilse bile, şevk ü tarâb içinde değil, “Allah’ın rızasına muvafık mı?” diye hüzün içerisinde, riya, gurur ve bencillikten uzak olma mülâhazalarıyla gidilmelidir. Mü’min, temkin ve dikkat insanıdır. Kulluk yolunun, gafilâne hâllere, çalıma, gurura ve gösterişe tahammülü yoktur. Ne var ki zamanımızdaki trafik kazalarını görünce, hak ve hakikat adına söylenen şeylerin fayda vermediği, şeytanın sözünün daha fazla dinlendiği görülmektedir.

Dünyanın Huzuru Mümkün mü?

İnsanın aklına bazen: “Acaba bu millet kendi değerleriyle, dünyanın kaderine hâkim olup, devletler muvazenesinde önemli bir noktaya gelse, dünya yeniden umumî ve kalıcı bir huzur dönemini elde edebilir mi?” şeklinde bir soru gelebilir. Esasen ben bu tür sorulara ne cevap verebilecek durumda ne de öyle bir konumdayım. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki; dünyanın huzura erebileceğini anlayabilmek, önceden yaşanmış olan ferahfezâ dönemleri çok iyi okuyup değerlendirmeye bağlıdır. Cemil Meriç merhum, “Umrandan Uygarlığa” adlı kitabında, insaflı bir üslûpla, “Batı, değişik ütopyalar yazarken Osmanlı’nın ütopya yazma âdeti söz konusu değildi. Çünkü Batının ütopya ile yakalamaya çalıştığını Osmanlı yaşıyordu.” şeklinde bir ifadede bulunur. İşte Merhum’un enfes bir şekilde anlattığı o dönemler görülmelidir ki dünyanın hangi yollarla böyle bir huzura kavuşacağı da anlaşılabilsin.

Evet, bir Arap atasözü bu hakikati çok güzel anlatır: لَيْسَ الْخَبَرُ كالْمُعَايَنَةِ “Bir şeyi gözle görmek, o meselenin sadece haberini işitmek ve o mevzu ile alâkalı hususları duymak gibi değildir.”1

Adalet ve Merhamet

Yeryüzünde insanların huzur içinde yaşamaları ve bir evrensel barış tesis etmeleri, onların kendi aralarında merhamet ve adalet duygularını yaygınlaştırmalarına bağlıdır. Bu ölçüde evrensel bir barış ve huzuru da ancak sinelerinde adalet düşüncesinin yer aldığı, gönüllerinde merhamet duygusunun dal-budak saldığı ve haksız yere kazanılmış bir arpa tanesinin bile ötede hesabının verileceğine inanan insanlar gerçekleştirebilirler. Bence insanlık henüz böyle bir meseleyi hecelemekten bile uzak bulunuyor.

Yaşanan İslâmiyet, evrensel merhamet ve şefkatini sadece insanlara hasretmeyerek, bütün varlığı kucaklayabilecek şekilde ortaya kor. Bu hususu oldukça iyi kavrayan aziz ecdadımız, insanların yanında hayvanları bile merhamet şemsiyeleri altına alan projeler üretmişlerdir. Onların, ayağı kırılmış leylekler için bile vakıf kurmaları, binalar üzerine kuşlar için yuvacıklar yapmaları bunu gösterir. İşte bu anlayış ve düşüncede olan insanların teşkil edeceği millet/milletler hikmetin yanında kuvveti de temsil ederek, devletler muvazenesinde söz sahibi olabilirlerse zannediyorum her şey kendi kendine düzelir.

Hâsılı bugün dünya işte böylesi bir toplumu beklemektedir. Yeryüzünde şefkat ve merhameti tesis edecek bu evsaftaki bir toplum insanlığın mâkûs kaderini değiştirecektir.

Düşüncenin Edebiyatla Sunulması

Edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, sanat telâkkisi, estetik anlayışı ve düşünce yapısını ifade eden önemli bir dinamiktir. Ne var ki inanan insanlar olarak kendi duygu ve düşünce dünyamızı başkalarına taşıma istikametinde, henüz kendimize has bir edebî düşünce geliştiremediğimiz gibi inanç felsefemizi de edebî seviyede nakış nakış işlediğimiz söylenemez. Şüphesiz taşınan elmas hükmündeki yüce ve yüksek değerlerin/değerlerimizin kıymetine yakışır bir altın kap içinde takdimi gerekmektedir. Günümüzdeki kalem erbabı, daha ziyade klâsik edebî cereyanlardan birine bağlı kalıp duygu ve düşüncelerini bu zaviyeden ifade etme darlığı içindeler. Oysaki düşüncenin kendi öz değerlerimizden nebean etmesi, tabir-i diğerle Kur’ânî bir çerçevede gelişmesi çok önemlidir. Ancak bunu söylerken klâsik edebî cereyanları bütün bütün bir tarafa bırakalım demek de istemiyorum. Çünkü onlar içinde de mutlaka alınması gerekli olan şeyler vardır. Önemli olan alınması gerekli olan şeylerin alınması, atılacak şeylerin de atılması ve kendimizi, kendimiz olarak ifade edebilmemizdir. Yoksa en büyük edebî cereyanlar dahi her şey gibi doğar, büyür, gelişir ve neticede ölürler. Ama maalesef bizdeki bazı kimseler –şüphesiz istisnaları var– hâlâ ya milimi milimine eskinin tekrarcısı ya da birer Batı mukallidi.

Bizim dünyamızda Hâfız, Nizamî ve Mevlâna gibi edebî düşünce ve motifleriyle tesirleri çağları aşan bir hayli insan vardır. Meselâ bugün Amerika’da, Mevlâna cemiyetleri ve Mesnevî okurları bize bizden daha sıcaklar. Bediüzzaman’ın Lemeât’ını da bu mânâda gözden geçirmekte fayda var. Bu eser, âdeta serbest şiir tarzında yazılmış gibi. Her ne kadar Lemeât’ta ifadeler ağdalı olsa da, meselelerin sunuş şekli orijinaldir. Biz millet olarak bu kültürün teknesinde yoğrulmuşuz, bu hamurun parçalarıyız. Genel ahlâk, üslûp ve anlayış da bu istikamette geliştiğinden dolayı bize yabancı kültür ve anlayışın ürünü eserlerin, hayatın dışında birtakım mırıltılardan ibaret gibi bir hâlleri var.

Bu itibarla da, değişik alanlarda olduğu gibi bu hususta da kendimizi gözden geçirmeye ihtiyaç var. Bunun için de evvelâ, hem Batı hem de Doğu edebiyatı iyi bilinmelidir. İkinci olarak, anlatımda renklilik ve zenginlik sağlanmalıdır. Bunun için kısmen de olsa buna kapı aralanmış sayılır. Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Sezai Bey birer örnek olarak zikredilebilirler. Bu zatların eserleri ve Üstad’ın temsil yoluyla anlattığı hakikatler üzerinde çalışılabilir, hatta ciddî romanlar da ortaya konabilir.

Peygamberlik İddiası

Televizyonda izlediğim bir programda bir şahıs, kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor ve bununla alâkalı fikirlerini ortaya koyuyordu. Bu programda o şahsın ısrarla üç hata üzerinde durduğunu müşâhede ettim.

Her şeyden önce وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَ “O, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.”2 âyet-i kerimesinin ve Benden sonra bir nebi gelmeyecektir.”3 hadis-i şerifinin açık ifadesiyle Peygamberimiz’den sonra bir peygamber gelmeyecektir. Bu sebeple Efendimiz’den sonra nebi geleceğini kabul etmek apaçık bir dalâlettir. Efendimiz’den sonra nebi gelmeyeceğine göre resûl hiç gelmeyecektir. Çünkü nebi, resûlden daha küçüktür. Nebi, kendisine vahiy gelmeyen, ancak rüya ve değişik vasıtalarla düz insanlardan birkaç kademe önde biridir. Biz çok defa rüyalarımızda semboller görürüz; bir başkası yorumladığında onlarla bir hakikate ulaşılabilir. Nebiler ise, rüyalarında Allah’tan bir kısım emirler alırlar ve onunla kendileri tâbi bulundukları mürsel peygambere tebaiyetlerini sürdürürler. Ayrıca resûl kendisine kitap verilen nebidir. Nebilere ise kitap verilmez. Bu sebeple her resûl nebidir, ama her nebi resûl değildir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Efendimiz’den sonra nebi gelmediğine göre, kendisine doğrudan doğruya kitap verilen bir peygamberin gelmesi asla söz konusu olamaz. Çünkü Efendimiz hem en son nebi, hem de en son peygamberdir. İşte bu, o zatın birinci hatasıydı.

Peygamberlik iddia eden kişi, iddia edenin yemin etmesi gerektiğini söyleyerek kendisine kitap geldiğine dair yemin etti. Yemin ve beyyine meselesinde bir hadisin ifadesiyle, “İddia edene delil getirmek, inkâr edene ise yemin etmek düşer.” Fukaha sadece bu hadisten yüzlerce fetva çıkarmıştır. Peygamberlik iddiasında bulunan kişi, bu prensibi de çarpıtarak verdi. Bu, onun ikinci büyük yanlışıydı. Esasen iddia makamında olan bir kişi, yeminden ziyade delil getirmelidir. Bu deliller karşısında karşı taraf kabul etmiyorsa o zaman yemin edilir.

Üçüncü hatası; yemin, beyyine ve delil meselesi dünyevî umura müteallik meselelerdedir. Tamamen ilâhî bir hak olan peygamberlik iddiası gibi bir meselede söz söylemek ve hele yemin etmek bir sapıklıktır. Efendimiz’in, “Bir yerde siz herhangi biriyle bir anlaşma yapacağınız zaman Allah ve Peygamber’in adını kullanarak yapmayın. Çünkü Allah’ın ne murat buyurduğunu siz bilemezsiniz. Siz o anlaşmayı kendi adınıza yapınız.” hadis-i şerifi de bu hakikati ifade etmektedir. Peygamberlik meselesi, iki varlık arasında cereyan eden öyle gizli ve sırlı bir meseledir ki, o mevzuda bir insanın kalkıp yemin etmesi ve o yeminin bir başkasını bağlaması olacak şey değildir. Şayet böyle bir şey olsaydı, müşrikler Efendimiz’e “Yemin et! Sen Resûl müsün değil misin?” derlerdi. Bu konuyla alâkalı Allah Resûlü’nün hayatında yemin değil de sadece bir yerde “ibtihal” meselesinin bahis mevzuu olduğunu görüyoruz. Necran’dan gelen bir grup Hıristiyan, Efendimiz’e “Sen peygamber değilsin” demişlerdi. Bunlara cevaben Efendimiz de, “İsterseniz gelin çoluk çocuğumuzu ortaya koyalım, ben peygamberim diye yemin edeyim, siz de değilsin diye ısrar edin.” demiştir. Bunun üzerine onlar da bundan vazgeçmişler ve öyle bir şey de gerçekleşmemişti.4

Evet, bu kadar tutarsız ve zayıf bir iki paradoksla bir insanın kendini böyle bir makamda görmesi fevkalâde yanlış, yanlışın da ötesinde komiklik gibi bir şey…

Toprak Bütünlüğü

Bütün insanları, insan oldukları için severim. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, hassaten Anadolu insanının benim gönül dünyamda ayrı bir yeri vardır. Çok rahatlıkla başımı kaldırım taşı diye onların ayakları altına koyabilirim. Bu itibarla şer güçlerin saf Anadolu insanının içine attıkları iftirak tohumları beni ziyadesiyle dilgir eder ve yüreğimi dağlar.

Bu duygu ve düşünceden hareketle Mahatma Gandhi’nin kendi kalemiyle yazdığı hayatını anlattığı kitapta geçen ve bana çok dokunan şu satırlarını, dikkatlerinize sunmak istiyorum: Muhammed Ali Cinnah, Pakistan’ı Hindistan’dan ayırırken Gandhi ona yana yakıla şöyle der ve âdeta inler: “Cinnah! Bir bıçak al, başıma koy, beni tepeden tırnağa ikiye böl ama Hindistan’ı bölme!”

Samimî bir şekilde ifade ettiğim hislerimden biri de şu olmuştur: Ben, Türkiye’nin bir yanından bir parçasının herhangi bir ırkçılık hesabına bölünmesi ya da başka bir mülâhazayla doğuda veya Güneydoğu’da bir avuç toprağın kopup gitme ihtimali karşısında, aynen Gandhi’nin dediği gibi “Keşke, testereyle beni ikiye bölseler de ülkemizden bir avuç bile toprak gitmese!” demişimdir. Zira o toprakla beraber insanımızın duygu ve düşüncesi sarsılacak ve parçalanma düşüncesi içine girecek.. bölenler ve bölünenler bir kere daha başkalarının piyonu hâline gelecek ve hasımlarıyla hesaplaşma mevzuunda kat edilen mesafenin gerisinde kalarak elde edilen şeylerin hepsi kaybedilecektir.

Araştırma ve Kitap Okuma Usûlü

Günümüzde dinî ilimler sahasında halledilmesi gerekli olan pek çok mesele ve bu meselelerin çözüme kavuşturulabilmesi için de milletin irfan hayatına yeni ufuklar açabilecek araştırmacılara ihtiyaç var.

Araştırmacı, öncelikle Arapçayı, asıl metinleri anlayabilecek kadar iyice öğrendikten sonra, günde en az beş-on saat kaynak kitapları orijinal metinlerinden okumalıdır. Kitaplar okunurken de anlaşılamayan yerler, işin ehli uzmanlara sorulmalıdır. Okuma işlemi anlayarak yapılmalı, okunulan bilgiler de ya not edilerek ya da başka birisine anlatılarak pekiştirilmeli ve benliğe mâl edilmelidir. Çünkü bilginin, bilinerek ve şuurlu bir şekilde doğrudan doğruya idrak edilerek insanın hafızasında ve kalbinde kendisini hissettirmesi çok önemlidir.

Her gün yaklaşık beş yüz sayfalık bir okuma temposuyla birkaç senede büyük ölçüde ana kaynaklar okunabilir. Bu arada (temel hadis ve tefsir kitaplarının yanında ansiklopedik tarzda yazılan) müracaat kitaplarına hızlı bakabilme ve aranılan konuyu hemen bulabilme tekniklerinin geliştirilmesi oldukça önemlidir.

Ayrıca temel kaynaklar çok iyi bilindikten sonra değişik alanlarda yazılan diğer eserler mukayeseli bir şekilde gözden geçirilmelidir. Herhangi bir alanda ihtisas yapılsa bile, temel İslâmî ilimler dediğimiz tefsir, fıkıh ve hadis alanlarında yazılmış kitaplar da mutlaka mütalâa edilmelidir.

Bu tür eserler incelenirken, aynı konunun birçok kitapta geçtiği görülecektir. Bu tür benzer konular değişik kitaplarda aynı şekilde geçtiği için hızlıca geçilebilir. Böylece hem aynı meseleyi birkaç kez okumanın vereceği sıkıntıdan kurtulmuş hem de okuma adına zaman kazanılmış olunur.

Muhteva ile alâkalı bir diğer mesele de eserlerde yazılanların, yazıldığı dönemin etkisini üzerinde bulundurduğu hakikatinin gözden ırak tutulmamasıdır. Eserlerin yazıldığı dönemin kültürü, okunan veya araştırılan bu eserlerin müellifleri üzerinde ne ifade etmişse o kitaplara o zaviyeden bakılarak istifade edilmelidir.

Evet, artık bu birikim ve bakış açısının bizde hâsıl edeceği müktesebatla fıkıh, tefsir ve hadisle ilgili ihtisas konularında araştırma yapabiliriz. Bu noktada bize, ihtisas konusu ile ilgili Doğu-Batı demeden mevcut kaynakların tamamını gözden geçirip orijinal ve kendimize mâl ettiğimiz terkibî düşünceyi ortaya koymak kalır.

Otokontrol

Gelişmiş ülkelere bakıldığında, toplumun hemen her kesiminin idareyi paylaştığı müşâhede edilmektedir ki, gerçek demokrasilerde esas olan da budur. Bu ülkelerde millet fertleri, basit bir trafik olayından, devletin ruhunu ve temel esaslarını tehdit edebilecek büyük yolsuzluk olaylarına kadar hayatın her karesinde devlete yardımcı olmaktadırlar. Oralarda bu otokontrol sistemi öyle gelişmiştir ki, her zaman fertler, meselâ, bir hırsızı derdest edip yetkili makamlara teslim edebilmekte ve trafik kurallarını ihlâl eden bir arabanın plâkasını alıp trafik görevlilerine bildirebilmektedirler. Bu şekilde her fert, âdeta diğer fertlerin kolluk kuvveti gibi çalışarak devlete yardımcı olmaktadır. Her ne kadar buna bizim gibi ülkelerde gammazlama nazarıyla bakılsa da, zannediyorum meseleyi “devlete yardımcı olmak” perspektifinden değerlendirdiğimizde uygun bir yaklaşım tarzı olduğu ortaya çıkacaktır. Buraya kadar anlatılanlar otokontrol sisteminin topluma bakan yönünde birkaç kareydi.

Bunların dışında, bir de otokontrolün şahıslara bakan yönü vardır ki, bu da ferdin, otokontrol ile her an kendini, kendi davranışlarını kontrol altına alması demektir. Böylesi bir otokontrol sistemini hayata geçirmiş fertlerin, oluşturdukları içtimaî ortama zarar verme hakkını kendilerinde görmeleri mümkün değildir. Birbirine zarar vermeyen, hatta yararlı olmaya çalışan insanlardan oluşmuş işte böyle bir toplumda, zannediyorum sosyal adalet kendiliğinden tahakkuk edecektir. Netice itibarıyla da her bir ferdin vicdanî muhasebe ile yanlışlıklara karşı kendisini frenlemesi sonucu toplum, içinde yaşanılabilir bir hâle gelecektir ki, işte böyle bir toplum tam bir murâkabe/otokontrol toplumudur.

Otokontrol sisteminin fert ve toplum plânında uygulanmadığı ülkelerde sosyal ve ekonomik alanlarda bozulmaların görülmesi, fertlerin her türlü tefekkür ve tetkikten uzak, gafilâne bir şekilde gönül-kubûr bir hayat yaşamaları kuvvetle muhtemeldir. Zira kim ne derse desin, hayatın her karesinde karşılaşılan arızaların kaynağı insandır. Bu itibarla da problemlere çözüm aranırken insan kat’iyen göz ardı edilmemeli ve her mesele onunla irtibatlandırılarak ele alınmalıdır.

Göz Nimeti

Çoğu zaman farkında olamadığımız, bize Allah’ın bahşettiği lütuflardan biri de göz nimetidir. Kur’ân-ı Kerim, gözü nimet sadedinde şöyle zikreder: “Biz o insana görmesi için gözler vermedik mi?”5

Eski yıllarda “Bütün Dünya” diye bir mecmua çıkardı. Daha sonraları Zafer mecmuasının bu dergiden iktibas ettiği bir makalede âmâ birisinden şunlar naklediliyordu: “Gözlerim sadece üç gün görse idi, birinci gün tabiatı temâşâ ederdim, ikinci gün akrabâ u taallukâtımı ve üçüncü gün de anne-babamı görmek isterdim.” O zaman bu ifadeler, benim rikkatime çok dokunmuştu. Zannediyorum bizler, görme nimeti elimizden alınmadığından –Allah almasın!– o isteğin ne mânâya geldiğini anlamakta zorlanırız.

Evet! Gözleri olmayan bir kimse, “Güneş” kelimesinin ne anlama geldiğini bilemeyecek ve gece-gündüzün nasıl olduğunu hiçbir zaman hissedemeyecektir. Gökyüzündeki ayı, o şairane ilhamlarıyla hiç duyamayacaktır. Sevdiklerinin yüzünü göremeyecek, anne ve babasını tanıyamayacak, “Acaba bunlar nasıl insanlar?” diye düşünemeyecektir. Bunun gibi daha pek çok güzellikleri de zihninde canlandıramayacaktır. Binaenaleyh her insan, bu nimetin şuurunda olarak onun kadr u kıymetini bilmeli ve şükrünü hakkıyla eda etmelidir.

Kur’ân’a Göre Zevç ve Aile Tabirleri

Soru: Kur’ân’a göre zevç ve aile tabirlerini izah eder misiniz? Hz. Nuh ve Lut’un kâfir kadınlarla tezevvücünü nasıl anlamalıyız?

Her şeyden önce şu hususu belirtmekte yarar var; zevç ve zevce (karı-koca) mevzuu insanoğlu için önemli ve fıtrî hâdiselerden biridir. Hayvanlar arasında zevçlik meselesi söz konusu değildir. Onlarda sadece ilkah (döllemek, aşılamak) vardır. Yani onlar, mevsimi gelince yavru yapmak için bir araya gelirler ve bu faaliyeti de bu sene birisiyle, ertesi sene de bir başkasıyla, hatta bazen de kendisinden meydana gelen yavrularıyla gerçekleştirirler. Onun için hayvanlar arasındaki eşleşmede bir gaye ve hedef etrafında bir araya gelme söz konusu değildir. Bu tür yüksek gaye ve hedefleri tahakkuk ettirmek kalb, his, şuur ve irade farklılığıyla insanoğluna ait bir hususiyettir.

Arapça’da “ehl”, aile demektir. Kur’ân-ı Kerim’e bakıldığında “zevç” ve “ehl” kelimelerinin aynı çizgide ele alındığı görülecektir. “Ey Nuh! O, asla senin ehlinden (ailenden) değildir.”6 âyet-i kerimesi bu hakikati gösteren misallerden sadece biridir. Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh’un oğlunun inkâr edenlerden olması hasebiyle onunla aynı duygu, aynı düşünce ve aynı frekansı paylaşmadığını, dolayısıyla da oğlunun onun ailesinden olamayacağını ifade buyurmaktadır.

Arapça’da مَرْءٌ erkek, مَرْأَةٌ ve اِمْرَأَةٌ kadın demektir. Kur’ân-ı Kerim Hz. Nuh ve Hz. Lut’un kadınlarının kâfir olduğunu anlattığı âyette اِمْرَأَةٌ kelimesini kullanmaktadır.7 Zira bu iki kadın Hz. Nuh ve Hz. Lut’a zevce olamamış, onlarla bütünleşememiş, aksine onlara hıyanet etmişlerdir. Dolayısıyla bu kadınlar, Kur’ân’da اِمْرَأَةٌ kelimesiyle ifade edilmişlerdir. Gerçi Kur’ân, Hz. İbrahim’in hanımı Hz. Sâra için de aynı kelimeyi kullanır8 ama orada farklı bir nükte söz konusudur.

Kur’ân-ı Kerim, belli bir hedef ve gayeyi tahakkuk ettirmek için duygu, düşünce ve inanç birliğine bağlanmış, kendilerinden bir neslin meydana gelmesi hedeflenmiş ve böylece maddî-mânevî, cismanî ve ruhanî tam bir bütünlük bahis mevzuu olan eşleşmelerde “zevç” ve “zevce” kelimelerini kullanmaktadır. Meselâ Kur’ân, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımlarından bahsederken bu kelimeyi zikretmektedir.9 Zira onlar her zaman Allah Resûlü’yle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmışlardır.

Bu açıdan denebilir ki, birbirleriyle nikâhlanan kimseler, birbirlerinin kadını veya erkeği olsalar da her zaman birbirlerinin zevç veya zevcesi sayılmazlar. Bu itibarla da insanın bir eşinin olması, onun zevci veya zevcesinin var olduğu mânâsına gelmez. Zira eşinden duygu ve düşüncesini saklayan bir insan, ona karşı yalnız demektir. İşte Hz. Nuh ve Hz. Lut’un eşleri, hakikî mânâda onlara zevce olamamış ve daima “ اِمْرَأَةٌ –salt bir kadın” olarak kalmışlardır.

Gazete ve Gazetecilik Üzerine

Gazete, radyo, televizyon, dergi… vb. vasıtaları kullanarak insanlara faydalı olma yolunda atılan adımların, öncelikle çok sağlam temeller üzerine oturtulması gerekmektedir. Eğer bu mevzuda sağlam esaslar tespit edilemez ve konu sağlam stratejilere bağlanmazsa bunun insanlara faydadan çok zararlı olma ihtimali vardır.

Batı’da gazeteye verilen ilk isim genelde “Jurnal” kelimesi olmuştu zannediyorum. Bunun Türkçe karşılığı, gammazlamak, çekiştirmek, dedikodu etmek olsa gerek. Bu mânâdaki gazetecilik, yer yer halkı tenvir etse de, temelde milletin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak, gizli kapaklı işlerini fâş etmek ve merak uyarıcı şeylerle okuyucu bulmaya çalışmak gibi şeylerdir. Evet, bir anlayışa göre gazeteciliğin misyonu budur. İşte bu anlayışta olan gazeteciler bugün tiraj uğruna maalesef bu çarpıklıkların hepsini yapabilmektedirler. Evet Batı’da gazetecilik bu anlayış içinde gelişmiş ve dünyayı fethetmiştir.

Acıdır, bu anlamdaki gazetecilik, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizim dünyamıza aynen aktarılmış ve kabul görmüştür. Bu kabul, İslâmî esaslarla çatışmasına rağmen, maalesef etkisini Müslümanlar arasında da sürdürmektedir. Geçenlerde bir dostum, ideal mânâda gazetecilik yapabilmek için, bazı istidatlı insanların Washington Post, Times, Le Figaro gibi gazetelerde çalışması gerektiği tezini savundu. Aslında bu değer yargısı bir anlamda doğruydu. Zira gazetecilik, bugünkü misyonu içinde elbette onlardan öğrenilirdi. Ancak yalan üzerine bina edilmiş, yalanla dolu haber ağlarına bağlı bir dünyadan, doğruya tercüman olmaya çalışan insanların fazla bir şey öğrenemeyecekleri de açıktı.

Bize göre gammazlık, laf hamallığı yapma, milleti birbirine düşürme, gıybet yapma, suizanda bulunma, Allah’ın yasakladığı çirkin amellerdir. Biz yargısız infazda bulunamayız.. kimsenin ırzı, şerefi, namusu ile oynayamayız.. inancımız gereği bunların hepsini haram kabul ederiz.

Öyleyse Müslüman camia, kendi düşünce dünyası çizgisinde bir gazetecilik anlayışı geliştirmek zorundadır.

Geleceğin Dev Bitkileri

Bazı hadislerde, “Pek çok kişinin (10-40 kişi arası) ancak yiyebileceği narlar olacak.. bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecek.. yine buğday taneleri de o denli büyük olacak.” şeklinde ifadeler var. Bu ifadeler hadis kitaplarında, bereketin artacağıyla alâkalı, kıyamet alâmetlerinin bahsedildiği yerlerde zikredilmektedir.

Evvelâ, kıyamete yakın, meyve ve bitkilerin hadislerde anlatıldığı şekilde büyük olmasını bereketten kinaye olarak anlamak mümkündür. Yani meyve ve bitkiler o kadar bereketli hâle gelecek ki, bütün dünyada tarlalar, bağ ve bahçeler ürünlerle dolup taşacak.

İkinci olarak, hadisteki ifadelerden genler yoluyla yeni bitki ve meyve türlerinin elde edileceğini anlamak da mümkündür. Yani ileride genlere müdahale edilerek meyve ve bitkilerin büyültülüp, hadiste ifade edildiği şekliyle bir narın kabuğu altında insanın gölgelenebileceğine ve birkaç buğday tanesinden pek çok ekmek yapılabileceğine işaret olabilir.

Üçüncü olarak, bu büyüklüğe gen teknolojisiyle ulaşılabileceği gibi keyfiyeti şimdilik meçhul başka yol ve yöntemlerle de arızasız bir şekilde ve hadiste tasvir edilen boyutta bitki ve meyveler üretmek söz konusu olabilir. Bunun neticesinde meselâ bir ağaçlık meyve ile bir aile bir sene geçinebilir. Yine bir çupra balığı, bir balina kadar büyültülerek pek çok insanın doyurulması sağlanabilir.

Genetik biliminin son yıllarda ulaştığı nokta, varlığın mülk yanında, Kur’ân’ın tabiriyle “âfâk”ta keşfedilen insanlık tarihinde önemli bir husustur. Ancak bu son nokta da demek değildir. Hatta insana bir bütün olarak baktığımızda bu tür buluşlar, yine Kur’ân’ın tabiriyle onun “enfüs”ündeki inkişaflarıyla at başı gitmiyorsa, insanlar küstahlaşabilir ve kendilerine verilen “halife”lik unvanına yakışmayan tavırlar içine de girebilirler.

Her Hastalığın Devası Vardır

Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Ey Allah’ın kulları! Tedavi yollarını araştırın. Zira, Allah bir hastalık vermişse mutlaka ilacını ve tedavi yollarını da bahşetmiştir.”10

Bu hadis-i şerifin izahı Sonsuz Nur’da yapılmıştı.11 Ancak burada hadisin farklı bazı yönlerine de değinmek istiyorum.

Evvelâ, bu hadisle hastalara onları rahatlatma adına bir müjde ve teselli verilmektedir. Aids, kanser veya Hepatit-B gibi hastalıklara maruz kalan kişilerin, bu hadisteki müjdeye dayanarak, Allah’ın, her hastalığa bir çare ihsan ettiğini bilmeleri onlara müthiş bir moral kaynağı olacaktır. “Allah bir hastalık vermişse mutlaka ilâcını ve tedavi yollarını da bahşetmiştir.” ifadesi hastalıklar karşısında ümitsizlik girdabına düşen hastaları, hastalığı yenme adına psikolojik olarak güçlendirecek ve onlara rahat bir nefes aldıracaktır ki, bu çok önemlidir. Çünkü bu şekilde çaresiz bir hastalığa müptelâ olan insanın, bütün vücudunda ve hatta hücre sisteminde bir kısım olumsuz tesirler meydana gelebilir ve vücudun mukavemet sistemini sarsabilir. Oysaki bu hadisten güç alan bir insanın, “Nasıl olsa şifası var, Allah şifa ihsan eder.” duygu ve düşüncesiyle kendi moralini yükseltmesi her zaman mümkündür.

İkinci olarak, hadiste geçen تَدَاوَوْا fiili, “tefâul” babındandır ve müşareket yani koordineli bir şekilde pek çok kişinin bir araya gelerek, bir kolektif şuur meydana getirmelerini ifade etmektedir. Buna Arapça ifadesiyle مُشَارَكَةٌ بَيْنَ الْإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا denilmektedir ki bu, iki veya ikiden fazla insanın herhangi bir plân ve proje etrafında bir araya gelerek onu gerçekleştirmeye çalışmaları mânâsına gelmektedir. Bundan da şunu anlayabiliriz: Bazı projelerin ferdî çalışmalarla gerçekleştirilmesi mümkün olmayabilir. Bu sebeple bazı durumlarda müstakil araştırma merkezleri kurup, ehil insanların kontrolünde değişik hastalıklar üzerine gidilerek tedavi yolları araştırılabilir ki, hadis buna işaret ediyor gibidir.

Üçüncü olarak ise, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadiste “Her derde derman bulunabilir. Bu, sizin için bir hedeftir; çalışın ve bunu gerçekleştirin.” şeklinde hedef göstermektedir.

Esasen O’nun dualarında bile her zaman böyle bir hedef gösterme mevzubahistir. Meselâ bir duasında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Allahım! Üzüntüden ve kederden, aczden ve tembellikten, korkaklıktan ve cimrilikten, borcun galebe çalmasından ve insanların istibdadı ve baskısı altında yaşamaktan Sana sığınırım.”12 Bu duada, bir taraftan, bahsedilen zararlı şeylerden Allah’a sığınma tavsiye edilirken, diğer taraftan da bunlardan uzak kalma bir hedef olarak gösterilmektedir. Bunun gibi, hastalıkların tedavisi hususunda da hedef doğrultusunda insanlar devamlı çalışarak maddî-mânevî hastalıklardan uzaklaşmalı ve Allah’ın yaratmış olduğu tedavi yollarını keşfetmeye çalışmalıdırlar.

1Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/215, 271; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/96.

2Ahzâb sûresi, 33/40.

3Buhârî, enbiyâ 50; Müslim, imâret 44.

4et-Taberî, Câmiu’l-beyân 3/295; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/309.

5Beled sûresi, 90/8.

6Hûd sûresi, 11/46.

7Bkz.: Tahrim sûresi, 66/10.

8Bkz.: Saffât sûresi, 38/112.

9Bkz.: Ahzap sûresi, 33/6.

10Tirmizî, tıp 2; Ebû Dâvûd, tıp 1; İbn Mâce, tıp 1.

11M.F. Gülen, Sonsuz Nur 1/175.

12Buhârî, cihâd 74, et’ime 28, daavât 36, 40; Tirmizî, daavât 70.

-+=
Scroll to Top