Beşinci Bölüm NASIL ANLATMALI

Nasıl Anlatmalı

Önceki bölümde üzerinde durduğumuz ana tema, farklı yaş seviyelerine göre çocuğun itikadî ve amelî durumuyla alâkalı konulardı ki, biz bu hususlarda olumlu sonuç almayı genelde hep anne-baba ve rehberlerin tavır, davranış ve temsillerine bağlaya geldik.

Evet sözler, insanın iç âlemine, ledünniyatına, davranışlarına tercüman olursa, duyduğumuz, düşündüğümüz, intikalini kararlaştırdığımız şeyler, rahatlıkla muhatabımızda mâkes bulur. Aksine, sözlerimiz, davranışlarımızla desteklenmiyor ve kalbimizde de o şekilde bir yakîn, iz’an, itikat yok ise, muhatabımız üzerinde çok fazla müessir olamayacağımız açıktır.

Binaenaleyh, büyük ya da küçük bir talim-terbiye müessesesinde veya idaresini deruhte ettiğiniz şöyle-böyle bir birimde vazifeli iseniz, kat’iyen bilmelisiniz ki, orada nizamın da, düzenin de zembereği sizsiniz. Sizde inhiraf olduğu zaman, bütün o heyette de değişik kaymalar hemen kendini gösterecektir. Aksine, sizde istikamet olduğu sürece, size bağlı olan kitle ve sistemde de inhiraf yaşanmayacak veya nispeten az olacaktır.

1. Temsil Keyfiyeti

Davranışlarımızdaki hassasiyet ve titizlik, sözlerimizin tesiri ve istediklerimize ulaşma adına fevkalâde önemlidir. Meselâ, eğer namaz kılıyor isek Allah karşısında bulunduğumuzu aksettiren olabildiğine bir saygı, olabildiğine bir edep, o çerçevede kıyam, rüku ve secde, konuyla alâkalı bir kitap okumadan daha tesirlidir. Bu, çocukların: “Allah’a karşı nasıl saygılı olunur?” sorusuna en inandırıcı cevap olsa gerek. Aksine namazı, hadis-i şerifin ifadesiyle “Horozun yerden yem yemesi gibi…”1 kılacak olursanız bunu gören kimsenin alacağı namaz terbiyesi de ona göre olacaktır. Kat’iyen bilinmelidir ki, böyle bir namaz insanı münkerattan men etmediği ve alıkoymadığı gibi, terbiyeniz altında bulunan kimseler üzerinde de ne Allah’a karşı saygı uyaracak ne de onların ruhlarında olumlu bir iz bırakacaktır.

Evet namazın içten gelerek kılınması çok mühimdir. Büyük bir saygı, edep, huşu ile Allah’a karşı bel kırmış, boyun bükmüş bir insan imajı, o masum gözlemciler üzerinde çok önemli tesir icra edecektir.

Müspet şeylerde örnek olmak kadar, menfi durumlara karşı titiz davranmak da çok mühimdir. Onların, okul ve sokak çevrelerinden her zaman kapabilecekleri bir kısım şüphe ve tereddüt virüsleri olabilir. Vakit fevt etmeden anında bunlar giderilmeye çalışılmalıdır. Eline alıp okuduğu eserlere karşı –bu bir roman da olabilir– kayıtsız kalınmamalıdır. Okuduğu kitaplarda inanç ve itikadınıza dokunan bir yön varsa, siz de gerekeni yapmıyor iseniz, hiç farkına varmadan onun içinde bir şüphe, bir tereddüt belirmeye başlayabilir. Binaenaleyh, sadece çocuğun evdeki durumlarına dikkat etmekle yetinmeyecek, aynı zamanda onun fikrî gelişimi, duygu-düşünce yapısının şekillenmesiyle alâkalı genel atmosferini de kontrol edeceksiniz. Okunacak kitapların önceden tespit ve seçimi, gaye insanı yetiştirmek isteyenler için hayatî bir iştir. Evet, belli bir dönemden sonra onun sempati ve antipatilerini anlamaya çalışmak, neleri dinleyip nelere kulak verdiğini merak etmek, arkadaşlarını görüp tanımak, hatta tayin etmek ve bütün bu mevzularda bir hekim gibi ne şekilde mualecede bulunulması gerekiyorsa öyle davranmak ihmale tahammülü olmayan hususlardandır.

a. Öğrenci, Öğretmen ve Anne-Baba

Günümüze ait problemlerden biri olan, baba-anne, oğul-kız ya da diğer bir deyişle eski nesil-yeni nesil arasında vâki kültürel farklılık ve bu farklılığın doğurabileceği menfi sonuçlar, “terbiye” ile ilgili tedbirlerle giderilecek hususlardandır ve zamanı da “rüşd” çağına kadardır. Geç kalınırsa, müessir olunamayabilir. Sözgelimi, babası talim ve terbiye görmemiş birinin çocukları eğer bir üniversitede okuyorsa, bu çocuklardan bazıları kendilerini ebeveynlerinin üstünde göreceklerinden, hiçbir zaman tenezzül edip anne-babalarının fikirlerini almayabilirler.. evet bugün nice mütedeyyin kimseler vardır ki çocukları lisede, hatta bazıları da ilköğretimde iken, bir kısım yıkıcı fikirleri, ahlâksızlığı benimsemiş, hatta devlete, millete, hükümete, okul idaresine karşı isyan vaziyetini almışlardır. Her türlü iç ve dış provokasyona açık öğrenci eylemlerine, “boykot” adı verilerek değişik isyan hareketlerine katılmakta ve serâzât gönüllerine göre bir ütopya peşinde koşmaktadırlar.

Geçmişte ve şu andaki bütün öğrenci eylemlerinin neden ve nasıl bu safhaya geldiği tahlil edildiğinde, en büyük yanlışlardan birinin, çocuğun hareketlerinin takip edilmemesi ve ona verilmesi gereken terbiyenin verilmemiş olduğu görülecektir. Terbiye adına bizim kusurlarımızın neticesi olarak meydana gelen menfi sonuçlar için âh u vâh etmek, ellerimizi dizlerimize vurmak beyhude bir çırpınıştır. İçimizde duyacağımız vicdan azabı da sevabı olmayan bir ızdıraptır.

Kur’ân-ı Kerim, bir yerde, idlâl edilenleri, bakımı-görümü yapılmayıp da, taklitle başkalarını takip edenleri şöyle anlatır: “Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.”2

Kur’ân-ı Kerim’in, gönüllerimizde bir inilti hâlinde duyulan bu ürpertici beyanında, perişan ve namazsız-niyazsız nesillerin, azab-ı ilâhinin dehşeti karşısında, babalara, annelere, amcalara, dayılara, akrabalara, hocalara, mürşitlere, mektepteki muallimlere acı ve açık bir intizarları söz konusudur. Evet bu beyan-ı ilâhide –hafizanallah– sû-i akıbete uğrayanları, kendileri ile alâkalı sorumlular için, “Allah’ım, bizi yoldan saptıranların, bizi baştan çıkaranların, bize vaziyet etmeyenlerin azaplarını kat kat artır ve böylelerini perişan et ve onları lanetine müstahak kılarak, huzur-ı ilâhinden, dergah-ı nezd-i ulûhiyetinden teb’îd eyle.” gibi bir sitem, bir serzeniş hatta bir beddua söz konusudur.

Bu itibarla, talim, terbiye mevkiinde bulunan kimselerin alacağı müspet vaziyet, dünya ve ahirette hem kendilerinin hem de evlatlarının saadetine; bunun aksine, sorumluluklarını ihmal eden kimselerin bu yanlış tutumları da sadece onların dünya ve ahirette felâketini değil, aynı zamanda ihmal edilenlerin de dünya ve ahiret felâketlerini netice verecektir.

b. İdlâl Edilenlerin Çığlığı

Çocuğun, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî hayatı için hiçbir faydası olmayan şeylerle meşgul olmasına fırsat verirseniz: “Allah (ötede): ‘Sizden önce geçmiş cin ve ins toplulukları arasında siz de ateşe giriniz!’ Her millet oraya girdikçe yoldaşlarına lanetler yağdıracaktır. Hepsi birbiri ardından orada (Cehennem’de) toplanınca, tâbi olanlar iktida ettikleri kimseler için, ‘Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ diyecekler. Allah da: ‘Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz’ diyecektir.”3 diye bir çığlık, bir çekişme bir serzeniş ve mazeret faslı yaşanacaktır.

Evet ihtimal Kur’ân’ın ifadesiyle, sizin bir zamanlar bağrınıza basıp büyüttüğünüz, büyütüp terbiye ettiğinizi sandığınız çocuklarınız, hep bir ağızdan büyüklerine karşı bedduada bulunacak ve lanetler yağdıracaklardır. Ahirete, az da olsa inanan bir insan, hemfem olarak (hep bir ağızdan) yapılacak böyle bir bedduadan tir tir titremeli, korkmalı ve Allah’a sığınmalıdır. Böyle bir intizar ve serzenişten kurtulmanın yolu, düşünce hâl ve tavırlarımıza göre, hâl ve tavırlarını belirleyecek olanlara iyi örnek olmaktır.. Allah’ı, Resûlü’nü sevip saymaktan ahlâken mazbut yaşamaya kadar her hususta iyi örnek olmak…

Allah ve Resûlü’nün sevilip sayıldığı bir evde, çocuk okuduğu, gördüğü, duyduğu nispette Allah’a bağlanacak ve O’na gönül verecektir. Bir ölçü olarak, herhangi bir evde Allah ve Resûl-i Ekrem’den bahis edilip edilmediğini çocuğun heyecanlarıyla ölçmek onun duygularında derinliğini duymak mümkündür. Tabiî, münkeratın (dinen yasak ve sevimsiz şeyler) işlenip işlenmediğini ve mâruf olanlar’ın (dinen emredilen ve sevimli şeyler) de yapılıp yapılmadığını.. evet çocuk, yuvanın dışa açık ekranı ve hanedeki değişik seslerin hoparlörü gibidir. Bu ekran ve hoparlörde bir evin en mahrem köşelerini temâşâ edebilir ve en gizli fısıltılarını duyabiliriz.

c. Cennetin ve Cehennemin Yolu

Cehennem; beşerî arzular ve nefsin hoşuna giden şeylerle; Cennet de mekârihle (hoşa gitmeyen şeyler) çepeçevre kuşatılmıştır.4 İbadet ü taatin ağırlığını, yani bir açıdan mekârihi aşamayan, cismanî arzu ve kaprislerini önleyemeyen, her gün ayrı bir oyun karşısında dize gelmekten, her gün ayrı bir mel’anet karşısında yüzüstü kapaklanmaktan kurtulamayan Cennet’e giremeyecek ve Cehennem’den de uzak kalamayacaktır. İşte önümüzdeki yolun ve neticede varacağımız nihâî hedefin iki yönü!. Biz, bir taraftan dinin “yapmayın” dediği şeylerin bütününü terk edecek ve ettirecek; diğer taraftan da “yapınız” dediği şeylerin hepsini harfiyen, hem de ciddî bir şuur uyanıklığı içinde yapacak ve yaptırmaya çalışacağız ki, nefse hoş gelen şeylerin arkasından sürüklenmemek ve onun katlanamadığı şeylere de takılmamak için Hak inayetiyle ayakta kalabilelim.

Biz, bizden evvelkilerin ekip-biçtikleriyiz; bizden sonraki nesiller de bizim gayretlerimizin semeresi olacaklardır. Zamandan, çağdan şikâyet edeceğimize, ihmal edilişimizin çehresinde; ihmallerimizin müstakbel neticelerini görmeye çalışarak vazife ve sorumluluk itibarıyla kalben, ruhen, hissen dirilmeye çalışmalıyız. Böyle bir diriliş hem bizim, hem bizden sonraki nesillerin hem de kendi tarihimizin dirilişi olacaktır.

2. “Okumanın Mânâsı”

Çocuğa vereceğimiz hususların en önemlilerinden biri de “kıraat ve kitabet” meselesidir. Çocuk mutlaka belli bir hedefe ve gayeye bağlı okumayı-yazmayı öğrenmeli ve “yedilmeden” sıyrılarak rehberliğe yükselmelidir. Ne var ki, okuyup yazmak kadar, niçin okuyup yazdığını bilmek de önemlidir. Yunus,

“ İlim ilim bilmektir; İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsen. Ya nice okumaktır.” der.

Bu konuya girerken isterseniz hep beraber şu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım: İlim nedir? İlmin hedefi nedir? Niçin kitap okunur? Bütün okuyup anlamaların ötesinde ulaşılmak istenen şey nedir? Bu sorulara cevaptan evvel şu hususu hatırlatmakta yarar var.

Bir insan, hayatı boyunca matematiğin o dolambaçlı, karmaşık usûllerini, kaidelerini öğrense; ama, bu kuralları uygulama sahasına geçirmeyi ya da yeni teori ve hipotezlerle bilgisini ilerletmeyi hiç düşünmese ilimde “gaye” ve “hedef”i elde edememiş olacaktır. Keza tıbbın bütün temel esaslarını öğrense; ama klinik olarak hiçbir şey yapmasa, bir tek hastanın nabzını tutmasa veya kalbini dinlemese, ciğerlerine kulak vermese tababetinin ya da tahsil ettiği tıp ilminin bir şeye yaramadığı bir yana, okuduğu bilgilerin kafasında kalması da şüphelidir. İlimlerin hedefinde asıl olarak Yunus’un ifadesiyle insanın kendini bilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, içinde kendimizi bulamadığımız bir ilmin ne bize, ne de başkasına faydası olmayacağı açıktır.

a. Okuma-Yazma

Kitabet ve kıraat konusunda, Kur’ân’ın birinci sırayı tuttuğu müsellem bir gerçektir. Ancak, ilâhî maksatları öğrenmeye kapalı hafıza hamallığını tasvip etmediğimizi de burada vurgulamalıyız. Çocuğun elinden tutulup Kur’ân onun ruhuna içirilmeli ve onda bir Kur’ân merakı uyarılmalıdır ki, o da ileride, Allah’ın istediklerini anlamaya yönelsin. Maalesef değişik ilcaatla günümüzde çocuğa sadece bir “bismillah” dedirttiğimiz zaman her meselenin hallolduğu vehmine kapılmaktayız. Vakıa, “bismillah” çok önemlidir ve çok meseleyi halledebilir. Ne var ki onun ötesinde icmâlî mânâda da olsa makâsıd-ı ilâhiyenin öğrenilmesi gibi bir husus vardır ki, kanaat-i âcizanemce, asıl öğrenilip öğretilmesi gereken de işte odur.

Tarihimizde şanlı ve parlak dönemlerimiz çoktur. Ama bir dönem vardır ki, bu dönemde bütün İslâm âlemindeki devletlerin, ilmî, idarî ve adlî makamlarında Kur’ân hafızı idareciler, hâkimler ve kadılar olmuştur. Ama, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kimseler okudukları ilimlerin özünü kavrayamadıklarından hem tekvînî emirlerde hem de teşrîi konularda mukallit durumunda idiler; istinbat ve ihtira güçleri yoktu. Yarım yamalak bildiklerinde bağnaz bu insanlar, gün geldi –maalesef– dinin tecviz etmediği usûl ve esaslar karşısında sessiz kalarak günahlarını devam ettirdiler.. ve tabiî İslâm’ın kendilerine yüklemiş olduğu şeref ve haysiyeti de koruyamadılar. Vicdanlarımızda belki ürperti hâsıl edecek ama, üzülerek ifade etmeliyim ki, bunlar önceleri de sonraları da milletin haysiyetiyle, şerefiyle, diniyle oynadılar. Bunların edindikleri ilim, vicdanlarına yerleşmemiş ve gönüllerinde iz’an hâline gelmemişti. A’râf sûresinin 178. âyetindeki, “Kimleri de saptırırsa, işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır.”5 âyetiyle alâkalı Hafız Ebû Ya’lâ’nın Huzeyfe b. el-Yemân’dan (radıyallâhu anh) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Sizin için korktuğum şeylerden biri de şudur ki; bir kişi Kur’ân-ı Kerim’i o kadar okur ki, artık Kur’ân’ın o göz kamaştırıcılığı onun bütün tavırlarına yansır. İslâm, onun için bir elbise olur. Allah’ın dilediği süreye kadar o elbiseye bürünür, sonra birdenbire o elbiseden –hafizanallah– sıyrılır ve onu elinin tersiyle âdeta bir kenara iter. Kardeşinin üzerine elinde kılıçla yürür ve onu şirk ile itham eder.”

Hz. Huzeyfe (radıyallâhu anh): Ey Allah’ın Resûlü, şirk ile itham edilen mi, yoksa itham eden mi şirke daha yakındır, diye sorduğunda Allah Resûlü:“İtham eden”, buyurmuştur.6

Bugün de Allah’ı bilmeyen, Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellemi tanımayan nice unvanlı kimseler vardır ki, katmerli cehalet içindedirler. Kâinattaki binlerce âyet ve delil karşısında düşünemeyen, terkip gücünü kullanamayan, varlık ve hâdiselere karşı kör ve sağır yaşayanlar, ad ve unvanları ne olursa olsun katmerli cehalet içindedirler. Zira biz, sadece insanın his, akıl, fikir dünyasını aydınlatan bilgiye ilim diyoruz; diğerine de hafıza hamallığı.

Kur’ân-ı Kerim’in ilk mesajı, “Oku, Rabbinin adıyla…”7 şeklinde tecelli etmiştir. Evet, Allah’ın, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk hitabı “Oku!” olmuştur. Allah “Kur’ân’ı oku!” demiyor; hatta “size verilen kitabı okuyun” da demiyor. Bu “Oku!” emrinin mânâsını Kur’ân yine kendisi tefsir ediyor ve: “Sen O Rabbin adıyla oku ki, yarattı.”8 buyurarak yaratma gibi bir hâdiseyi nazara veriyor. Burada Kur’ân-ı Kerim’i okumanın yanında âyât-ı tekvîniyenin simasındaki yazıların okunmasının hatırlatılması da söz konusudur. “Oku, O Ekrem olan Rabbinin adıyla oku ki, kalemle yazmayı öğretti.”9

Görüldüğü gibi burada “okuma” ve “yazma” unsurları arka arkaya zikredilmektedir. Evet insan okuyup-yazacaktır; ama hem âyât-ı tekviniyeyi, hem kendi bâtınî yapısını, hem de Kur’ân’ın özünü anlamaya yönelik olarak okuyacaktır okuyacağı her şeyi. Yer yer kendi fizyolojisine, kendi anatomisine zaman zaman da kâinatın simasına bakacak ve aldığı dersi, elde ettiği marifeti, duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyuracaktır. Evet burada “oku” emrinin sadece Kur’ân’ın elfazını okumak olmadığı siyaktan da anlaşılıyor. Kur’ân, “oku” emriyle, hem ilâhi emirleri hem de âyât-ı tekviniyeyi, kâinattaki kanunları okumayı tavsiye ediyor. Dolayısıyla okurken hem yaratılışımızı, hem kâinatı, hem de Allah’ın kelâmını O’nun adıyla okuyacağız. Burada Kur’ân, önce yaratılışımıza dikkatleri çekerek, âdeta bizi “Nasıl yaratıldınız?” sorusuna bağlıyor. Hemen arkasından da, bu yaratılışın bir “alak”tan, bir başka yerde de “bir damla su”dan olduğunu belirterek düşüncelerimizi yaratılıştaki esrara bağlıyor.

Bu, “Kâinat kitabını Kur’ân’la beraber oku!” diyen Allah’ın insana verdiği öyle bir derstir ki, en mübtedi bir talebe bu dersten istifade edeceği gibi, en müntehî bir düşünür de böyle bir dersten nasibini alacaktır. Evet Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde, ümmî bir insanla müdakkik bir âlim, onca seviye farklarına rağmen idrak ufuklarına göre mutlaka her ikisi de hisseyab ve hissedar olacaklardır.

Kur’ân-ı Kerim’in yazma adına kaleme de göndermeleri vardır. Kalem sûresinde: “Nûn… Andolsun kaleme ve yazdıklarına.”10 buyurarak kalemin önemini vurgular. Buradaki “nûn” harfinin mânâsı açık değildir. Ancak mühim tefsirlerde bu harfin “balık” mânâsına yorumlanmasının yanında, hokka anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. O büyük müfessirleri tefsirleriyle baş başa bırakalım; burada Allah “nûn”la başlayıp, “kalem”e yemin ederek meseleyi anlatıyor ki, bu da Allah nazarında kalemin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Bu kalem ister sahâif-i a’mâlimizi ve sergüzeşt-i hayatımızı yazan Kirâmen Kâtibîn’in; ister kaderleri yazıp tespit eden Mele-i A’lâ’nın sakinlerinin; ister Allah’ın ilk kitabetiyle alâkalı kalem; isterse sizin mektepte veya başka bir alanda kullandığınız kalem olsun fark etmez. Fark onu kullanan zat itibarıyladır ve alâküllihâl Allah’ın kaleme kasemi, bunların hepsini içine almaktadır.

b. İlim, Allah Korkusuna Götürür

Kur’ân’ın başka bir âyetinde: “Allah’tan, ancak âlim kulları korkar.”11 buyrulmaktadır. Evet Allah’a karşı ancak âlimler saygılı olur; çünkü ulûhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip tanımaya bağlıdır. Allah’ı bilmeyenlerin ve daire-i ulûhiyetin esrarına vâkıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.

Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın iç ve dış yapıları itibarıyla mamur yetişmelerini sağlama yolunda atacağımız adımlardan bir diğeri de, hiç şüphesiz onların sağlam bir akideye sahip olmalarıdır. Vacibü’l-Vücud’un vücûb-u vücuduna dair okuduğunuz, mütalaa ettiğiniz, gördüğünüz deliller, seviye ve kültür farklılığı ölçüsünde onlar için de söz konusudur. Bazen bu deliller, size ait tereddütleri izale edebilecek seviyede olabilir; ama çocuklarınızın bulunduğu yaş ve kültür durumları itibarıyla yetersiz olabilir; o zaman daha uzmanca rehabilitelere başvurmak icap eder.

Diğer bir husus, Resûl-i Ekrem’in mübarek hayatlarının gönüllere girmesi, sevilmesi ve hâkim olmasıdır ki, bu konu ile ilgili “Sonsuz Nur” adlı çalışmada üzerinde durulan hususlar türünden konuların hatırlatılmasına ihtiyaç vardır.

c. Tereddütlerin İzalesi

Bugün, “Kâinatı Allah yarattı; Allah’ı –hâşâ– kim yarattı?” gibi bir hayli soruya muhatap olmaktayız. Bu tür soruların çokluğu, çocuklara, Allah hakkında sağlam bir fikir verilmemiş olduğunu göstermektedir. “Peygamber –hâşâ– niçin çok kadınla evlendi?” sorusunun arkasında temel sâik yine, o çocuğun Resûl-i Ekrem hakkında sağlam bir fikre sahip olmamasından kaynaklanmaktadır.

Keza, “Resûl-i Ekrem oldukça zeki birisiydi. Meydana getirdiği inkılâplar da O’nun zekâsının eseriydi.” türünden değerlendirmeler yapan birinin de, dinî eğitim açısından boşluğu açıktır ki, bu kimse “nübüvvet”in mânâsının ne olduğunu kat’iyen anlamamıştır.

Bir de bu tür yaraların büyüklüğüne rağmen yanlış müdahale söz konusu ise durum iyice karmaşıklaşacaktır. Öyleyse evvelâ çocuğun fikrî ve ruhî yapısını, “Allah” hakkındaki akidesini sağlama bağlama mecburiyetinde olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Belli bir yaş seviyesine göre söyleyeceğiniz şeyler çocuğu ikna edebilir. Meselâ; “Bir iğne ustasız olmaz, kendi kendine bir iğnenin yapıldığını düşünmek imkânsızdır; öyleyse mevcudatı var eden birisi vardır ki, o da Allah’tır.”12 mantıkî önermesi çocuğun o yaşa ait tereddütlerine cevap verici mahiyette olabilir. Siz böyle bir reçete ile, o mütereddidin vaktinde imdadına koşarsanız, o tereddüdü henüz gelişme imkânı bulmadan yok etmiş olursunuz.

Dinî kaynakların bize ulaştırdığına göre Mecusiler, İmam-ı A’zam Ebû Hanife Hazretleri’ne bazı sorular tevcih etmişler ve ondan muknî cevaplar istemişlerdi. İlim, fen ve teknik sahasında fikrî cevelanın, hukuk, fıkıh ve içtimaiyatta önemli gelişmelerin söz konusu olduğu o dönemde, Mecusiler Ebû Hanife Hazretleri’ne “Biz Allah’a inanmıyoruz.” dediler. Ebû Hanife Hazretlerinin bulunduğu çevre itibarıyla etrafta çok Mecusi vardı. Çünkü Kûfe toprakları eskiden Mecusilerin fazlaca bulunduğu bir yerdi.

Ebû Hanife Hazretleri onlara her şeyi çok basit üslûpla anlattı: “Deniz içindeki bir vapurun, yüzlerce dalga arasında rahatlıkla bir sahile doğru gittiğini, bu dalgaların onun istikametini değiştirmediğini görseniz, bu ustaca yüzdürülen vapuru, bu deryada yüzdüren ve fevkalâde bir maharetle onu idare eden bir zatın var olduğunda tereddüt eder misiniz?” deyince onlar hepsi birden “hayır” dediler. Hz. İmam bunun üzerine: “Öyle ise; şu yıldızlar, şu koca kâinat, şu küre-i arz âdeta bir denizin içinde, hem de ahengi bozulmadan yüzüyor; bunun kendi kendine olmasına nasıl ihtimal verebiliyorsunuz?” diye sorar. Bunun üzerine Mecusiler, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.” derler.

Bu, seviyeye göre bir hitaptır; kimilerine göre basit görülebilir; kimilerine göre de yeterlidir. Bu üslûbun mantıkiliği ne ölçüde olursa olsun belli bir seviyedeki kimseler için yeterli olabilir. Daha ileri yaşlarda, daha derin düşünce buudlu konular üzerinde durularak aynı esasların sağlamlığı vurgulanabilir. Kâinatı, insan ve insanın iç-dış yapısını bir örnek olarak verebiliriz. Evet, insanın beyni, gözü, iç mekanizması, hücresi, hücre sistemi, anatomisi, fizyolojisi başımızı döndürecek harikulâdelikte yaratılmıştır. Değişik yaş-baş ve seviyeye göre teker teker bu konulardan her birerleri ilmî esaslar çerçevesinde anlatılırsa yeter zannediyorum.

Bunun gibi, bir başka muhatap için meselâ hava, su, ziya, değişik vitaminler, proteinler, karbonhidratlar ya da mikroskobik canlıların mahiyeti birer konu olarak ele alınabilir. Bütün bunlarda belki sadece dersi takdim şekli değişecektir. Ama temel yapısı itibarıyla ders ve program devam edecektir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Allah’ı (celle celâluhu) anlatırken; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?”13 Bu kadar büyük ve muazzam kâinatın idaresi nasıl başıboş olur; nasıl karışmadan kendi kendine yürüyebilir, şeklindeki üslûbu bu konuda iyi bir örnektir.

Bu mevzuda irad edilen bütün deliller tahattur edilip, yazılmış bütün eserler hayalden geçirildiğinde önemli bir materyale sahip olduğumuz görülecektir. Zannediyorum bize sadece mevcut bu malzemeyi yerinde değerlendirmek ve muhataplara göre değişik mevzuların hangisinin öne alınması, hangisinin geriye bırakılması gibi çok küçük konular kalıyor.

3. Asr-ı Saadet ve Resûl-i Ekrem’i Anlatma

Resûl-i Ekrem’in de aynı şekilde dikkatlice anlatılması gerekir. Ben şahsen Resûl-i Ekrem’in, bugün bazı kimselerce sevilemeyişini, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun onlara çocukluk dönemlerinde tanıttırılmamasına bağlıyorum. O’nu yakından gören, tanıyan kimseler O’nu sevmiş, O’na aşık olmuş ve O’na gönül vermişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu o kadar çok kimse Resûl-i Ekrem’in cazibesine kapılıp arkasından akıp gitmiştir ki, cihan tarihinde başka bir beşerin bu denli hürmet gördüğünü göstermek mümkün değildir. Ne var ki, Resûl-i Ekrem’i tanıyıp anlatmadan çocuğunuzun O’nu sevmesini beklemeniz doğru değildir. Bir dönemde tâli’li bir zümre O’nu gözleriyle gördü. Bir zümre de görenleri görmekle şereflendi ve onların gözleriyle O’nu görmeye çalıştı. Bu yaklaşım, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem); “En hayırlı asır, benim asrım; ondan sonra da onların ardından gelen asırdır.”14 sözlerine bağlanabilir.

Beşerin bedevîlik devrinde, insanların ciddî bir kalb kasveti içinde çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri.. hemen herkesin içki içtiği.. hatta belli ölçüde şuyûiyye fikrinin (komünizm ahlâkı) yaşandığı karanlık devirlerde bir hamlede hayat-ı içtimaiyeyi ıslah eden O Zât’ın da, icraatının da, cemaatinin de eşi menendi yoktur ve olamaz da. Evet O Zât, kendi çağındaki insanların âdeta beyin hücrelerine girip, kalblerine taht kurup, onların maddî-mânevî hastalıklarını bir anda tedavi ederek, örnek insanlar hâline getirip evc-i kemale çıkarması öyle harikulâde bir inkılâptır ki, cihan tarihinde eşini, emsalini göstermek mümkün değildir.15

Zamanında Roma’da, Yunanistan’da ve daha değişik ülkelerde de inkılâplar olmuştur. Ne var ki, bunlar, insanî değerleri açısından çok fazla bir şey vaadetmemiştir. Hatta bu toplumlarda inkılâplar, yeni bunalımlar getirmiş ve bazı yerlerde yeniden eskiye dönülmüştür. Hatta bazı dönemler itibarıyla bu inkılâplar insanlığa hemen hemen kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamıştır.

İnkılâp ona denir ki o, insanların kafalarında, kalblerinde, ruhlarında, maddî-mânevî hayatlarında, duygu ve düşüncelerinde müspet değişimler meydana getirir ve onları nefsânîliğin çukurlarından a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkarır; sonra da temâdî ederek bir salih daireler sürecine dönüşür. İşte nübüvvet çerçevesinde en büyük bir içtimaiyatçı olan Resûl-i Ekrem, o engin, içtimaî anlayışla bunu da yapmıştır. Bilmem ki bunların ne kadarını biliyor ve ne kadarını çocuklarımıza anlatıyoruz!. Oysaki O, her hususta bizim için en kusursuz örnektir.

Asrımızın fikir mimarının da dediği gibi; yüzer feylesof alıp Ceziretü’l-Arab’a gitsek, günümüzün onca imkânlarına rağmen, O Zâtın, o zamana nispeten bir senede yaptığı şeyi; yüz sene çalışsak yine yapamayız. O, daha basiti ele alarak şöyle der: “Sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimi kaldırabilir.”16 İsterseniz daha küçülterek şöyle de söyleyebiliriz: Sigara içen bir adamın başına on insan toplansa, onun kanser yaptığını en muknî ifadelerle anlatsalar, ona sigarayı terk ettiremeyeceklerdir. Hâlbuki, O Zât, çevresinde bulunan insanların dem ve damarlarına işlemiş nice fena huyları bir hamlede, bir nefhada söküp atıyor ve onların yerlerine en sağlam insanî değerleri ikâme ediyor.

Fena huyların bir hamlede yok edilmesiyle alâkalı, içki yasağına karşı gösterilen duyarlılık önemli bir örnek teşkil eder: Düşünün ki alkolik olmuş ve içki içmediği zaman başı dönen bir topluluk “İçki yasaktır!” dendiği an, o esnada dudağına dayadığı kadehi artık ağzına götürmüyor ve yere çalıyor. Bilmem ki, terbiyecilerimiz bu şekilde etkili bir terbiyedeki müessiriyeti neye bağlayacaklar. Şimdi bize düşen şey; Resûl-i Ekrem’in o muazzamlardan muazzam güzelliklerini anlayıp anlatmak ve vicdanları o Zat’a karşı uyarmak olmalıdır. Bunu başarabildiğimiz takdirde çocuklarımız Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuşacak, Hz. Muhammed düşünecek ve Hz. Muhammed’i duyacaklardır. Biz bu ameliyeye, özel mânâsıyla “telkin” ya da “maddî-mânevî hayatımızın kayyimi olan Hz. Muhammed’in, varlığımıza doğrudan doğruya omuz vermesi, bize arka çıkması” diyoruz. Cenâb-ı Hak, bizi daima bu Zât’la teyit buyursun!

Çocuklarımıza Resûl-i Ekrem’i, kıyamete kadar olmuş olacak bütün hâdiseleri âdeta bir televizyon ekranından seyredip de naklediyor gibi anlayıp anlatmamız O’na güven yenileme gibi bir mânâ ifade edecektir. Bu konuda O’nun öyle sıhhatli, sarih ve tevil götürmez verdiği haberler vardır ki, âdeta O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadis-i şeriflerinde, kendi neş’et buyurduğu saadet asrından ta asrımıza ve kıyamete kadar en önemli hâdiseleri, onların sebeplerini neticeleriyle beraber bir bir sıralar ve bizi uyarır. O, Moğol istilasından, Suriye’nin işgaline17, Fırat nehrinin kıymetler üstü kıymette yükselmesinden18 Tâlekan petrollerine19, bir kısım ahir zaman fitnelerinden lâahlâkîliğin yaygınlaşmasına20 dek o kadar şeyden bahseder ki, bunları görüp de O’na inanmamak mümkün değildir.

Evet bütün bunları sırasıyla çocuğa nakledebilirsek, çocuk O’nun büyüklüğü karşısında hürmet duyacak ve başkaları da onun zihninden ve dimağından Resûl-i Ekrem’i söküp atamayacaklardır. İlim, fen ve teknik adına kimsenin rahle-i tedrisi önüne oturmamış, ömründe iki satır yazı yazmamış, Allah’tan başka kimseden bir şey öğrenmemiş Hz. Muhammed’in ulûm-u evvelîn ve âhirîni (geçmiş ve geleceğin ilimlerini) bildiğini21 bilmemiz, başkalarına da bildirmemiz bizim için bir vefa borcudur.

O’nun tıbba dair de söylediği öyle şeyler vardır ki o devrin ilmî seviyesiyle bunları bilmek mümkün değildir. Demek ki Allah O’na her şeyi talim ediyor, O da kendisine talim edilenleri söylüyordu. Evet O, Allah’ın Resûlüydü.

Resûl-i Ekrem’in insanın şahsî ve içtimaî hayatı adına gerçekleştirdiği inkılâplar adına ciddî bir şey yazılmaya kalkılsa, mücelletlere sığmaz. Biz bu konuda acele bir fikir verebilmek amacıyla bazı hususlara dokunup geçtik. Bu itibarla tıbb-ı nebevî, Hz. Peygamber’in gaybî ihbarları ve O’nun daha başka büyüklükleri gibi hususları, bu mevzuda yazılan binlerce esere havale edip diğer bir konuya geçmek istiyorum.

4. Kur’ân-ı Kerim’in Anlatılıp Tanıtılması

Kur’ân-ı Kerim’in her yönüyle genç nesillere sevdirilip benimsetilmesi, onlarda dinî şuurun uyarılması, canlı tutulması açısından çok önemlidir. Sırf “Kur’ân-ı Kerim mukaddes bir kitaptır.” demek hem Kur’ân adına hem de çocuk adına yetersizdir. Böyle bir yaklaşım, baskıyla belli bir yaşta, bir seviyedekiler için kâfi görünse de ilerisi için kat’iyen yetersizdir; hatta daha sonraki olumlu telkinler için bir ön yargıya sebebiyet vermesi açısından zararlıdır. Bu itibarla onun, nâzil olduğu günden bu yana kimsenin muaraza edemediği ve günümüzde ilim ve teknolojinin varabileceği son hudutlara dair muhkem kaziyeleriyle Allah’ın son mesajı olduğu anlatılmalı ve inandırılmalıdır.

Aslında Kur’ân-ı Kerim, yaratılış, varlık, genişliğiyle bütün kâinatlar hakkında en yeni ilmî “veriler”e muvafık, onlarla çelişmeyen; hatta küllî kaideler hâlinde onlara dair icmâlî bilgiler veren öyle harika bir kitaptır ki, ona “Mikro-âlemden makro-âleme kadar her şeyi kulluk hedefli şerh ve izah ediyor.” dense sezadır. “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun nezdindedir. Onları O’ndan başkası da bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir.. O’nun haberi olmadan bir yaprak bile düşmez.. yerin derinliklerine doğru karanlıklar içindeki herhangi bir daneyi de. Hâsılı yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık Kitab-ı Mübîn’de bulunmasın.”22 âyeti de bu gerçeğin semavî şahididir.

5. Haşri Anlatma

Daha ileriki bir adım olarak da haşrin anlatılması gelir. Çocuk gönülden inanmalıdır ki, dünyadan sonra bir ukbâ, ûlâdan sonra bir uhrâ ve bu âlemden sonra da bir ahiret vardır. İlim, hikmet ve maslahat gösteriyor ki, bu kâinatı Allah kurmuş ve Allah sevk u idare etmektedir. Zamanı gösteren ve tespit eden de yine O’dur. Kur’ân-ı Kerim bu noktayı nazara vererek: “Yeryüzünde dolaşın da, Allah’ın yaratmaya nasıl başlamış olduğunu görün.”23 buyurur.

Bunun anlamı; bizim yeryüzünde dolaşıp bütün âyât-ı tekviniyeyi tetkik etmemiz, sayfa sayfa, safha safha her şeyi gözden geçirmemiz, yaratılışın yeryüzünde nasıl başladığını, bu kâinatların yok iken nasıl var olduğunu, insanoğlunun nasıl zuhur ettiğini, canlıların tür tür nasıl yaratıldığını, insanla mükemmeliyetin nasıl noktalandığını!24 görüp temâşâ etmemizdir.

Âlemi yokken var eden Allah sonra da neş’et-i uhrâyı öyle inşa edecektir. Bu düzeni kuran, hiç öbür âlemi kuramaz mı? Küre-i arzı bu ihtişamıyla yaratan bir başka küreyi yaratamaz mı? Buraya dünya, oraya da ukbâ diyemez mi? Sizi başka bir âlemden getirip, burada ikamet ettiren, öbür âlemde sizi iskan edemez mi? Çocukların basit dimağları için derin felsefî izahlara girilmese bile bu kadarı yeter gibi geliyor bana. Kaldı ki gökler ve yerler gözümüzün önünde, onların da muhteşem bir yaratılışı var. Denizde balığın yüzdüğü, havada kuşun uçup gittiği gibi, bu nizam-ı âlem içinde o koca koca sistemlerin, nebülözlerin, öyle bir yüzüşü ve o kadar baş döndürücü bir ahengi var ki, nazar-ı ibretle bakanlar için hiçbir şey gayesiz-nizamsız ve başıboş görülmüyor. Üstelik bu âhenk, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte Kur’ân bütün bunları nazara veriyor ve sonra göklerin ve yerin yaratılması karşısında ayrı bir önem arz eden insanın yaratılışına dikkati çekiyor.

“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Allah’tır. O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?…”25

“Allah, o zattır ki, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yarattı, sonra da insanı bir balçıktan halketti.”26

Kur’ân, bize “Şu muhteşem sistemleri Allah yaratıp tanzim etmiştir. Bunları bozduktan sonra O daha başka bir âlem yaratacaktır.” derken siz buna “hayır” deseniz mantıksız bir iddiada bulunmuş olursunuz. Zannediyorum bu konu, çocuğa da büyüğe de nakledilse, medar-ı itiraz bir nokta bulunamayacaktır. Kur’ân’ın bu kabîl “sehl-i mümteni” pek çok beyanı vardır.

Kur’ân-ı Kerim bir başka yerde haşr ü neşre karşı çıkanlara: “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Çünkü O, her yaratığı gayet iyi bilir.”27 buyurur.

Diğer bir âyette de: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak ki, arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.”28 ferman eder.

Kur’ân-ı Kerim’in hiç tekellüfe ve tasannua meydan vermeden bu tarzdaki üslûbu çocuğa da, orta yaşlıya da, daha başkalarına da anlatılması gereken her şeyi anlatacaktır.

Melâike-i kirâm ve kader konuları da hassasiyetle üzerinde durulması gereken mevzulardandır. Her şeyin bir programı, bir projesi, bir planı olduğunu, kâinatın ve insanın yapılışının da bir projesinin, bir planının bulunması lâzım geldiğini –ki bu ilmî program henüz kudret ve irade taalluk dairesi dışında bulunan ve “kader” olarak isimlendirilen konudur– mutlaka değişik usûl ve metodlarla gençlere anlatılmalıdır.

Netice olarak, ancak bütün bu bilgileri verdiğiniz zaman, çocuğa “sırat-ı müstakîm”i göstermiş ve kavlen, fiilen “Allah’ım, bizi doğru yola hidayet buyur.”29 demiş olacağız. Böyle kavlî ve fiilî bir duadan dolayı Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle terbiye gayretlerimiz de –inşaallah– boşa gitmeyecektir. Diğer taraftan ibadet ü teati, sülehânın âsârı içinde sâlihâtı (güzel işleri), namazı, orucu, haccı, zekâtı anlatmalı ve çocuklarımızın gönüllerini, itikadî konulardan amelî meselelere kadar her hususta Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmeli ve onların zihnen, fikren, ruhen ölmelerine, hatta kirlenmelerine meydan vermemeliyiz.

Meselâ, şirkin çok çirkin olduğunu öyle anlatmalıyız ki, çocuk, müşrik olmaktansa, cehennemlere girmeyi daha ehven bulmalıdır. Zinanın kötülüğü anlatılınca bu kirli işe girmektense gülerek ölüme gitmesini bilmelidir. Öyle ki eli, dili ve gözüyle dahi bu işe yakın şeyleri yaptığı zaman vicdan azabıyla tir tir titremeli ve ömür boyu ağlamasını bilmelidir. Katlin, hırsızlık yapmanın, yalan söylemenin çirkinliği telkin edile edile bütün bu münkerata karşı onun tabiatında tiksinti hâsıl edilmelidir.

Ayrıca ahlâksızlık sayılabilen hususlarda da, kavlî ve fiilî telkinatta bulunularak, onun ahlâksızlık çirkefi içine düşmesine meydan verilmemelidir. O, daha baştan ahlâken temiz bir hava içinde neş’et ederse –İnşaallahu Teâlâ– daha sonraları esen muhalif rüzgârlar onun duygularını söndüremez ve onun iç yapısını, iç âlemini, his âlemini solduramaz; o her zaman canlı ve daima aşk u şevk içinde Allah’a kul olmaya bağlılığını ve İslâm’a saygısını devam ettirebilir.

1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/311.

2 Ahzâb sûresi, 33/67.

3 A’râf sûresi, 7/38.

4 Buhârî, rikak 28; Müslim, cennet 1.

5 A’râf sûresi, 7/178.

6 İbn Hibbân, es-Sahîh 1/282; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/266 (Ebû Ya’lâ’dan naklen).

7 Alak sûresi, 96/1.

8 Alak sûresi, 96/1.

9 Alak sûresi, 96/3-4.

10 Kalem sûresi, 68/1.

11 Fâtır sûresi, 35/28.

12 Bediüzzaman, Sözler s.52 (Onuncu Söz).

13 Bediüzzaman, Sözler s.52 (Onuncu Söz).

14 Buhârî, şehâdât 9, fezâilü ashâb 1, rikak 7, eymân 27; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 210-215.

15 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.251 (On Dokuzuncu Söz, Sekizinci Reşha).

16 Bediüzzaman, Sözler s.251 (On Dokuzuncu Söz, Sekizinci Reşha).

17 Ebû Dâvûd, melâhim 9-10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/40, 44.

18 Buhârî, fiten 24; Müslim, fiten 30-32.

19 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 14/250 (Ebû Ganm el-Kûfî’nin “Kitâbü’l-fiten” adlı eserinden naklen).

20 Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59; Ebû Dâvûd, melâhim 14.

21 Bkz.: Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/354.

22 En’âm sûresi, 6/59.

23 Ankebût sûresi, 29/20.

24 Varsın varlığı izah etmek için Lamarkizm, Darvinizm, Neo-Darvinizm çıkarsınlar… Bütün bu felsefî cereyanlar “varlık” meselesini izahta sathî ve acizdirler. İlim zaten bu eski felsefelerin iflas ettiğini ispat etmektedir.

25 Secde sûresi, 32/4 vd.

26 Secde sûresi, 32/7.

27 Yâsîn sûresi, 36/79.

28 Rûm sûresi, 30/50.

29 Fâtiha sûresi, 1/5.

-+=
Scroll to Top