BİLGİ ÇAĞI VE MEDENİYETLER ÇATIŞMASINA DAİR

Soru: Zaman hızla akıyor ve ‘atom çağı, elektronik çağ’ derken, artık ‘bilgi çağı’ndan bahsediliyor. Bu çağ, bilginin çeşitlenerek artması ve hayatımızda daha önemli hâle gelmesi ve medeniyetin ilimle daha fazla beslenmesi gibi olumlu yanlarının yanı sıra, gerek su ve petrol gibi maddî ihtiyaçlara dayalı, gerekse, Huntington’ın iddiasında gerçeklik payı varsa, din ve kültür farklılıklarına dayalı çatışmalara da sahne olacak gibi görünüyor. 2000’li yıllarda daha iyi bir Türkiye ve daha iyi bir dünya için ne tür bir hazırlık içinde olmalıyız?

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, gelecekle alâkalı bir kısım tahminlerde bulunulmaktadır. Geleceğin bilgi çağı olması iddiası da bu tahminlerden biridir. Günümüzde geleceği tartışanlar daha çok bazı fütüristlerdir. Böylesi tahminleri, 2000’li yılların kerameti olarak görenlerin sayısı da bir hayli fazla.

Tarihî çevrimler içinde gelecekle alâkalı ileri sürülen iddialar, objektif değerlendirmelerden daha çok, bazı hususî arzu ve istekler etrafında düşünce oluşturmaya yönelik bir gayret olup herhangi bir ihtimalden öte bir değer ifade etmemektedir. Yani, böylesi iddialar neticesinde insanlar, âdeta birer dua mahiyetinde beklentilere girmediği kanaatindeyim. Evet, bu tür tahminler, “İleride böyle olacak” beklentisi içinde bir cehd ve gayret doğurmakta, derken bir hedef ve bir gaye-i hayal hâline gelmektedir. Bir defa hedef belirlendikten sonra, bu hedefe ulaşmak için değişik strateji ve politikalar üretilecek ve o hedefe varmaya çalışılacaktır. Zannediyorum işin esprisi de işte bu.

Bununla beraber, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra vilâyet çerçevesinde Peygamberlik misyonunun, Muhyiddin İbn Arabî, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Mevlâna Halid ve Üstad Bediüzzaman gibi temsilcilerle günümüze kadar gelen bir uzantısı var. Bu kutlu silsilenin gördüğü fonksiyon, öyle ümit ediyoruz ki, önümüzdeki yıllarda peygamberlik ruhunun yeniden dirilmesine zemin hazırlayacak ve bu ruh, bu mânâ bir defa daha yaşanacaktır. Gerçi başlarında peygamber olmayacak ama, sahabenin saf anlayışı içindeki Müslümanlık bir defa daha hayata merhaba diyebilecektir.

Bütün bunlar bir yana, insan, sebeplerle çevrili bulunduğundan, sebepleri görmezlikten gelerek hareket ettiği takdirde, cebrî determinizme düşeceği için, gelecek adına bir taraftan iradesini kullanarak, sebeplere öyle riayet etmelidir ki, dıştan bakanlar onu sadece sebeplere bağlı hareket eden ve sebeplere güvenen biri zannetsinler. Diğer taraftan da o, netice itibarıyla öylesine Allah’a teslim olmalı ve tevekkül etmelidir ki, dışardan bakanlar onu sebepleri hiç kabul etmeyen biri sansınlar.

Evet, işte böyle davranmak, bir taraftan sebeplerin çok önemli olduğunu göstermektedir ki insan, mutlaka yapacağı her şeyi sebepler planında ve hiç kusur etmeden yapmalı; diğer taraftan da bunu yaparken şirke girmeme endişesiyle neticeleri, başarıları, kendinden değil, doğrudan doğruya Allah’tan bilmelidir. Meseleyi bu şekilde tespit ettikten sonra yarınlar hakkındaki düşüncelerimizi şöyle özetleyebiliriz.

Gelecekte her şey âdeta ilim yörüngeli olacaktır.. ve bir dönemde ihmallerimizle kararttığımız ufuklar yeniden aydınlanacaktır. Evet biz, hicrî 4-5. asırda Kur’ân’ın bilhassa kevnî ilimlere bakan yönünü büyük ölçüde ihmal ettik ve bizi ayakta tutabilecek çok önemli dinamiklere tamamen sırtımızı döndük. Ben, şahsen İslâm’ın ruhî hayatı diyebileceğimiz tasavvufun medreseden kovulduğunu hep esefle müşâhede etmiş ve üzülmüşümdür. Daha sonraları tecrübî, yani “gözlem” ve “deneye” dayalı ilimlere karşı medresede alâkanın azalması, hatta pozitif ilimlerin medreseden bütün bütün kapı dışarı edilmesi ve bu çok önemli dinamiklerin her birerlerinin tek başına bırakılması mağduriyet, mazlumiyet ve mahkûmiyetimizin esaslarını oluşturmuştur. Ne var ki, artık bu ihmal bugün sezilir hâle gelmiştir. Bu büyük ihmal, mutlaka telafi edilecek ve yarınlar mutlaka ilim üzerine örgülenecek ve her şey güç ve kuvvetini ilimden alacaktır.

İlim, hızla küreselleşen, –hadisin ifadesiyle– tekârüb-ü zaman ve tekârüb-ü mekâna, yani zaman ve mekândaki mesafelerin kısalmasına kayan bir dünyada çok önemli bir yer işgal edecektir. İşte bu noktada önemli olan, bizim böyle bir dünyaya hazır olup olmayışımızdır. Gerçi bugün hem Türkiye hem de dünyanın değişik ülkelerinde birçok ilim adamımız var ama kanaat-i âcizanemce bu topyekün bir Asya’yı da beraber kucaklayacak olan büyük bir dünyanın kurulması için yeterli değildir.

Bunun için bugün Türkiye’de, yeni bir düşünce, yeni bir anlayış ve yeni bir hayat felsefesiyle yeni eğitim müesseselerine ihtiyaç var. Yeni nesiller ta kreşlerden ele alınarak ortaokul, liselere, oradan da milletleri adına kendilerini ispat edecekleri değişik anşlarda uzmanlaşmalara kadar hayatın her ünitesinde bir seferberlik ilan etme mecburiyetindeler. Gelecekte her şey gücünü ilimden alacağına göre, böyle bir geleceğin ilim üzerinde örgülenmesi ancak bu şekilde bir gayretle mümkün olabilecektir.

Hamiyetli, ülkesini ve milletini seven iş adamlarımızın açtığı ve şimdilerde bütün dünyaya yayılan okullar, üniversiteye hazırlık kursları ve üniversiteler, bu hedefe giden yolda henüz bir heceleme mahiyetindedir ki, bu da, mübarek bir aydınlık ve aynı zamanda geleceğin fecr-i kâzibi, yani sadece bir yalancı şafağı demektir. Yalancı şafak, sadık fecrin, yani gerçek şafağın en sadık şahididir.. evet, bundan sonra artık gerçek şafaklar tüllenecek ve –inşâallah– bir muhalif rüzgâr esmezse, milletçe hedeflenen bu yüce ufka mutlaka ulaşılacaktır.

Huntington’ın iddia ettiği medeniyetler çatışması meselesine gelince:

Bu türden iddiaların, gelecekle alâkalı gerçekçi değerlendirmelerden daha çok, dünya hâkimiyetini elinde tutan güç adına yeni hedefler belirleme ve bu hedefler çerçevesinde kamouyunu şartlandırma gayesinin güdüldüğü kanaatindeyim. Sovyet bloku dağılıncaya kadar, bir Doğu-Batı veya NATO-Varşova çatışması etrafında parçalanan insanlığın düşüncesi, bu defa da yeni bir sun’î düşman üretilerek, din ve kültür farklılığı üzerinde bir medeniyetler çatışmasına hazırlanmakta ve böylece hâkim blokun hâkimiyetinin devamı için yeni bir zemin oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Aslında bugüne kadar çatışma hep bazı güç merkezleri için arzu edilen bir şey olmuştur. Yani sık sık var olduğu vehmedilen ve büyük bir tehlike gibi gösterilen gerçekten daha çok hayalî bir düşmana karşı, kitleler alarma geçirilmiş ve bu şekilde yığınlar savaşın her çeşidine hazır hâle getirilmişlerdir.

Aslında dünden bugüne ister Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimesselâm) ile temsil edilmiş olan dinler, ister Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile temsil edilmiş bulunan, Allah’ın razı olduğu hiçbir ilâhî din, çatışma temeline oturmamıştır; oturmak şöyle dursun, bu dinler ve hususiyle de İslâm yeryüzünde fitneye, fesada, çatışmaya, zulme ilan-ı harp etmiştir.

İslâm sulh, güven ve esenlik demektir. Dolayısıyla, sulhün, emniyetin ve dünya barışının esas olduğu bir dinde, savaş ve çatışma gibi şeyler arızîdir. Sağlam bir bünyeye musallat olan mikropları savmak için, bünyenin kendini savunması gibi bir tavır istisna edilecek olursa ki, bu da belli prensipler çerçevesinde cereyan etmektedir. O hep, sulh ü salah soluklamıştır.

Evet, İslâm, savaşı insan tabiatının yol açtığı tabiî ve arızî bir hâdise olarak ele almış, onu dengelemek için de kaideler koymuş ve onu sınırlamıştır. Meselâ, Bir topluluğa, bir millete olan kininiz, sizi adalet yapmaktan alıkoymasın.”1 buyurarak, adaleti ve cihan sulhünü esas almış; modern hukuk sistemlerinin de kabul ettiği, dinin, canın, malın, neslin ve aklın korunması hususunda prensipli bir müdafaa sathı oluşturmuştur.

Buna karşılık, Hristiyanlık, ta baştan mücerret bir sevgi dini olma mülâhazasıyla, bir insanlık realitesi olan savaş konusunda kaideler koymamakla, Batı’da dünya savaşlarının, Yüzyıl Savaşları gibi daha başka savaşların, Nagazaki ve Hiroşimaların meydana gelmesine mâni olamadığı gibi, bunların çok fazla kanlı ve birer fecaat hâlinde tecellî etmesine de âdeta tersinden katkıda bulunmuştur.

Evet, Batı tarihi, İslâm’ın ta başında Mute ve Yermuk’la başlayan, Haçlı seferlerinde ve onu takip eden süreçte devamlı İslâm’a karşı saldırılarla ve hatta kendi içinde savaşların tarihi olagelmiştir. Huntington ve benzerlerinin geleceğe bakış açıları da aynı mantalitenin ürünü olup, aynı ruh hâletini yansıtmaktadır.

Biz, Allah’ın lütuf ve keremiyle şimdilerde başlayan ve bir ölçüde bütün dünyaya yayılma istidadı gösteren hoşgörü ve diyalog esintilerinin devamı için elimizden geleni yapmaya çalışacak ve inşâallah tahmincileri yalan çıkaracağız. Zira biz inanıyoruz ki, bu meltemler öldürücü silahları, mekanize birlikleri ve daha başka pek çok olumsuzlukları altedecek güçtedir. Planı çok eskilere dayalı bu yepyeni mesajın toplumun her kesiminde ifade edilip sahneye konulması, günümüzün muhabbet fedailerine bir ilâhî iltifattır.

Bu açıdan da diyoruz ki, hoşgörü ve diyalog, ülkemizde en iyi bir şekilde temsil edilmeli ve bu konuda mutlaka bütün dünyaya örnek olunmalıdır. Asya, Allah’ın inayet ve keremiyle bu hususta dirilirse, bütün bir dünyanın onun etrafında kümelenmesi hayal olmasa gerek. Bu da, insanlığa, çatışma değil, temelde aynı değerlere oturan ilâhî dinlerin, bu temeller etrafında bir araya gelmesine sebep olacak ve insanlık, kıyametten önce inşâallah yeni ve kutlu bir bahar daha yaşayacaktır.

1 Mâide sûresi, 5/8.

-+=
Scroll to Top