BİLGİNİN KAYNAKLARINA DAİR
Soru: Batı dünyasında bilginin kaynakları kabul edilen pozitivizm, rasyonalizm gibi düşünce akımları hakkında genel tavrımız ve düşüncemiz ne olmalıdır? Bu akımlar ne kadar gerçeği ifade etmektedirler?
İslâm’a göre ilmin sebepleri üçtür: Bunlardan ilki, havass-ı selime dediğimiz, eskilerin ifadesiyle mubsırât, mesmûât… gibi duyu organları ve onların ilgi alanı içine giren şeylerdir. Bunu bilginin tek kaynağı kabul eden anlayışa göre; duyu organlarımızla alınamayacak hiçbir şey bilgi ve tecrübe konusu olamaz. Batı’da pozitivizm diye adlandırılan bu ekol, her şeyi duyu organları ve tecrübe üzerine bina ettiğinden, yer yer sarsıntıya maruz kalmıştır. En basit bir örnekle bunlar, güneş şuaları altında suya sokulan bir çubuğun, eğik ya da kırık şekilde görülmesini hakikat kabul edip, buna muhalif olan her düşünceyi yerden yere vurmuşlardır.
İlmin sebeplerinden bir diğeri ise, selim akıldır. İslâm’da akılcılık denilen ve günümüzde rasyonalizm diye tarif edilen şeydir bu. Rasyonalizm, kadimden beri devam edegelen ve bilginin yegâne kaynağı olarak insan aklını, zihnini kabul ve müdafaa eden bir anlayıştır. Burada “selim” vasfı, herhangi bir şeye karşı şartlandırılmamış, eşyayı saf ve yalın hâliyle algılayıp değerlendirebilen akıl demektir. Ne var ki, rasyonalizm de gerçek ilme ulaşmada tek başına yeterli bir kriter değildir.
O hâlde her iki ilim sebebinden kaynaklanan yanılgıları, tashih edecek başka bir kaynağa ihtiyaç vardır ki, o da haber-i mütevatir yani vahiydir.
Haber-i mütevatir, İslâm’a göre ilmin sebeplerinden üçüncüsüdür. Bu, iki ayrı kategori içinde mütalâa edilebilir: Birincisi; yalan üzerinde ittifakı imkânsız denecek ölçüde insanların verdiği haber. Meselâ, Amerika’ya gidip görmediğimiz, oranın keşfinde bulunmadığımız hâlde varlığından şüphe etmemekteyiz. Çünkü biz orayla ilgili haberleri bu tür bir kaynaktan almakta ve öyle değerlendirmekteyiz. İkincisi; semavî vahiy, yani Kur’ân’dır.
Evet, insanlar bazen akıllarının altında kalıp ezilebilirler, pozitivizm karşısında nakavt olabilirler. Fakat meseleleri bir de vahy-i semavînin tayfları altında değerlendirdiklerinde, daha sağlam ve yanılmaz bir bilgiye ulaşacaklardır. İlim dünyası bu şekilde örgülenip işlendiğinde, ilimden beklenen şey ancak o zaman hâsıl olacaktır. Öyleyse gerçek bilgiye ulaşmak için, bu üç esasın birden ele alınması ve kriter olarak kabul edilmesi gerekir.
Aksi hâlde ikinci asırda Ömer Hayyamlarla başlayan ve sonraları “İslâm Rasyonalizmi” adı altında devam edip giden her şeyin temeline akıl ve mantığı oturtan anlayış esas alınacak olursa, Kur’ân’ın bir kısım âyetlerinin reddedilmesi ya da yanlış teviller içine girilmesi kaçınılmazdır. Veya sadece his-tecrübe esas alınırsa “Gördüğümden, duyduğumdan.. başka bir şeye inanmam.” denilmek zorunda kalınacaktır. Bu ise, aklın ortaya koyacağı her şeye başkaldırmak anlamını taşır. Aslında her iki durum bir cihetle Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu kâinatta insanların, kendi akıl, mantık ve his hendeselerine uygunluk arayışı içine girmeleri demektir. Buna göre akıl-mantık-his kriterlerine uyan şeyler doğru, uymayanlar da yanlıştır. Oysaki Allah (celle celâluhu), “Göklerin ve yerin yaratılışına insanları şahit tutmadık.”1 demekle, semavî vahyin hesaba katılmadığı her iddianın zan ve tahminden ibaret olacağına işaret etmektedir.
İşte bu kriterlerin bir bütün olarak ele alınmaması sonucu reddedilen nice Kur’ân âyeti ve hadis vardır ki, ilmin gelişmesine paralel, onların gerçek olduğu yine ilmî verilerle teyit edilmiştir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de, ceninin anne rahminde geçirmiş olduğu embriyolojik safhaların anlatılması. Mutezilî mânâda rasyonalist olan Ömer Hayyam’a bu mesele sorulduğunda, bu âyetlerde asıl anlatılmak istenen şey bu değil deyip, Kur’ânî gerçeklere karşı çıkmıştır. Veya bir kısım ulema, Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, haşre, kıştan sonra baharın gelmesi kat’iyetinde inanılması mümkünken, “Akıl mikyası ile ölçülecek bir şey değil, sadece inanılır.” demişlerdir. Zira bunlar, bahsi geçen olaylarda aklı ve müşâhedeyi esas almış, temel esasları bile tevil yönüne gitmişlerdir. Farabî, İbn Rüşd gibi dâhi kişiler bile, birtakım Batılı felsefe cereyanlarının etkisi altında kalıp, peygamberlik ve vahyi anlatırken -hâşâ- bunlara bir kurgu olarak bakmakta ve sonra da bunun dışarı aksettirildiği iddiasında bulunmaktadırlar.
Bazıları da feylesofların, akıllarını kullanarak ihraz etmiş oldukları makam itibarıyla, peygamberlerden daha üstün olduklarını kabul etmişlerdir. Onlar Allah’ın; peygamberlerin dünyada vazife yaparken şakaklarını zonklatırcasına, göbeğini çatlatırcasına bir performans sergileyeceklerini bildiği için peygamberliği bir avans olarak onlara verdiğini düşünememiş, bu espriyi kavrayamamışlardır. Bu yönüyle feylesoflar, Aristo’nun birer nakilcisi ve çırakları kabul edilebilir.
Fakat İslâm dünyası bir bütün hâlinde mütalâa edilecek olduğunda, bu tür vartalar içine düşmeyen insanların da var olduğu görülecektir. Meselâ, Zehravî, Ali Kuşçu, Celâleddin Devvanî, Gelenbevî… gibi İslâm âlimleri olabildiğine mütedeyyin olmakla beraber, hayatlarında bu türlü sakim anlayışlara girmemiş ve kendi zamanlarında ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Molla Hüsrev, Harizmî… gibi insanlar pozitivist mânâda ilimlere hâkim oldukları gibi, kullandıkları alet ve eserlerle de asırlarca Batı ülkelerinde ilimde öncülük yapmışlardır ve bunlar yüzde 95 itibarıyla istikametlerini koruyup mütedeyyin yaşamışlardır.
Netice olarak; ilmin sebeplerini bir bütün hâlinde alıp neticeye gitmek gerektir. Bu sebepleri birbirinden bağımsız olarak ele almak, ilmî verileri yegâne kaynak kabul etmek, insanlığı yanılgılar içine düşürmüştür. Bu böyle devam ettiği müddetçe de düşürmeye devam edecektir. İnsanoğlu dün yanlış dediğine, bugün doğru demek zorunda kalacaktır. Hâlbuki bilginin temeline vahyin konulması, havass-ı selime ve akıl ile çerçeve altına alınması bu konuda yegâne ve yanıltmaz bir yoldur.
1 Kehf sûresi, 18/51.