BİR KERE DAHA TEBLİĞ USÛLÜ
Soru: Kur’ân-ı Kerim’de insanların, kendilerine gelen ilâhî mesajlar karşısında: “Biz bunları daha önceden duymamıştık, bunlar uydurmadan başka bir şey değildir.” diyerek tepki gösterdiklerine ve şiddete başvurduklarına parmak basılıyor. Ruhunun ilhamlarını dünyanın dört bir tarafına ulaştırmak niyet ve azminde bulunan bizler de bu tür tepkilerle karşılaşma durumundayız. Bu mevzuda takip edilecek metod ve düsturlar nelerdir?
Kur’ân-ı Kerim’de, bazı saf ve muhakemesiz insanların; “Daha önce atalarımız ve dedelerimizden böyle bir şey duymadık.”1 dedikleri anlatılmaktadır ki, bütün firavunların, nemrutların ve diğer mütemerritlerin, müstebitlerin temerrüt ve diyalektik psikolojisiyle, aynı düşünce içinde hareket ettiklerini görmek mümkündür. Hırçın ve inatçı bir çocuğa herhangi bir mesele hakkında “Bu böyledir.” dendiği zaman kalkıp mantık dışı ve sırf inat olsun diye “Hiç de öyle değildir.” demesi gibi, Allah Resûlü’nün: “Tevrat’ı indiren Allah’tır. İncil’i, Kur’ân’ı indiren de Allah’tır.” diye önemli bir gerçeği beyan etmesi karşısında, o insanların baş kaldırıcı bir edayla “Allah hiçbir şey indirmedi.” demeleri tipik bir hasta ruh hâletinin ifadesinden başka bir şey değildir. Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) halkı irşadı karşısında mağlubiyet psikolojisi içine giren firavunun, “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim; (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden veya içimizde fesat ve bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.”2 demesinde de yine aynı hâlet-i ruhiyeyi müşâhede etmek mümkündür.
Aslında, günümüzdeki birtakım insanların “Benim dedem de namaz kılardı, benim annem de başörtülüydü; ama ben sizin gibi aşırı gitmiyorum, benim gönlüm temizdir.” vs. deyip bir de karşısındakine “-cı,-cu” kuyruğunu takması aynı temerrüt ve psikolojisinin modernizasyonundan başka bir şey değildir. Bütün bunlar eski mantıkçıların çok da iltifat etmedikleri mugalata ve karşı tarafı aldatmaya matuf israf-ı kelâm türünden şeyler olsa gerek.
Evet, Kur’ân ve Sünnet’te, iman ile İslâm arasındaki bir kısım farklılıklardan bahsedilmiştir ama, “imancı”, “İslâmcı” gibi “-cı’lı,-cı’sız” ayırımına rastlamak mümkün değildir.
Onlar “Geçmişte böyle bir şey yoktu.” vs. dediğinde, biz de çevirip şöyle diyebiliriz: “Biz, inkâr eden insanlar tarafından söylenen bu lafları o kadar çok duyduk ki, bugün duymamız kadar tabiî bir şey olamaz ve gelecekte de duymamız mukadderdir.”
Hasım dünyanın tarih boyunca sergilediği tavır, aynı üslûpla günümüzde de sergileniyor ve gelecekte de sergilenmesi mukadderse ve onlar bu tavırlarını şiddet kullanmaya kadar götüreceklerse, Kur’ân’ın hadimleri de maruz kalacakları sıkıntılara karşı, önceden sabır ve mülayemetle hazırlıklı olmak zorundadırlar. Gelecek hakkında teminat almış değiliz; her şey fevkalâde iyi de olabilir; çok şiddetli fırtınalar da esebilir. Ve şayet fırtınalar esecekse, işte o zaman sabr u sebatı kuvvetli olanlar, azmi, cehdi, gayreti, ikdamı tam ve meseleyi bir imtihan sırrı şuuruyla ele alanlar o fırtınanın şiddet ve tazyikine göğüs gerebilecek ve yarınlara yürüyebileceklerdir. Kim bilir, belki de şartlar bu çığırı ilk açan çilekeşlerin dönemindekinden daha ağır da olabilir; olabilir de, bu yola gönül verenler “Keşke ölseydim de bu günleri görmeseydim!” diyebilirler. Yine, kim bilir, belki o gün yerin altı üstünden daha fazla arzu edilir hâle gelebilir; dolayısıyla da, şimdilerde böyle bir imtihan sırrını gözardı edenler elenip giderler.
O gün kimileri korkuyla elenecek, kimileri ikbal hırsına kendini kaptırdığından dolayı elenecek, kimileri şöhret marazıyla elenip gidecek.. bencillikten dolayı elenenler olacak. Bu işe ilk başladığı dönemdeki ihlâs ve samimiyetini koruyamadığından dolayı elenenler çıkacak; çıkacak, zira şimdiye kadar ne enbiyâ-ı izâm, ne evliyâ-i fihâm, ne asfiyâ-i kiram, ne müctehidîn-i izâm, ne müceddidîn-i kiram hiçbirisi böyle tekdüze yürüyerek hedefe varamamıştır.. varamamış ve defaatle imtihana tâbi tutulmuş, kaç defa elenmiş ve neden sonra gidip hedefe ulaşmıştır. Tekrar arz edeyim ki bu iş, elli defa imtihan vermiş, elli defa Allah’a karşı vefa ve sadakatini ispat etmiş insanların işidir.
Bu baştan böyle kabul edilmeli ve sonradan “Ne oluyor?” denmemeli. Zira bu ifade, Allah’ın takdirini tenkide açık, kazaya razı olmayan insanların ve daha doğrusu kâfirce düşüncenin ifadesidir. Son asrın müceddidi, gelecek olan tazyik hususundaki endişesini ifade ederken “Dilerim Cenâb-ı Hak bize pahalıya satmasın.” der. Ne var ki, böyle bir şeye malik olmak için mal da verilir, menal de verilir. Bu iş her kişinin işi değil, er kişinin işidir. Bu iş, hiç başı, dişi ağrımayan hazırcıların omuzlayacağı kadar hafif bir iş de değildir. Kim bilir belki gelecekte, yığın yığın sıkıntılar üstümüze tıpkı karabasan gibi çökecek ve defaatle sarsılacağız. Belki ilk etapta onun şokunu yaşayacak ve belli bir süre mânâsını anlayamama şaşkınlığı içinde kalacağız. Ancak daha sonra Cenâb-ı Hakk’ın icraatını esmâ veya sıfât dairesinden hayranlıkla temâşâ ediyor gibi seyredecek ve zevkten zevke ererek, kendimizden geçeceğiz.
Bazı ahvalde fertlerin birbirlerine sıkıca kenetlenmeleri onların kayıp düşmelerini önlediği gibi, geleceğin mutlu dünyasını imar etmeye azmeden ve yüce bir mefkûreye gönül verenlerin de hak ve hakikat etrafında kenetlenip ihtilaflara girmemeleri kaydırıcı, düşürücü sebeplere karşı öyle bir teminattır. Bunun içindir ki, her fert hakperest ve salih kullarla irtibatını mutlaka devam ettirmeli ve kardeşleriyle, sırf hak ve hakikat düşüncesiyle bütünleşmelidir.
Evet, millet ve din yolunda hizmet, hak âşığı ve vatanperver bir insanın tabiatının ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yalnız böyle bir noktaya gelinceye kadar çeşitli merhaleleri aşmak gerekir. Meselâ namaz mü’minin en ciddî işidir. Fakat namaza ilk başlayan bir insan onu ciddî olarak eda etme hususunda evvelâ kendini biraz zorlar. Böyle bir ciddiyeti yakalayabilmek için belki yıllarca temrinat yapar ve en sonunda huşû ile namaz kılmaya muvaffak olur. Hatta eskiler bir adamın Allah’la irtibatının derecesini anlamak için onun namazdaki yatıp kalkışına, temkinine, Allah karşısında samimiyetle duruşuna bakar ve ona göre hüküm verirlerdi.
Ancak kazanılan böyle bir son merhalenin, belki yıllar süren bir temrinat meyvesi olduğu unutulmamalıdır. İlk kez oruç tutan bir kimse, iftar vaktine kavuşuncaya kadar akla karayı seçer. Fakat daha sonra tuttuğu oruçlarda bu ilk günkü kadar zorlanmadığı da bir gerçektir. Zira o artık oruçla bütünleşmiştir. İlk kez zekât verdiğinde “Yüreğim çıktı, gitti; neredeyse öleyazacaktım!” diyen insanlar, daha sonraları öyle bir hâle gelirler ki, Allah yolunda infak fırsatları doğduğu hâlde yardıma çağırılmayacak olurlarsa “Beni neden nasipsiz bırakıyorsunuz, nedir bana kastınız?” demeye başlar ve bu defa zekât vermedikleri için öleyazacak hâle gelirler. Zira artık onlar da vermeye alışmışlardır. İşte bu son nokta zekâtla bütünleşmenin ifadesidir.
Evet, nasıl ki ibadetlerimizde geldiğimiz bu doruk noktalar, zamanla ve temrinatla elde ediliyor; salih amellerle bütünleşme, dine ve millete karşı mesuliyet düşüncesiyle dolma ve salih kimselerle beraber olma meselesi de aynı ciddiyet ve aynı dikkati ister. Bu açıdan ibadet ü taatimizi, ihlâsımızı, yakînimizi, takva anlayışımızı diğer mü’minlere dayanarak hassasiyetle sürdürdüğümüz gibi, geleceğe ait gaileleri ve devâhiyi aşma mevzuunda da, yine sadıklarla beraber olma, bizim için çok önemli bir kalkan vazifesi görecektir.
Evet, bir taraftan Allah rızasını tahsil adına piştikten, salih amelleri ve dine, millete karşı mesuliyet düşüncesini tabiat hâline getirdikten, diğer taraftan da arkadaşlarla beraber olduktan sonra -hafizanallah- muvakkaten Cehennem’e itecek de olsalar, birinin nazı geçeceği ve bu sayede diğerlerinin de necata ereceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Meselenin bir diğer yanı ise; Kur’ân ve iman yolunda yapacağımız hayırlı işlerle Allah’ın rızasını kazanmaya talip olan bizler, zannediyorum biraz işin özüyle alâkalı şeyleri ihmal eder gibi olduk. Bizim esas vazifemiz; müttakînden, zâhidînden, mukarrabînden, râdiînden, mardiyyînden, mahbûbînden, muhibbînden, sâfiînden, ulemâdan, sulehâdan olmaktır. Evet, a’zamî takvayı, a’zamî ihlâsı, a’zamî vera’ı hedefleyip onlara ulaşmaktır.
Hâl böyle iken, şimdilerde bütün bunlar bizim kavlî dualarımızda vird-i zebânımız değilse ve bunları fiilen yakalamaya çalışmıyorsak; hatta geceleri gündüzleri bu istikamette değerlendirmiyorsak, vücudumuzun mikroplara karşı mukavemeti yok demektir. Böyle olunca gün gelir korku bir virüs hâlinde vücudumuzda yuvalanmaya, Erzurumluların tabiriyle “cücüklemeye” başlar. Hele bir de şöhret, tenperverlik, çoluk-çocuk meftuniyeti önümüzü kestiği zaman bütün bütün yenik düşebiliriz. Hâlbuki böylesi tehlikelere karşı korunmanın en kestirme yolu ferdin zühd, takva ve ihlâs dairesi içinde yaşamasıdır.
Bakın asrın ruh ve beyin mimarına; o bir taraftan ümitşiken olmamak ve mübtedilerin kapıdan girmelerini sağlamak için “Takva; ferâizi yerine getirmek, kebâiri terk etmektir.” derken, öte taraftan da “Her Nur talebesinin bir ölçüde a’zamî takvayı, a’zamî zühdü, a’zamî vilâyeti, a’zamî ihlâsı yakalama cehdi olmalıdır.” der. Yani, ilki bu işin asgarîsidir, hedef ise a’zamîyi yakalamaktır… Evet işin başındaki o zat, şöhret yanı başına kadar geldiği zaman onu ayağın ucuyla itmiş, “Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Eğer o belâya düşersen إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّٓا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, kurtul!” demiş ve muvakkaten o işin rüyasını görmüş, rüyada onun ne büyük bir afet olduğuna şahit olmuş, sonra da hakikat âleminde ona karşı tavır alıp ihlâs ile, zühd ile, vera ile, o virüsü imha etme yolunu göstermiştir.
Evet, yılanların, çıyanların etrafını sarıp bir hayat boyu kendisini tehdit etmelerine mukabil korku onun ruhuna hiç misafir olmamıştır. Zira o, korkunun her çeşidine karşı savunma mekanizmasını çok iyi ayarlamıştır.
Sadece o mu? Elbette hayır. Bakın bu çizgide hayatını sürdüren Seyyid Kutub’a; hapishanede Nâsır’dan özür dilemesi istendiğinde “Bir mü’min, kâfirden özür dilemez.” demiştir ve dilememiştir. Ne güzel ifade eder Alvar İmamı:
Gülistân-ı muhabbet bülbülünden dersin al ey dil
Kamu âlemleri var eyleyen Allah’a teslim ol
Hâsılı, sıkıştığımız zaman o mihnetkeşlerin hayat safahatını gözlerimizin önüne sermeli, duygu ve düşünce dünyamızı yeniden hallaç etmeli, onların bulunduğu âleme girip, onların seslerini soluklarını duymalıyız.
Hz. Üstad’a kadar gelen çilekeşler, o ve onun ilk saftaki has talebeleri kulağımıza “sebat” deyip fısıldayıp geçmeliler. Zübeyr Gündüzalp’in Afyon’da idamla yargılanacakları zaman yaptığı, dağları bile paramparça edecek müdafaası ne müthiştir ve bize metanet fısıldayan ne muhteşem bir hitabedir! Rabbim, çok kıymetli, çok pahalı, gerçek değerini sadece kendisinin bildiği ebediyetler değerindeki bu hazineyi bize gerçek değeriyle değil, altından kalkabileceğimiz karşılığıyla lütfeylesin!
1 Kasas sûresi, 28/36.
2 Gâfir sûresi, 40/26.