BİR DEMET HADİS TAHLİLİ
Efendimiz’e ait bütün sözlerde en bariz hususiyet, konuşulan mevzua ait en câmi sözü söylemiş olmasıdır. Bu mânâda, dediklerimizi müşahhaslaştıracak binlerce misal mevcuttur. Ancak biz bunlardan, herkesin her devirde “cevâmiü’l-kelim” dediği bazılarını nakledeceğiz. Fakat şunu ısrarla ifade etmeliyim ki, Efendimiz’in sözlerinin hepsi bu mânâya dahildir.
İşte O’na ait sözlerden bazıları:
1. Tevhidde Zirve Birkaç Söz
Tirmizî, İbn Abbas’tan rivayet ediyor:
يَا غُلَامُ! إِنِّي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ: اِحْفَظِ اللّٰهَ يَحْفَظْكَ. اِحْفَظِ اللّٰهَ تَجِدْهُ ُتجَاهَكَ. إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلِ اللّٰهَ، وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللّٰهِ. وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوِ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَنْفَعُوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللّٰهُ لَكَ. وَلَوِ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللّٰهُ عَلَيْكَ. رُفِعَتِ الْأَقْلَامُ وَجَفَّتِ الصُّحُفُ
“Ey delikanlı! Sana birkaç kelime öğreteyim: Sen Allah’a ait hakları koru ki, Allah da seni muhafaza etsin. Evet Allah’ı gözet ki, O’nu yanında bulasın. İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardım isteyecek olursan yine Allah’tan iste ve bil ki; bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Yine bütün insanlar toplansa, sana zarar vermeye gayret etseler, zerre kadar zarar veremezler; ancak Allah’ın takdir edip yazmış olduğu şey müstesna. Artık kalemler kaldırıldı, yazılar kurudu.”277
İşte bu kadar kısa, öz cümleler içine; kadere, teslimiyete ait en girift, en zor meseleler sığdırılmış ve en sade bir üslûpla bu derin mevzu vuzuha kavuşturulmuştur. Aynı zamanda aksiyon ve hamle adına; ibadet mânâsını da dahil ederek söylenebilecek pek çok şey bu birkaç cümlede hulâsa edilmiştir.
2. İnsan Bir Yolcudur
Yine Tirmizî, İbn Ömer’den rivayet ediyor :
كُنْ فِي الدُّنْيَا كَأَنَّكَ غَرِيبٌ أَوْ عَابِرُ سَبِيلٍ وَعُدَّ نَفْسَكَ فِي أَهْلِ الْقُبُورِ
“Dünyada garip gibi yaşa. Veya bir yolcu gibi ol. Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say!”278
İşte üç cümlelik bir söz. Zühd ve takvaya ait, dünya ve ahiret muvazenesini koruma-kollamada söylenebilecek sözlerin en vecizi, en mânâlısı… Ancak bundan daha veciz bir ifade varsa, hiç şüphesiz bu da yine O’na aittir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!.
İnsan, zaten dünyada gariptir. Mevlâna’nın ifadesiyle insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder.
İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik çağına, yaşlılık hengâmına, kabir ve derken Cennet veya Cehennem’e kadar devam eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır? Eğer o, daima kendini bir yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir.
İnsan kendini kabir ehlinden saymadıktan sonra, yani “Ölmeden evvel ölünüz.”279 diye anlatılan hususu, fiil ve yaşantıya dökmedikten sonra, şeytanın hile ve desiselerinden bütünüyle korunması, kurtulması mümkün değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibarıyla ölmelidir ki, vicdan ve ruh itibarıyla dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?
3. Doğruluk ve Yalanın Neticeleri
Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd, Abdullah b. Mesud’dan (radıyallâhu anh) rivayet ediyor:
عَلَيْكُمْ بِالصِّدْقِ، فَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَصْدُقُ وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ صِدِّيقًا. وَإِيَّاكُمْ وَالْكَذِبَ، فَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ. وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَكْذِبُ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ كَذَّابًا
“Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da Cennet’e çeker götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır; böylece o insan, Allah katında “sıddîk” olarak yazılır.
Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, bataklığa, o da Cehennem’e ulaştırır. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında “yalancı” olarak yazılır…”280
Doğruluk, peygamberler şiarı, yalan ise kâfir ve münafık sıfatı. Doğruluk, bugünü yarını kucaklayan önemli bir esas; yalan, zamanın çehresine çalınmış siyah bir leke. Yalan ikliminde mesut yaşamış ve ebedî mutluluğa ermiş bir tek fert gösterilemez.. doğruluğun, ebedî saadet istikametinde uzayıp giden aydınlık yolunda ise, dünya ve ukbâ kaybına uğramış bir tek tali’size rastlanmaz.
Yalan, küfrün en önemli esası, nifakın en bariz alâmeti, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın adıdır. Bilhassa günümüzde yalan, bütünüyle ahlâkı tahrip etmiş, dünyayı yalancıların harası hâline getirmiş öyle korkunç bir içtimaî hastalıktır ki, hayatın kapılarını ona açıp yurtta-yuvada, çarşıda-pazarda, parlamentoda-kışlada ona “serbest dolaşım” hakkı tanıyan hiçbir millet iflâh olmamıştır ve olamaz da. Buna karşılık İslâmiyet’in en ehemmiyetli esası, imanın en bariz hâssası, Muhammedî ahlâkın temel taşı, enbiyâ ve evliyânın en mümeyyiz vasfı, maddî ve mânevî terakkinin biricik mihveri de doğruluktur.
Biri meleklerin, diğeri şeytanların; biri Hakk’ın mükerrem kullarının, diğeri habis ruhların; biri İnsanlığın İftihar Tablosu o en müstesna varlığın –aleyhi ekmelüttehâyâ– diğeri de deccallerin sıfatıdır.
Metinde karşılıklı zikredilen kelimelerden بِرٌّ bütün hayırları ihtiva eden, bütün salihata açık olan öyle şümullü bir kelimedir ki, doğru düşünce, doğru söz, doğru niyet, doğru davranış ve doğru yaşayış gibi pek çok mevzuu o başlık altında toplamak ve bütün hayırları ona irca etmek mümkündür.
İkinci kelime olan فُجُورٌ ise evvelki kelimenin aksine, bilumum şerleri ihtiva etmesi, bilumum salihata kapalı olması bakımından her türlü sapık düşünce, sapıkça söz ve sapıkça davranışlara ana başlık olabilecek mahiyette, âdeta bir Cehennem çekirdeği gibidir.
Hadis metninde, صِدِّيق ile كَذَّاب arasında da bir mukabele bahis mevzuudur. Bunlardan ilkini, doğruluk kendisinde ikinci bir fıtrat hâline gelmiş dosdoğru insan şeklinde tercüme edeceksek; ikincisine, tabiatı yalanla bütünleşmiş profesyonel yalancı demek uygun olur zannederim. Her iki kelimede de mübalağa sığası kullanılmış ki; o da, kendini doğruluğa adamış, doğru düşünen, doğru konuşan, doğru davranan ve doğru oturup-doğru kalkan birinin, bugün olmasa da yarın mutlaka, göklerde ve yerde doğruluk ve Hakk’a yakınlığın remzi; kendini yalana salmış, yalan düşünen, yalan konuşan, yalanla oturup-yalanla kalkan birinin de er-geç yalancılığın sembolü hâline geleceğine işaret buyrulmuştur.
Bu alabildiğine uzun ve kısa, bir hayli aydınlık ve sisli, oldukça tehlikeli ve güvenli ayrı ayrı yolların son durakları da Cennet ve Cehennem. Bu yollardan birinde, her menzilde ayrı bir avans, ayrı bir teşvik primi, yol gidip Cennet’le noktalanıyor, yolcu da Cennet’e ulaşıyor.. diğerinde ise, yol boyu onca dezavantaj, onca handikaptan sonra gidilip ebedî hüsrana kapaklanılıyor.
Bu hadisi, Efendimiz’in “sıdk”ını anlattığımız yerde de zikretmiştik. Ancak burada dikkatle üzerinde durmak istediğimiz husus, doğruluğun dünya ve ahirete ait neticelerini; yalanın, hem ferdî hem de içtimaî hayata getirdiği zararları bu kadar kısa ve özlü cümlelerle ifade edebilmedeki Efendimiz’e ait muvaffakiyettir. Evet, sadece şu hadisi inceleyen adam, kat’iyen bilecek ve anlayacaktır ki, bu kadar uzun, tafsilatlı meseleleri, bu kadar kısa ve can alıcı şekilde anlatma, ancak Allah Resûlü’ne has bir mazhariyettir. Başkasının, bu mevzuları bu şekilde ifade edebilmesi mümkün değildir.
4. Kişi Sevdiği ile Beraberdir
Buhârî ve Müslim, yine Abdullah b. Mesud’dan rivayetle şu hadisi naklediyorlar: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ “Kişi sevdiği ile beraberdir.”281
Eğer bu hadis, şerh ve izah edilmeye kalkılsa, en azından bir ciltlik kitap olur. Yürürken yolda kalan.. rehberini tam takip edemeyen.. istediği hâlde yapılması gerekenleri lâyıkıyla yapamayan nice münkesir ve kırık kalbe bir bardak kevser hatta âb-ı hayat sunan bu hadis, insanın, müsbet veya menfî her iki kutupta da daima sevdikleriyle beraber olacağına işaret etmektedir. Kişi, burada da orada da hep sevdikleriyle beraberdir. Öyle ise, nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle beraber olmak isteyen, evvelâ onları sevmelidir ki, orada onlarla beraber olabilsin. Veya başka bir ifadeyle, ahirette nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle beraber olacak olanlar, burada iken onları sevip maiyyetlerinde bulunanlardır. Kötülükleri temsil edenler için de, yine aynı hadisin hükmü ve mânâsı geçerlidir.
İşte tek cümlelik bir hadis, böyle binlerce mânâ ve ifadeyi hem de bu derece veciz bir şekilde ifade etmektedir ki; böyle bir söz söylemek ancak vahye, ilhama açık bir fetanetin kârı olabilir.
Nuayman, bazen içki içiyor ve Allah Resûlü de, ona hadd-i şer’îyi tatbik ediyordu. Yaptığı bu şey bir günahtı. Dolayısıyla da sahabeden biri, ona kınayıcı bir söz sarf edince, Allah Resûlü, kaşlarını çattı ve: “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Resûlü’nü sever.”282 buyurdu.
Allah ve Resûlü’nü sevme, onlarla beraber olmayı netice vereceğinden, böyle bir insan, her ne kadar günah da işlese, kötü söze muhatap olmaya müstehak değildir; çünkü o Allah ve Resûlü’nü sevmektedir… Bu sevgi ise farzlarını yapan, büyük günahlardan kaçınan birisi için Resûlullah’la beraber bulunmaya yeter. Zira kişi sevdiğiyle beraberdir…
5. Takva
İmam Tirmizî ve Ahmed İbn Hanbel, Muaz b. Cebel’den naklediyor:
اِتَّقِ اللّٰهَ حَيْثُمَا كُنْتَ وَأَتْبِعِ السَّيِّئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ
“Nerede olursan ol, Allah’tan kork! Günahın arkasından hemen iyilik yap onu siliversin. İnsanlarla muamelende güzel ahlâktan ayrılma!”283
İnsanı, güzel ahlâkı kadar yükselten ikinci bir unsur yoktur. Güzel ahlâk ki, o bir Allah ahlâkıdır ve güzel ahlâk, insanın Allah ahlâkıyla ahlâklanması demektir.
Ciltlerle ancak anlatılabilecek, takva, takvayı muhafaza ve devamlı surette bu anlayış içinde yaşayabilme yollarını izah eden bir hadisle karşı karşıya bulunuyoruz. Ancak burada, sadece misal vermek için zikrettiğimizden bu yüce hakikatlerin şerh ve izahına girmiyoruz…
6. Nasılsanız Öyle İdare Edilirsiniz
Bir başka hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurur:
كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.”284
Keyfiyetiniz ne ise, başınızdakilerin keyfiyeti de o olur. Siz nasıl bir kaynak iseniz, başınızdakiler de o kaynağın mahsulüdür. Bu söz, öyle bir sözdür ki, idare adına kamuslar meydana getirir. İsterseniz, sadece bu hadis üzerinde kısaca duralım:
“Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.”285 fehvâsınca, herkesin bir mesuliyet sınırı vardır ta devlet reisine kadar… Devlet reisi de, idare ettiği dairenin bütününden mesuldür. Ancak, “Siz nasıl olursanız, başınızdaki idareciler de öyle olur.” ifadesi, bu hususa, içtimaî hukuk açısından apayrı bir buud kazandırmaktadır.
Evvelâ: Bu hadis, idare edilenlere diyor ki: Siz çok önemlisiniz. Çünkü, başınıza geçecekler, hangi yoldan olursa olsun, sizin kapınızı çalmak zorundadırlar. Yani onlara şekil verecek olan sizlersiniz.
İçtimaînin de kendine göre değişmeyen prensipleri vardır. Nasıl ki fiziğin, kimyanın, astronominin kendine göre değişmeyen ve adına “şeriat-ı fıtriye” kanunları denilen prensipleri var, öyle de içtimaînin de kendine göre prensipleri vardır ve bunlar kıyamete kadar da değişmeyecektir. Onun içindir ki, insanlar, şerre, şirretliğe yol veriyor, bağırlarında kötülüklerin barınmasına açık yaşıyorlarsa, o insanları kötüler ve şirretler idare edecektir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur.
Evet, şirretlik, insanların bünyelerinde neşv ü nema buluyor mu? Bu bünyelerde fenalıklar yeşeriyor mu? O zaman Allah (celle celâluhu) onların başına, aynı çamur ve aynı hamurdan insanlar getirir, onları işte bu insanlar idare eder.
İkincisi: Yine bu hadis ifade ediyor ki, kanunlar, nizamlar, satırlardaki şeylerdir. Ve bunların çok tesiri de yoktur. İnsanlar kafa kafaya verip, en muhkem kanunnameler dahi hazırlasalar, önemli olan onun ihtiva ettiği hususlara riayet edilip edilmemesidir. Binaenaleyh, esas olan, idare edilen insanların ahlâkî yapılarıdır. Eğer onlar, ahlâklı, kendilerine düşen problem ve meseleleri halletmiş insanlarsa, onların başına geçecek kimseler de asla problem insanı olmazlar.
Burada yeri gelmişken vâki bir hâdiseyi nakledeyim:
İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemâdan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih etmektedir. Ancak taraftarları ısrar eder ve hocayı da bir miting meydanına çeker ve bir meydanda konuşmaya ikna ederler. Ancak Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara az-öz şunları konuşur:
“Ey cemaat, şunu biliniz ki, siz “müntehip”siniz. Ben ise “müntehab”ım. Gideceğimiz yer ise “müntehabün ileyh”dir. Sizin yaptığınız işe de “intihap” denir. İntihap ise “nuhbe”den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur…”
İfadelerdeki Arapça terimleri belki anlamayanlar için, istifadeli olur diye kısaca açıklamak gerekirse; “müntehip” seçen, “müntehap” seçilen, “müntahabün ileyh” kendisi için seçim yapılmış yer, meclis, “intihap” da seçmek demektir. Bu kelime ise “nuhbe” kelimesinden türemiştir.
Ve bir istidrat daha:
Haccac’a, Hz. Ömer’in adaletinden bahseden şahsa Haccac’ın verdiği cevap, meselemize vuzuh kazandırması bakımından mühimdir. Haccac, cevabında şöyle demektedir: “Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum…”
Üçüncüsü: Her insan suçu kendinde aramalıdır. Herkes kendinin avukatı olduğu, suçu hep dışarıda aradığı müddetçe, müsbet mânâda mesafe katetmek mümkün değildir… İnsanlar, iç âlemlerinde, özlerinde kendilerini değiştirmedikçe, Cenâb-ı Hak onları değiştirmez.286 Eğer içte bir bozulma olursa, bu mutlaka zirvelere kadar her tarafa yansır. İnsanların iç istikameti için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Demek oluyor ki, idare edilenlerin durumlarının, idare edenlerin durumlarına, âdeta sebep-netice münasebeti içinde bir müessiriyeti var. Ve bu söz cevherinin ruhunda kim bilir daha neler mündemiç?. Ve erbabı daha neler ve neler seziyordur…
Evet toplum planında iyi bir yapı ve yapılanmayı bu kadar veciz izah ve ifade eden, aynı zamanda iyi ve güzel yapılanmaya yol gösteren başka bir beşer sözü bulmak mümkün değildir. Fetanet-i a’zam sahibi Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem) ki, her sözü böyle beyan semasının bir üveykidir…
Evet, O, bütün insanlar arasında, beyan hususunda en mümtaz ve seçkin bir yere sahiptir. Hiçbir edibin O’na yetişmesi mümkün değildir. Sözleri, Kur’ân değildir ama; bütünüyle ilham yüklüdür. O’nun içindir ki konunun başında da temas ettiğimiz gibi, bütün edipler ve edebiyattan anlayanlar söz söylemede ancak O’nun halâyığı olabilirler.
Hassan b. Sabit, büyük bir şairdir. Buna rağmen, Hansâ, onun dört mısralık şiirinde tam sekiz yanlış bulmuştu. İşte şiirde böyle devleşen bu kadın, Allah Resûlü’nü dinledikten sonra İslâm’a girmiş ve artık bütün işi, Söz Sultanı’nı dinlemek olmuştur. O’nu dinlerken öyle büyülenmiş, öyle kendinden geçmiştir ki, cahiliye devrinde, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle dünyayı yasa boğan bu kadın, Kadisiye’de dört oğlunu şehit verirken şikâyet ifade edecek tek kelime söylemediği gibi sadece şunları demişti: “Ne mutlu bana ki, dört şehidin anası oldum. Allahım, Sana hamdolsun!”287
Hansâ mülhemûndan (ilhama mazhar) bir kadındır. Çocuklarından her biri düştükçe, oku bizzat kendi sinesinde hissediyor gibi kıvranmıştır. Fakat Efendimiz’e olan bağlılığı da o denli kuvvetlidir ki, şikâyet ifade eden tek kelimelik bir söz dahi, o ilhamla açılıp kapanan dudaklarına misafir olmamıştır.
7. Ameller Niyetlere Göredir
Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd, Hz. Ömer’den naklediyor:
إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى، فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَتَزَوَّجُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ
“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Resûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”288
Bu sözlerin, Allah Resûlü’nden şerefsudur olmasına hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:
Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti.289 Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi…
O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Resûlü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin hususiyeti, hükmün umumiyetine mâni değildir. Onun için bu hadisin hükmü umumîdir, her işe ve herkese şâmildir.
Niyet
Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde, niyeti sadece Allah ve Resûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Resûlü’nü bulur. Bu, namazda da, oruçta da, zekâtta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadiste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep yanında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır.. ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hâkim olur. Bu hâkimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.
Hâlbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir mânâda katlandığı her şey heba olup gitmiş sayılır.
Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadislerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”290 buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin ona kazandırdığı, elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet, işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.
Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadise de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadislerinde: أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin, o kalbdir.”291 buyurmaktadır.
İhlâsınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler hâline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve Cennet meyveleri hâlinde karşınızda arz-ı endam ederler.
Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle Cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî Cennet’i kazandıracaktır. Diğer kutupta kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî Cehennem’e müstehak demektir.
Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle Cennet’e hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bilâ-istisna en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdeta onlara hayatiyet kazandıran, ancak ve ancak niyettir.
Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa, yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazen on, bazen yüz, bazen de daha fazla sevap kazanır. Hâlbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır.292 Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.
Hicret
Bu arada hadiste, hicrete ayrı bir ehemmiyet verildiği de gözden kaçırılmamalıdır. Gerçi hususî mânâsıyla hicret bitmiştir. Zira Allah Resûlü: لَا هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ “Mekke fethinden sonra hicret yoktur.”293 buyurmaktadır. Fakat umumî mânâsıyla hicret devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü, hicret, cihadla ikiz kardeştir, beraber doğmuşlardır ve beraber yaşayacaklardır. Cihadın kıyamete kadar devam edeceğini de bildiren yine bizzat Efendimiz’dir. O, bu mevzuda şöyle buyurmaktadır: اَلْجِهَادُ مَاضٍ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ “Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir.”294
Evet, anadan, babadan, yârdan, yârândan ayrılıp, muhtaç bir gönüle hak ve hakikati anlatabilme uğruna memleketini terk edip diyar diyar dolaşan her dava adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir.
Diğer taraftan, Allah ve Resûlü yolunda yapılan hicrete lütfedilecek belli ve muayyen bir sevaptan bahsedilmemektedir. İhtimal ki bu türlü amellerin sevabının ötede birer sürpriz olarak verileceğine işaret içindir. Melekler bu ameli aynıyla yazarlar; mükâfatını da Cenâb-ı Hak bizzat kendisi takdir buyurur.
Hadisin başındaki إِنَّمَا hasr’ı ifade eder. Böylece mânâ; “Ameller, ancak niyetle amel hâline gelir.” demek olur ki, bu da niyetsiz hiçbir ibadetin makbul olmadığı mânâsına gelir. Nitekim insan, niyetsiz bin rekât namaz kılsa, senelerce aç kalsa, malının hepsini sarf etse, hacca ait rükünlerin hepsini niyetsiz olarak ve haccı kasdetmeden yerine getirse, bu insan ne namaz kılmış, ne oruç tutmuş, ne zekât vermiş ne de hacca gitmiş olur. Demek ki bütün bu hareket ve davranışları ibadet hâline getiren, insanın niyetidir.
Günahlardan Hicret
Mevzua bir kere daha göz atacak olursak görürüz ki, Allah Resûlü, evvelâ, niyet gibi şümullü bir mevzuu üç kelime ile izah etmiş; ardından da hicret gibi çok muhtevalı bir hususa iki üç cümleyle işarette bulunmuştur. Günahları terk etme mânâsına gelen hicretten başlayarak, kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki bütün hicretleri, bütün muhaceretleri, “sehl-i mümteni” bir üslûpla hem de bir iki cümleye sıkıştırarak ifade etmek, ancak beyanı lâl ü güher o Zât’ın işi olabilir.
Şu hususu da açmak yararlı olacak: En büyük muhacir, günahlardan uzaklaşan ve Allah sevgisinin dışında kalan bütün sevgileri kalbinden silip atandır.295 Bir gün İbrahim b. Edhem, Rabbine şöyle dua eder: “Yâ Rabbi, Senin aşkına tutuldum. Senden gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu…”
O, tam bu dualarla dopdolu olduğu ve bu duanın mânevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe’nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!”
İşte o zaman İbrahim ikinci çığlığı basar: “Muhabbetine mâni olanı al, Allahım!” Ve oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir..296
Rahmet-i İlâhîye Hicret
Günahlardan kaçıp Rabbin kapısını çalma, O’ndan af fermanı gelinceye dek kapıdan ayrılmama.. bu da bir hicrettir. Şu yakarış bunu ne güzel ifade eder:
مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَ
إِلَهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَـاكَ
وَإِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَ
وَإِنْ تَغْفِرْ فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ
“İlâhî, günahkâr kulun Sana geldi.
Daha önceleri işleyip durduğu günahları terk ettikten sonra, bir daha aynı günaha dönmeyi, Cehennem’e girmekten daha ızdırap verici bulan bir insan, hep hakikî mânâda hicret yolundadır.
Helâl hudutlarının son sınır taşlarını, mayınlı bir tarla gibi görüp oralara yanaşmayan; eline, ayağına, gözüne, kulağına, ağzına, dudağına dikkat eden bir insan, ömrünün sonuna kadar hep hicret ediyor demektir. Bu insan, ister insanlar arasında bulunsun, isterse bir köşede uzlete çekilsin, mukaddes göç gönlünün derinliklerinde onun sadık yoldaşıdır. Ancak uzlette, hicretin ayrı bir buudu vardır. İnsan orada “üns billâh”a ulaşır ve ilâhî nefehatla serfiraz kılınır.
Ayrıca, hadis-i şerif şu hususlara da delâlet, hiç olmazsa îma ve işarette bulunmaktadır:
a– Niyet, amelin ruhudur; niyetsiz ameller ölü sayılır.
b– Niyet, hasenâtı seyyiâta, seyyiâtı da hasenâta çeviren nurlu ve sırlı bir iksirdir.
c– Amelin amel olması niyete bağlıdır; niyetsiz hicret, turistlik; cihad, bâğîlik; hac, aldatan bir seyahat; namaz, kültür fizik; oruç da bir perhizdir. Bu ibadetlerin, insanı cennetlere uçuran birer kanat hâline gelmesi ancak niyet mülâhazasıyla mümkün olur.
d– Ebedî Cennet, ebedî kulluk niyeti, ebedî Cehennem de ebedî inkâr ve ebedî küfür kastının neticesidir.
e– İnsan, niyeti sayesinde, çok küçük bir cehd ve az bir masrafla çok büyük ve çok kıymetli şeyler elde edebilir.
f– Niyet kredisini iyi kullanabilenler, onunla dünyalara talip olabilirler.
g– Dünya ve kadın, nimet olmaya müsait yaratıldıkları hâlde, o nimetlerin suiistimali veya onlarla olan münasebetlerin dinî kıstaslara göre ayarlanamaması neticesinde bu nimetler, Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğuna alternatif olabilir. Dolayısıyla da kazanç kuşağında insana her şeyi kaybettirebilirler…
İşte, bunlar ve bunlar gibi daha nice meseleler var ki, her biri başlı başına birer kitap mevzuu olduğu hâlde zerrede güneşi gösterebilen ve deryayı damlaya sıkıştırmaya muktedir olan bir Söz Sultanı’nın beyanında, bu koskoca muhtevayı ifade için üç-beş kelime yetmiştir.
8. El ve Dil Belâsı
Yine cevâmiü’l-kelim’den, İmam Buhârî ve Ebû Dâvûd’un naklettiği bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللّٰهُ عَنْهُ
“Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakikî muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”297
İdeal Mü’min
Şimdi bu hadisi kısaca tahlil edelim:
اَلْمُسْلِمُ kelimesinin başında, bir lâm-ı tarif vardır. Ayrıca, اَلْمُسْلِمُونَ kelimesi de, lâm-ı tarifle zikredilmiştir. Bu iki lâm-ı tarifin bize anlattığı mânâ şudur ki: İdeal bir mü’min, silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş.. ve kimseye, eliyle-diliyle kötülüğü dokunmayan mü’mindir. Öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden veya nüfus cüzdanında Müslüman yazan kimseler değil; bütün zihinlerde tersim edilen hakikî ve ideal mü’minden bahsediliyor. Biz lâm-ı tarifin “ahd” için olmasından bunu anlıyoruz. Yani, “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” kaidesinden çıkış yaparak, mü’min denince ilk akla gelen, en kâmil mânâdaki mü’mindir ve hadiste kasdolunan mü’min de işte bu mü’mindir.
Bir insanın, normalde dildeki bu inceliği bilmesi mümkün değildir. Zira, işin bu tarafı, ancak mektep, medrese veya bir üstadın rahlesi önünde diz çökmekle öğrenilebilecek dilbilgisi veya gramer bilgisiyle mümkündür. Allah Resûlü için böyle bir tedris söz konusu olmamıştır. Demek ki, O’nun konuştukları kendinden değil; O, Muallim-i Ezelî’nin konuşturduklarını konuşmaktadır. Onun içindir ki, Allah Resûlü’nün ifade ve beyanlarında, dile ait bütün nükteler mevcuttur ama, dile ait bir tek kusur mevcut değildir.
Biz yine yukarıdaki hadise dönelim: Hakikî Müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Öyle ki, diğer bütün Müslümanlar, zerrece herhangi bir kuşku ve tereddüde düşmeden ona sırtlarını dönebilirler. Zira bilirler ki, ondan kimseye zarar gelmez. Şayet ailelerini birine emanet etmeleri icap etse, gözleri arkada kalmadan ona emanet edebilirler. Çünkü onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkadakiler, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakilerin gıybetini dinlerler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. Yemez, yedirir. İçmez, içirir. Yaşamaz, yaşatır. Ve bir başkası için füyûzat hislerinden dahi fedakârlıkta bulunur.
Biz, bütün bu mânâları, lâm-ı tarifin aynı zamanda “hasr” ifade etmesinden çıkarıyoruz.
Silm ve Müslüman
Diğer taraftan, bu ifadelerde cinas da vardır. “Müslim” kelimesiyle, “selime” fiili, ikisi de “silm” kökünden gelir. Bazı harflerindeki benzerlikten dolayı, aralarında gayr-ı tam bir cinas mevcuttur. Ancak bu iki kelimenin babları ayrı ayrıdır. Bu benzerlik ve ayrılık, bize şöyle bir mânâyı dahi hatırlatır: Müslüman; hemen her meselesi, silm, selâmet ve müslimlik çizgisinde cereyan eden insandır. O, kendisini öyle ilâhî bir cazibeye kaptırmıştır ki; artık bütün hareketleri bu kuvve-i ile’l-merkeziye çevresinde cereyan eder.
O, tanıdığı-tanımadığı herkese selâm verir. Böylece kalblerde onun için bir sevgi vaz’edilir.
Namazını bitirirken, selâmla bitirir. İns, cin, melek, bütün şuurlu varlıklar, onun selâmını alır. O, görmediği bu varlıklarla da selâmlaşır. Mü’minin dışında hiç kimse, şimdiye kadar selâmlaşmayı bu denli yaygın hâle getirmiş değildir.
İslâm’a; namaz, oruç, zekât, hac ve kelime-i şehadet gibi rükünleri yerine getirmekle girilir. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın “Topluca silme giriniz.”298 emrine ittiba ile, silm ve selâmet deryasına yelken açmak demektir. O deryaya kendisini salan insanın ise, her hâli silm ve İslâm kokar. Bu duruma gelmiş bir insandan da, hiç kimse iyiliğin dışında herhangi bir hareket ve bir muamele görmez.
Niçin El ve Dil?
Efendimiz’in her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu olan ifadesinde de kullanılan her kelime, dikkatle seçilmiştir. Görülüyor ki burada da yine elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer azaların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya vicahî, yüz yüze veya gıyabî yani arkadan olur. Vicahî zararı el, gıyabîyi de dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da gıyabında onun gıybetini yaparak, hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da hakiki mü’minden hiçbir zaman sâdır olmaz. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep hakkaniyet ve mürüvvetle davranır.
Ayrıca Efendimiz, lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabele imkânı ihtimal dahilindedir. Hâlbuki, arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, ekseriyetle karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararların takibi, vicahî olarak yapılmak istenenlere nisbeten daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. Diğer taraftan, bu ifadede, Müslümanın Allah katındaki değer ve kıymetine de işarette bulunulmuştur. Müslüman olmanın Allah katında öyle bir değer ve kıymeti vardır ki, bir başka Müslümanın ona karşı elini ve dilini kontrol altında bulundurması gerekmektedir.
Cihanşümul emniyet ve esenlik düşüncesiyle gelen İslâmiyet’in önemli bir ahlâkî buudu, Müslüman ferdin, maddî-mânevî kendine zarar veren şeylerden uzaklaşması ise, diğer ehemmiyetli bir derinliği de, az dahi olsa başkalarına zarar vermemektir. Zarar vermek bir yana, Müslüman toplumun her kesiminde emniyet ve güveni temsil etmektir.
Evet, Müslüman, sinesinde taşıdığı emniyet duygusu ve yüreğinin güvenle atması ölçüsünde hakikî Müslümandır.. ve hakikî bir Müslüman da gezip-dolaştığı, oturup-kalktığı hemen her yerde “es-Selâm” kaynaklı bu hisse tercümandır: O, mü’minlere uğradığında selâm verir, emniyet soluklar.. onlardan ayrılırken esenlik diler, ayrılır.. namazın tahiyyatlarını selâmlarla süsler.. ve Hakk’ın huzurundan ayrılırken de mü’minleri selâmlayarak ayrılır. Artık, bütün hayatını böyle selâm yörüngesinde sürdüren bir insanın, kendi temel düşüncesine rağmen, emniyete, güvene, sağlığa ve maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî selâmete ters bir yola girmesi, kendine ve başkalarına zarar vermesi herhâlde düşünülemez…
Hadisle alâkalı bu kuşbakışı ilk mülâhazadan sonra, yine onun ruhundan fışkıran şu hususlara da bir göz atıp geçelim:
a– Hakikî Müslüman, yeryüzünde cihanşümul sulhün en emin temsilcisidir.
b– Bir Müslüman, ruhunun derinliklerinde yaşattığı bu yüksek duyguyu her yerde soluklar-gezer.
c– O, eza, cefa etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selâmetin remzi olarak hatırlanır.
d– Onun nazarında, elle yapılan tecavüz ile gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır.
e– Bir mü’min bu günahlardan bazılarını irtikâp etse de yine mü’mindir ve dinden çıkmış sayılmaz. Yani akidemizce küfür-iman arası bir mevki söz konusu değildir.
f– Her meselede olduğu gibi, iman ve islâm meselesinde de, himmetler âli tutulup kemâlât-ı insaniyeye yani herhangi bir Müslüman değil, kâmil mü’minliğe talip olunmalıdır… gibi pek çok şey o mu’ciz-beyan lisanda tek bir satıra sıkıştırılmıştır.
Hadisin, muhacirle ilgili bölümüne yukarıda kısaca temas ettiğimiz için o kadarla iktifa edip, Efendimiz’e ait bir başka nurlu beyana intikal edelim.
9. Mâlâyaniyâtı Terk, İslâm’ın Güzelliğindendir
İki Cihan Serveri buyuruyor ki: مِنْ حُسْنِ إِسْلَامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَا لَا يَعْنِيهِ “Müslümanın islâmiyetine ait güzelliklerindendir mâlâyanîyi terk etmesi…”299
Elbette ki, sadece böyle bir tercüme ile Efendimiz’e ait bir sözün derinliğini anlamak, bu kısa ifadenin şümulünü kavramak mümkün değildir.
Hadiste; mü’minin islâmiyetinin, ihsan ve itkana ulaşabilmesinin sırrından bahsedilmektedir. Yani pratikte ve dış yönü itibarıyla, sağlam, arızasız ve kusursuz bir seviyeye; iç yönü itibarıyla da ihsan sırrını temsile ulaşmış bir mü’min, mutlak surette, mâlâyaniyâtı terk etmelidir.. terk eder de…
İçteki Ciddiyet Dışa Akseder
Ciddiyetsiz ve laubali insanların ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddî gibi görünebilir; fakat eğer iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddîliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. Meğer ki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter hâline gelmiş olsun! Temrin ve sıkı kontrolle bu seviyeyi yakalamak mümkündür. Eğer böyle bir temrin ve kontrol varsa “olma”, “görünme”nin önüne geçer.. bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. Yani insan, şuurunun ve zihin altının çocuğudur. Onlardan kaçıp kurtulamaz.
Meseleyi şöyle toparlayabiliriz: İçte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddî olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.
Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir: “Denilen kişi her yönüyle hilâfete lâyıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Hâlbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”300
İnsanları idare durumunda hilafet ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma mânâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi?
Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddî olabilir ki?
İhsan Şuuru ve Ciddiyet
Cümlenin başındaki “Min” harf-i cerri “hasr” ifade eder. Bununla, Müslümanın ihsan sırrına ermesi için gerekli olan bir yoldan bahsedilmektedir. O da laubaliliği terk etmektir. Ciddiyet kazanılıp laubalilik terk edilmedikçe, bir insanın ihsan şuuruna sıçraması mümkün değildir.
Cibril hadisinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Resûlü’ne gelen Cibril, evvelâ imanı, sonra islâmı sormuş ve bunlara Allah Resûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de ona şu cevapla mukabele etmiştir:
اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”301
Bu mertebeyi yakalama da, ancak a’zamî takva, zühd ve vilâyet ile olabilir. İnsan, evvelâ o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye hâline getirmeli; sonra da oraya götüren yolları bir bir denemelidir.
Allah, insana şah damarından daha yakındır.302 Bir şairin dediği gibi, insan, O’nu taşrada ararken, O, can içinde candır. “Ben taşrada ararken, O can içinde can imiş.” Bir başka şairimiz de şöyle der:
“Mâverâdan bekliyorken bir haber
Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evrilip çevrilmekte.. ve her şey, O’nun tecellîlerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır.
Her İşte İtkan
İnsanın vicdanını, böyle bir ihsan şuuru sardığında, artık onun davranışlarına itkan hâkim olur. Zaten Cenâb-ı Hak da, işin sağlam yapılmasını istemekte ve sağlam işi sevmektedir.
O, Kur’ân’da diyor ki :
وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ
“De ki: Amel edin! Amelinizi Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecektir. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.”303
Yani yapılan bütün ameller, Allah’ın, Resûlü’nün ve vicdanları hüşyar mü’minlerin teftişinden geçecektir. Onun için her amel, teftişe göre yapılmalıdır ki, sahibini utandırmasın. Bu da, yapılan amelin çok sağlam yapılmasını zarurî kılmaktadır. Böyle bir amele muvaffak olabilmek de, ancak içten “ihsan”a ulaşmakla mümkündür. İnsan, iç âlemi itibarıyla böyle derinleşebildiği ölçüde, davranışları da çok mükemmel olacak ve bu insan, asla laubaliliklere düşmeyecektir. Böylece de İslâm’ın güzelliklerini elde etmiş, başka bir ifadeyle, güzel olan İslâm’ı yaşamış, zatında güzel olan İslâmiyet’in güzelliğine uygun bir kemalât arşına taht kurmuş olacaktır.
“Mâlâyanî”, insanı hiçbir zaman alâkadar etmeyen, gereksiz ve onun ne bugünü ne de yarını için hiçbir faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olması demektir. Öyle ki, meşgul olduğu şeylerin, ne şahsına, ne ailesine ne de milletine hiçbir faydası yoktur.
İşte İslâmiyet’teki güzellikleri yakalayabilmiş biri aynı zamanda laubalilikten de uzaklaşmış demektir. Öyleyse bu hadis, aynı zamanda insana, ne yapması gerektiğini de öğretmektedir. İnsan daima, yüce ve yüksek meselelerle meşgul olmalı, uğraştığı her mesele ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla, hem kendine, hem ailesine hem de cemiyete faydalı bulunmalıdır. Bir cihetle, ciddî insan olmanın tarifi de budur…
Sözün burasında, hadisten teşemmüm ettiğim ince bir meseleyi de arz etmeden geçemeyeceğim:
Mâlâyaniyât Nedir?
“Mâlâyaniyât” ile meşgul olan bir insan, fırsat bulamaz ki “Mâyanî: kendisini ilgilendiren” şeylerle meşgul olabilsin. Devamlı surette, hiç kendisini ilgilendirmeyen iş ve düşüncelerle dopdolu olan bir insan, kendisi için gerekli ve onu yakından ilgilendiren meselelere vakit bulamaz ki onlarla meşgul olsun…
Henüz kendi çizgisini bulamamış ve frekansını tutturamamış bir insanın, o frekansta doğru bir şeyler yapması düşünülemez. Mâlâyanîlerle dolu olan bir insanın, “mâyanî”ye açık olması mümkün değildir. Evet kalbi ve kafası sakat şeylerle memlû (dolu) bir insan, nasıl ulvî ve sağlam şeylerle meşgul olabilir ki?
İşte Allah Resûlü, bütün bu mânâları üç-dört kelimelik bir cümlede ifade ediyor. Ben, onu izah ederken fazla bir şey söylemiş sayılmam. Sadece, o granit yapılı söze, birkaç ifade kazması indirdim. Size gelip ulaşan da ondan kopan bir iki parça oldu. Belki onları da, vicdanlarınıza sindirecek ölçüde beyan edemedim. Ancak, benim ve benim gibilerin bu âcizliği dahi, Allah Resûlü’nün ifade ve beyandaki gücünü ispat etmektedir. Çünkü bizler, Efendimiz’in söylediği bir sözü anlamaktan dahi âciz bulunuyoruz. Hâlbuki O, bu sözleri hiç düşünmeden söylüyordu. Bizim düşünce dünyamızı zorlayan bu muhteva ve bu mânâ yüklü sözler, O’nun normalde konuştuğu sözlerdi. Bu mazhariyet, acaba, fetanetten başka ne ile izah edilebilir? Deha kelimesi böyle bir hasleti anlatmanın yanında ne kadar sönük kalmaktadır!.
10. Sabır
Buhârî ve Müslim müttefikan şu hadisi naklederler:
إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى “Sabır, ilk toslamada olandır.”304
Kabir Ziyareti
Efendimiz, kabristanlarda cahiliyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, mü’minleri kabristanlara gitmekten men etti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırdı ve: “Ben, sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Bundan böyle kabirleri ziyaret edin!”305 buyurarak, kabir ziyaretini teşvik etmişlerdi. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. Zaten O Mürüvvet Âbidesi de, sık sık kabir ziyaretinde bulunur ve her hafta hiç olmazsa bir kere Uhud şehitlerini ziyaret ederdi.
Kabir ziyaretlerinden birinde, bir kadının, evlâdının kabri başında, feryâd u figân edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarfetmekte olduğunu gördü.. gördü ve kadına yaklaşarak nasihat etmek istedi. Kadın, Efendimiz’i tanımıyordu. “Git başımdan!” dedi, “Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!.” Efendimiz de hiçbir şey söylemeden kadının yanından ayrıldı. Orada bulunanlar, kadına onun Allah Resûlü olduğunu söyleyince, kadın daha müthiş bir sarsıntı ile sarsıldı. Çünkü bilmeden Allah Resûlü’ne karşı saygısızlık etmişti. Koşarak Efendimiz’in hanesine geldi. Kapıyı vurmadan içeriye girdi, Efendimiz’den özür diledi. Allah Resûlü de ona, cevab-ı hakîm olarak şunu söyledi: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin zamandır.”306
Allah Resûlü, şu dört kelimelik ifadesiyle, ciltlerle ancak anlatılabilecek bir meseleyi, mucizevî bir belâgatla anlatmış oluyordu.
Sabrın Çeşitleri
Musibete karşı sabır, günahlara karşı direnmede sabır ve ibadet üzere ısrarda sabır…
Her gün beş vakit namaz, senede en az bir ay oruç, muayyen miktarda zekât ve kulluğa müteallik diğer bütün emirler, ancak sabırla yerine getirilebilir. Bunlar, insan ömrünü disipline eder ve ötelere göre bir boya çalar. Böyle bir hayat, bütünüyle nuranîlik çizgisinde geçer; ömür bereketlenir ve Cennet’i semere verir. Onun için insan, dişini sıkacak, ibadetler üzerine sabredecek ve böylece hayatını ışıl ışıl nurlandıracaktır.
Sabır kelimesiyle “Sabir otu” aynı kökten gelen kelimelerdir. Sabir otunun zehir gibi acı olduğu söylenir. Tıpta ilaç sanayiinde de kullanılmaktadır. İşte sabır, bu sabir otunu yutmak kadar acıdır. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibarıyladır. Neticesi her zaman tatlı olmuştur.
Durum Değiştirmek
Sabretme, dişini sıkma, dayanma, metanet gösterme, sarsılmama, irkilmeme, irade felcine uğramama, her gün zehir-zemberek hâdiseleri sineye çekme ve dayanma elbette kolay bir iş değildir. Ancak, bütün bunlar ilk musibet şoku ânında yapılmalıdır. Çünkü, yer değiştirme, başka bir vaziyete intikal etme, psikolojik olarak her zaman insanın ruh hâletinde değişiklik hâsıl eder ve onu sarsan hâdiseleri unutturur.
Diyelim ki, başımıza bir musibet geldi. İlk bakışta, bu musibete dayanabilmemiz mümkün değil gibi… Hemen bu şoku atlatmanın çaresine bakmalıyız. Bu da ya bulunduğumuz durumu değiştirerek ki, ayakta isek oturarak, oturuyorsak yatarak.. veya yapmakta olduğumuz işin keyfiyetini değiştirerek; meselâ, abdest alarak, namaz kılarak veya en azından konuştuğumuz mevzudan uzaklaşarak.. veyahut da bulunduğumuz mekândan ayrılarak, başka bir atmosfere sığınmakla olur. Bazen de bir nebze uyumak, şoku atlatmamıza yetebilir. Hangi şekilde olursa olsun, hâl, durum veya mekânda yapılan bu değişiklikler, şokun tesirini kırar ve tahammül edilemez gibi görünen musibeti az dahi olsa hafifletir.
Sabır, ibadetlere devam etme hususunda da çok lüzumludur. İlk anda, yeni namaza başlayan bir insan için, bu ibadet çok ağır gelebilir; fakat biraz sabreder de ruhu namazla bütünleşirse, artık bir vakit namazı kılamama, o insan için dünyanın en büyük ızdırabı hâline gelir. Oruç, zekât, hac gibi ibadetler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Düşünün ki, hac gibi meşakkatli bir ibadeti, bir kere îfa edenler, her sene gitmek için âdeta kendilerini yerler. Hatta bazen konulan tahdit, onları çılgına çevirir. Bu denli ibadet sevgisi, bir bakıma onun ilk ağırlık şokunu atlatması demektir. Bu hemen bütün ibadetlerde de böyledir.
İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günah ilk tosladığında gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o şoku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye, “İlk bakış lehine, gerisi aleyhine.”307 buyurmaktadır. Yani, insanın gözü günaha kayabilir. Ama o, hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Fakat ikinci ve daha sonraki bakışlar, zehirli birer ok gibi insanın kalbine ve ruhuna saplanır, insanın hayalinde bulantılar meydana getirir.. iradesi mânevî gerilimini kaybeder. Zira her harama bakış, bir yönüyle harama girme yollarını kolaylaştıran birer davetiye hükmündedir. Dolayısıyla da her bakış, bir başka bakışı davet eder.. artık o insan, harama yelken açar ve dönüşü çok zor bir yolculuğa açılır.
İşte bu duruma gelmeden, haramın ilk tosladığı anda sabredip haramdan yüz çevirme, harama karşı gözlerini yumma, Allah Resûlü’nün bize tavsiye ettiği altın öğütlerdendir.
Epiktetos’un bir sözü vardır: “Fena hülyalar, seni hayallerinde yakalayınca, ilk fırsatta hemen uzaklaşmaya çalış. Sonra götürüldüğün yerden geriye dönemezsin.” Onun bu ifadesi de ilham yüklüdür. Eğer, Allah Resûlü’nden sonra yaşamış olsaydı, mutlaka ilhamını Allah Resûlü’nden aldığını söyleyebilirdik…
İnsan, harama karşı böyle davrana davrana, bu onda bir huy, bir karakter hâline gelir. Zira, yaptığı egzersizlerle kalbinde hâsıl olan imanın nuru, Cehennem’den bir kıvılcım durumunda olan günahlara karşı âdeta bir sütre olur. Öyle ki artık harama bakmama, onun asıl ve fıtrî davranışları arasına girer. Aksi bir durum aklına gelse, hemen parmağını, gönül peteğindeki iman balına batırır ve bu sağlam mülâhaza sayesinde tattığı aşkın tadıyla kendini bu mânevî atmosferden uzaklaştıran her şeyden kaçar. Bu durumda olan bir insanın, iradî olarak günaha girmesi pek düşünülemez.
Her musibetin kendine göre bir şoku vardır. O atlatıldığı zaman, musibet rahmete, elemler lezzete, dertler de zevke inkılâp eder… Böyle bir sinede artık ızdırap dinmiş, yerini de sonsuz bir neşeye terk etmiştir. Ancak bütün bunlar, ilk şok ânının başarıyla atlatılmasına bağlıdır. Bu kadar tafsilatlı, derin bir mevzuu Allah Resûlü sadece dört kelime ile ifade buyurmaktadır: “Sabır, ilk toslama ânında olandır.”
11. Yüksek El (Veren) Olmak
Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste de Efendimiz şöyle buyuruyor: اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى “Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.”308
Yed-i ulyânın, veren ve infak eden el, yed-i süflânın da alan el olduğu, yine doğrudan doğruya Efendimiz’in yorumudur.309 Realite olarak, veren elin üst, alan elin de alt sayılmasının yanında, infak edene râci sevap ve fazilet bakımından, verenin alanın üstünde olduğuna da işaret buyurulmaktadır. İnsanın şeref ve haysiyeti açısından bunlardan biri “ulvîlik” ise, bazı durumlarda diğerine de “süflîlik” denebilir ki, selim tabiatları vermeye teşvik ve almadan tenfir etmek bakımından, üslûp fevkalâde ve bu üslûba esas teşkil edecek malzeme de, değiştirilemeyecek şekilde yerli yerindedir.
Ayrıca, verme ameliyesinin havada kalmaması ve mutlaka bir alıcının bulunması lâzım geldiği için de, veren elin hayırlı olmasını ifade ile iktifa edilmiş ve “Alan el şerlidir.” denmemiş.. aksine az hayırlı olduğu ifhâm edilerek; bazı şerâit dahilinde alma ameliyesinin mahzursuzluğuna da tenbihte bulunulmuştur.
Bütün bu mânâlar mahfuz olmakla beraber; bu hadisi, “Veren el, alan elden üstündür.” şeklinde tercüme etmek eksiktir. Zira, hadiste kullanılan kelimeler, bizim tercüme ettiğimiz kelimelerin karşılığıdır. Efendimiz, bu ifadelerinde mecazî bir üslûbu tercih etmiştir. Onun için sadece “veren el” veya “alan el” ifadeleri, bu mânâlardan olsa olsa bir tevcih olabilir; fakat kat’iyen bütünü değildir.
Evvelâ, burada cüz zikredilip küll murad edilmiştir. Yani elden kastedilen, bizzat insanın kendisidir. Bu mânâ ile “Veren insan, alan insandan hayırlıdır.” mânâsı kastedilmiştir.
Bazen Alan Hayırlıdır
İkincisi: Arapça’da veren اَلْمُعْطِي ; alan ise اَلْاٰخِذُ kelimeleriyle ifade edilir. Eğer Allah Resûlü, bu kelimeleri اَلْيَدُ kelimesine sıfat yapsaydı, o zaman “Veren el alan elden hayırlıdır.” dememiz uygun olurdu. Hâlbuki Allah Resûlü, “veren” veya “alan” elden değil de “üst” ve “alt” elden bahsetmektedir. Bu ifadeden de şöyle bir nükte hatıra gelmektedir: Her zaman veren el, alan elden hayırlı değildir. Bazı hallerde, alan el, çok daha hayırlı olmasa da, mecbur kaldığı için veya verene sevap kazandırmak kastıyla alıp yerinde sarfettiği takdirde veya veren minnet ediyorsa böyle durumlarda hayırlı ve üst el, alanın elidir. Veren zâhiren üstte olsa dahi, hakikatte belli bir ölçüde alttadır.
Öyle insanlar vardır ki, fukara-i sabirîndendir. Saçı başı dağınık ve meclislerde hep irdelenmektedirler. Kapı çalsalar onlara kapılar açılmaz. İki Cihan Serveri’nin beyanı içinde onlar, herhangi bir mevzuda Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ b. Mâlik bunlardandır.310 Müslümanlar harpte sıkışınca Berâ b. Mâlik’e müracaat eder ve galip gelineceğine dair ona yemin ettirirlerdi. O da yemin ederdi ve galip gelinirdi.311 İşte alan el, böyle bir insan da olabilir…
Ashaptan Sevbân, çok fakirdi. Bununla beraber Allah Resûlü ona, hiç kimseden bir şey istememesini tavsiye etmişti. O günden sonra o, kimseden bir şey istemedi. Hatta, devesine binmiş giderken bazen kamçısı yere düşerdi de, o, kimseden istememek için hemen devesinden iner ve kamçısını bizzat alır sonra da tekrar devesine binerdi.312 İşte bazen onun gibi bir insana da bir şey verilmiş olabilir.. ve bu, sanki temessül etmiş Cibril’e bir şey vermek gibidir. Hiçbir zaman, alan durumunda olan bu ve bunlar gibi şahıslar, verenlerden daha aşağı değillerdir. Zira, Hz. Âişe Validemiz ve Hz. Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadisten anlıyoruz ki, böyle insanlara bir şey verilirken, evvelâ o verilen şey keyfiyetsiz, kemmiyetsiz Cenâb-ı Hakk’ın eline konmaktadır. Ve verilen insana o şey, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından verilmektedir.313
Tavsiyeler
Allah Resûlü, bu ifadeleriyle bize şu tavsiyede de bulunuyor: “Kendinizi daima aziz tutun. Dilencilikle nefsinizi hor ve hakir kılmayın. Hem fert hem de devlet planında, hiçbir zaman “alan el” durumuna düşmeyin, her zaman “veren el” olma durumunu korumaya çalışın. Böylece hep üstte olur ve izzetinizi korursunuz. Şunu unutmayın ki, üst daima emniyet içinde döker-saçar, alt ise endişeyle toplar, endişeyle yaşar. Siz, hâkim el olun, mahkûm el olmayın. Üstte olursanız, hâkim el olursunuz.”
Devletlerarası Ölçü
Bu hadis bizim için, devletlerarası münasebette de, yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçü durumundadır. Eğer biz, üst el olabilirsek, devletlerarası muvazenede bize de bir yer düşecektir. Böylece süper güçler tarafından sömürülen insanımız belini doğrultma fırsatını bulacak ve kurtulacak; aksine, hep sömürülen, hep hakir görülen insanlar olma durumundan kurtulamayacaklardır. Günümüzde umumî manzara, arz ettiğimiz hususların en açık belgeleriyle dolu.. süper güçler, göstermelik olarak verdikleri üç-beş kuruşu, o milletlerin kanını emerek, onları iliklerine kadar sömürerek geriye almaktadırlar ve bugün biz, “alan el” olma zilletini acı acı yaşamakta ve çaresizlik içinde yutkunmaktayız. Öyleyse hem fert olarak hem de millet olarak bize düşen şey, çalışma, gayret gösterme ve bütün İslâm âleminin, hatta bir ölçüde bütün insanlığın bizden beklediklerini yapıp edip ortaya koymaktır.
Burada da yine çok kısa ve veciz ifadesiyle Allah Resûlü, anlattığımız bu şeyler gibi kim bilir daha hangi hususlara işaret buyurmaktadır?..
12. İltifat Edilmeyecek Üç Zümre
İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste:
ثَلَاثَةٌ لَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ: اَلْمُسْبِلُ إِزَارَهُ وَالْمَنَّانُ الَّذِي لَا يُعْطِي شَيْئًا إِلَّا مَنَّهُ، وَالْمُنَفِّقُ سِلْعَتَهُ بِالْحَلِفِ الْكَاذِبِ
“Üç zümre vardır ki, Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz.. ve onlara can yakıcı bir azap vardır: Elbiselerini sürüyerek yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve malına yalan yeminle revaç verip satmaya çalışan…”314
Meal Bir Mirsaddır
Arz ettiğimiz bu Türkçe metin yukarıdaki hadisin kısacık bir mealidir. Mealler, sadece bir mirsad ve ölçüdürler. Onlarla hakikat aranır ama onlar hakikatin kendisi olamazlar. Kur’ân’ı dahi mealde arayanlar ne büyük bir yanlış ve yalana takılıp kalmışlardır. Çünkü Kur’ân’ın Allah tarafından indirilen şeklinde mucizelik vardır. Onu meal hâline getirdiğinizde, derisi yüzülmüş bir nesneye benzetmiş olursunuz. Onun için, esas olan, Kur’ân ve hadisin bizzat kendi orijinal lafızlarıdır. Binaenaleyh, biz de yukarıda zikrettiğimiz hadisin lafzı üzerinde bir nebze durarak, anlatılmak istenen hususa zihni yaklaştırmaya çalışacağız. Zaten, bizim bütün yaptığımız, o nur fevvaresi etrafında dönüp durmaktan ibarettir. Bu, bir seyr-i aklî ve zihnîdir. Dua ve niyazımız, Cenâb-ı Hakk’ın bizleri seyr-i ruhânîde muvaffak kılmasıdır.
ثَلَاثَةٌ “Üç” mutlak olarak bırakılmıştır. İsterseniz siz buna, erkek veya kadın, isterseniz zümre veya cemaat diyebilirsiniz. Ve yine bu üç kişi veya zümreden maksadın, âlimler ya da cahiller olduğunu söyleyebilirsiniz. Burada esas üzerinde durulması gereken husus, bunların kimliklerinden çok, vasıfları olduğu için, hadiste bu mesele tasrih edilmeyip mutlak bırakılmıştır.
ثَلَاثَةٌ nekre bir kelimedir. Sonundaki tenvin, nekrelik ifade eder. Demek ki bunlar belirsiz ve meçhul insanlardır. Onlar öyle belirsiz insanlardır ki, onları belli edecek bir kimlikleri yoktur. Onlar hor ve hakir insanlardır. O kadar hor ve hakirdirler ki, onlara değer vermeye değmez. Nasıl ki Cenâb-ı Hak, onların yüzüne bakıp onlarla konuşmaz; öyle de sizler de, merak edip onlarla konuşmaz ve onları tanımayı değerli bulmazsınız. Onlar, kalıplarıyla değil, kalbleriyle yenik düşmüş.. ve vicdanları, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş kimselerdir. Yüce ve yüksek yerlere karşı içlerinde zerre kadar istidat yoktur. Süfliyet çukurunda yuvarlanıp durmaktadırlar…
Bu “üç” kelimesinin hemen ardından, üç tane de geniş ve gelecek zamana delâleti olan fiil zikrediliyor. Bu üç fiil, bu üç zümre için karanlık bir tablo çiziyor. İnsan daha üç denince hemen, bu “üç”ün sırtına binip, o üç zümrenin karanlık akıbetini seyrediyor gibi oluyor.
Üç Mahrumiyet
Mükâleme Mahrumiyeti
İlk fiil, لَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ cümlesinin başındaki fiil-i muzaridir. Fiil-i muzarinin ise, hem geleceğe hem de geniş zamana delâleti vardır. Kendisinde hitap çiçeği açan ve Allah’a muhatap olma istidadı verilen insanla, Allah konuşmayacaktır. Felaket, işte bu ilk cümle ile başlamaktadır. Rahmân sûresinde; Allah, onda beyanı yarattığını bir nimet, bir minnet olarak söylediği hâlde, gör ki, şimdi Allah (celle celâluhu) bu insanla konuşmayacaktır. Hâlbuki, insanın konuşması, Cenâb-ı Hakk’ın mütekellim oluşunun bir delilidir. Kendi konuşmasına delil olan ve konuşan insan, öyle bir duruma düşmüştür ki, Allah (celle celâluhu) onu kendisine muhatap kabul edip konuşmamaktadır.
İnsanın, en çok konuşmaya ve derdini anlatmaya muhtaç olduğu bir günde ona, sözünün dinlenmemesinden daha büyük azap olabilir mi? O, medet istemekte ve çırpınıp durmaktadır. Ancak, onun yardımına koşacak yegâne Zât onu hiç mi hiç dinlememektedir. Kur’ân-ı Kerim bu tabloyu anlatırken قَالَ اخْسَؤُوا فِيهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ “Kesin sesinizi ve benimle konuşmayın.” der.315 Çünkü sizin konuşma yeriniz dünyada idi.. orada konuşacak ve “üns billâh”ı yakalayacaktınız. Dünyada iken Cenâb-ı Hakk’a enîs olmadınız. Bugün de O, sizin enîsiniz değildir.
Nazar-ı İlâhî Mahrumiyeti
İkinci tablo ise وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ “Allah onlara bakmaz.” Onların, en çok rahmet nazarına muhtaç olacakları o günde, Cenâb-ı Hak, onlara kat’iyen rahmet nazarıyla bakmayacaktır. Bazı yüzler beşaşet içinde pırıl pırıl parlarken, bazı yüzler de o gün asık ve abûs olacaktır.316 Hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet nazarıyla bakmadıkları, bu ikinci grup insanlardır.
Herkes ismiyle çağrılırken, herkes bir vesileyle kurtuluşa ererken, kendilerine bakılmayan bu insanların durumu ne kadar feci, ne kadar ürperticidir!
Kâ’b b. Mâlik’in, çok kısa bir süre için cezalandırılarak Allah Resûlü tarafından böyle bir muameleye tâbi tutulması, hem ona hem de vak’ayı duyanlara ne kadar giran gelir.317 Hâlbuki sözünü ettiğimiz kimseler bu akıbete ebedî olarak müstehak olacaklardır. Aman Allahım! Cehennem dahi bu kadar korkunç olamaz. Rahmeti sonsuz bir Rabb’in, insana bir an dahi bakmaması, ne büyük bir azap, ne korkunç bir akıbettir!.
Ne diyebiliriz ki? İnsanlar, hep yaptıklarının karşılığını bulacaklardır. Hayır yapanlar hayır, şer işleyenler de şerle karşı karşıya kalacaklar.
Tezkiye Mahrumiyeti
Üçüncü durum ise, وَلَا يُزَكِّيهِمْ “Allah onları temizlemez veya temize çıkarmaz.”
İnsanlar, burada temizlenip, oraya tertemiz gitmelidirler. Temizleme ameliyesi dünyada yapılır. Ahirette ise, insanı ancak Cehennem temizler. Onun için Cenâb-ı Hak onları tezkiye de etmeyecektir.
İnsanlar, imtihan turnikesine bir kere girer ve on ikiden vurma imkânını bir kere elde ederler. Kendisine verilen bu fırsatı değerlendiren kazanır, ihmal eden de kaybeder. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur.
Hz. Eyyub’un maddî hastalıklarına bedel ruh, vicdan, latîfe-i rabbaniye, sır, hafî, ahfâ, bütün his ve duyguları hırpalanmış, delik deşik olmuş zavallı insan, o gün bu perişan hâline bakacak, acaba temizlenebilir miyim diye ümide kapılacak. Ne var ki, bu üç sınıfa ait insanları Cenâb-ı Hak orada temizlemeyecektir.
Akıbet: Azab-ı Elîm
Ve akıbet: وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Onlar, hemen bir adım daha attıklarında karşılarına çıkacak tek şey, o korkunç azaptır. Öyle bir azap ki, can yakan, insanın iliklerine kadar işleyen bir azap. İşte onlar, kendilerini böyle bir azabın gayya ve girdabında bulurlar…
Böyle bir akıbete dûçâr olacak olan şu üç zümre kimlerdir? Kimdir onlar ki, Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzlerine bakmayacak ve onları asla temizlemeyecektir? Ve kimdir onlar ki, onlara can yakıcı bir azap hazırlanmıştır?
Hadisin buraya kadar olan kısmını okuyan bir insanda, müthiş bir merak uyanmıştır.. ve şimdi o, bütünüyle dikkat kesilmiş, bu üç meçhul zümrenin kimliğini öğrenmek için, bütün tecessüs gücünü harekete geçirmiştir. Allah Resûlü sözlerine devamla: اَلْمُسْبِلُ إِزَارَهُ “Eteklerini sürüye sürüye gezen.” demektedir. Bu söz, kibir ve gururdan kinayedir.
Roma, Yunan ve Grek tarihlerinde, eteklerini sürüye sürüye gezen insanların resimlerini görürsünüz. Mevzu ile alâkalı çevrilmiş filmlerde bu daha da açık görülür. Ancak, esas olan etek sürümek değil, bu işin bir gurur ve kibir alâmeti olarak simge hâline getirilmesidir. Zaten hadiste kastedilen de budur.
Kibir ve Gurur
Gurur ve kibirin nasıl kötü bir illet olduğu ve nasıl kötü neticeler doğurduğu birçok âyet ve hadiste ayrı ayrı ele alınıp işlenmiştir. Meselâ, bir hadislerinde Efendimiz: “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan insan Cennet’e giremez.”318 buyurmuşlardır.
Çünkü, kalbinde zerre kadar kibir ve gurur bulunana Allah (celle celâluhu) hidayet yollarını tıkamıştır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ında şöyle buyurmaktadır:
سَأَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَبِيلًا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلًا ذٰلِكَ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onları anlamayacaklar). Onlar, bütün mucizeleri görseler yine de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinirler. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.”319
Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, idrak edip anlayamaz. Zira, basiret körleşince idrak adına basar da hiçbir işe yaramaz.
Büyüklük ancak Allah’a mahsustur. Günde beş defa minarelerden ilan edilen bu hakikatin bir başkasına izafesi nasıl hoş görülebilir ki?
Bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي، فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ
“Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda münakaşaya kalkışırsa onu (başaşağı getirir) Cehennem’e atarım.”320
“Kibriya”; büyüklük, ululuk demektir, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. İnsan için, iç ve dış elbiseler ne ifade ediyorsa –keyfiyeti bizce meçhul– Cenâb-ı Hak için de kibriya ve azamet aynı şeyi ifade eder. Bu iki sıfatı Cenâb-ı Hak’la paylaşmaya kalkanı Allah, hakkıyla paylar ve Cehennem’ine atar.
Kibirli kalbe iman taht kuramaz. Başka bir ifadeyle, Allah’tan başkasının taht kurduğu bir kalbe, Allah’a iman gelip oturmaz. Hareket ve davranışlarıyla, kibri, gururu temsil eden adamın da durumu budur. Hadiste böyle bir insan, “eteklerini sürüye sürüye yürüyen” olarak ele alınmaktadır.
Başa Kakma
İkinci insan veya zümre de, “mennân”dır. Allah (celle celâluhu), ona mal ve mülk vermiştir ki, bu nimetlerden kendisi istifade ettiği gibi, başkalarına da infakta bulunsun, Cenâb-ı Hak da ona, bu infakına mukabil, birine binle karşılık versin. Ancak bu insan, hiç oralı olmamış; infakta bulunmadığı gibi, bazen verse de, onu da başa kakmak ve minnet etmekle iptal etmiştir. Oysaki hem o mal, hem de kendisi Allah’ın mülkü ve memlûkü idiler. Onun bütün vazifesi Cenâb-ı Hakk’ın malını tevzi etmekten ibaret iken o, asıl mülk sahibi gibi insanlara minnet etme sevdasına düşmüştür. Bu ne büyük bir gaflet, bu ne korkunç bir düşüştür!
Allah (celle celâluhu) ona mülk vermiştir. Ancak bu mülkte, başkalarının da hakkı vardır. Hâlbuki bu insan, cimrilik yapmakta, verdiği zaman da başa kakmaktadır. Kendisini eza takip eden sadakadan ise, hiç vermeyip, isteyeni güzelce savmak daha iyidir ki, Kur’ân-ı Kerim: قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَۤا أَذًى buyurmaktadır.321
“Mennân” aynı zamanda cimri insandır. Hâlbuki cimrilik, insanı Allah’tan, Cennet’ten ve diğer insanlardan uzaklaştırır.. uzaklaştırır ve Cehennem’e yaklaştırır. Efendimiz bir hadislerinde cimri hakkında şöyle buyurmaktadır:
اَلْبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللّٰهِ بَعِيدٌ مِنَ الْجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ
“Cimri, Allah’tan uzaktır.. Cennet’ten uzaktır.. insanlardan uzaktır. Cehennem’e yakındır.”322
Fiil Cinsinden Ceza
Hadiste, belâgat kaideleri açısından; “leff ü neşr-i mürettep” vardır. Yani, وَلَا يَنْظُرُ إلَيْهِمْ ibaresi, “mennân”a bakmaktadır. Zira ikisi de ortadadır. Birinci ve sonuncu ifadeler de yine birbirlerine bakarlar. Durum böyle olunca, bu hadisten şöyle bir nükte anlamak da mümkündür: Nasıl ki, mennân, dünyada iken, insanlara rahmet nazarıyla bakmamış, onlarla ilgilenmemiş, bazen verdiğini de başa kakmakla iptal etmiştir; ahirette de, bu yaptıkları cinsinden bir ceza ile karşılaşacak ve Cenâb-ı Hak da ona aynı şekilde muamele edecektir.
Kibir ve gururla yürüyen, eteklerini sürüyen, başkalarıyla konuşmaya tenezzül etmeyen insanlar da, ahirette kendileriyle Cenâb-ı Hakk’ın konuşmayacağını bilmelidirler. Bilmeli ve o cezaya götüren yollarda yürümemelidirler.
Normal zamanda bile yemin etmek doğru değilken, yalan yere ve sırf dünyevî menfaat temini gibi hasis bir duyguya kapılarak yemin etmek ve böylece malına revaç kazandırıp onu satmaya çalışmak, bu da insanı yine karanlık akıbete doğru sürükleyen üçüncü tablodur ki وَلَا يُزَكِّيهِمْ tehdidi de bu hususa bakmaktadır.
Üçüncü zümre وَالْمُنَفِّقُ سِلْعَتَهُ بِالْحَلِفِ الْكَاذِبِ ifadesiyle anlatılmaktadır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bunlar, ticarette yalan söyleyerek kâr etmeyi hesaplamış, yalan yeminlerle halkı kandıracağına inanmış insanlardır. Evet, azaba müstehak olan üçüncü zümre de işte bunlardır.
Allah Resûlü’nün şu “cevâmiü’l-kelim”ine bakın ve şöyle deyin: فَصَدَقَ رَسُولُ اللّٰهِ Her hadisten sonra böyle söylemek bize bir borçtur ve O’nun her ifadesi, bize “Muhammedün Resûlullah” dedirtmektedir.
13. Dil Belâsı ve İffet
İmam Buhârî’nin Sahih’inde rivayet ettiği bir başka hadislerinde Allah Resûlü, şöyle buyurmaktadırlar:
مَنْ يَضْمَنْ لِي مَا بَيْنَ لَحْيَيْهِ وَمَا بَيْنَ رِجْلَيْهِ أَضْمَنْ لَهُ الْجَنَّةَ
“Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir, kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum.”323
Bunu söyleyen, Allah Resûlü’dür. O, bir insanın neye kefil olup neye olamayacağını herkesten iyi bilir. Cennet’e kefil olacağını söylüyorsa, mutlaka olacaktır. Zira, kardeşim deyip bağrına bastığı Osman b. Maz’ûn gibi bir sahabi hakkında birinin, “Cennet kuşu oldun gittin.” gibi sözler sarf etmesine karşı çıkmış ve “Ben, Allah’ın Resûlü olduğum hâlde nasıl bir muamele göreceğimi bilmiyorum, sen onun Cennetlik olduğunu nereden bildin?”324 demişti.
Demek oluyor ki, ağzına ve apışarasına sahip çıkacağına dair söz veren ve verdiği sözde duran bir insana, Allah Resûlü Cennet sözü verirken, bunu heva ve hevesine göre söylemiyor. Mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda bildirdiği bir şeye binaen böyle bir vaadde bulunuyor.
Zaten O, hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ı kendi heva ve hevesine göre konuşturmadı. Böyle bir sukuttan O her zaman muallâ ve müberra bulunmaktadır. Öyle ise dedikleri, ayn-ı hak ve hakikattir, vaad ettiği de günü gelince muhakkak olacaktır.
Eğer sen, iki çene arasındaki dilini koruyabilir ve apışaranı muhafaza ile iffetli yaşayabilirsen, hiç tereddüt etmeden söylüyorum ki şayet ahirette, zebaniler seni derdest edip Cehennem’e doğru götürecek olurlarsa, avazın çıktığı kadar bağırıp, Resûlullah’ın sana kefil olduğunu haykırabilirsin. Senin bu sadâna: Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaat ve kefaleti bir imdat olarak yetişecektir.
Konuşmak Bir Nimettir
Aslında insanın ağzı, beyan nimetine mazhar, değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük bir uzuvdur. Ancak böyle mübarek bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâkete, felakete götüren en zararlı bir alet hâline gelir ve onu mahveder. Ağız ki, insan onunla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Mârufu emir, münkeri nehiy ağızla yapılır. İnsan ağızla, kâinat kitabını ve onun ezelî tercümesi olan Kur’ân’ı tilâvet eder, âyât-ı beyyinâtı ağzıyla okur ve başkalarına anlatır. Bazen, inanmayan bir insanı, ifade ve beyanı vasıtasıyla imana getirir.. böylece üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur.. ve insan, ağzıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkar, sıddîkiyetin zirvesine taht kurar.
Ancak aynı ağız, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta ağızdır. Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisi’ne ağız dolusu sövenler, bu iğrenç günahı ağızlarıyla işlemektedirler. Yalan, gıybet, iftira hep ağızla yapılır ve insan ağızla, Müseylime’nin yalan çukuruna düşer.
İşte Allah Resûlü, sadece bir kelime söylüyor, bir uzva dikkati çekiyor.. işte bu tek kelimede, daha yüzlerce dile getirilmemiş hakikat ve bizim bir nebze işaret ettiğimiz hususlar bütünüyle matvî bulunuyor. “Ağzı meşru dairede kullanın ki, ben de size Cennet’i söz vereyim.” diyor. Bu, “Ağzınızı kapayıp bir köşede oturun.” demek değildir; meşru dairede kullanın demektir.
Konuşmada Edep
Allah Resûlü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo hâline gelivermiştir. O; ahlâk, karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı.
İşte bak, insanlar arasında zikri utandırıcı olan bir uzuv zikredilecekken, Allah Resûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası” tabirini kullanıyor. Ne diyeyim, “Güzellere peyrev olan elbet güzeldir…”
Apışarası
Apışarası çok mühimdir. Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkmasına vesile memnu meyve, onun karşısına bu buudda çıkmıştır. Şu anda âyetin uzun uzadıya tahlili mevzumuz dışı olduğundan bu hususa temas edemeyeceğim. Ancak iki bacak arasının ehemmiyetine dikkat çekmek için bu kadarcık bir işarette bulunup geçeceğim.
Neslin devamı bu yolla olduğu gibi, zina ve fuhuşla, neslin harap olması da yine bu yolla meydana gelmektedir. Zira onun suiistimaliyle soy-sop birbirine karışır ve bütün hukuk sistemlerinde korunması gereken hususların en önemlileri bu sebeple yıkılır gider.
Kim kimin babasıdır? Kim kime miras bırakacak, kim kimden hak talep edecektir? Aile nasıl korunacak, millet nasıl ayakta duracaktır? Bütün bu ve benzeri sorular ancak apışarasında iffetli olmaya bağlıdır. Afîf insanlar ve bu insanlardan meydana gelmiş cemiyetler, kendi iç yapılarını kıyamete kadar devam ettirirlerken; zina ve fuhuş bataklığına gömülen fert ve milletler, mevcudiyetlerini bir batın öteye dahi götüremezler.
Esasen her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da helâl dairesi geniştir ve keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İnsandaki o arzu, en güzel şekilde helâl dairesinde de tatmin edilebilir. Onun içindir ki, Allah Resûlü:
تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمُ الْأُمَمَ “Evlenin, çoğalın. Zira ben sizin çokluğunuzla (diğer) ümmetlere karşı iftihar ederim.”325 buyuruyor. Zira Allah Resûlü, diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğu ile övünecektir. O’nun ümmeti, o kadar çok olacaktır ki, diğer ümmetler ona nisbeten gölgede kalacaktır. İşte ümmetin bu kadar çoğalması, yine apışarasına bağlıdır. Evet o neticeye de ancak bu yolla varılır. Nesepsizler de, nesep üstü nesebe sahip olanlar da hep o yolla gün yüzüne çıkmaktadır. Ve orası, iki zıdda da açık böyle münbit bir arazidir.
İnsanın bu mevzuda helâl yol arayışı ona bir vacip sevabı kazandırır. Allah Resûlü, ashabına bu hususu açıklayınca, sahabi hayretle, bunun nasıl olacağını sordu. Allah Resûlü de tebessüm ederek şu cevabı verdi: “Eğer helâl yolla olmasa idi, haram olmayacak mıydı.”326 Haramı terk ise vaciptir. Öyleyse helâl yolla mübaşeret insana vacip sevabı kazandırır.
Düşünmeli ki, dış yüzü itibarıyla sözü edilince insanları utandıran bu mevzu, nebilerin dahi gelip geçtiği bir yoldur. Eğer Hz. Âdem’e böyle bir duygu verilmeseydi, Kâinatın İftihar Tablosu olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm nasıl vücuda gelecekti? Demek ki, o memnu meyvenin asıl gayesi ve hakikî illeti, Efendimiz’i semere vermesiydi…
“Eğer Hz. Âdem, o memnu meyveye el uzatmakla, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın dünyaya gelmesi arasındaki münasebeti bilseydi, değil el uzatmak, o ağacı köküyle yerdi…” sözünü coşkun bir vaizimizden dinlemiştim…
Amûdî Vilâyet
Bilhassa burada çok önemli bir hususa dikkatinizi istirham edeceğim: Allah Resûlü, iki çene ve apışarası hakkında söz verene, Cennet’i vaad ediyor. Cennet’le müjdelenen müstesna kametler malum.. demek onların dışında da bazı kimseler ihraz ettikleri makam ve kazandıkları kurbiyet haysiyetiyle böyle bir mazhariyeti elde etmiş oluyorlar. Buradaki mazhariyet, ağız ve apışarasını korumanın zorluğundan geliyor.. ve mümkün de; zira, şehvetin bütün vücudu sardığı, benliği kavrayıp ruhu sarstığı bir anda, hatta iradenin gevşeyip fenalığın her türlüsüne açık hâle geldiği bir zamanda, Hakk’ın hatırı için insanın kendisini frenlemesi o kadar önemlidir ki; insanın amûdî olarak zirveleşmesine vesile olabilir ve böyle bir amele muvaffak olan insan, elbette Allah Resûlü’nün kefaleti altına girip Cennetlere uçabilir.
Evet, ısrarla söylüyorum; nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zapturapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen, hatta bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, başkasının senelerce bir posta oturup postnişinlikle elde edeceği füyûzatı bir anda elde edebilir. Yine bu, bir başkasının her gece kıldığı bin rekât namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazandırabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırır. Bunlarla, nafile namaz ve nafile orucun hafife alındığı zannedilmesin.. onlar, önemli birer kurbet vesilesidir ve hep öyle kalacaktır. Biz sadece insanı, insânî kemalâta çıkaracak olan bir diğer vesileyi hatırlatmak istedik.
Cenâb-ı Hak’tan dileyelim, bize, beşeriyet itibarıyla, beş-on insan kuvveti versin ve insanı “evc-i kemâlât-ı insaniye”ye yükselme esaslarıyla donatsın ama; her türlü suiistimalatından da muhafaza buyursun!
İnsanın tehlikelere açık bir fıtratla, tehlikelere açık bir zeminde çizgisini koruması çok önemlidir. Evet, بِحَسَبِ الْمَغْرَمِ الْمَغْنَمُ fehvâsınca çekilen sıkıntı kadar ganimet ve tehlike ölçüsünde de yükselme mevzuubahistir. Ne kadar tehlike zemininde iyi işler görür ve ne kadar uçurum kenarında sorumluluk alırsanız, başarılarınıza da o kadar mükâfat verilir.
Biraz daha açalım:
Meselâ, Allah sizin mahiyetinize bazı muzır maddeler koymuş; gazap, kin, nefret ve şehvet gibi… Ancak, bunların hiçbirisi, hiçbir zaman size hükmedememiş. Aksine siz, daima o müthiş iradenizle onları zapturapt altına almışsınız.. almış ve bir irade ve ruh insanı olarak yaşamışsınız. Farz ve sünnetleri yerine getirmiş.. kalb ve ruhun derece-i hayatını takip etmiş.. Cehennem yolunun cazibedâr güzelliklerine takılmamış ve Cennet yolunun zorluklarına katlanarak rabbanîliğinizi korumaya çalışmışsınız.. ve bir de bakmışsınız ki, nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle beraber aynı iklimi paylaşıyorsunuz.
Zannediyorum, ahir zamanda, şu bin bir fitne içinde, din-i mübine sahip çıkmaya çalışan şu ikinci diriliş cemaatine, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i letâfetle bakmasının arkasında da bu sır vardır… Çarşı-pazar, gayya gibi insanları içine çekip eritmesine mukabil, varlıklarını koruyan, direnen ve dişlerini sıkıp dayanan bu insanlar, gerçekten hemen sahabenin maiyyetinde sayılabilirler. Sahabe, Allah Resûlü’nün arkadaşları, bunlar da O’nun kardeşleridirler. Zira O, asırlar sonra gelecek bu insanlara, kendi yaşadığı devirde iştiyak izhar etmiş, âdeta “Kardeşlerime selâm olsun!” demiştir.327
Evet, sanki Allah Resûlü, bütün asırlarla beraber, bu asrın insanına da hususî olarak “Kim ağzını ve apışarasını korumaya söz verirse, Cennet için ona kefil olurum.” demektedir. Bu söz, öyle insanlara söylenmektedir ki, onlar Cennet’e fevkalâde müştak ve arzulu, Allah ve Resûlü’ne kavuşmaya karşı da alabildiğine sevdalıdırlar. Ve onlar, Allah Resûlü’nün müjde dolu bu ifadesine muvafık hareket ederek, inşâallah ipi göğüsleme azmi içindedirler.
İşte Allah Resûlü, en veciz bir ifadeyle, Cennet’e gidecek yolları bu şekilde izah ediyor ve bu kısacık ifadeyle en ideal fert ve cemiyetin tablosunu resmediyor. Bu kadar uzun bir hakikati, bu kadar veciz bir ifadeye sığdırabilmek, acaba Fetanet-i A’zam sahibi olmaktan başka ne ile izah edilebilir. Evet, Söz Sultanı ancak O’dur ve “cevâmiü’l-kelim” de O’nun sözlerine denir.
14. Hataları Silip Dereceleri Yükselten Ameller
Müslim’in naklettiği bir başka hadiste yine Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır:
أَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى مَا يَمْحُو اللّٰهُ بِهِ الْخَطَايَا وَيَرْفَعُ بِهِ الدَّرَجَاتِ. قَالُوا: بَلَى يَا رَسُولَ اللّٰهِ. قَالَ: إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ وَكَثْرَةُ الْخُطَا إِلَى الْمَسَاجِدِ وَانْتِظَارُ الصَّلَاةِ بَعْدَ الصَّلَاةِ فَذٰلِكُمُ الرِّبَاطُ فَذٰلِكُمُ الرِّبَاطُ فَذٰلِكُمُ الرِّبَاطُ
“Allah’ın, hatalarınızı silip temizleyeceği ve sizi derece derece yükselteceği (önemli) bir hususa delâlet edeyim mi? Ashabı: Evet yâ Resûlallah dediler. O da şöyle buyurdu: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, eksiksiz, tastamam abdest almak, mescitle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak, işte (sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hak’la) irtibatlandırma budur.”328
Şimdi, yine gücümüz yettiği ölçüde bu zeberced söz dizisi üzerinde duralım:
Evvelâ, Allah Resûlü, أَلَا kelimesiyle, sözünün başında tenbih yapıyor ve muhatapları uyarıyor. Zira hadisin devamında anlatılacak olan meseleler, dikkat isteyen meselelerdir. Zaten onların yapılması, ancak dikkat ve uyanıklıkla mümkündür. Bazı davranışlara insan, uyku hâlinde de muvaffak olabilir. Meselâ, bir insan uyuduğu için zina etmese veya uyuduğu için gıybette bulunmasa, en azından böyle günahlara girmemiş olur. Fakat bizim üzerinde durmak istediğimiz davranışlar, bizzat uyanıklık isteyen ve ancak uyanık olanların yapmaya muvaffak olacakları amellerdendir. Onun için, sözün başına tenbih edatı olan أَلَا getirilmiştir.
“Hata” kelimesi de, hadiste dikkat çeken bir kelimedir. Her insan hata işler. Hatta hatası olmadığını söyleyen bir insan, en büyük hatayı yapmış sayılır. Hata işlememek enbiyâya mahsustur; herkes hata işler, hata işleyenlerin en hayırlısı da tevbe edenlerdir.329 İşte burada Allah Resûlü, insanı gayyaya doğru sürükleyen hatalardan kurtulma çaresini haber vermek istiyor.
Sadece hatadan kurtulmak yeterli değil, insanın derece derece yükselmesi ve mesafe alması da çok önemlidir. Aslında hatanın silinmesi de onun bir derece yükselmesi demektir. Diğer yapacağı amellerle de o, ayrı derinliklere ulaşacaktır. Böylece insan menfî-müsbet bu amelleri sayesinde nurdan bir helezon içine girecek ve sürekli nâmütenâhîliğe doğru pervaz edecektir. Zannediyorum, mârifet-i ilâhiye deryasında yelken açmak da bu olsa gerek…
Bu amellerden birincisi, en zor şartlarda abdest almaktır. Ancak bu abdest, arızasız, kusursuz olmalıdır. Karda, kışta, soğukta, bazen suyun abdest alınmaz gibi olduğu anlarda…
İkincisi, mescit yolunda ömür tüketmektir. Böyle bir ömür, bir gün, çürüyen bir çekirdek gibi, ahirette Cennet meyvesi veren bir ağaç hâline gelecektir. Çok uzak mescitlere gitmek ve ayağın hiç mescidden kesilmemesi, bu da ikinci ameldir.
Hedef: Namaz
Üçüncüsü ise, bir namazın ardından iştiyak içinde diğer namazı beklemektir. Bu da, bir başka hadiste de ifade edildiği gibi,330 kalbin mescide bağlı (asılı) olması, demektir.
Namaz, ruhun istirahati, vicdanın tenezzühüdür. Herkesin bir şeye karşı zaaf ve şehveti vardır. Allah Resûlü’nün şiddetli iştiyak mânâsına şehveti ise, namaza karşıdır.331 Onun içindir ki, her defasında Bilâl’e seslenir: أَرِحْنَا يَا بِلَالُ “Bilâl, bizi biraz rahatlat! (İçimize su serp!)”332 der. Ve وجُعِلَ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلَاةِ “Namaz, bana gözümün aydınlığı kılındı.”333 buyurarak bu hususa işaret eder. Zannediyorum, bizim Cennet’e girerken duyacağımız arzu ve iştiyakı, Allah Resûlü, her namaza duruşunda hissediyordu ve onun için de, bir namazdan sonra diğer namazı iştiyakla bekliyordu.
Hadiste üç ayrı şey anlatılıyor. Ancak, dikkat edilirse, bütün bu üç şeyin de namaz etrafında dönüp durduğu hemen anlaşılır.
Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlere karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır.
Namaz, dinin direğidir334 ve sefine-i dini namaz yürütür. O olmayınca, dinin uzun süre ayakta durması mümkün değildir. Namaz, nasıl bizatihî tenbih işidir; öyle de edası da aynı şekilde bir münebbih olarak yerine getirilmelidir. İnsan, namazını kalbi ve duyguları başka bütün meşgalelerden âzâde olarak eda etmelidir. Onun içindir ki, insanın abdest için sıkıştığı bir durumda namaza durması makbul sayılmamıştır.335 Evet, insan, kafası böyle şeylerle meşgulken namaza durmamalıdır. Çünkü o anda insanın kafası iki şeyle meşgul olur ve bu gibi durumlarda ise, ekseriyetle çok önemli hususlar kaçırılmış olur. Ayrıca, böyle bir vaziyette namaza durmada, namaza da hakaret vardır. Zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. O, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, arayı aydınlatsın diye vardır.
Namaza Hazırlık
Diğer taraftan, huzur-u kalble namaz kılmak için yapacağı bütün ön hazırlıklar da, aynen namaz gibi insana sevap kazandırır. Onun için evvelâ, atması gerekli olan şeyleri atacak ve ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girecek ve namazda kendisini meşgul edecek bütün tesirlerden kurtularak, namaza öyle duracaktır. Böylece namaza durma anına kadar geçen her merhale, o insana yine sevap kazandıracaktır. Çünkü onun niyeti, huzur içinde namaz kılmaktır ve mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.336 Düşünmeli ki, bir başkası, bu ihtiyacını görürken sadece ihtiyacını görmüş olur; hâlbuki mü’min ıtrahatında dahi sevap kazanır.. evet onun istincası, istibrası hep sevaptır.
Aslında ihtiyacın giderilmesi, abdestin alınması, insanı ruhen namaza hazırlamaları itibarıyla da oldukça ehemmiyetlidirler. İster bu abdest uzuvlarının yıkanması esnasında vücuttaki elektriklenmenin mecra değişikliğine uğramasından, isterse getirilen başka izahlar sebebiyle olsun, netice değişmez. Aslında mü’min abdest alırken, bu gibi hikmetleri hiç de aklına getirmez. O, abdesti ne için alıyorsa sadece onu düşünür. Düşündükleri arasında en birinci sırayı da namaz alır.
Abdest için yapılan hazırlık, tenbihin birincisi, abdest ise ikincisidir. Sonra ezan okunur, bu da üçüncü defa insanı namaz için uyarır. Aslında hem abdest alırken, hem de abdestin sonunda mesnun olan artık suyu içmek, dua okumak gibi sünnetleri yerine getirirken insan, hep metafizik bir gerilime girmektedir. Ardından buna, bir de sünnet olan namazı kılmak eklenir ki, böylece insan farzı kılmaya tam hazır hâle gelir.
Evet, namaz turnikesinde her şey bize namazı hatırlatıyor. Ta işin başında minarelerden yükselen lâhûtî sadâ, gerilimimizi artırabildiğince artırıyor ve biz, Allah’ın büyüklüğünü vicdanımızda duymaya başlıyoruz. Gideceğimiz mescide ulaşmak için, adımlarımızı daha da sıklaştırıyoruz.. böylece ezanla, ötelerden gelen bir çağrıya icabet ediyor gibi ritmimizi artırıyoruz. Ezanı okuyan ses, sona doğru erimeye yüz tutarken, biz de vicdan ve ruhumuzla âdeta eriyoruz. Sonra mescide gelip nafile namaza duruyoruz. Bu da, bir bakıma bizim için farzın kapılarını zorlama oluyor. Ve sanki nafilemizle teveccüh ettiğimiz Rabbimize şöyle demek istiyoruz:
Allahım! İstiyorum ki hep Sana teveccüh edeyim.. aradığımı Sende bulayım.. Seni görüp, Seni duyayım.. ve hep Seni soluklayayım. Çünkü Senin dışında başka taraflara bakmak, başkalarını görmek, başka şeylerle meşgul olmak fuzulidir. Ben fuzuli şeylerden kaçıyor, çok önemli bir şeye teveccüh ediyorum.
Nafilede, kapıyı böylesine zorlamak ve Hak kapısının tokmağına dokunmak, farza şuurluca girebilme hâlini yakalamaya çalışmak, farzla konsantre olmak için önemli vesilelerdir.
Abdest, yapacağı tesiri yapmıştı.. ezan da yaptı.. ve nafile ile üçüncü adımı da atmış olduk. İşte tam bu esnada, nağmesi sûzişî bir müezzin kalkıyor, kemal-i samimiyetle Allah’a yöneliyor ve kamet getiriyor. Bizim için bu, artık heyecan adına bardağı taşıran son damla oluyor…
Bu son noktada olsun, vicdan heyecana gelmiyor, Allah’a tam teveccüh edemiyor ve “Mihrabım neredesin!” deyip inleyemiyorsa o işte bir noksanlık var demektir.
Müezzin kamet getirmekle, Allah’tan başka insanı meşgul edecek her şeye son darbeyi indirir ve kul da “Allahü Ekber” deyip namaza bu mülâhaza ile girer, sonra da rükûa giderken, secdeye varırken hep bu sözü tekrar eder. Böylece her rükünde Rabbinin büyüklüğünü, kendisinin de küçüklüğünü ilan ederek: “Rabbim, Sen büyüksün, ben de küçük.” der, Büyük azametiyle durur, küçük de O’nun karşısında tam bir kulluk ve kölelik şuuru içinde serfürû eder, düşüncesiyle kıvranır durur. Siz isterseniz buna, namazla konsantre olmanın umumî serencamesi diyebilirsiniz.
İnsan, namazda Allah’a ulaşır.. hem öyle ulaşır ki, Hz. Muhammed Mustafa’nın Miraç’ta Allah’a mülâki olup, verdiği selâmı, o da Tahiyyat’ta, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a yöneltir ve o selâmı tekrar eder.
Hataların Temizlenmesi
Hadis-i şerifte hataların mahvedilmesinden bahsedilerek يَمْحُو اللّٰهُ “Hataları siler temizler.” deniliyor. Burada “mahv” yazılmış bir şeyin silinmesi demektir. Öyle ise, hata bir nüve hâlinde tabiat-ı beşerde var. İnsan bu nüveyi ya nemalandırır veya gelişmesine fırsat vermez. Allah Resûlü’nün tavsiye ettiği hususların yapılmasıyla Cenâb-ı Hak, bu hataları silip süpürür ve kabiliyet-i şerri de kabiliyet-i hayra çevirir.
يَمْحُو اللّٰهُ مَا يَشَۤاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُۤ أُمُّ الْكِتَابِ âyetinde de bu hakikate işaret edilir. Âyet şöyle demektedir: “Allah dilediğini silip iptal eder, (dilediğini de) isbat edip sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır.”337
Demek oluyor ki, hata istidat olarak insan tabiatından ayrılmayan bir araz ve her insan için çok önemli bir husus… Öyle ise, onun temizlenmesi ve silinmesi de mutlaka herkesi ilgilendirecektir.
Her insan hata işleyebilir, hatta hayatını inhiraflar içinde sürdürebilir. Ancak bu hataların silinerek yerlerine âli derecelerin kaydedilmesi de, her zaman ve herkes için mümkündür. İşte böyle bir bahtiyarlığa mazhar olma yollarından biri de, her şeye rağmen, bütün sıkıntılara katlanarak abdest almaktır.. ikinci olarak ciddî bir arzu ve iştiyakla sürekli mescitlere koşmak, sonra da âdeta kalbi mescide asılı kalmak ve hayatımın diğer parçalarına da nur saçayım diye, yine mescide gelmek niyetiyle mescidden ayrılmak.. ve üçüncü olarak, namazdan sonra başka bir namazı intizar etmek. Bunlar, hem hataları siler, götürür hem de insanı, derece derece arş-ı kemalâta urûc ettirir.
Ribat
Allah Resûlü, bu amelleri “Ribat” olarak takdim buyurmuş ve bu kelimeyi üç defa tekrarlamıştır.
“Ribat”, maddî-mânevî bereketin akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. “Murâbıt”ın cem’i “Murâbitûn” kelimesidir. Bir zamanlar bu isim adı altında bir devlet de kurulmuştu.
Kur’ân-ı Kerim:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin ve (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun! Allah’tan korkun ki başarıya eresiniz.”338 buyurarak bize işte bu rabıtayı emretmektedir.
Başka bir âyette de: وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın…”339 buyrulmakla değişik bir zaviyeden “ribat”a dikkat çekilmektedir.
Ribat, kendini adama, vakfetme mânâlarına geldiğine göre, insan, tastamam abdest alır.. mescitle evi arasında âdeta mekik dokur.. sürekli kalbi mescidde evine veya işine bu düşünce ile dönerse o insan, kendini Allah’a adamış, vakfetmiş demektir.
Bu ifadesiyle Allah Resûlü bir cinas kapısı da açıyor ve diyor ki: Aslında ribat, düşman karşısında, askerlerin ülke sınırlarını korumak üzere kendilerini vakfetmelerine denir. Dış düşmanlara karşı hazırlıklı olmak ve onların gelebileceği noktalara tahşidat yapmak, bu bir ribat olduğu gibi, bir de insanın, şeytan ve nefis denen düşmanlara karşı bir kavgası vardır.. ve bu kavga bir mânâda o cihaddan daha büyüktür.
İnsan ise, bu her iki cihadı da yerine getirmekle mükelleftir. Bunlardan biri küçük cihad (cihad-ı asgar), diğeri ise büyük cihad (cihad-ı ekber)dir. Düşmanla yaka-paça olurken, insan çok defa nefsine ait aldatıcı şeyleri düşünme fırsatını bulamaz; böyle bir insanın, tenin, cesedin, bedenin altında kalma ihtimali daha azdır. Zira, bütün benliğini cihad düşüncesi sarmış ve onu bütünüyle meşgul etmektedir. Fakat o, rahata, rehavete çekildiği zaman, ruhunu fena şeylerin sarma ihtimali yüksektir. Onlara karşı ruh dünyasını koruma ve kollama mecburiyetindedir. Bu da bir cihaddır ve bu cihadda kullanacağı en mühim silah da namazdır. Cihad, yerine göre farz-ı kifaye, yerine göre farz-ı ayn olur. Maddî cihadla iç cihad arasında farziyette de bir benzerlik vardır. Onun içindir ki Allah Resûlü, bir muharebeden dönerken: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuşlardır.340
İnsanın kalbinin camiye asılı olması; yani namazla içli dışlı bulunması ve Nebi’nin anlayışıyla namaza şehvet hissiyle bağlanması âdeta onun bir namaz âşığı kesilmesi, kesilmesi ve namazın, o şahıs için göz aydınlığı hâline gelmesi, cephede nöbet bekleyen insanın ameline denk ve müsavi tutulmuştur.
Bu hadisle ilgili mülâhazalarımıza kısa bir hulâsa getirecek olursak: İkisi daha ziyade davranışlarla, diğeri de niyetle alâkalı öyle üç şey ki, duygu ve düşünce itibarıyla insanı bir çeper içine alıyor,
إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ
“Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler-süpürür götürürler.”341 inşirah-bahş fermanı gereğince, onu geçmişteki günahlarından arındırıyor ve geleceğin muhtemel hatalarına karşı da, ibadet aşkı, Hak’la irtibat ve niyet gücüyle teçhiz edip savaştırıyor.
Birincisi; su ve hava unsurlarının rahat abdest almaya müsait olmadığı; suyun da, havanın da soğuduğu veya nedretinden dolayı suyun, abdeste sarf edilmeyecek kadar kıymetlendiği durumlarda –tabiî, hayatî ve zarurî ahval müstesna– özene özene abdest almak, çok derin bir hulûs, ciddî bir sevap hırsı ve alabildiğine bir kulluk iştiyakı ister ki, yerine getirebilsin.
Eğer bir insan bütün bu derinlikleri göstermenin ifadesi olarak, en ağır şartlar altında abdest alabiliyorsa, gönlü mamur ve O’nunla irtibatlı demektir. Zaten –buradaki “cihet-i câmia” da irtibattır– böyle aydınlık bir dünyada, lekeler kıymık kıymık gidip ruhun derinliklerine saplansalar bile, kat’iyen kalıcı olamazlar. Abdestin, vücudun elektriğini dengelemesi.. insanın abdestle büyük ölçüde streslerini yenmesi.. ve ruhun günde beş defa metafizik güçle yenilenmesi bizim için mahfuz ve müsellem olmakla beraber, mevzuun çerçevesini aştığı için geçiyoruz…
İkincisi; bir mânâda miraç.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescitlerin yollarını aşındırma. Bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz; ruhun, idrakleri aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması mânâsında öyle salih bir dairedir ki –fasit daire karşılığında kullanıyorum– bu dairede seyahate azmetmiş birinin geçmişi, لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak.”342 beyanından nebean eden vefaya; geleceği de وَمَا تَأَخَّرَ “Gelecek günahlarını da…”343 hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, يَمْحُو اللّٰهُ بِهِ الْخَطَايَا ile açılır-kapanır, gönüller de وَيَرْفَعُ بِهِ الدَّرَجَاتِ bişaretiyle coşar…
Üçüncüsü; âşığın vuslat bekler gibi namaz vakitlerini beklemesi ve o mübarek vakitleri, tıpkı “evkat cetveli” gibi kullanarak, hayat ve faaliyetlerini ona göre tanzim etmesi, öyle tasavvurları aşan bir zaman anlayışıdır ki; insan o sayede, amellerin belli zaman dilimlerine dağılmasından meydana gelen boşlukları, ancak böyle bir niyet buuduyla doldurabilir, namazdaki huzuru ve Hakk’a yakınlığı namaz dışına da taşıyabilir ve bütün dünyevî meşgalelerini Allah’la irtibatlandırıp hepsini ibadet hâline getirebilir. Bu itibarladır ki, sınırlılığı içinde niyet sayesinde sınırsızlaşan pek çok ibadet gibi, intizar ruhuyla kılınan namaz da, aynen maddî-mânevî cihad gibi رِبَاطٌ sözüyle insanın Rabbiyle münasebetinin unvanı olmuştur.
Bu da, abdest ufkunda tüllenip, namazla semavîleşen mü’minin aydınlık dünyasından, küçük bir kesit takdim etme adına, yine O’ndan, alabildiğine kısa fakat derin, oldukça az kelime fakat şümullü bir söz örneği…
Sözü daha fazla uzatmadan O’nun başka bir nurlu beyanına intikal etmek istiyorum. Bu defaki bir kudsî hadis:
15. Salih Kullara Sürprizler
Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bu hadiste Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ
“Ben salih kullarıma, ötelerde öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de kimsenin hayaline gelmiştir.”344
Hadiste bir sürprizden bahsedilmektedir. İnsan orada, beklemediği şeylerle hem de beklemediği bir anda karşı karşıya gelecektir. Gerçi Kur’ân’da, Cennet’e ait bazı nimetler anlatılmaktadır. Ancak bu, onlara sadece ad ve unvan, yaklaşma ve bir mirsad-ı tefekkürdür. Yoksa dünyada iken onların hakikatini kavramak mümkün değildir.
İbn Abbas (radıyallâhu anh) وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا “Onlara, benzer şeyler verildi.”345 âyetinin tefsirinde der ki, Cennet’te sizin bildiğiniz nimetlerin sadece adı vardır.346 Tattığınız zaman, çeşnisiyle, “Bu şuna buna benziyor.” diyebilirsiniz ama kat’iyen onun aynı değildir. Çünkü Cennet nimetleri de aynen Cennet’in kendisi gibi, onun ebedî ve bâki oluşuna muvafık yaratılmıştır. Bu dünyaya ait karpuzu, kavunu, elmayı, armudu orada aramak safdillik olur…
Cennet, sürprizler diyarıdır. Başınızı döndürecek, bakışınızı bulandıracak, sizi mest ve sermest edip kendinizden geçirecek ve âdeta ne yaptığınızı bilemez hâle getirecek, içinde her çeşit nimetin dizildiği bir ukbâ panayırıdır Cennet. Ayrıca, binlerce sene Cennet hayatı, bir anlık cemalini seyretmeye mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede de yine Cennet sürprizlerinden. Yani mü’minler Cennet’e girince orada Rabbilerini müşâhede edeceklerdir. Yoksa Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir.. o mekân Cennet ve o zaman Cennet zamanı olsa bile. Evet, salih kullara, Cemalullah’ı seyretme gibi bir sürpriz de hazırlanmıştır.
“Salih”; arızasız, kusursuz iş yapan demektir. Salihât ise, arızasız-kusursuz yapılmış işlere denir. Yapılan işlerin salihâta dahil olup olmadığı ise, ancak ilâhî kıstaslara vurularak anlaşılır. Yani, Allah’ın ölçüleri içinde, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur, zekât nasıl verilir, cihad nasıl yapılır, iç âlem nasıl kontrol altına alınır, vicdana nasıl bakılır, ruh nasıl şahlandırılır, irade nasıl güçlendirilir, his ve duygular nasıl geliştirilir? Bütün bu “nasıllar”, ilâhî ölçü nasılsa öylece bir değere tâbi tutulur ve öylece değerlendirilir. Bu itibarla, insanın kendini Allah’ın beyanına göre ayarlaması, akort etmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidebilecek şekilde sesler çıkarmaya çalışması salihât adına ilk adım sayılır.
Evet, bir sâzende, çalma faslına geçmeden evvel sazını akort ettiği gibi, siz de, nezd-i ulûhiyette hoşa gidecek, hora geçecek bir ses çıkarmak istiyorsanız mutlaka kendinizi Kur’ân’a göre ayarlamalı ve akord etmelisiniz. Ta sesiniz ötelerde hüsnü kabul görsün. Yoksa yüzünüze bakılmaz! Cenâb-ı Hak, Semî ve Basîr’dir. Her şeyi görür, her sesi duyar. Ancak, eğer sesiniz o makama uygun değilse, sizi dinlemez. Dolayısıyla siz de sesinizi duyuramamış olursunuz.
Bir diğer mânâda salihât; yapılan amellerin, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından gözetildiği ve gözetileceği mülâhazasıyla, özene bezene yapılması demektir. Öyleyse insan, önüne gelen bütün iyilikleri titizlikle yerine getirmelidir. Çünkü hangi amelin kurtuluşa vesile olacağı belli değildir. Onun içindir ki Allah Resûlü, اِتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا buyurmaktadır. “Allah’tan kork ve hiçbir mârufu küçük görme.”347
Ayrıca mevzuubahis ettiğimiz hadiste: “Benim salih kullarıma” mânâsına لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ denilmektedir. Demek ki salihât onları Allah’a yaklaştırmış ve Allah tarafından sevilen sevgililer hâline getirmiştir. Başka bir hadis-i kudsîde ise Allah tarafından sevilenlerin durumu şu şekilde anlatılmaktadır:
فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا
“Artık onu sevdim mi, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.!”348
Yani, kul, salihâtla Allah’a öyle bir yakınlık kazanır ki, tamamen O’nun boyasıyla boyanır.. ve artık o, gassalın elindeki meyyit hâline gelmiştir; onu sağa sola evirip çeviren hep Cenâb-ı Hak’tır. Bu ne tatlı bir cebirdir ki, Rab onu doğruluk istikametinde sevk etmektedir. Gayri böyle bir insanın ilâhî bir lütuf eseri olarak Hak’tan yüz çevirmesi söz konusu olmasa gerek. Çünkü o, “Benim kullarım” denilebilecek noktayı tutmuş ve mukarrabîne dahil olmuştur.. ve zaten böyle biri: “Tut beni Allahım! Tut ki, edemem Sensiz.” der, inler.
O, iyi ve güzel olan hemen her şeyi yapar ve yaptığı her şeyde de kurtuluşuna vesile arar. Zira o, hangi amelin kurtaracağını bilmediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmaz. Yaptığı bütün bu ameller ahirete bir sürpriz paketi olarak gider ve bir gün Cennet’e girdiğinde, bu paketler onun önünde bir bir açılır ve ona gözlerin görmediği, kulakların işitmediği sürprizleri yaşatırlar.
Bazen, bir köpeğe su vermenin dahi insanı Cennet’e ehil hâle getirdiği ve getireceği, bazen de bir kediyi susuz bırakmanın Cehennem’e sebep olduğu ve olacağı349 hakikatini nazara alarak diyoruz ki; Cennet de, Cennet’te verilecek de bütünüyle sürpriz şeylerdir.
Hem, insan ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, hayalinde canlandırabildiği şeyleri bilebilir. Hâlbuki, insan sınırlı olduğu gibi, bu duyguları da sınırlıdır. Dolayısıyla bu duygular vasıtasıyla ancak sınırlı olan şeyler idrak edilebilir; sınırsız bir âlemdeki nimetleri, bunlarla tartmak mümkün değildir.
“İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Diğer bir tevcih de şu olabilir: Cenâb-ı Hak yapılan iyiliklere bazen on, bazen yüz, bazen yedi yüz, bazen yüz bin, bazen bir milyon, bazen de sayısını ancak kendisinin bileceği mükâfat verir. Hiçbir kul, kendisine nasıl bir mükâfat verildiğini bilemez. Ahirette ise, amellerinin karşılığı böyle tasavvurlar üstü sürpriz olarak önüne çıkınca, şaşırır kalır ki, böylece onun hayalinden dahi geçmeyen şeyler, birer hakikat olur.
İşte bu kadar derin hakikati, birkaç kelime ile anlatıveren Allah Resûlü, bizim idrakimizin kavrayış cidarlarını zorlayan bu sözleri, hiç düşünmeden, âniden ve irticalî olarak söylemiştir. Sadece şu söz dahi, O’nun nasıl bir idrak üstü fetanete sahip olduğunu ispata yeter… Ancak biz, O’ndan bahsetmenin verdiği ledünnî hazdan vazgeçemediğimizden, hiç olmazsa birkaç sözünü daha nakletmeyi düşünüyoruz.
16. Cennet Mekârih Cehennem Şehevâtla Kuşatılmıştır
Yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadislerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla…”350
Cehennem şehvetlerle örtülü, şehvetler bohçasında dürülü ve şehvetler atmosferine açıktır. Cennet ise, aklın zâhirî nazarına göre nâhoş şeyler ve mekârih ile perdelidir. Her şeyi maddede arayanların gözüne, Cennet’lere uzanan yollardakiler hiç de güzel görünecek türden şeyler değildir.
Esasen, hem Cennet hem de Cehennem, bizler için nimettir. Zira istikameti bulmada, birisinin teşvik edici, diğerinin de ürkütücü rolü vardır. İnsan, Cennet’in teşvik edici yüzüne bakınca hep oraya girebilmek için çalışır; Cehennem’in abûs çehresini görünce de, ona düşmeme gayretiyle Cennet’e doğru şahlanır. Böylece, her ikisi de bizim için rahmet olur.
Ancak, Cenâb-ı Hak, hem Cennet’i hem de Cehennem’i birer bohçaya sarmış, bunları insanların amel pazarına takdim buyurmuştur. İnsan kendisine verilen iradeyle bunlardan birini tercih etme durumundadır. İrade ölçüsünde isteyen, “said” olur Cennet’e talip çıkar; isteyen de “şaki” olur, Cehennem yoluna girer.
Evet, Cehennem’in etrafında, şehvetten bir atmosfer vardır ve Cehennem böyle bir atmosferle sarılı bulunmaktadır. Bu atmosfer, dıştan çok cazip görünmektedir; yeme, içme, yatma, nefsin hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibarıyla tatmin olma gibi insanın arzularına seslenebilecek ne varsa, hepsi Cehennem’i saran bir haliçe ve bir kanaviçe gibidir. Hâsılı, Cehennem yolu insanın cismaniyetini gıcıklayan bir şehvet mozaiğidir.
Cennet ise, etrafı mekârihle sarılı bir sadeftir; abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekât vermek, cihad etmek, Allah yolunda zorluklara katlanmak, yer yer cemiyet içinde bir parya muamelesine tâbi tutulmak, her türlü insanî haklardan mahrum bırakılmak, hapishane hapishane dolaştırılmak, sadece “Rabbim Allah” dediği için dayak yemek, sürgüne gönderilmek ve ademe mahkûm edilmeye kadar daha bir sürü aklın zâhirine göre kerih görünen şeyler. Evet, Cennet’i de işte bunlar kuşatmış ve o da böyle bir atmosferle muhât bulunmaktadır. Dıştan bakanlar, hep bu perdelere takılır kalırlar. Perdeler itibarıyla ise, Cehennem iç gıcıklayıcı, Cennet de ürperti verici bir durumdadır. Onun içindir ki, insanların çoğu işin dış yüzüne bakmış ve aldanmışlardır. Dolayısıyla Cehennem’in tâlibi çok, Cennet’in tâlibi ise oldukça azdır.
İnsanların çoğu küçük hesaplar peşindedir. “Namaz iyidir, fakat günde beş defa kılmak bana zor geliyor.” diyen bir insan, namazdaki çok küçük meşakkate takılıp kalmıştır. Kışın abdestin zorluğu, bazılarını yolda bırakmıştır. Hâlbuki, yukarıdaki hadiste gördük ki, aynı abdest, onun bu küçük sıkıntısına katlanan bir başkasını adım adım Cennet’e yaklaştırmaktadır. Oruçta, zekâtta, hacda, cihadda da aynı şeyleri düşünmek mümkündür. Akılları, akıllı davranmalarına mâni olan niceleri, bu küçük engel ve engebeler karşısında gereken sıçrayışı yapamamakta ve Cennet’in etrafında seyrettiği mekârih, onların oraya girmelerine mâni olmaktadır.
Cehennem ise, basit hevesleri kendisine tuzak yapmış bir cadıdır. Çoğu kimse, biraz sonra hayatına mâl olacağından habersiz tıpkı sineklerin bala koşması gibi, bu zehire koşmaktadır. Evet, şehvet, onlar için zehirli bir baldır. Bu insanları, etrafında döne döne yanıp mahvolacağı ateşe doğru giden kelebeklere de benzetebiliriz; Cehennem’in etrafını saran şehevâta doğru akılsızca gider ve kendilerini Cehennem’de bulurlar. Gördükleri perdenin verâsını tam kestiremediklerinden Cehennem’e perde olan şeyler, onların cismaniyetlerini kamçılar ve onları kendine doğru cezbeder.351
Hayat yolunda, yolların ayırımındaki Zât’la (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanışan, O’ndan aldığı mesaja göre yön ve yol takip eden, kalbi hakikate uyanmış insanlar ise, Cennet yollarının sağını-solunu tutan mekârihin içyüzünü anlayıp kat’iyen zâhirine kanmazlar. Zira onların vicdanlarında bir nüve hâlinde bulunan Cennet her an inkişaf etmekte ve onların ruh dünyalarını sarmaktadır. Başkaları Cennet’i dışarıda ararken, onlar dünyada dahi, içlerinde buldukları bu cennetle âdeta safâ sürmektedirler. Hâlbuki, dünyanın maddî cennetinde yaşayanlar, onların vicdanlarında yaşadıkları cennetin tek dakikasını dahi hatta bütün bir hayat boyu yakalayamazlar. İman, içinde cennet taşıyan bir nüve, küfür ise, içinde cehennem taşıyan ayrı bir tohumdur. Bunlar ötede gelişip dal budak salacak ve hakikî mânâda bir Cennet ve Cehennem’e inkılâp edecektir. Demek ki, mü’min dünyada dahi Cennet hayatı yaşamakta, ama yaşadığı şeyler zâhiren mekârih gibi görünmektedir.
Cennet’e ulaşma iştiyakıyla çırpınan ruhlar, her menzili ayrı bir saadet bu yolda, çok defa, ruha rağmen nefsin hoş karşılamayacağı abdest, namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerin getirdiği sıkıntılar; zekât, sadaka ve diğer vergi türleri gibi oldukça ağır mükellefiyetler; hac ve cihad gibi malî ve bedenî sorumluluklara katlanırlar. Ama bu sorumluluklar, bazıları için bu yolu âdeta yürünmez hâle getirir.. bu yolda kimileri abdeste, namaza, kimileri açlığa susuzluğa, kimileri mal-can sevgisine, kimileri de bunların birkaçına birden takılır kalır da, dört adım ötede bütün debdebe ve ihtişamıyla onu bekleyen Cennet’e ulaşamaz.
Evet, Cennet, yukarıda birkaçını zikrettiğimiz, yüzlerce mükellefiyet ve sorumluluğun öbür ucunda, dünya kadar engel ve engebelerle muhât, zirve bir dünya ve her türlü mutluluk tasavvurlarını aşan rengârenk bir rüyalar ülkesi ise, –ki öyledir– buna karşılık Cehennem de, nefsi coşturan, bedenî arzuları şahlandıran yığın yığın istek, iştiha ve şehvetlerle, ebed yolcularının önünü kesmiş; bedene ait her türlü arzu, iştiha ve şehveti köpürten, şişiren, her zaman zayıf ruhların dikkat nazarlarını üzerinde toplayabilen ve kara delikler gibi semtinden geçenleri o müthiş “ile’l-merkez: merkez çekim” gücüyle cezbedip bağrında eriten bir gulyabaniler gayyasıdır.
Cehennem’in o süslü hicap ve fânusuna bakıp büyülenen ve kendini o gayyaya salan, Cennet’in de sırf perde önünü müşâhede edip o ebedî mutluluk diyarından ve o sürprizler âleminden ürküp geriye duran nice insan vardır!
Evet, işin aslına bakılacak olursa, Cennet’i duyup bilenlerin ona iştiyaklarının olmaması, Cehennem’i tanıyanların da ona yaklaşmaları düşünülemez. Ne var ki, sırr-ı teklif, gaybe iman ve dünyadaki imtihan gerçeğinden ötürü Cennet, mekârihten bir nikaba, Cehennem de şehvetten bir fistana bürünüp insanların karşısına öyle çıkmışlardır.
Şimdi gel, Peygamber sözündeki kuvvet, büyü ve muhtevaya bak ki, upuzun iki muazzam ve müthiş yolu, bütün saadetleri, bütün muhâtaralarıyla beraber, götürüp ürperten veya inşirah veren iki kat’î neticeye bağlıyor, hem de her işinde olduğu gibi “a’zamî tasarruf” prensibine uyarak bu devâsâ meseleleri anlatmada da sadece dört-beş kelime kullanıyor.
Burada –istidradî olarak– şunu da hemen ifade edeyim ki, biz, mevzumuz itibarıyla, Efendimiz’e ait bu mübarek sözlerin, sadece birer söz pırlantası olduğu yönüne işaret etmekle yetinmek istiyoruz. Yoksa, bu ve benzeri hadislerin, belâgat ve dil bakımından bize anlattığı daha nice nükteler var..! Bir de bu yönüyle Allah Resûlü’nün mübarek sözleri incelenebilseydi, kim bilir daha ne mânâ hevenklerine şahit olunacaktı! Ancak bu husus, tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olması sebebiyle o kapıyı şimdilik açmayacağız.
17. Üç Hak: Allah, Devlet ve Din Hakkı
Bir başka hadisi, İmam Tirmizî naklediyor:
أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإنْ تَأَمَّرَ عَلَيْكُمْ عَبْدٌ حَبَشِيٌّ، وَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ فَسَيَرَى اخْتِلَافًا كَثِيرًا فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ. وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الْأُمُورِ فَإِنَّ كُلَّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ
“Size Allah’tan korkmayı tavsiye ediyorum.. ve başınızda bulunan siyahî bir köle dahi olsa, dinleyip itaat etmeyi de. İçinizden ömrü olanlar, ileride pek çok ihtilaflar görecektir. Siz, benim yolumu ve raşid halifelerin yolunu yol edinin ve bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun. Bid’atlardan ise sakının. Muhakkak her bid’at dalâlettir.”352
Burada Allah Resûlü, üç haktan bahsediyor. Birincisi, takva ki, Allah hakkıdır. İkincisi, dinleyip itaat etmek ki, o da devleti idare edenlerin hakkıdır. Üçüncüsü ise, sünnete sımsıkı sarılma ki, dinin hakkıdır.
Takva, vikaye kökünden gelen bir kelimedir. Bir bakıma o, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riayet ederek Allah’ın himayesine girme ve böylece şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına karşı da korunma demektir.
Başınıza seçtiğiniz insan, yani sizin seçerek başınıza getirdiğiniz kişi, saçları kıvırcık siyahî bir köle dahi olsa, onu dinleyip itaat etmek şarttır. Bu, demokrasiler üstü bir demokrasidir. İnsanların bir türlü ulaşamadığı ve böyle giderse uzun bir süre daha ulaşamayacağı bir demokrasi ki tam on dört asır evvel bu şekilde dile getirilmiştir. Ancak, bir nebi eliyle gelen bu sisteme demokrasi demek de doğru değildir. Zira, dünyada hiçbir demokrasi anlayışı, bu ufka ulaşabilmiş değildir. En modern ve medenî görünen ülkelerde dahi, böyle bir anlayış ve düşünce henüz yerleşmemiştir. Hâlâ siyahları insan kabul etmeyen ülkeler vardır. Hâlbuki İslâm, eğer insanlar böyle birisini başlarına kendi arzularıyla getirirlerse ona itaat etmeleri gerektiğini asırlarca evvel beyan buyurmuştur. Ayrıca burada, hilafete giden yolun herkese açık olduğu hususuna da dikkat çekilmiştir. Halk arzu eder ve isterse, bir siyahîyi de başa getirebilir. O başa geldikten sonra da herkes ona itaat etmek mecburiyetindedir. Önemli olan, kimin seçildiği değil, sevâd-ı a’zamın kimi seçtiğidir.
اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ “Bugün dininizi tamamladım.”353 mealindeki âyetle din tamamlanmıştır. Artık söylenecek hiçbir söz kalmamıştır. Dinin içine yeni bir şey sokulamaz. Zira dine girecek her bid’at, bir sünnetin öldürülmesi demektir. Onun için de, Allah Resûlü ve O’nun Raşid Halifelerinin sünnetine sımsıkı sarılmak icap etmektedir. Bu sarılma ellerle değil, dişlerle olacaktır. O’nun sünneti, bir tali’ kuşudur. Avlanacaksa o avlanmalı ve elde tutulmalıdır. Ayrıca Allah Resûlü’nün sünneti, başkalarına ağızla anlatılacaktır. Bir de sünnete dil uzatanlara, diş gösterilecek, onların sünnet hakkında uluorta konuşmalarına meydan verilmeyecektir…
Burada derme-çatma söylemeye çalıştığımız bu hususları, O Beyan Sultanı’ndan dinleyip anlama imkânımız olsaydı, kim bilir hayal dünyamıza ne zenginlikler akacaktı! O’nun sözlerinde açılan her yaprak, bize apayrı mânâlar fısıldayacaktı. Biz de O’nun sözünün ardından O’nu tasdik mânâsına فَصَدَقَ رَسُولُ اللّٰهِ “Resûlullah doğru söyledi.” diyecektik.. ve diyoruz da.
Nasıl demeyelim ki, O’nun sözleri, bir adım daha atsa, Kur’ân’ın i’caz semasına yükselecektir.
18. Bir Delikten İki Kere Isırılmak
Buhârî ve Müslim’in beraberce naklettiği bir hadiste Efendimiz: لَا يُلْدَغُ الْمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ وَاحِدٍ مَرَّتَيْنِ “Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.”354 buyurmaktadırlar.
Geleceğin siyasilerini çok yakından ilgilendiren bu hadis üzerinde fazla bir şey söylemeyecek ve sadece işaret kabîlinden bazı şeylerle iktifa edeceğiz.
Gelecekte kendi kültürüne uyanmış, kendi dünyasını yine kendi dünyasında arayan aydınlık ruhlar, ışık ordusu, bu hadis üzerinde tekrar tekrar durup düşünmeli ve bütün iç ve dış siyasetlerini, bu hadisten alınacak dersler üzerine oturtmalıdırlar; o zaman, muvaffakiyete götüren önemli bir yolu bulmuş sayılırlar. Yoksa siyasî platformdaki aldanma ve aldatmalar hiçbir zaman eksik olmaz ve insanımız hep aldatılmış ve aldanmış olur.
19. İnsanlar Madenler Gibidir
Geleceğin terbiyecileri de, yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettikleri şu hadis üzerinde çalışmalar yapmalıdırlar. Allah Resûlü buyuruyor: اَلنَّاسُ مَعَادِنُ كَمَعَادِنِ الْفِضَّةِ وَالذَّهَبِ خِيَارُهُمْ فِي الْجَاهِلِيَّةِ خِيَارُهُمْ فِي الْإِسْلَامِ إِذَا فَقُهُوا “İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenlerine benzerler. Cahiliyede hayırlı olanları, İslâm’a girip, onda derinleşip (onu hazmettiklerinde) yine en hayırlıdırlar.”355
Bu ifadeleriyle Efendimiz, sanki bütün pedagog ve psikologları önüne alıyor, onlara şu dersi veriyor:
İnsanları terbiyede, onların karakterlerini tespit çok mühimdir. Fizyonomileri, insanların ruh dünyalarını ele verir. Öyleyse evvelâ, her insanın ruh dünyası anlaşılmalı, daha sonra da her insan eritilebileceği potaya konarak eritilmelidir. Terbiye, bir mânâda ona şekil vermektir. Şekil vermek ise, ancak o insanın belli bir potada eritilebilmesiyle mümkündür.
Bilmeden, gelişigüzel yapılmak istenen terbiyenin hiçbir faydası olmayacağı gibi, büyük zararlara da yol açabilir. Onun için Allah (celle celâluhu) bu işin başını çeken Zât’a şöyle buyurmaktadır: قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِۤي أَدْعُۤو إِلَى اللّٰهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz.”356
Evet, bir dava ve düşünceye davet, basiretle olmalıdır. Basiret, yapılan işin bilerek yapılması; kime, neye, ne ölçüde davette bulunulacaksa, bunun belli bir şuurla yapılmasıdır.
Demek oluyor ki, Allah Resûlü, davette kendisine şuur yolunu seçmekte, ümmetine de böyle bir yolu yeğlemekte.. zaten bunu emreden de doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir.
Kim, kaç derece hararette erir, özünü bulur; kim, hangi potada ele alınır; kim, nerede imbiklere atılır; kime mekikler nasıl gider-gelir; bunlar ancak basiretle keşfedilip bilinebilecek şeylerdir.
Cahiliye devrinde, o günün insanları içinde, şuurlu, basiretli, hakperest ve insaflı olanlar, gözleri hak ve hakikate açılıp İslâm’ı anladıktan ve anlayış itibarıyla hakikate uyandıktan sonra da yine en hayırlılardan oldular. Zira, altın, potadan geçtikten sonra yine altın, gümüş ve bakır da, potadan geçtikten sonra yine gümüş, yine bakırdır ve asla başka madene dönüşmezler. Cahiliye devrinde madeni altın olanlar, İslâm’a geçtiklerinde yine altın olacaklardır; fakat bir şartla ki, إِذَا فَقُهُوا ifadesi bunu anlatmaktadır. Dinde fakihleşmeleri, derinleşmeleri kaydıyla…
Onların bu hâle gelebilmesi için de, elbette bir muallimin, bir mürşidin ve bir mânâda bir kimyagerin onlara el atıp, potalarda eritmesi gerekmektedir. Evet, onların vicdanlarına İslâm’ı üflemek, ancak bu şekilde mümkündür; onlar da fıkha ancak bu şekilde ulaşırlar.
20. Zulüm Cezasız Kalmaz
İşaret etmeden geçemeyeceğimiz bir hadis de Efendimiz’in şu beyanıdır:
إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ فَإِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ ثُمَّ قَرَأَ: وَكَذٰلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُۤ أَلِيمٌ شَدِيدٌ
“ ‘Allah, zalime mehil verir. Bir de onu yakaladı mı, artık iflâh etmez.’ Sonra da Allah Resûlü sözlerine şu âyetle devam ettiler: ‘İşte Rabbinin yakalaması böyledir. O, zalim ahaliyi böyle yakalar. Zira O’nun yakalaması çok can yakıcı, çok şiddetlidir.’ 357”358
Allah, zalime mehil üstüne mehil verir. Zulmedeni, kendine baş kaldıranı ve kendisine isyan edeni, hep mehillerle karşılar. Ama bir kere de yakaladı mı gayri onu iflâh etmez. Demek ki, yapılan şeyler artık gayrete dokunmuş ve bir son damla gibi bardağı taşırmıştır…
Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta câri bazı kanunları vardır. Bunlar asla değişmezler. لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ âyeti de bize bunu anlatmaktadır. “Allah’ın yarattığında değiştirmek yoktur…”359 Bu kanunlardan biri de, zalimin Allah’ın kılıcı olma keyfiyetidir. Efendimiz bu durumu bildirirken: “Zalim, Allah’ın adaletidir. Onunla intikam alır, sonra da o zalimden intikam alınır.”360 buyurmaktadırlar.
Zalim seyfullah’tır. Haddini bilmezlere Allah, zalimle haddini bildirir. Sonra da zalimden bir intikam alır ki, siz de şaşar kalırsınız. Zalimler, bugünkü halleriyle, gemi azıya almış gidiyorlar. Ancak sakın siz bu duruma bakıp ümitsizliğe düşmeyin. Nice “karye”lere Allah böyle mehil, müddet vermiş ve âdeta onlara “Yiyin, için, yaşayın!” demiştir; ama bir de bakmışsınız derdest etmiş ve işlerini bitirmiştir.361
Şöyle etrafınıza ibretle bir bakıverseniz, arz ettiklerimizin müşahhas manzaralarını siz de apaçık göreceksiniz. Sodom, Gomore ve Pompei, bunun sadece üç misali… Kim bilir daha adını bilmediğimiz veya onlar kadar ibret verici olmadığı için unutulmuş daha nice misaller var ki, hepsi de bu ilâhî kanuna hâl dilleriyle şahitlik yapmaktadır.
Uzağa gitmeye ne gerek var? Bir zamanlar şu üzerinde yaşadığımız topraklarda bir Devlet-i Âliye vardı. Onun yıkılması, rüyalarda bile görülecek şey değildi. Kimsenin aklının köşesinden geçmeyen bu yıkılış, bugün ciğerleri sızlatan acı bir duygu olarak tarihin hafızasına kaydedilmekten kurtulamamıştır. Bugün, bir avuç insan, Misak-ı Millî ile hudutları çizilmiş bu küçücük ülkede varlıklarını koruma mücadelesi vermekte.. hatta haricî-dahilî şekavet cereyanları, onlara bu kadarcık hayat hakkını bile çok görmektedir…
… Ve değişmeyen kanun: “İşte Rabbinin derdest etmesi böyledir..!” Hakikî tarihçi ve içtimaiyatçılar, Cenâb-ı Hakk’ın bu değişmeyen kanunundan ve onun tarih mezarlığındaki misallerinden çok istifade edecekler. Belki de bu istifadeleri, onların asırlar boyu canlı kalmalarını sağlayacaktır. Biz, yine ufkumuzu süsleyen O’nun söz cevherine birçok meseleyi havale ettiğimiz gibi, bu hadisin şerh ve izahını da havale edip, bir başka hadise intikal edelim. Allah Resûlü buyuruyor:
21. Arş’ın Gölgesinde Yedi Grup
سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللّٰهُ فِي ظِلِّهِ يَوْمَ لَا ظِلَّ إِلَّا ظِلُّهُ: اَلْإِمَامُ الْعَادِلُ، وَشَابٌّ نَشَأَ بِعِبَادَةِ اللّٰهِ، وَرَجُلٌ قَلْبُهُ مُعَلَّقٌ فِي الْمَسَاجِدِ، وَرَجُلَانِ تَحَابَّا فِي اللّٰهِ اِجْتَمَعَا عَلَيْهِ وَتَفَرَّقَا عَلَيْهِ، وَرَجُلٌ دَعَتْهُ امْرَأَةٌ ذَاتُ مَنْصِبٍ وَجَمَالٍ فَقَالَ إِنِّي أَخَافُ اللّٰهَ، وَرَجُلٌ تَصَدَّق بِصَدَقَةٍ فَأَخْفَاهَا حَتَّى لَا تَعْلَمَ يَمِينُهُ مَا تُنْفِقُ شِمَالُهُ، وَرَجُلٌ ذَكَرَ اللّٰهَ خَالِيًا فَفَاضَتْ عَيْنَاهُ
“Allah yedi kimseyi, Kendi zıllinden başka sığınak olmayan (kıyamet) gününde, zılli altında himaye buyuracaktır. (İlki) âdil imam, (ikincisi) ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç, (üçüncüsü) mescitlere dilbeste olan kimse, (dördüncüsü) Allah için birbirlerini sevip, Allah için bir araya gelen ve Allah için birbirinden ayrılan iki insandan her biri, (beşincisi) makam ve cemal sahibi bir kadının talep ağında (nefsine başkaldırıp) “Ben Allah’tan korkarım!” diyen adam, (altıncısı) solundakine infak ettiği şeyden, sağındaki bir şey hissetmeyecek şekilde sadakasını gizli eda eden, (yedincisi) yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan.”362
İşte, her biri insan iradesi açısından başlı başına birer önem arz eden yukarıdaki hususlar ki, bunların bazısı, îfası çok zor ve çetin işler, bazısı da ruha ciddî birer çelme sayılan ağlardır. İnsan bu ağların bazılarından kurtulsa da, her an diğerlerine takılma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Ancak Allah’ın himaye ve inayetiyle aşılabilecek olan bu öldürücü tuzaklardan sıyrılabilme ve insan takatini zorlayan hatta bazen onu aşan bu çetin sorumlulukları başarıyla yerine getirebilme de, yine o inayet ve himayeyi celbin en güçlü, en makbul vesilesi sayılan, iradenin hakkını verme ve Allah’la sımsıkı irtibatta bulunma dinamikleriyle olabilir…
İşte, yukarıya aldığımız Peygamber sözü bize, her zaman iradesiyle var olabilmiş ve Allah’la irtibattaki gücü ortaya koymuş kudsîler cemaatinden böyle bir kesitle, ötedenberi ütopyalarda aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan vicdan topluluğunu sunmakta ve onları yakalama mevzuunda içlerimizi arzu ile doldurup gönüllerimizi şahlandırmakta…
Evet, güneşin bulutların yerini alıp her yanı kavurduğu, beyinlerin kaynayıp terlerin gırtlağa ulaştığı ve sebeplerin bütün bütün iflas edip her şeyin insanın aleyhine döndüğü o gün, Hakk’ın himaye ve inayetinden başka gölge olmayacak ve olamaz da. Bu gölgenin Arş gölgesi veya başka bir şey olması önemli değil, önemli olan, bildiğimiz düzenin değişmiş, kıstasların altüst olmuş, arz u semanın başkalaşmış olmasıdır.
Bu müthiş günde, kimsenin kimseye destek olamayacağı, himaye ve iltimasların hiçbir işe yaramayacağı muhakkak. Seslerin kesildiği, canların gelip gırtlaklara dayandığı, başların dönüp bakışların bulandığı o gün, kim kimi koruyabilir ki..?
Evet, işte böyle bir günde tek sığınak vardır; o da Allah’ın himayesinin gölgesidir ve bu gölgeden yararlanacak olanlar da:
a– Dünyada sorumluluğunun şuurunda olan ve uhdesine aldığı emanetlere riayetle hak, adalet ve istikameti temsil eden lider ve devlet reisi.
b– Nefsanîliğin en azgın olduğu dönemlerde, bedenî ve cismanî arzularına rağmen, kendini Hakk’a kulluğa adamış delikanlı.
c– Kulluk arzusu ve neşvesi, cismanî isteklerinin önünde ve kalbi sürekli mescitlerde atan ibadet eri.
d– Birbirlerini Allah için seven; bir araya geldiklerinde Allah için bir araya gelen, ayrılırken de Allah için ayrılan, Hak rızasını, Hak sevgisini mihrap edinmiş muhabbet fedaileri.
e– Hayatını hep “mehâfetullah” ve “mehâbetullah” kuşağında sürdürebilen, iffet ve ismetini muhafazada fevkalâde hassas, şehevanî isteklerine karşı alabildiğine kararlı ve nefsin fena tekliflerini, “Ben Allah’tan korkarım!” düşünce ve çığlıklarıyla savabilen babayiğit.
f– Allah’a karşı sadakat ve vefasının remzi olarak, dişinden, tırnağından artırıp Hak rızası için infak ettiği malını, kıskançlığa varan bir ruh hâletiyle, Allah’tan başka kimsenin bilmesini arzu etmeyen.. hem öyle etmeyen ki, sağına infak ettiğini solundakinden saklamaya çalışan ihlâs ve civanmertlik kahramanı.
g– Yalnızlık anlarını tefekkür ve murâkabe ile buudlaştıran, yer yer gönlünde bestelediği duygularını gözyaşlarıyla seslendiren, her zaman irade gücünü Allah’tan alan ve bir dalgakıran mahiyetindeki o müthiş iradesiyle mâsiyet arzularını kırıp darmadağınık eden his ve gönül erleridir.
Evet, başka hadislerde de ifade edildiği gibi, adaletle hükmeden hâkimin ötede nurdan minberler üzerine kurulup Hakk’ın ard arda gelen iltifatlarını yudumlaması;363 gençliğinde, gençliğini aşmış delikanlının Hakk’ın hoşnutluğu ile mükâfatlandırılması;364 hayatını mescid-ev-iş yeri arasında bir dantela gibi örmeye muvaffak olmuş ibadet erinin ilâhî himayeye alınması;365 kâinata “mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakıp, ömürlerini, Allah için severek, sevilerek geçirenlerin mahşerde ilâhî muhabbetle mükâfatlandırılmaları;366 dünya hayatını mehâbet ve mehâfet atkıları üzerinde örgüleyen gönül insanının ötede korktuğundan emin bulunması;367 sadakasını, sadakat nişanesi ölçüsünde tediye eden vefa erinin, o En Vefalı’dan, tasavvurlar üstü mukabeleye mazhar olması,368 nihayet, zâhiri mânâlı, bâtını derin, âlemin kendisini bildiği yanlarıyla onlara en mükemmel örnek, Dost’la halvetinde de gözyaşlarıyla O’na içini dökebilen o duygu ve gönül insanının, bütün badireleri aşıp umduklarına nail olması369 gibi, uhrevî ödüllendirmeleri ifade etmenin yanında, aynı zamanda ideal bir toplumun kesiti sayılan böyle bir tablo ile mükemmel bir millet olmanın çerçevesi verilmekte ve insanları ona taşıyacak esaslar gösterilmektedir.
Bilmem, artık böyle ciltlerle anlatılabilecek derin bir muhtevanın birkaç satıra sıkıştırılarak, âdeta deryanın damla ile ifadelendirildiğini tekrar etmemize gerek var mı..?
22. Dünya Bir Gölgeliktir
Bir başka hadis:
مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا
“Dünya ile benim ne alâkam var. Ben dünyada, bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.”370
Dünya nedir? İnsan fani ve geçici olan şeylere karşı nasıl bir durum ayarlaması yapmalıdır? Hem insan, bu dünyaya niçin gelmiştir ve nereye gitmektedir?
İşte felsefenin en birinci mevzuları ve haklarında asırlardır söz söylenen mevzular.. görüldüğü gibi, Allah Resûlü tarafından çok veciz bir ifadeyle vuzuha kavuşturulmakta. Başkalarının kitaplık çapta eserlerle, kesin ve net bir şekilde ortaya koyamadığı bu ve benzeri meseleler, Allah Resûlü’nün lâl ü güher beyanları içinde, nasıl da en net şeklini almaktadır! Evet, bütün insanlık, O’nun ifadelerindeki vecizliğe hayrandır…
23. Öncekilere Verilmeyen Beş Şey
أُعْطِيتُ خَمْسًا لَمْ يُعْطَهُنَّ أَحَدٌ قَبْلِي: نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ، وَجُعِلَتْ لِيَ الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا فَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلَاةُ فَلْيُصَلِّ. وَأُحِلَّتْ لِيَ الْغَنَائِمُ وَلَمْ تَحِلَّ لِأَحَدٍ قَبْلِي، وَأُعْطِيتُ الشَّفَاعَةَ، وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ إِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ عَامَّةً
“Bana, benden evvel hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesafeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (ilâhî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i taharet kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes (bulunduğu yerde) namaz kılsın! Ganimet, benden evvel kimseye helâl sayılmadığı hâlde bana helâl kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben bütün insanlığa elçi olarak gönderildim.”371
Allah’ın küllî mânâda herkese, hususî mânâda da her ümmet ve her nebiye ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı olmuştur:
Hz. Âdem ve evlâdına, safvet ve esmâya mazhariyet; Hz. Nuh’a, mücadele, kararlılık ve azîmet; Hz. İbrahim’e, pek çok nebiye baba olma mazhariyeti, tevhid aşkı ve hillet; Hz. Musa’ya, talim, terbiye, içtimaî ilimler ve içtimaiyatta dirayet; Hz. İsa’ya, beşerî münasebetlerde yumuşaklık, sabr u tahammül, müsamaha, şefkat ve muhabbet; zaman ve mekânın efendisi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ümmetine ise, enbiyâ-i sâlifeye lütfedilen hususlara ilâve olarak irade, hikmet, muvazene, telif, terkip gibi mükemmellik ve cihanşümul olmanın özellikleri bahşedilmiştir.
Bu itibarla, İslâm dininin, diğerlerine nisbeten daha külfetli, daha mesuliyetli olmasına karşılık, daha latîf, daha yüksek, daha bereketli ve daha beşerî olduğu söylenebilir. Bu da onun cihanşümul hususiyetlerinden biri sayılır.
Yukarıya aldığımız hadis-i şerif ise, İslâm Peygamberi ve O’nun âlemşümul mesajını, daha çarpıcı, daha rengin bir üslûpla ele alır ve gözlerimizin önüne serer.
Bu âlemşümul din ve âlemşümul davanın Şerefli Mübelliği ve ilk temsilcileri, bu cihanşümul sistemi dünyanın dört bir yanına taşırken, vazifelerinin şuurunda ve mesuliyetlerini de müdrik bulunuyorlardı. Topyekün dünyayı teshîr için cepheden cepheye koşuyor, Allah yolunda cihad ediyor, öldürüyor, ölüyor; Cennet’e girmeye ve Cemalullah’ı görmeye liyakatlarını ortaya koyuyorlardı.. gönül verdikleri dava uğrunda hayatı istihkar ediyor; en az başkalarının yaşama arzusu kadar, Allah’a mülâki olma iştiyakıyla yanıp-tutuşuyor ve yeryüzü hilafetini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı ki, hayatlarını böyle ötelerle irtibatlı bir yörüngede sürdürenlerle savaşmaya kimsenin gücü yetmezdi. Yanılarak, bilmeyerek kendilerini böyle muhataralı bir yola atma bahtsızlığına dûçâr olanlar da, mesafeleri aşan bir korku ile tir tir titrer ve daha yolun başında felç olur giderlerdi. Hele bir de iman cephesinin Allah’ı tazimi dönüp mü’minlerde bir mehâbet hâlini almışsa. Hakikî imanı elde edenler için: نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ ne müthiş bir silah, ne müstahkem bir kale…
Arzın, bu dinin müntesiplerine bir mescid hâline gelmesi, isteyen her Müslümanın, istediği yerde, mâbede, namazgâha ihtiyaç duymadan ibadetini eda edebilmesi, İslâm dininin cihanşümul olmasının bir buudu; kıyamete kadar devam edecek olan cihad vazifesinin, hiçbir şeye takılmadan devam ettirilebilmesi için ganimetin meşru kılınması ayrı bir buudu.. ötede “şefaat-i uzmâ” unvanıyla, belli ölçüde herkesin elinden tutularak belli bir selâmet seviyesine ulaştırılması da ayrı bir buudu.. ve her peygamberin kendi kavmine hususî elçiliğine mukabil, O’nun bütün insanlara gönderilmesi de, bu işin sarahat buudu…
Ayrıca bu hadis-i şeriften, herhangi bir tekellüfe girmeden şu hususları istinbat etmek de mümkündür:
a– Peygamberlik ve onunla gelen mesaj, öyle ilâhî bir mevhibedir ki, kat’iyen cehd ü gayretle elde edilemez.
b– Bu beş hususiyet tamamen mazhariyet-i Muhammediye olup, başka hiçbir nebi ve mürsele verilmemiştir.
c– Belli bir mesafeden düşmanların kalbine korku salma, peygamberane bir hâlin tezahürüdür ve ancak o kuşakta yaşayanlara ilâhî bir armağandır.
d– İbadetin, mâbedlere ve din adamlarına bağlı olmayışı ise bu dinin cihanşümul bir buudunu teşkil ettiği gibi, her yerde, her zaman Hâlık-mahluk alâkasıyla Mâbud’la münasebete geçme kolaylığını da ifade etmektedir. Burada İslâm mesajıyla gelen ve kaydedilmesi yararlı bulunan bir diğer husus da, su gibi toprağın da temizleyiciliği keyfiyetidir. Bilmem ayrıca İslâm’da yıkanmanın önemi, suyun temizleyicilik ve hayatiyeti, toprağın istihale ettiriciliği üzerinde durmamıza gerek var mı..?
e– Ganimetin zatında haram olmadığı, o mevzudaki yasağın zamanla alâkalı bir imtihan olduğu, Efendimiz döneminde ise, yasağa esas teşkil edecek hususların aşıldığı veya ortadan kalktığı, hususiyle de, ganimetin en önemli ve birinci kaynağı olan cihad, اَلْجِهَادُ مَاضٍ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ372 fehvâsınca, kıyamete kadar devam edecek bir amel olduğu için ganimet, bu işe kendini adamış olanlara hem bir medar-ı maîşet, hem müşevvik bir prim hem de düşman cephesini mâlî yönden sarsma, zayıf düşürme, toparlanmalarına fırsat vermeme bakımından fevkalâde önemlidir.. ve önemli olduğu için de, vacip olmasa bile, mübah kılınmıştır ve aynı zamanda, i’lâ-yı kelimetullahta önemli bir esas olan ihlâsa da mâni değildir.
f– Şefaatin hak olduğu.. Allah’ın izniyle herkesin şefaat edebileceği.. ancak, şümulü, ihatası ve keyfiyeti itibarıyla bir ölçüde herkesi alâkadar eden “şefaat-i uzmâ”nın (ahiretteki büyük şefaat) sadece O’na lütfedildiği de yine hususiyet-i Ahmediye’den biri.. tabiî bizim için de iftihar ve sürur vesilesi…
g– Önceki peygamberlerin dar dairede, kavim ve kabilelerine, Peygamberler Sultanı’nın ise topyekün insanlığa, hatta bütün varlığa elçi olarak gönderilmesi, dolayısıyla da değişik cemaat ve kabilelere gönderilen peygamberlerin elçiliklerinin, o cemaat ve kabilelerin devamıyla kayıtlı olmasına karşılık, bütün varlığı alâkadar eden bu büyük risaletin dünya durdukça sürüp gideceğine de işaret buyrulmaktadır.
İşte, muhteva ve ifadedeki güç, rasanet ve şümul bakımından çok önemli bir cihet-i câmia etrafında örgülenmiş ışıktan bir söz dizisi daha..!
24. Mü’min Mesuliyet İnsanıdır
كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. اَلْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْؤُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا. وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ
“Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyetinden mesuldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyetinden sorumludur.”373
Râî, herhangi bir şeyi görüp-gözeten, koruyup-kollayan mânâsına gelir. Çobana “râî” denmesi de, kendine emanet edilen hayvanları en emin, en müsait yerlerde otlatması, onları kurda-kuşa kaptırmaması, herhangi bir şeye maruz kaldıklarında onlarla içten alâkadar olması, bu kudsî vazifeyi îfa ederken de fıtrî safvetiyle, her zaman hasis ihtiraslardan uzak kalabilmesi ve sürüsüne karşı duyduğu derin şefkat, beslediği engin merhamet hissiyle, onların elemleriyle müteellim, lezzetleriyle de mütelezziz olması gibi önemli hususlardan ötürüdür.
Ve işte, bir mânâda devlet reisi ile teba arasında da böyle bir münasebet söz konusudur. Devlet reisi ve derecesine göre değişik dairelerdeki onun temsilcileri, ellerinin altındakileri görüp gözetmek, onların elem ve lezzetlerini paylaşmak, onlara mutlu gelecekler hazırlamak ve onların sıkıntılarını göğüslemekle sorumludurlar…
Hane reisi ile aile fertleri arasında da aynı münasebet bahis mevzuudur; hane reisi, nafaka, elbise ve onları uygun bir yerde iskân etme gibi hususlarda birinci derecede sorumlu olduğu gibi, talim, terbiye, hüsnü muaşeret, dünya ve ukbâ saadetini temin gibi meselelerde de sorumludur.
Aynı durum, kadının kocasıyla olan münasebetlerinde de geçerlidir; kadın evinin işlerini tedvirde, kocasının malını, ırz ve namusunu muhafazada, sürüsünden mesul bir çoban gibi sorumludur.
Hizmetkârın, efendisinin malını-mülkünü; evlâdın, babanın servet, şeref ve haysiyetini koruyup kollamadaki durumları, hep bu “râî” ve “raiyyet” mülâhazasıyla alâkalıdır. Denilebilir ki, din nazarında râî ve mer’î olmadık hiçbir mükellef yoktur. Bir yönüyle herkes tıpkı bir çoban, diğer yönüyle de güdülen raiyyet mesabesindedir. Hatta bir râî için güdülecek herhangi bir raiyyet olmasa bile o yine sorumludur. Evet, herkes kendi nefsini, aklını ve bütün duygularını, bütün uzuvlarını birer emanet gibi koruyup kollama mecburiyetindedir.
İslâm, bildiğimiz bütün sistemler ve dinler içinde, devlet reisinden, evlerimizde çalışan hizmetçilere kadar, hem de, henüz demokrasi rüyalarının görülmediği bir dönemde, herkesin sorumluluğunu en ince teferruatına kadar belirleyip ilân eden biricik hayat nizamıdır ve bu mevzuda ona rakip bir başka sistem göstermek de mümkün değildir.
İslâm Peygamberi, “Devlet reisi mesuldür” der, onun sorumluluğunu, sorumluluk sınırlarını, vazife ve mükellefiyetlerini bir bir sıralar.. kadın ve erkeğin mesuliyetlerini hatırlatır ve ayrı ayrı sahalarda, her ikisine de belli sorumluluklar yükler.. babanın evlâda, evlâdın babaya karşı mesuliyetlerinden söz eder ve her iki tarafın da hak ve mükellefiyetlerine dikkat çeker.. hatta bu mevzuda, dünyadaki gelişmeler nazar-ı itibara alınacak olursa, çok erken sayılabilecek bir dönemde, hizmetçi ve işçilerin hak ve mesuliyetlerinden bahisler açarak, beşer tarihindeki içtimaî çalkantılardan çok önce sosyal bir probleme çözüm teklif eder.
İşte size, devlet reisi ve tebanın karşılıklı haklarından –ki, çoğu “Ahkâm-ı Sultaniye”lerde beyan edilmiştir– evlâd ve ana-baba haklarına, ondan karı-koca ve işçi-işveren haklarına kadar, fıkıh kitaplarında, ahlâk ve terbiye risalelerinde, içtimaiyat ve hukuk eserlerinde oldukça hacimli birer yer işgal eden onca meselenin üç-beş kelime ile peygamberâne bir ifadesi daha..!
25. Bazı Haram ve Mekruhlar
إِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ عَلَيْكُمْ عُقُوقَ الْأُمَّهَاتِ وَوَأْدَ الْبَنَاتِ وَمَنْعًا وَهَاتِ وَكَرِهَ لَكُمْ قِيلَ
“Allah size, analara isyanı, kız çocuklarının diri diri gömülmesini, (eda edilecek hukuk ve borçların) eda edilmemesini, (hak edilmedik şeylerin de) alınmasını haram kılmıştır. Güft u gûyu (dedikodu), çokça sual sormayı, (şurada-burada) servet tüketip (israf etmeyi de) kerih görmüştür.”374
Anaya İsyan
Annelere karşı serkeşlik etme, عُقُوقُ الْأُمَّهَاتِ sözüyle ifade ediliyor ki, sanki annesine baş kaldıran evlât, onunla arasındaki bütün hukukî münasebetleri kesip onu yalnızlığa atıyor gibi bir mânâyı hatırlatıyor. Babaya isyan da aynı ölçüde haram olduğu hâlde, sadece annenin zikredilmesinin sebebi olarak; kadınların himayeye ihtiyaçları, bir kısım zaafları, şefkatte erkeklerin önünde bulunmaları ve bu arada fıtratlarındaki incelik ve mukavemetsizlikten ötürü serkeşlikten daha çok ve daha çabuk müteessir olmaları söylenebilir. Aynı zamanda bu ifade ile annenin sahip olduğu aynı haklara sahip bulunması itibarıyla, babaya karşı gösterilen isyanın da bir isyan olduğu, fakat anneye karşı yapılanlarla kat’iyen mukayese edilemeyeceği de hatırlatılmaktadır.
Kız Çocuklarını Diri Diri Gömme
Cahiliyede kız çocuklarının diri diri gömülmesi وَأْدُ الْبَنَاتِ sözüyle ifade ediliyor. Cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde, dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibarıyla diri diri toprağa gömülürdü. Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ve sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı. Hangi sebebe istinat ettirilirse ettirilsin, hangi sâikle yapılırsa yapılsın, bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi, önlendi de.. ve önlenme istikametinde Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahihada bir hayli emir, saadetnüzûl ve şerefsudûr oldu…
Emanete Hıyanet
Eda edilmesi gerekli olan hukuk ve borçların ödenmemesi مَنْع kelimesiyle; alınması ve istenmesi memnu bulunan şeyleri değişik yollarla isteme, alma da هَات sözüyle ifade edilmiştir ki, her ikisi de, yani verilmesi gerekli olan şeyi vermemek ve alınmaması lâzım gelen şeyi de almak haramdır.. ve bu haramın çizgisi de ana-babaya baş kaldırma, kız çocuklarını diri diri gömme çizgisidir. Aynı zamanda bu kelimelerden birincisini, ferdin, zekât, sadaka ve sair iânât gibi, uhdesindeki, fukarâya ait hakları yerine getirmemesi, ikinci kelimeyi ise, dilencilik ve tese’ülde bulunması şeklinde anlamak da mümkündür. Bulunduğumuz noktadan ileriye doğru bir adım daha atarak birinci kelimeden; doğrudan doğruya zimmete geçirilen hakların inkâr edilip üzerine oturulmasından, çek ve senetlerin karşılığının ödenmemesine, ondan da hileli iflas ve her türlü spekülâsyona kadar bütün gayri meşru yollarla elde edilen haksız kazançları ve sonra da bu haksızlıkların giderilmemesini, hatta haksızlıkta temerrüt edilmesini; ikinci kelimeden de; basit dilencilikten, milletin dinî ve millî hislerini istismara, ondan resmî-gayri resmî, bir kısım mütegallibenin açık-kapalı, milletten hakk-ı temettu taleplerine ve ondan da büyük-küçük mafya örgütlerinin, bin bir türlü yollarla, yığınları soyup-soğana çevirmelerine kadar ızrâr edici her çeşit “alma” gayretini istinbat etmek kabildir.
Bu kısa ve muhtevalı hadiste, evlâtların, anne ve babalarına karşı sıla-i rahimi bırakıp kopukluğa düşmelerine, anne ve babaların da, fıtratlarında mündemiç bulunan şefkat ve merhameti görmezlikten gelerek, hatta onu inkâr tavrına girerek çocuklarına karşı merhametsiz ve gayri insanî davranmalarına ve daha büyük bir aile sayılan toplumda, bir kısım egoist kimselerin şahsî çıkar ve menfaatlerini değerler üstü tutarak, emniyet, güven, hak ve adalet düşüncesini, dolayısıyla da içtimaî nizamı sarsmalarına, aradaki fasl-ı müşterekten ötürü haram deyip geçildikten sonra, aynı ölçüde olmasa bile, yine de yasaklanan diğer üç hususa temas ediliyor ki, onlar da: قِيلَ وَقَالَ dedikodu; كَثْرَةُ السُّؤَالِ yerli-yersiz sual sorma veya dilenciliği sanat hâline getirme; إِضَاعَةُ الْمَالِ malını şurada-burada saçıp savurmadır.
Dedikodu
قِيلَ وَقَالَ dedikodu ve güft u gû demektir. Kelimelerin asılları hakkında söylenecek sözleri geçerek muhtevaları üzerinde durmak istiyoruz. Kîl ü kâl, dünyevî-uhrevî hiçbir yararı olmayan, fuzulî muhavere ve lüzumsuz konuşmalara denir. Bu türlü bir konuşma, ister Türkçe’deki “laklâkiyât” türünden, ister üzerimize lâzım olmayan şeyleri ifade cinsinden, isterse yasaklar sınırında dönüp dolaşan beyanlar nev’inden olsun, dedikodu yapanların içtimaî seviyelerine ve dedikodunun intişar sahasının genişliğine göre (gazete, mecmua, radyo ve televizyonla yayılması gibi) fertleri âtıl, yığınları şuursuz ve ufuksuz toplumlarda içtimaî bir hastalıktır. İslâm’ın iki dudak arası günahlardan saydığı ne kadar öldürücü levsiyât varsa, hepsi bu kîl ü kâl meşcereliğinde çimlenir-gelişir. Onun içindir ki, Allah Resûlü, bir çizgi üzerinde sıraladığı üç şey arasına, konuşma veya konuşmamayı da sokarak şöyle buyurur:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin! Allah’a ve ahiret gününe inanan her fert, misafirine ikramda bulunsun! Allah’a ve ahiret gününe imanı olan herkes ya hayır söylesin veya sussun..!”375
Çok Soru
كَثْرَةُ السُّؤَالِ Yerli-yersiz sual sorma veya ihtiyacı olmadığı hâlde dilenme, hatta dilenmeyi âdet hâline getirme şeklinde yorumlanabilir ki, ikisi de mezmum, ikisi de zararlıdır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahihada, mecburiyet ve ihtiyaç hâli dışında dilenmek kınandığı gibi, uluorta her zaman sual sorup durma da zemmedilmiş ve hemen her fırsatta insanların duygu ve düşünceleri yararlı şeyleri öğrenmeye yönlendirilmiştir. Mamafih, Kur’ân-ı Kerim’de, makbul ve mezmum olmak üzere suallerin iki kısma ayrıldığını görürüz. Makbul ve müstahsen suale misal olarak: يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ “Ashabın sana neyi infak edeceklerini sorarlar.”376 âyetini, mezmum ve hoş karşılanmayan suale de وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ “Sana ruhun hakikatinden soruyorlar.”377 nazm-ı celîlini gösterebiliriz.
Sual sorma veya sormama, dilencilik yapma veya yapmama, bir zarurete dayanıp-dayanmama veya bir ihtiyaçtan kaynaklanıp-kaynaklanmamasına göre, ef’âl-i mükellefîn arasında çizginin altında veya üstünde yerlerini alarak, vacip, haram veya mübah olurlar. Bu itibarla da, ayrı ayrı gibi görünen bu iki meselenin, işaret ettiğimiz “cihetü’l-vahdet” etrafında müşterek mütalâa edilmelerinin ve müşterek yorumlanmalarının daha isabetli olacağı kanaatindeyim.
Mal Saçıp Savurma
إِضَاعَةُ الْمَالِ Maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî herhangi bir fayda gözetilmeden servetin şuraya-buraya saçılıp savrulması şeklinde tarif edilebilir ki, hem ferdî hem de içtimaî bir hastalıktır. Evet, bir insanın, kendi servet ve kendi malını olmayacak yerlerde zayi etmesi, evvelâ, sadece ferde ait bir zarar gibi görünse de, kendi malının zımnında millî serveti de heba etmesi bakımından, topyekün bir milleti alâkadar eden bir hâdisedir ve topyekün toplumun ızrâr edilmesi söz konusudur.
Günümüzde bir hayli önem arz eden ve gelecekte daha da arz edeceğe benzeyen bu iktisat ve tasarruf ihtivalı son meseleyi de noktalarken, bir kere daha, Söz Sultanı’nın, seçip istimal ettiği kelimelere, kullandığı yerler itibarıyla kazandırdığı derinlikleri, vüs’at ve televvünü hatırlatmak istiyoruz.
26. İhsan
اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır; sen O’nu görmesen bile O seni görüyor…”378
“İman”ın “islâm”la bütünleşmesi, “islâm”ın “ihsan” kutbunda yaşanması, kâmil mü’minlerin şiarı. Mü’minin, iman ve islâm içinde, iman ve islâm üstü bir buuda ulaşması ve ulaştığı bu son noktanın hakkını eda etmesi bir ihsan, hayrın hayır doğurması esasına göre, Cenâb-ı Hakk’ın bu samimî teveccühe, azametine uygun mukabelesi ise, مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerin kalbine hutûr etmemiş.”379 sürprizler faslından ayrı bir ihsan… Zaten “İhsanın karşılığı da ancak ihsandır.”380 Ama, kulun ihsanı kendi derinliği ölçüsünde ihlâs, edep, saygı ve haşyet şeklinde; Allah’ınki de Kendi azamet ve servetine göre ve binbir vâridâtla kulunun gönlünü inançla donatıp ilhamlarla coşturma, gözünden perdeyi kaldırıp eşyanın hakikatine muttali kılma, ağzını mâlâyâniyattan koruyup lisanını hikmetle konuşturma ve hislerini uyarıp onu tecellî meşrıklarında dolaştırma şeklinde…
Varlığın perde arkasının aralandığı bu noktaya ulaşan mü’min, O’nu “bî kem u keyf” görüyor gibi olur. Ne var ki O:
Evet kul, O Ezel ve Ebed Sultanı’nı görmek, görüp, görmenin zevkine ermek kadar, görülüp bilinmekten de, yani Efendisine hizmetlerinde O’nun tarafından murâkabe edilip müşâhedeye tâbi tutulmaktan da derin bir zevk duyar.. zevk duyar da, o uğurda yaptığı şeylerin en küçüğünü dahi engin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirir.
İşte peygamber sözlerine doğru hafif aralanmış minik bir menfez.. işte Söz Sultanı’ndan lâl ü güher gibi mübarek üç-beş kelime.. ve işte mücelletlere sığmam diyen engin muhteva..!
İşte deryadan bir damla, güneşten bir zerre ve yıldızların kol gezdiği âlemlerden de birkaç şûle..! Hakikat-i Ahmediye’nin mir’ât-ı mücellâsı olan o nurefşân sözler üzerinde durup onların kadrine tercüman olmak, herhâlde söz bilmez nâdanların işi olmasa gerek.. gerçi, biz de şu anda, bile bile böyle bir saygısızlığı irtikâp etmiş durumdayız.. evvelen ve âhiren O’na dehalet ediyor ve Allah’tan cür’etimizi bağışlamasını diliyorum.
O’nun nurlu sözlerini, bütün buuduyla şerh etmenin bizi aştığını ta baştan arz etmiş ve bu işin erbabının zuhurunu intizarda bulunduğumuzu da açıklamıştık. Bütün bunlara rağmen, yine de bazı cür’etkârlıklarda bulunmuş ve bazı hadislerin bazı yanlarını tahlil etmeyi denemişsek, tahliline cür’et ettiğimiz husus, hadisin o engin dünyasından sadece birkaç nurlu söz; onların da sadece muhteva derinliği, ifade rasaneti ve beyan gücüyle alâkalı olmuştur. Hem de bir avam lisanıyla…
Allah’ın bizi affetmesini, erbab-ı nazarın da kusurlarımıza nazar-ı müsamaha ile bakmalarını dilerim.
277 Tirmizî, kıyâme 59.
278 Tirmizî, zühd 25. Hadisin bir kısmı için bkz.: Buhârî, rikak 3.
279 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/384.
280 Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 103-105; Ebû Dâvûd, edeb 80. (Lafız Müslim’den)
281 Buhârî, edeb 96; Müslim, birr 165.
282 Buhârî, hudûd 4-5; Abdurrezzak, el-Musannef 7/381, 9/246.
283 Tirmizî, birr 55; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/153.
284 İbn Cemî’, Mu’cemü’ş-şüyûh s.149; Deylemî, Müsned 3/305.
285 Buhârî, cuma 11; Müslim, imâre 20.
286 Bkz.: Ra’d sûresi, 13/11.
287 Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 7/101.
288 Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; eymân 23; Müslim, imâre 155; Ebû Dâvûd, talak 10.
289 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/103; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 1/10.
290 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20.
291 Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkat 107.
292 Bkz.: Buhârî, rikak 31; Müslim, iman 203-208.
293 Buhârî, cihad 1; Müslim, imâre 83-86.
294 Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/96. (Aynı mânâyı farklı lafızlarla ifade eden başka hadisler için bkz.: Buhârî, cihad 44; Ebû Dâvûd, cihad 4)
295 Bunu ifade eden اَلْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللّٰهُ عَنْهُ hadisi, aşağıda açıklanacaktır.
296 Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, İbrâhim b. Edhem’in hayatı kısmı.
297 Buhârî, iman 4; Ebû Dâvûd, cihad 2.
298 Bakara sûresi, 2/208.
299 Tirmizî, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12.
300 Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk 2/581; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/438, 45/453; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs 2/118.
301 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
302 Kaf sûresi, 50/16.
303 Tevbe sûresi, 9/105.
304 Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 14,15.
305 Müslim, cenâiz 106; Tirmizî, cenâiz 60.
306 Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 15.
307 Tirmizî, edeb 28; Ebû Dâvûd, nikâh 42; Dârimî, rikak 3.
308 Buhârî, zekât 18; Müslim, zekât 94-97; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/4.
309 Buhârî, zekât 18; Müslim, zekât 94.
310 Tirmizî, menâkıb 54; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/66; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/331.
311 İbn Hacer, el-İsâbe 1/281.
312 Ebû Dâvûd, zekât 27; İbn Mâce, zekât 25.
313 Buhârî, zekât 8; Müslim, zekât 63-64; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 3/279.
314 Müslim, iman 171-174; Tirmizî, büyû 5; Ebû Dâvûd, libâs 25.
315 Mü’minûn sûresi, 23/108.
316 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/106-107; Kıyamet sûresi, 75/22-25; Abese sûresi, 80/38-41.
317 Bkz.: Buhârî, meğâzi 79; Müslim, tevbe 53-55.
318 Müslim, iman 147-149; Tirmizî, birr 61; Ebû Dâvûd, libâs 26.
319 A’râf sûresi, 7/146.
320 Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26. (Lafız Ebû Dâvûd’dan alınmıştır.)
321 “Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen sadakadan çok daha iyidir.” (Bakara sûresi, 2/263)
322 Tirmizî, birr 40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/27.
323 Buhârî, rikak 23.
324 Buhârî, cenâiz 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/237, 6/436; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 5/139, 9/37.
325 Abdürrezzak, el-Musannef 6/173. (Benzer mânâyı ifade eden hadisler için bkz.: Ebû Dâvûd, nikâh 3; Nesâî, nikâh 11; İbn Mâce, nikâh 1)
326 Müslim, zekât 53; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/167-168.
327 Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110; İbn Mâce, zühd 36.
328 Müslim, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 39.
329 Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18.
330 Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91.
331 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.
332 Ebû Dâvûd, edeb 78; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/364, 371.
333 Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/199.
334 Beyhakî, Şuabü’l-iman 3/39.
335 Tirmizî, tahâret 108; İbn Mâce, tahâret 114.
336 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20.
337 Ra’d sûresi, 13/39.
338 Âl-i İmrân sûresi, 3/200.
339 Enfâl sûresi, 8/60.
340 el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.
341 Hûd sûresi, 11/114.
342 Fetih sûresi, 48/2.
343 Fetih sûresi, 48/2.
344 Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 2-5.
345 Bakara sûresi, 2/25.
346 Taberî, Câmiu’l-beyan 1/174.
347 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/63; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/486; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 7/63.
348 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.
349 Bkz.: Buhârî, müsâkât 9; Müslim, selâm 151-155.
350 Buhârî, rikak 28; Müslim, cennet 1. (Lafız Müslim’den alınmıştır.)
351 Bu hususu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu temsille anlatmaktadır:
إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اِسْتَوْقَدَ نَارًا فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهَا فَأَنَا اٰخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهِ “Benimle ümmetimin misali ancak ve ancak, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki, hayvanlar ve pervâneler onun içine düşmeye başlarlar. Ben sizin eteklerinizden tutuyorum, sizse onun içine atılıyorsunuz.” (Buhârî, rikak 26; Müslim, fedâil 17-19. (Lafız Müslim’den alınmıştır.)
352 Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/114.
353 Mâide sûresi, 5/3.
354 Buhârî, edeb 83; Müslim, zühd 63.
355 Buhârî, menâkıb 1; Müslim, birr 160.
356 Yûsuf sûresi, 12/108.
357 Hûd sûresi, 11/102.
358 Buhârî, tefsir (11) 5; Müslim, birr 61.
359 Rûm sûresi, 30/30.
360 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/64-65.
361 Bkz.: Hac sûresi, 22/48.
362 Buhârî, ezan 36; Müslim, zekât 91.
363 Bkz.: Müslim, imâre 18; Nesâî, âdâbü’l-kudât 1.
364 Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 4/139; Deylemî, Müsned 4/112.
365 Bkz.: Buhârî, salât 28; Müslim, mesâcid 261-262.
366 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/229, 233, 236, 239; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 20/80-81.
367 Bkz.: İbn Mübârek, ez-Zühd s.51; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 4/339; Hakîm Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 1/418.
368 Bkz.: Buhârî, zekât 8; Müslim, zekât 63-64.
369 Tirmizî, fedâilü’l-cihad 8; Nesâî, cihad 8.
370 Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3.
371 Buhârî, teyemmüm 1; Müslim, mesâcid 3.
372 Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/96. (Aynı mânâyı farklı lafızlarla ifade eden başka hadisler için bkz.: Buhârî, cihad 44; Ebû Dâvûd, cihad 4)
373 Buhârî, cuma 11; Müslim, imâre 20.
374 Buhârî, istikraz 19; edeb 6; Müslim, akdıye 12, 14.
375 Buhârî, edeb 31; Müslim, iman 74-77.
376 Bakara sûresi, 2/215.
377 İsrâ sûresi, 17/85.
378 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
379 Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 2-5.
380 Rahmân sûresi, 55/60.
381 En’âm sûresi, 6/103.