Bir İman Abidesi
Soru: Merhum Zübeyir Gündüzalp hakkında “Gayret-i diniye sahibi idi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti.” buyuruyorsunuz. Bu hususu da şerh sadedinde Zübeyir Ağabey’i anlatır mısınız?
Cevap: Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı Saadet’in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mânâ âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.
Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu’ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, “Aradığım insanları şimdi buldum.” demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hâsıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların gayretleriyle gün yüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyir Gündüzalp idi.
Bir İnsanı Tanıma Vesileleri
Zübeyir Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehbân değilseniz “onu tanıyorum” diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.
Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer Efendimiz “Alışveriş ve ticaret hayatına da baktınız mı?” diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Meselâ, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir belâ ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara “evet” cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyir Ağabey’i tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.
Bir Dava Adamı
Zübeyir Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma mânâsına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoş gördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyir Ağabey de, evvelen ve bizzat İslâm’a ve Kur’ân’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlar’a çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad Hazretleri’nden ve Nurlar’dan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, meselâ siz, “Üstad Hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zübeyir Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” mânâsına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlar’a bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlar’a koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında “Üstad’ın yâver-i a’zam”ı derdi.
Zübeyir Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Haddizatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihin altının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur hâline rağmen de hep inşirah vericiydi.
Zübeyir Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilâç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilâcını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe mevcuttu. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkânların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn-u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstadımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.
Zübeyir Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latîfesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysaki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir Üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usûlünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslûp bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlar’a çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.
İdam Sehpası da Olsa!
Onun Afyon Müdafaası’nı ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyir Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, “Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı büyük bir lütf-u ilâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i’lâ-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.
Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.”1 diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya “Allah Allah, yâ Resûlallah!” sadalarıyla koşarak gideceğim.”2 demek ancak Zübeyir Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.
Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyir Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.
Zübeyir Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstadından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i âcizânemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenâb-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek mânâsına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “ilhah”tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabiî bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenâb-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi hâlimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de –riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden– kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.
Sema Ağlıyordu…
Zübeyir Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenâb-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkânını lütfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birdenbire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü?” diye sormadım; çünkü ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin âdeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyir Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. Zira o, “secde izi”yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ3 hakikatinin canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.
Zübeyir Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman İbn Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab İbn Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!..”
Onları Anlamadılar
Evet, onlar mânâ âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler; ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mimar-ı A’zam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi’ye, Hafız Ali’ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Feyzi’yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, her biri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hâlâ dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..
Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el alem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zâhire göre değerlendirdi. Onların her birisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?
1 Bediüzzaman, Şuâlar s.538 (On Dördüncü Şuâ).
2 Bediüzzaman, Şuâlar s.535 (On Dördüncü Şuâ).
3 Fetih sûresi, 48/29.