Biri Mübalâğa Diğeri İftira!

Fezâil-i İnsaniyenin İki Kanadı

Unutmak, bazen, çok sevaplı bir fazilettir; bazen de, nisyandan daha büyük bir belâ yoktur.

İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. Ezkaza bazılarını hatırlasa, o zaman da onların birer nimet-i ilâhî olduğu mülâhazasıyla ve istidraç da olabileceği endişesiyle, “Rabbim, bunlar benim için birer nimet miydi; yoksa beni küstahlaştıracak istidraç sebepleri mi, bilemiyorum. Şayet, birer nimet idiyse, onlardan dolayı Sana hamd ederim. İstidraç olmalarından da Sana sığınırım!” demelidir. İşte bu mânâda, insanın meziyet ve muvaffakiyetlerini unutması çok büyük fazilettir.

Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir belâdır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayılıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana –farzımuhâl– “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, süm’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmama; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulama, en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlama, dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekme… Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma… İşte burada da unutmama çok önemlidir. Evet, hata ve günahları sürekli hatırda tutup tevbeye yapışma, meziyetleri ve başarıları da hiç hatıra getirmeyip devamlı sa’ye sarılma… bunlar, fezâil-i insaniyenin iki kanadıdır.

Derinleşme ama değişmeme

Derinleşme azmi içinde olmayanlar hiç farkına varmayacakları şekilde sığlaşır ve zamanla tamamen dışlanırlar. Dolayısıyla, insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. Çünkü bütün kötü ahlâkın kaynağı gelişme gayretinde olmamak, olduğu yerde saymak ve mevcutla yetinmektir. Sürekli değişim, tebeddül ve tagayyür; farklı şekil, farklı renk, farklı şive ve farklı desenlerle her zaman bambaşka güzellikler sergileme insanın hedefi olmalıdır. O, her yeni gün, “Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum. Keşke dün de bana bunu duyursaydın” diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli; ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) günde yetmiş1 ya da yüz defa2 istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir. Haddizatında, bir insan arkada bıraktığı mertebeleri mütalâa ederek “estağfirullah” diyecek durumda değilse, bütün hâline “estağfirullah” denmesi lâzım gelecek şekilde bir sukut içinde demektir.

Değişmemenin büyük bir mazhariyet sayıldığı alanlar da vardır. Meselâ; bir insan, tefekkür ufku itibarıyla ya da his, şuur, mantık ve muhakeme enginliği açısından ne kadar ileriye giderse gitsin; kendi özündeki ilâhî sanatı elli defa hallaç etmesi veya kâinat kitabını satır satır okuması bakımından ne ölçüde inkişaf ederse etsin; ihsan şuurunun ve yakin mertebelerinin en üst seviyesine ulaşması zaviyesinden ne denli yükselirse yükselsin bütün bunlarla beraber, kendisini sıradan bir kul olarak görebiliyor ve farklılık mülâhazalarına kapılmıyorsa, bu çok önemli bir tâli’lilik ve şâyân-ı takdir bir “değişmeme” hâlidir.

Öyle ki, Allah ufkunu açsa, göklerde uçsa ve bir yerde Cebrail’e ulaşsa sonra Cebrail, “Dost, artık ben seninle beraber yürüyemem; bundan sonrası bana kapalı. Sen yürü, yoluna devam et. ‘Top senin, çevkân senindir bu gece’ dese!” O zaman bile, yine kendisini yaratılmışların en küçüklerinden biri görme; “Ben ancak başkalarının ayaklarının altına yüzümü sürebilecek bir insanım.” deme ve Hazreti Ali yaklaşımıyla, “insanlardan bir insan olma” mülâhazasına bağlı kalma, sürekli abdiyetini duyma, ayakları yerde bir kul olduğunu hep hissetme, farklılıklarına kendine göre farklı mânâlar yüklememe, mazhariyetlerinden dolayı kendisine çeşit çeşit unvanlar aramama, değişik mülâhazalarla birkaç versiyonu dile getirilen Kutup, Gavs, Mehdî ve Mesih gibi pâyelere sahip olduğu iddiasında bulunmama ve işte bu mevzuda değişmeme, kat’iyen fahre girmeme, ucbe düşmeme, yüksek rütbelere dilbeste olmama bir insan için çok büyük bir mazhariyettir. Bu duygu ve düşünceler asla değiştirilmemesi ve hep korunması gereken mülâhazalardır.

Soru: “Gönüllüler hareketi” şeklinde adlandırdığınız bu hoşgörü, diyalog ve eğitim faaliyetlerini, kimileri Türkiye’nin globalleşen dünyaya yegâne katkısı olarak kabul ederken, kimileri de bir tehdit unsuru gibi görüyorlar? Bu konudaki değerlendirmelerinizi lütfeder misiniz?

Cevap: Bu harekete her iki tarafın da dile getirdikleri şekilde mânâ yüklemek yanlıştır ve ikisi de büyük iddia sayılır. Birincisi, ortaya konan çok kıymetli ve pek samimi gayretleri gören dostların teşvik adına seslendirdikleri şekerleme kabilinden bir iddia; ikincisi ise, içinde bulunmadıkları ve kendi adlarıyla anılmayan hiçbir işi faydalı görmeyen, kendilerinden olmayanları hasım gibi kabul edip karşı cepheler oluşturan kimselerin karalama maksadıyla ortaya attıkları iftira edalı bir iddiadır. Evet, ilki, müftehirâne bir mübalâğa; diğeri de müfteriyâne bir iddiadır. Aslında, hiçbir mesnede dayanmayan sözlerle eğitim gönüllülerine iftira etmek büyük bir haksızlık olduğu gibi, hüsnüzanla dahi olsa, onları mübalâğalarla anlatmak da yanlıştır. Her türlü iddiadan uzak kalmakla beraber, fedakâr ruhların çok samimi gayretleriyle sürdürülen faaliyetleri, Allah’ın bugünkü insanlara büyük bir lütfu olarak yâd etmek ise, hem bir şükür hem de kadirşinaslık ifadesidir.

Şahsen, yapılan onca güzel işi görünce takdir hisleriyle doluyor ve kimi zaman “gönüllüler hareketi” kimi zaman da “örnekleri kendinden bir hareket” diyerek o güzellikleri alkışlıyorum. Alkışlıyorum, zira o hasbî insanların, hemen her meselede hüsnümisallerini kendi içlerinden çıkardıklarına şahit oluyorum.

Bu hususu şerh sadedinde, çocukluk yıllarıma ait bir hatıramı ve duygumu arz edeyim: Babam, vaktini hiç zayi etmeyen, bir yere gidip gelirken bile ya Kur’ân okuyan ya da yeni ezberlediği bir şiiri tekrar eden ve kitap okumaktan çok zevk alan bir insandı. Ayrıca, Sahabi efendilerimizi çok sever, sürekli onların hatıralarını okur, dinler ve anlatırdı. Kitaplarının en fazla aşınan kısımları sahabeden bahseden sayfalar olurdu. Sahabe-i kiram efendilerimize karşı o kadar alâkası vardı ki, nerede onlardan birinin adı anılsa ağlardı ve evin içinde onların hatıralarını hep canlı tutardı. Dolayısıyla, biz de Efendimiz’in seçkin arkadaşlarının sevgisiyle ve onlara karşı hayranlıkla dolu olarak neş’et ettik. Onlar benim gözümde o kadar büyük idiler ki, her birini Kafdağı’nın ardındaki Anka kuşu gibi görürdüm ve onlara ulaşılabileceğine ihtimal vermezdim. Hele, günümüzün insanlarıyla az mukayese etsem, onları ufuklarına asla yetişilemeyecek ve yaşadıkları gibi bir daha yaşanamayacak başyüce şahsiyetler olarak kabul ederdim. “Onlar nasıl insanlarmış? Onlardaki bu derinlik neredenmiş? Onlar gibi yaşayan insanlar bir kere daha gelir mi dünyaya?”soruları kaplamıştı zihnimi. Uzun zaman sahabe hayatının artık mazide kaldığına ve tekrar yaşanamayacağına inanmıştım. Fakat Hazreti Üstad’ın yanından gelen bir talebeyi ve beraberindeki bir-iki insanı görünce, “Demek ki sahabe gibi yaşanabiliyormuş; demek ki, o hayat tarzı sadece bir döneme hapis değilmiş” demiş ve çok sevinmiştim. Babamın talimiyle aşina olduğum ve kitap sayfalarında gördüğüm sahneleri o birkaç insanda da müşâhede etmem bana mânevî bir kuvvet ve ümit kaynağı olmuştu; o güne kadar okuyup dinlediklerimin örneklerini görme fırsatı bulmuştum.

Örnekleri Kendinden Bir Hareket

Evet, daha düne kadar, fedakârlık, cömertlik, civanmertlik ya da istiğna ruhu adına misal verecek olsanız, ta Saadet asrına, tabiîn ya da tebe-i tabiîn dönemlerine gitmeniz gerekirdi. Ne var ki, muhataplarınızı o örneklerle ikna etmek de oldukça zordu; zira anlattığınız kahramanlık misallerine karşılık, “Mazide böyle bir şey ya olmuş, ya olmamış” der; onları, eski Fars masallarına benzetir, Rüstem hikâyesi gibi bir hikâye olarak dinlerlerdi. O dönemde, herhangi bir “üsve-i hasene” bulabilmek için elinizde mumla dolaşırdınız vatan sathında; dolaşırdınız da birkaç insandan başkası görünmezdi gözlerinize. Misal insan, örnek adam aradığınızda Saadet Asrı’na, İslâm Tarihi’nin bazı altın kesitlerine ya da son dört yüzyılın birbirinden kopuk çok kısa dönemlerine koşmakta bulurdunuz çareyi. Mazinin parlak devirleri sığınak olurdu size. Yanınızda kalb hayatı, zühd, takva ve dua denseydi, yalnızca Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ali gibi sahabe efendilerimiz aklınıza gelirdi. Fedakârlık, cömertlik ve îsâr hasleti gibi faziletlerden bahsedilse idi; Allah ve Resûlü uğruna her şeyini, hatta sevgili evlâdını bile feda etmeyi göze almış, kadınlık âleminin yüz akı analarla ilgili konuşulsaydı ya da kendini Allah’a adamış, dünyaya hiç tama’ etmeyen ve gözü sürekli ahiretin koridorlarında yaşayan delikanlıları anlatmak isteseydiniz, yine o ilk çağlara sığınırdınız.

Fakat, Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun, bu hareketin gönüllüleri hüsnümisallerini kendi içlerinden çıkarma eşiğini de aştılar. Belli bir dönemde “Acaba o insanlar gibi yaşanabilir mi?” diye düşünürken, günümüzde onlardan bir kaç canlı örnek gösterip “yaşanabiliyormuş” demek ve hemen her sahada onların arasından model insan göstermek mümkündür. Evet, onlar önde yürüdüler, anlattıklarını pratiğe döktüler, şahlandılar ve arkalarında yürüyenleri de şahlandırdılar. O kahramanların bazılarını tanıma tâli’liliğine erdim, bazılarını medyadan öğrendim ve bir kısmının hatıralarını da onları tanıyanlardan dinledim. Bazı kimseler görmezlikten gelse de, Allah görüyor, Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelüttehâyâ) biliyor ve Kirâmen Kâtibîn yazıyor onların fedakârlıklarını. Tarih sayfaları da onların hatıralarıyla her gün biraz daha renkleniyor. Belki kendileri de farkında değiller ama hepsi birer yâd-ı cemil oldular/oluyorlar. Bu kahramanların hayat hikâyeleri, makûs kaderimizi değiştirme adına tarihe düşülen öyle şerefli notlardır ki, gelecek nesiller de onları hürmetle yâd edecektir. Bundan dolayı, ısrarla söylüyorum; her yerde o fedakâr ruhların hatıralarını bir vakanüvist hassasiyetiyle tespit etmek ve yazmak lâzımdır ki, yarın tarihçilerin işi kolaylaşsın; sonraki nesillere de güzel misaller bırakılmış olsun.

İşte, bu yönleri itibarıyla, biz de hoşgörü ve diyalog temsilcilerini, eğitim gönüllülerini takdir ediyor, alkışlıyor ve bu ideal insanların şahs-ı mânevisine “örnekleri kendinden bir hareket” dense sezâdır diye düşünüyoruz. Böyle bir takdirin de, Allah’ın nimetlerine karşı bir mânevî şükür ve o fedakârlar hakkında da bir kadirşinaslık ifadesi olduğuna inanıyoruz.

Biri Mübalâğa Diğeri İftira!

Ne var ki, bu hareket sayesinde dünyanın çehresinin değişeceğini, topyekün insanlığın yüzünün güleceğini ve yeryüzünün bir Cennet hâline geleceğini söylemeyi ve bu türlü büyük iddialara girmeyi de doğru bulmuyoruz. Günahkâr bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden affedilmeyi ümit etmesi gibi, biz de o engin rahmetten ümit ederiz ki, dünyanın değişik yerlerine düşen bu damlalarla Allah Teâlâ bir nevbahar icat etsin. Şimdiye kadar susuz kalmış, sararmış ve kurumaya yüz tutmuş fidanları çiselemelerle ve şebnemlerle hiç emsali görülmemiş şekilde bir kere daha canlandırsın. Öyle arzu ederiz ki, insanların âdeta birbirini yediği ve tabakat-ı beşer çapındaki hır-gürlerin ardı arkasının kesilmediği bir dönemde, bu sevgi kahramanlarının tesiriyle hakikate uyanan ve insanî değerleri yeni bulmuşçasına farklılaşan kimseler bütün dünyayı felâkete sürükleyecek büyük sellere karşı dalgakıran vazifesi görsünler. Dileriz, onların samimi gayretleriyle her yanda sulh adacıkları oluşsun; bunalan toplumlar onların beyaz adalarına koşsun. Bütün bu güzellikleri Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz; fakat, bu hareketi, dünyanın rengini değiştirecek yegâne sâik olarak ifade etmeyi, başka hayırlı faaliyetleri ve hareketleri görmezlikten gelerek sadece onu nazara vermeyi ve “şuraya yürüyorlar, bunu yapacaklar” gibi mübalâğalı sözleri asla tasvip edemeyiz. Bu türlü iddialı düşünce ve beyanları kulluk anlayışımıza ve itidal düşüncemize de zıt kabul ederiz; zira, bizim vazifemiz, kendi değerlerimiz çerçevesinde dine, millete hizmet etmek ve bunu yaparken de asla neticeyi düşünmemek, hiçbir beklentiye girmemektir.

Biz insanların iç dünyalarını bilemeyiz; onların dışa akseden tavır ve davranışlarına göre değerlendirmelerde bulunur, hükümler verir ve hüsnüzan ederiz. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın kime ne türlü bir misyon yüklemiş olduğunu, kimi ne çeşit işlerin beklediğini ve hangi insanlara ne büyük vazifeler eda ettireceğini bilemeyeceğimiz için, o mevzuda söyleyeceğimiz büyük büyük sözler mübalâğa sayılır. Allah Teâlâ, kadirşinaslığı ne kadar sever, onu ne ölçüde mânevî bir şükür olarak kabul eder ve o şükre ne denli mukabelede bulunursa, mübalâğalardan da o kadar hoşlanmaz. Çünkü, mübalâğa zımnî yalandır; yalan ise bir lafz-ı kâfirdir ve günahtır. Öyleyse, hüsnüzan seslendirilmeli ama mübalâğa ve iddia sayılabilecek sözlerden de mutlaka kaçınılmalıdır.

Diğer taraftan, bazı insanlar da, bu sevgi kahramanlarının dünyayı değiştirecekleri ve kendilerine yaşama imkânı vermeyecekleri düşüncesiyle ciddi bir paranoya yaşıyorlar. Onların kendilerine göre düşünce sistemleri, hayat tarzları, iktisadî, siyasî, kültürel ve idarî felsefeleri var. O felsefeye göre, yarım-yamalak da olsa, bir dünya kurmuşlar. O dünyada kendilerini rahat hissediyor ve hariçten yükselen her sesi haklarında ölüm fermanı olarak görüyorlar. En masum insanları bile kendi dünyalarını karartacak ve rahatlarını kaçıracak tehlikeli kimseler olarak algılıyorlar. Karanlığı ışık gören, ışığı da karanlık kabul eden bu karanlık ruhlular, sevgi deyip sevgi konuşan ve sevgi teneffüs eden insanlardan bile endişe ediyorlar. Bu endişelerini de aka kara, karaya da ak demek suretiyle, değişik iftiralarla dile getiriyorlar.

Haddizatında, hayatını hoşgörüye, diyaloğa ve eğitime adamış insanlardan hiçbirisi gelecekte, değil dünyanın çehresini karartmak, tek insana gölge yapmayı bile düşünmezler. Zannediyorum onlar, kendilerine ömür boyu hasmâne tavır alan kimseleri mahşer günü perişan vaziyette, sürüm sürüm bir hâlde görseler, maruz kaldıkları bütün kötülükleri unutur ve onlara da el uzatır, tutup kaldırmaya çalışırlar. Cenâb-ı Hak orada izin ve imkân verse, kimseyi yüzüstü bırakıp geçmez ve kimsenin ebedî hüsrana uğramasına rıza göstermezler. Ömürleri boyunca tek sinek öldürmemiş, bir yılanın canına kıymamış insanların hiç kimsenin hayatını karartmayacağı muhakkaktır. Aslında, o türlü iftiraları seslendirenler de, değişik zamanlarda bu hususu test etmiş ve hakikatin böyle olduğunu görmüşlerdir. Fakat, paranoya yaşıyor olmaları ve vehimlerle oturup kalkmaları doğru düşünmelerine manidir; dolayısıyla, çok çirkin iddialarda bulunmaktan ve sürekli iftira etmekten de geri duramazlar.

Bu iki zümreyi bu şekilde tespit ettikten sonra, diyebiliriz ki; biz ne öncekilerin hüsnüzanla yükledikleri o mânâları taşıyacak kadar güçlüyüz, ne havariyiz, ne sahabeyiz, ne saff-ı evveli teşkil eden insanlardan bazılarıyız; ne de berikilerin iftira ettikleri kadar kötü, karanlık düşünceli, karmaşık hesapları ve gizli plânları olan insanlarız. Hayır, biz kendimizi özel bir misyon eda eden insanlar olarak görmediğimiz gibi, Allah’ın rızasını kazanma maksadıyla insanlığa hizmet etmek dışında bir niyet de asla taşımıyoruz.

Vazifeye Devam…

Başkaları ne derse desin, biz, büyük iddialara girmeden, aleyhimizdeki sözlere aldırmadan, kötülükler karşısında da telaşa kapılmadan kendi vazifelerimizi yapmalıyız. Gördüğümüz muamele ne olursa olsun, inkisar yaşamamalı, kimseye küsmemeli ve darılmamalıyız. Bu dünya dişini sıkıp dayanma dünyasıdır; rahat yaşama ve hayattan kâm alma diyarı değildir. Kötülüklere maruz kalsak da, haklarımız elimizden alınsa ve kendi ülkemizde –N. Fazıl ifadesiyle– “parya” gibi yaşamak zorunda bırakılsak da, bunlara hiç takılmamalı ve kendi karakterimizin gereğini sergilemeliyiz. Elimizden geliyorsa, yılan ve akreplerdeki canavarlık ruhunu bile baskı altına alarak, onlarla da iyi geçinmeli ve hayatı paylaşılabilir hâle getirmeliyiz. Onlara kızarak veya diş göstermeleri karşısında panikleyerek geriye durmamalı, hangi şartlarda olursa olsun sorumluluklarımızı yerine getirme gayretinde olmalıyız. Hatta tek başımıza kalsak bile bu duyguyu korumalı ve ona göre hareket etmeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçmiş dönemde yaşamış bir yiğidin hâlini birkaç fotoğraf karesi içinde anlatır ve buyurur ki: Sağına baktı, sağlam kimse göremedi; soluna baktı, ayakta kalmış bir fert bulamadı; herkes dökülmüştü ve o cephede tek başına kalmıştı. “Demek iş başa düştü, deyip atını mahmuzladı… Gitti ve bir daha da geriye dönmedi…”3 İşte bu hâl, her devrin dava adamlarının hâlidir. Şu kadar var ki, o kahraman, maddî bir mücadelede ve muharebe meydanında bir mücahidin yapması gerekeni yapmıştır. Maddî kılıcın kınına girmesi gerektiğine ve artık mücahedeyi Kur’ân-ı Kerim’in elmas düsturlarıyla sürdürme zamanı olduğuna inanan insanlara gelince; onları memleket memleket sürgüne gönderseler, zindanlara atsalar, her gün biri için idam sehpası kursalar, Hazreti Mesih’in havarilerine yaptıkları gibi çarmıhlara gerseler ve arkadaşlarını götürüp oralara mıhladıktan sonra aynı akıbetle onları da tehdit etseler bile, yine de hak bildikleri yoldan dönmemek, hak ve hakikatin sesi soluğu olmak da bu yiğitlerin şiarıdır. Onlar, böyle bir mücadelenin dışında ölürlerse, işte o zaman akıbetlerinden korkar ve üzülürler; belki rahat anlarını endişelerle karşılar ve şöyle derler: “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapmadığım bir zeminde, rahat döşeğimde yatarken ölürsem nice olur benim hâlim; aman Allahım, bu ne zillettir!” Hazreti Halid’in vefat esnasında söylediği sözler4 onların kulaklarında çınlar; hayatı cephelerde geçen, vücudunda para kadar yara almadık yer kalmayan büyük sahabinin, yatakta vefat ediyor olmaktan duyduğu elemi onlar da kendi gönüllerinde hissederler. Bir yerden bir yere hizmete giderken trafik kazasında ölmeyi, yurtdışına gidip hicret yurdunda ötelere yürümeyi ve Allah rızası için i’lâ-yı kelimetullah adına bir işe omuz verirken ahirete göçmeyi cana minnet sayarlar. Hazreti Azrail’i, bu yolların birinde karşılamaktan memnun olur ve “Rabbim, Sana sonsuz hamd olsun ki vazife başında canımı aldın; dilerim, bunu bir şefaat vesilesi olarak kabul buyurur ve beni de affedersin!” duygusuyla kanatlanıp öbür âleme uçarlar.

Aslında, hizmet eden insanların meziyetlerini, faziletlerini, diğergamlık ve hasbîliklerini yâd etmek, dolaylı yoldan onların kulağına gittiğinde, onlar için teşvik primi mahiyetinde olabilir. Öyle bir şekerlemeye bazen ihtiyaç da duyabilirler. Bu hususu Hazreti Bediüzzaman da ifade etmektedir. Ebced ve cifirle alâkalı bazı tespitlerini, Risaleler’e ve Cevşen’e ait bir kısım ikramları dile getirirken, “Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasipti; fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az, fakir ve zayıf olan bizlere kuvve-i mâneviye, gaybî imdad, teşci’, sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım”5 demektedir. Bu açıdan, günümüzde de dine ve millete hizmet eden insanların bazı teşvik edici takdirlere ihtiyacı olabilir. Biz, başka insanlar söz konusu olduğunda bu takdirlerimizi arz etmeli ve insanları teşvikkâr olmalıyız. Fakat, kendi hesabımıza maddî bir beklentiye girmediğimiz gibi takdir ve tebcil arayışında da bulunmamalıyız. Bizi, hiç kimse alkışlamayabilir; hiç kimse bize destek olmayabilir. Biz, böyle bir beklentiye gireceğimize iki hususa dikkat etmeliyiz:

Bizim Kızılelmamız

Birincisi: Yürüdüğümüz yolun doğruluğunu gözden geçirmeli; şayet yolumuzun doğruluğundan eminsek, her şeye rağmen yürümeye devam etmeli; eğer usûl ve metod adına eksiklerimiz varsa, onları tamamlamalı, yanlışlarımızı gidermeli ve daha sonra da konjonktüre göre durumumuzu sık sık kontrol etmeliyiz.

İkincisi: Hedefimizin sırf Allah’ın rızası olup olmadığını sürekli denetlemeliyiz. Sadece O’nun hoşnutluğunu mu arıyoruz, yoksa niyetlerimize başka şeyler de bulaşmış mı? Dünya bir fettan gibi önümüze çıkacak olsa, biz bu işi bırakıp ona meyleder miyiz? Meselâ, “Cihan hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’ın bile fethedemediği, Serdar-ı A’zam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın uğrunda canından olduğu Viyana kapılarını size açacağız; Türkiye’yle beraber hayaller ülkesi Kızılelma’yı da emrinize vereceğiz. Bu büyük mükâfata bedel sizden tek şey istiyoruz; o da, “i’lâ-yı kelimetullah” dediğiniz, Allah’la kullar arasındaki manileri bertaraf etmek, insanların iyilik duygularını coşturmak ve kötülüklerden onları alıkoymak diye şerh ettiğiniz sevdanızdan vazgeçmeniz!” deseler cevabımız nasıl olur? Eğer bu işe yürekten gönül vermişsek ve Allah rızasının ne demek olduğunu biliyorsak, vereceğimiz cevap bellidir; zannediyorum, bu hareketin temsilcilerinin hepsi de bu hususta aynı duyguları taşıyordur: “O da ne demek; bizim hangi zaafımızı gördünüz de böyle çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Değil İstanbul’dan Viyana’ya kadar olan memleketleri vermeniz, dünyanın doğusundan batısına kadar bütün ülkeleri de vaad etseniz, vallahi, billâhi, tallahi biz yan gözle bile bakmayız o topraklara, arpa boyu ayrılmayız bulunduğumuz yerden.”

İşte, bunu gönülden diyebilecek kadar vefalı olmak lâzım. Evet, bizim hedefimiz Allah rızasıdır; ondan daha büyük bir gaye-i hayal bilmiyoruz. O hedefe ulaşmak için de i’lâ-yı kelimetullah yolunu ve yöntemini seçmişiz; ondan büyük bir vazife de tanımıyoruz. Bu yolda yürürken, vazifenin büyüklüğünden dolayı caka yapmama ve başkalarının ta’n u teşnii karşısında endişe ve tereddütlere kapılmama hususlarında da –Allah’ın izni ve inayetiyle– kararlıyız.

1 Bkz.: Buhârî, daavât 3; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; Ebû Dâvûd, vitr 26.

2 Müslim, zikr 41; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; İbn Mâce, edeb 57.

3 Bkz.: İbn Hibbân, es-Sahîh 6/298.

4 İbn Abdilberr, el-İstîâb 2/430; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 16/273.

5 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-1 s.11.

-+=
Scroll to Top