1. Akıl – Vahiy İlişkisi
“Menâsik” olarak isimlendirilen hac fiilleri bizzat Cenâb-ı Hak tarafından tespit edilmiştir. İnsan aklının bu konuda herhangi bir müdahalesi yoktur. Aklımız, bazılarının hikmetini kavrasa da bazılarını kavrayamaz. Bu konuda yapılması gereken şey, Cenâb-ı Hak’tan gelen bütün emirler hususunda olduğu gibi mutlak teslimiyettir. Zira akıl, ancak vahyin rehberliğinde yolunu ve hakiki anlamını bulur.
Haccın hikmetlerine girmeden önce akıl-vahiy ilişkisi üzerinde biraz durmak istiyoruz.
a. İslâmiyet’te Aklın Değeri
Akıl; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırma adına insana bahşedilen ilâhî bir armağandır. Ruhun en önemli fakültelerinden biri olan bu ilâhî mevhibe, her şeyi anlayıp kavrayamasa da belli ölçüde birçok meseleyi idrak ona müyesser kılınmıştır. O, vahiyle beslenip semavî disiplinlere bağlı kaldığı müddetçe insan için ışıktan bir rehber konumundadır. Böyle bir aklın eline, üzerinde düşünüp değerlendirebileceği temel doneler verildiği takdirde, Ebû Hanife gibi bir fıkıh, Mâtüridî gibi bir kelam, Gazzâlî gibi bir düşünce âbidesinin yetişmesinin önü açılır.
Evet, akıl her zaman için böyle bir potansiyele sahiptir. Fakat aklın bu potansiyelini değerlendirebilmesi ve bunu yaparken istikamet üzere kalabilmesi, ilâhî vahiy ve ondan beslenen dinle irtibatını devam ettirerek meselelerini onun muhkemâtıyla sımsıkı irtibatlı götürmesine bağlıdır. Zira akıl ancak, dinin emrine girip ona tâbi olduğu, meselelerinde dinin referansını asıl kabul ettiği takdirde gerçek kıvamını bulabilir. Bu noktada aklın; karşılaştığı mevzuları, dinin sabit ve değişmez kaideleri olan muhkemâtıyla test etmesi çok önemlidir. İşte bu yapılabildiği takdirde akıl, sınırlılığı içinde kendisinden beklenen birçok fonksiyonu eda edebilir.
Akıl aynı zamanda mükellefiyetin çok önemli bir esasıdır. İnsan onunla Allah’a muhatap olma seviyesine yükselir, onunla sorumluluk yüklenmeye ehil hâle gelir.
Evet, mükellefiyet akla dayandırılmış olup akıl sahibi olmayan kişi mükellef kabul edilmemiştir. Bizler bir yönüyle aklımız sayesinde dinin emirleriyle mükellef oluyor ve bu sayede Cennet’i kazanmaya ve Cehennem’den uzak kalmaya çalışıyoruz. Bu sebeple denilebilir ki akıldan mahrum birine, dünyada herhangi bir vazife ve sorumluluk yüklemeyen rahmeti sonsuz Rabbimiz, –Allahu a’lem– ahirette de onu hesap ve cezadan muaf tutacaktır.
Aklın hayatî derecedeki bu ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde ilâhî kelamda pek çok yerde “Hâlâ düşünüp tefekkür etmeyecek misiniz?” “Düşünüp anlamayacak mısınız?” “Aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi tembihlere rastlarız.
b. Kur’ânî Akıl ve Fonksiyonları
Aklın fonksiyon ve sınırları, geçmişten bugüne İslâm dünyasında üzerinde farklı mülâhaza ve yorumların geliştirildiği bir husustur. Aklı her şey kabul edenler, ona haddinin üstünde değer atfetmiş ve onun boyunu aşkın fonksiyonlar yüklemişlerdir. Diğer yandan ona gerektiği değeri vermeyen, ondaki potansiyeli görmeyen veya küçümseyenler de yok değildir. Bu hususta orta yolu tutan ulema ve mütefekkirler aklın, insanın çok önemli bir donanımı olduğunu tespit etmenin yanında, onun doğru istikamette ilerlemesini ve kaymalara karşı güvencesini, ilâhî vahyin rehberliğine sığınmasında; yolun başında vahyi kendisine muallim kabul etmenin yanında, ulaştığı neticeleri de vahyin esaslarına göre teste tâbi tutmasında görmüşlerdir. Bunlardan İmam Muhasibî gibi bazıları, aklı Kur’ân’ın emrine vererek “Kur’ân aklîliği” düşüncesini geliştirmişlerdir ki, akıl için esas olan da budur.
Evet, eline bir kısım kıstaslar verildikten sonra onları değerlendirme ve yorumlama mevzuunda akla hak ve imkân bahşedilmelidir. Böylece ona götürebileceği bir yük yüklenmiş olur. Aksi takdirde tüm hakikatleri keşfetme, Hakikatü’l-Hakâik’a ulaşma gibi mevzuları yalnızca akla emanet edenler, akla hıyanet ettikleri gibi hakikate de hıyanet etmiş olurlar. Çünkü akıl, eşyanın zahire bakan yönünü ele almada fonksiyon eda edebilse de fizikî dünyanın ötesinde, hakikat-i esma, hakikat-i sıfât, hakikat-i ulûhiyet gibi insan boyunu aşkın çok büyük mevzularda onun tek başına söz söylemesi mümkün değildir.
c. Taabbüdîlik
İbadetlerde “taabbüdîlik” hâkimdir. Taabbüdîlik, sebebini aklımızla net olarak bilemeyeceğimiz meselelerde, hükmün sebebinin (şer’î ıstılahta “illet”) emr-i ilâhî olarak belirlenmesidir. Yani aklımızla ulaşamayacağımız bir konuda tek kıstas olarak Allah’ın emrini kabul etmek, Allah nasıl emrettiyse onu öyle yapmaktır. Misal vermek gerekirse, namazın günde beş vakit olarak farz kılınması.. öğle namazının farzının dört, akşam namazınınkinin ise üç rekat olması gibi konular taabbüdîdir. Aklımız bunlarla ilgili bazı hikmetlere açılabilse de bunların üzerine hüküm bina edemeyiz. Yapacağımız en doğru şey, Allah’ın emrine imtisal etmek, O nasıl emrediyorsa öyle amel etmek, Rabbimiz’e kulluğumuzu öyle sunmaktır.
Evet, ibadetler taabbüdîdir; yani onları Allah emrettiği için, O’nun istediği zamanda, O’nun gösterdiği şekilde ve O’nun rızasını kazanmak niyetiyle yaparız. Allah’ın yasakladığı şeylerden de sırf O yasakladığı için sakınırız. Kur’ân nasıl beyan etmiş, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl göstermişse onları aynen öyle koruyup uygularız. Onlarda değişikliklere, artırma ve eksiltmelere gitmeyiz, Sünnet’te öğretilen şekline dokunmayız. İbadetlerimiz böylece ibadet olarak kalır.
Tabi ki ilâhî emir ve yasakların pek çok hikmetleri, akılla idrak edilebilecek pek çok fayda ve maslahatları vardır. Fakat sadece bu hikmet ve maslahatlar gözetilerek yapılan, içinde kulluk düşüncesi ve Allah’ın rızasını kazanma niyeti bulunmayan fiiller ibadet sayılmaz ve insana sevap da kazandırmazlar. İbadetlerin teşrii, doğrudan doğruya vahye dayalıdır ve bildiğimiz hikmetleri, bilmediklerimize göre çok azdır.
Evet, ibadetlerde önemli olan, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği formüllere uygun hareket etmektir. Şekil, Allah tarafından ortaya konmuş ise bir kıymet ifade eder. Yoksa sizin ortaya koyacağınız bir ibadet şekli, sizin mantığınıza göre daha mükemmel, daha ağır olsa da onun Allah katında bir değeri yoktur.
Aslında, yaptığımız ibadetler bizim almak istediğimiz şeylerin karşılığı olamaz; kulluk adına ortaya koyduğumuz niyet, gayret ve ameller, talip olduğumuz rıza-i ilâhîye, Cennet ve Cemâlullah gibi büyük mazhariyetlere bedel sayılamaz. Beklediğimiz netice karşısında ortaya sürdüğümüz bedel çok küçük ve yetersiz kalır. Beklentilerimizi bize lütfedecek olan Allah’tır. Bu açıdan, ibadet ü taatimiz, Allah’ın vaz’ ettiği esaslara bağlı olmalıdır ki bir kıymet ifade etsin. O, neye ne kadar değer biçmişse, O’nun belirlediği çerçevede bir fiil ortaya koyduğunuz zaman ahiret nimetlerini ve ebedî saadeti satın alabilirsiniz. Şayet O, Sırat’ı geçmeyi namaza, kurbana, hacca bağlamış; “Geçiş bileti ancak bunlarla alınır.” demişse Sırat’tan geçmek isteyen, o bedeli ödemeye mecburdur. Mesela, namazla ulaşılacak uhrevî nimetlere ulaşma adına, Allah’ın namaza rükün kıldığı kıyam, kıraat, rüku, sücud gibi mübarek fiilleri yerine getirmek yerine farklı hareketler sergileseniz, farklı şekillerde oturup kalksanız, elli türlü marifet döktürseniz namazla ulaşacağınız lütuflara ulaşamazsınız. Çünkü aslolan, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği o mübarek fiillerdir, sizin bizim belirleyeceğimiz şeyler değil. Bunlar asıl, onlar sahtedir.
Evet, ibadetlerin Allah’ın vaz’ ettiği şekilde eda edilmesi lâzımdır. Çünkü ona kıymet veren Allah’tır. Ameller, O’na nispetle kıymet kazanır. Allah o ibadetlerin herbirine ayrı ayrı değer biçmiştir. Onların –izafî de diyemiyorum– zatî değerleri vardır. Çünkü Allah, bir şeye bir değer atfetmişse artık o şey kıymetlidir. Ebedî saadeti, lütf u keremini bir şeye bağlamışsa, o saadet ve o lütuflara ulaşmanın başka yolu yok demektir. Bizim nazarımızda kıymetli olsa da başkaca hiçbir şeyin onu satın almaya gücü yetmez.
“Yirmi Dokuzuncu Mektup”ta bir münasebetle bu mevzuya değinen Bediüzzaman Hazretleri, dinî emirlerin bir kısmının “taabbüdî” olduğunu, bunların aklın muhakemesine bağlı olmadığını, emrolunduğu için yapıldığını, hikmet ve maslahatları var olmakla birlikte taabbüdîlik cihetinin daha önde bulunduğunu ve bilinen o hikmet ve maslahatların, o ibadetin pek çok hikmetinden sadece bazıları olduğunu söyledikten sonra şöyle bir misal verir:
“Mesela, biri dese, ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir.’ Hâlbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse de acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilan-ı tevhid ve rububiyet-i ilâhiyeye karşı izhar-ı ubûdiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”45
Demek ki Allah, kullarının Cennet’e girmesi ve ebedî saadete ermesi için ibadetlerin zâhirini-bâtınını beraber vaz’ ediyor. Mânâsını vaz’ ettiği gibi kalıplarını da vaz’ ediyor ki kullar, ibadetlerini layıkı veçhiyle ifa ederek kullukta ideal kıvama ersinler. Dolayısıyla bunlarda bir kısım dünyevî faydaları, maslahat ve hikmetleri idrak etsek de esas bizim göremediğimiz, bilemediğimiz daha nice fayda ve maslahatlar vardır ve işte bunlardır ki fani olan insanı ebedî saadete ehil hale getirir.. gözlerin idrak etmekten âciz olduğu Cemâlullah’ı müşahede edebilecek bir keyfiyete yükseltir. Dünya adına ne kadar zengin olursa olsun, Allah’ın rızasını peyleyecek bir servete sahip olamayacak insana Allah’ın rızasını kazandırır. Malın mülkün, evlâd ü iyalin fayda vermeyeceği gün, Allah’ın huzuruna selim bir kalble çıkmanın yollarını açar.
d. Haccın Hikmetleri Kavranabilir mi?
Hac, kalb ve ruhun önde yürüyüşünü, aklın ona râm oluşunu ifade eden bir ibadettir. Bu vadide akıl, insanın kalbine ve ruhuna, daha doğrusu bunlara gelen emr-i ilâhîye tabi olur. İbadetlerle ilgili pek çok meselede olduğu gibi burada da dizginleri, Allah’tan gelen tecellilere doğrudan doğruya mahal olan kalb ve ruh tutar. Akıl bu konuda söz söylemekten vazgeçer, mantık raflarda kendine yer arar.
Hac, içinde onlarca, yüzlerce, binlerce hikmet barındıran bir ibadettir. Ne var ki insanın bu hikmetlerin hepsini bilip kavraması öyle kolay değildir. Bir yerde çıkar, ihram adını verdiğimiz bir parça kumaşa sarınır, Allah karşısında el-pençe divan dururuz.. bir gecemizi bir arazide yataksız yorgansız geçiririz.. bir yerde dikili taşları taşlarız.. öbür tarafta, yine taşlardan inşa edilmiş bir binanın etrafında döner dururuz… Bütün bunlardaki bazı hikmetleri kavrarız da bazılarını kavrayamayız. Feyz-i Akdes’ten dalgalar hâlinde vicdanlarımıza gelip çarpan nurları ve sırları bazen duyar bazen duyamayız. Duyduğumuzda da çoğu zaman mânâ veremez ve değerlendiremeyiz.
Diğer bütün ibadetlerde olduğu gibi hacda da aklımız bir yere kadar bize yardımcı olur. Yapılan hareketlerin mânâ ve hikmetlerini aklımız sayesinde düşünür, onun ruhunu anlamaya çalışırız. Ancak bir yerden sonra aklı bir kenara bırakıp Hazreti Sahib-i Şeriat’a teslim olmaktan başka çaremiz yoktur. Zira aklın sınırı oraya kadardır. Ondan ötesinde taabbüdîliğin sınırları başlar. Yani akıl, işin hakikatini tamamen anlamaya yol bulamaz. İşte bu noktada ibadetler, ‘Allah’ın emrine teslim olma’ şuuruyla yapılmalıdır. Bu teslimiyetin insana vereceği huzurun, gönle vereceği sürurun da ayrı bir yeri vardır.
Mesela insan, şeytan taşlarken şöyle düşünmelidir: “Ben ki akıl ve dirayet sahibi, insan olmakla şereflenmiş bir varlığım. Karşımda duran dikili bir taşı taşlıyorum. Aklım bunu almasa da aklımın aldığı bir şey vardır: Bu senin emrindir Allah’ım! Sana itaat etmenin neşvesini gönlümde duyuyor, bununla dolup taşıyorum!”
2. Haccın Hikmetleri
Yukarıda vermeye çalıştığımız genel malumattan sonra, kendi darlığımızdan kaynaklanan dar bir zaviyeden haccın bilebildiğimiz hikmetlerinden bazılarını zikretmek istiyoruz. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, hac gibi her bir ibadetin bildiğimiz-bilemediğimiz ve bazıları itibarıyla da hiçbir zaman bilemeyeceğimiz, aklımızın sınırlarının tamamen dışında kalan yüzlerce, binlerce hikmeti, dünyevî-uhrevî fayda ve maslahatı vardır. Bize düşen ve iktidarımız dahilinde olan, onları tespit etmeye, anlamaya çalışmak.. anlayamadıklarımızı Allah’ın ilmine havale etmek.. ve her ne olursa olsun, O’nun emrini, O’nun fermanına imtisal ve teslimiyeti esas kabul ederek “yakîn gelinceye kadar” bir ömür boyu O’na taabbüdde, kullukta bulunmaktır. Her şeyin doğrusunu O bilir…
a. Hac Menâsikinin Her Biri Bir Semboldür
Hacda yapılan fiillere “menâsik-i hac” dendiğini daha önce söylemiştik. Bu fiillerden her birinin zatına bağlı bir değeri olduğu gibi, temsil edip hatırlattığı şeyler itibarıyla da ayrı bir değeri vardır. Bunlar ifa edilirken bir yandan da his ve düşünce dünyamız itibarıyla bunların sembolize ettiği mânâlar üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Bu mânâlar üzerinde tefekkür edilmeksizin ifa edildiklerinde, –her ne kadar mükellefiyet borcu sırtımızdan düşmüş olsa da– hacdan beklenen netice hakkıyla elde edilmiş olmayacaktır.
Hac; genel mânâsı itibarıyla insanın hayat yolculuğunu anlatır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’nın Cennet’ten yeryüzüne indirilmeleriyle başlayan insanlığın dünyevî hayatını, ölümü, yeniden dirilişi, mahşeri ve nihayetinde yitirilen cennete tekrar kavuşmayı sembolize eder. İnsan, hacda ölüm hakikatini ve dünyanın faniliğini bir kere daha görür. Allah katında en değerli şeyin takva olduğunu yakinen hisseder. İnsanlar arasındaki dünyevî farklılıkların önemsizliğini anlar. Neticede ihlâsı kazanma ve Allah’a hakiki kul olma yolunda önemli bir adım atmış olur.
İhram; ölen kimsenin her şeyini dünyada bırakıp kabre basit bir bez parçasıyla gireceğini hatırlatır insana. Dünyalık her şey, para, makam, rütbe… dünyada kalmış, insan, dikişi bile olmayan, cebi dahi bulunmayan basit bir beze sarılarak Allah’ın huzuruna gelmiştir. Tıpkı ilk doğduğu gün gibi. Bütün hacıların renk, ırk, dil ve statü ayrımı olmaksızın, kefene benzeyen aynı tip ihram elbisesi içinde bulunmaları, kıyamet günü herkesin bir araya geleceği o dehşetli tabloyu, dolayısıyla “Her nefis ölümü tadıcıdır.”46 gerçeğini ihtar eder. Bu hâl, ihlâsı kazanmanın en tesirli sebeplerinden biri kabul edilen “rabıta-i mevt”47 gibi ölümü hatırlatır. Ayrıca insanı gurur ve kibirden kurtarması cihetiyle de ihlâs ve tevazuu kazanmaya vesiledir.
Arafat ve Müzdelife, mahşer meydanını sembolize eder. Dünya üzerinde hayat sürmüş bütün insanların öldükten sonra tekrar dirilip hesap vermek üzere havf ve recâ duyguları içinde bekleyecekleri o dehşetengiz meydanı hatırlatır. Herkes kendi dilince duaya durmuş, Cehennem’den azat edip Cennet’i nasip etmesi için Rabbülâlemîn’e yalvarmaktadır.
Telbiye; her zaman Cenâb-ı Hakk’ın emrine amade olduğumuzu, dünya hayatında daima O’nun yolunda hareket edip masivaya gönlümüzü kaptırmayacağımızı ifade eder.
Kâbe; Allah ile mânen buluştuğumuz, O’na en gizli hislerimizi açıp yalvarıp yakardığımız yerdir. Kâbe’nin, taştan yapılmış bir bina olmanın çok ötesinde bir anlamı vardır. İnsan, bilhassa Kâbe’nin eteklerine yapıştığı, Mültezem’e sarıldığı zamanlar âdeta Cenâb-ı Hak’la arasındaki perdeler kalkar da doğrudan O’nunla konuşur, O’na yalvarır, yakarır, inler, sızlar… kalbinin derinliklerini orada Allah’a açar. Kâbe, insanlık tarihinde inşa edilen ilk mabet olması itibarıyla, insanlığın ilk zamanlarını akla getirir.. daha sonra Hazreti İbrahim’in, oğlu Hazreti İsmail’le birlikte onun duvarlarını örmesini, tuğla tuğla üstüne koyarken ettikleri duayı, o duanın semeresi olarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dünyayı teşrif buyuruşunu hatırlatır.
Tavaf; Kâbe’nin etrafında tavaf eden insanlar misali meleklerin de Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar onun etrafında tavaf ettiğini, Arş’ın etrafında tavaf eden melekleri, atomlardan gezegenlere kadar her varlığın, tavaf eden insanlar misali, kendilerine has dönüşleri olduğunu hatırlatır ve insanı kâinatla bütünleştirir. Böylelikle insan, Allah’ın yarattığı bütün varlıklardan meydana gelen bir cemaat içinde kendi kulluğunu Allah’a takdim ettiğini hisseder.
Hacerü’l-Esved’i selamlama; bize, Allah’a teslimiyetimizi hatırlatır. Zira beri tarafta bir taşı taşlarken burada bir taşa selam çakma, hatta gidip ona yüzümüzü gözümüzü sürme, bunlara Allah tarafından yüklenen mânâların ve O’na olan sadakat ve teslimiyetimizin ifadesidir.
Sa’y; insanın sevap ve günahlarına; kalbin, nefis ile ruh arasında gidip gelmesine işaret eder. Öte yandan, Hazreti Hacer validemizin, oğlu için bir o yana bir bu yana koşuşturup durmasını, esbabın bilkülliye sukut ettiği bir anda Hazreti İsmail’in ayaklarının dibinden suyun çıkmasıyla ancak o koşuşturmanın sona ermesini hatırlatır.. ve bununla bize, insanın elinden bir şeyler geldiği sürece çalışıp koşturmasını yani esbaba riayetini, ortada esbap kalmadığında da tevekkül edip Allah’ın rahmetinin tecelli etmesini beklemesini salıklar.
Kurban; kurbanlık hayvanın uzuvları karşılığı uzuvlarımızın Cehennem’den kurtuluşunu, günahlardan uzak durmak ve kulluğa sarılmakla nefsimizi kurban edişimizi anlatır. Hazreti İsmail’in kurban edilmesi hadisesini hatırlatır; onun yerine nasıl bir kurbanlık hayvan kesildiyse, bizim kurbanlıklarımızın da bizim yerimize geçtiğine işaret eder.
Şeytan Taşlama; şeytana ve onun çağırdığı yola karşı olduğumuzun timsalidir. Çok kayıtlarla sınırlı aklımızın hakiki illetini kavramaktan aciz olduğu bu fiili yapmakla bir mânâda “akl-ı meâş”ımızı48 taşlarız.
Bir parçasını zikretmeye çalıştığımız bu mânâları haccın her rüknünde, her vacip, sünnet ve edebinde aramak gerekir.. ve arayan bulur…
b. İnsan Hacda Melekleşir
İnsan hac yaparken dünyaya ait kayıtlardan alabildiğine sıyrılır ve âdeta melekleşir. Hacı adayı, ihramı giydiği andan itibaren cismani ve bedenî davranışlarına bir had koyar. Yemesini, içmesini, uykusunu asgari seviyeye indirir. Dakikasını bile boşa geçirmeksizin gece-gündüz ibadet eder, evrad ü ezkârla meşgul olur. Zira bu öyle bir zaman dilimidir ki iyi değerlendirilirse Cennet gibi bir mükâfatı vardır. Bunun farkında olan kimse, olabildiğince beşeriyetten sıyrılıp melekleşmeye gayret eder. Haccın özündeki mânâ da budur; yani insanın bir süreliğine dahi olsa maddesini, cismaniyetini, beşeriyetini arkada bırakıp melekler gibi bir hayat yaşaması ve bu şekliyle Rabbine yakınlaşması.
Nefis elbette ki alışkanlıklarını bırakmak istemeyecek, itiraz edip karşı koymaya çalışacaktır. Sütten kesilen bir yavru gibi çırpınacaktır. Ne var ki nefsin bu çırpınışları, Allah’ın emrine itaat şuurunun karşısında bir şey ifade etmeyecektir. Bir süre sonra Rabbin emrine itaatteki zevki duyup hisseden kulun gözünde artık bütün zorluklar kolaylaşacaktır. Karşılaşılan sıkıntılar çoğu zaman görülmeyecek, görülse bile ehemmiyet verilmeyecektir. Zira artık o, bir melek gibi yaşamakta, melek gibi davranmakta ve melek gibi hissetmektedir.
İşte kul, haccını yerine getirirken bütün bunları mülâhazaya alacak ve haccın zorluklarını sırtında bir yük olarak görmeyecektir. Bazen aç-susuz kalacak, bazen yolunu kaybedecek, bazen kafilesinden ayrı düşecek fakat bütün bu ızdıraplar onun kalbine neş’e ve huzurdan başka bir şey getirmeyecektir.
c. Hazreti İbrahim’le İrtibat Kurulur
Hacca gitme, Kâbe’yi tavaf etme, menâsik-i haccı yerine getirme; millet-i İbrahim’den olan bizlerin, Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) ile kuracağımız irtibatın da ifadesidir. Biz, Allah’ın kulu, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetiyiz ve Hazreti İbrahim’in milletindeniz; yani onun nişanesi olmuş “hanîflik”in yani saf tevhid akidesinin temsilcileriyiz. Hanîfiz; akidemiz itibarıyla tertemiziz. Zira totem karşısında dize gelmedik, puta secde etmedik.. güneşin, ayın, yıldızların karşısında rükûa varmadık, secdeye kapanmadık.. asla ufûl etmeyen, batıp gitmeyen Vâhid ü Ehad olan Rabbimiz’e teveccüh ettik, yalnızca O’na kullukta bulunduk.
“Allah’ın dostu” mânâsına “Halilullah, Halilurrahman” unvanına sahip İbrahim (aleyhisselâm), putperestliğin yaygın olduğu bir ortamda neş’et etmişti. Ne var ki o, bunlardan hiç etkilenmemiş, kâinatı tarassut etmiş, güneşe, aya, yıldızlara bakmış ve bu varlıkların sahibinin ancak bunların dışında biri olması gerektiğini idrak etmişti. O, tek başına bütün kavmine karşı koymuş ve Kur’ân’da “tek başına bir ümmet” olarak anılmıştır.49 Hak davası uğruna ateşlere atılmayı göze almış, Allah’ın buyruğuyla ateş onun için berd ü selam oluvermiş, güllük gülistanlığa dönmüştür.
Haccın menâsikini yerine getirirken neredeyse her yerde bize Hazreti İbrahim’i hatırlatan bir şeylerle karşılaşırız. Bir yönüyle diyebiliriz ki o ve hanîflik, haccın içinde temessül etmektedir. Bu yönüyle hac, milletinden olduğumuz Hazreti İbrahim’le, Allah Resûlü’nün bu mübarek cedd-i emcediyle bizi bir araya getirir, onunla aramızda bir bağ kurar. Haccın her bir rüknünde, her bir vacip, sünnet ve edebinde onu hatırlar, imanımızı tazeler, bir kere daha şirke ve küfre karşı olduğumuzu ilan ederiz.
d. Birlik Şuuru Yakalanır
Cenâb-ı Hak, insanların yaratılışlarından gelen farklılıklarını bize şu ifadelerle anlatır:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Bilin ki, Allah katında en şerefliniz, takvada en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah, her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden haberdardır.”50
Aslı itibarıyla insan, bir erkekle bir dişiden yaratılmıştır. Daha sonra kavimlere, kabilelere ayrılmış ve yeryüzünün muhtelif mıntıkalarına yerleştirilmiştir. Yaşadıkları coğrafyaların insanlar üzerinde tesiri olmuş ve birtakım değişikliklere maruz kalmışlardır. Bu değişiklikler onların fizikî görünüşlerine tesir ettiği gibi, kültür ve geleneklerine de tesir etmiştir. Herbirinin yemesi, içmesi, oturması, kalkması, zevki, anlayışı farklı farklı olmuştur. Kimi Arapça, kimi İbranice konuşur; kimi İngilizce, kimi Fransızca anlaşır. Kimi siyahtır, kimi beyaz. Kimi boylu posludur, kimi küçük yapılı…
İnsanların bu şekilde birbirlerinden ayrılmaları, birbirleriyle iftiraka düşmeleri için değildir. Tam tersine bu durum, bir ordunun taburlara, bölüklere, mangalara veya muhabere, lojistik, istihkâm gibi birimlere ayrılmasına benzer. Birbirinden ayrı gibi görünen birimlerin hepsi, aslında bir araya gelerek büyük bir birlik oluşturur.
İşte hac da birbirinden çok farklı özelliklere sahip bütün bu milletleri bir araya getirip onlara vahdet şuuru ve ittifak anlayışı kazandırır. Hazreti Âdem ve Havva’nın çocukları, bu muhterem ebeveynlerinin –rivayetlere göre– ilk defa menzil tuttuğu yerde yeniden bir araya gelecek, aynı atanın çocukları olduklarını, yani kardeş olduklarını hatırlayacak ve bütün insanlığa karşı kardeşlik hisleriyle dolmuş olarak memleketlerine döneceklerdir. Aklî ve mantıkî kardeşlik en iyi hacda tesis edilir. Amirinden memuruna, zengininden fakirine, siyahından beyazına bütün insanlar hacda buluşur, yan yana çadır kurar, yeri gelir omuz omuza aynı istikamette yürür, aynı kelimelerle Allah’a yönelirler. Allah’ın rızasını kazanma istikametinde bir araya gelip birlik şuurunu tesis ederler.
Hacda dağ-taş, “lebbeyk!” sözüyle inler. Bütün âlem âdeta dil kesilir. ‘Emrini ve fermanını dinlemek üzere Sana koşuyoruz, fermanına amadeyiz Allahım!’ mânâsında, dağdan-taştan dereden-tepeden yükselen tek söz vardır: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek. (Buyur Allahım buyur, emrine amadeyiz! Buyur, ulûhiyetinde rubûbiyetinde şerîkin, ortağın yoktur, buyur, emrine amadeyiz! Her türlü güzel sıfata, övgüye Sen layıksın.. nimet Senin, mülk Senindir, her şey Sana aittir. Senin şerîkin, ortağın yoktur!)”
Birbirinden çok farklı bu kadar insanı bir araya getiren tek şey, Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Başka hiçbir yerde, böyle ulvî bir gaye etrafında bir araya gelerek vahdet şuurunu yakalamış bu kadar insanı bir arada görmek mümkün değildir.
e. Müslümanlar İçin Bir Kongredir
Hac, ümmet-i Muhammed’in ana meselelerinin halledilebileceği umumi büyük bir kongre olma özelliğine de sahiptir. Müslümanlar her sene hac mevsiminde bir araya gelir, âlemşumül meselelerini orada görüşüp halletmeye çalışırlar. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına doğru yaptığı Veda haccındaki söz ve uygulamalarıyla haccın bu yönünü göstermiştir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o sene hacca gideceğini dört-bir yanda ilan ettirmiş ve imkânı olan herkesin katılmasını arzu etmişti. Nihayetinde binlerce insan o sene hacda bir araya geldi. İbadet niyeti mahfuz olmakla birlikte âdeta umumi bir kongre için de toplanmış gibiydiler. Herkes Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmek, O’nun sözlerini dinlemek, haccın menâsikini O’nunla beraber eda etmek istiyordu. Nitekim öyle de yaptılar. Efendimiz de haccı aynı zamanda ümmet-i Muhammed’in meselelerini çözme adına değerlendirmek istemişti.
Bu öyle umumi bir toplantı idi ki burada dine ait hükümler bir kere daha hatırlatılıp meseleler çözüme kavuşturulacaktı. İnsanların zihninde İslâmiyet’e ait hiçbir müşkül kalmaması gerekiyordu. Arafat, Cuma gününe denk gelmişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zeval vakti gelince devesine bindi, Arafat’ın zirvesine çıktı ve burada ashabına dinin usûlünü, ana prensiplerini hatırlattı ve son nasihatlerini verdi. Hac boyunca değişik mekânlarda insanlara konuşmalar yaptı, soruları cevapladı, problemleri çözüme kavuşturdu.
Hacda devlet reisi ile tebaa perdesiz hâilsiz bir araya gelip meselelerini yüzyüze konuşabilirler. Öyle ki devletin reisi de tebaanın en zayıfı da aynı ortamda bir araya gelir; aynı elbiseyi giyer, aynı yoldan yürür, bazen omuz omuza bazen sırt sırta gelir, aynı kalabalıkta Arafat’tan Müzdelife’ye akın eder, şeytan taşlar, tavaf yapar. Herkes günahlarının hicabıyla Rabbi’ne yalvarır ve mağfiret talep eder. Günahlarının affolacağını umarak gözyaşlarıyla ellerini kaldırıp dua eder. İşte böyle bir ortamın başka hiçbir yerde bulunması mümkün değildir.
Günümüzde de her ne kadar hakiki mânâsıyla ifa edilemese bile Müslümanlar, âlemşumül meselelerini hacda bir araya geldiklerinde görüşmeli, bir ibadet neşvesi içinde problemlerine çözümler aramalılar. Bir taraftan entelektüeller, entelektüel çapta bir araya gelerek kendi dünyalarına ait meseleleri konuşmalı, diğer yandan ticaret erbabı toplantılar yaparak karşılıklı ticari akitler yapma yollarını araştırmalıdır. Bir diğer yandan farklı gruplar, tebliğ ve irşat heyetleri bir araya gelmeli, kendilerine ait meselelerde nasıl işbirliği yapabileceklerini masaya yatırmalıdırlar.
f. Cemaat Kulluğunu Takdimdir
Hac, bir yönüyle ferdî bir ibadet olsa da diğer yönüyle içtimaî bir ibadettir. Her fert, haccın menâsikini yerine getirme bakımından bizzat kendisi sorumludur. Ancak menâsikin büyük bir cemaat içinde beraber yapılması açısından meselenin toplumu ilgilendiren yönleri de vardır.
Bu yönüyle hacca, İslâm cemaatinin, kulluğunu Allah’a takdimi de diyebiliriz. İnsan orada şahsi kulluğunu cemaatle birlikte Allah’a takdim eder. İnsanlar âdeta tek bir ağızdan telbiye, tekbir, tehlil, tahmid, tesbih getirir. Arafat’ta herkes kendi duasını yapsa da Cenâb-ı Hak, insanlara cemaat olarak nazar eder ve ona göre muamelede bulunur. Şeytan taşlayan binlerce el bulunsa da aslında Müslüman cemaati olarak tek bir el şeytanı taşlar. Hâkeza, Kâbe’de tavaf eden binlerce kişinin oluşturduğu tek bir şahs-ı mânevî vardır. Fikir ve ağız birliği ettiği sürece her bir Müslüman o cemaate dahil olur. Kendi kulluğunu o cemaatin kulluğu içinde eritir ve Cenâb-ı Hakk’a öyle teveccüh eder. Neticede Cenâb-ı Hak da ona, yalnızca bir fert olarak değil, cemaate teveccüh ettiği gibi teveccüh eder. Burada önemli olan husus, her bir ferdin, sahip olduğu bir takım beşerî hislerden, heva ve heveslerden sıyrılıp ruh ve düşünce açısından cemaate uyum sağlayabilmesidir.
Hâsılı hac, insanın kulluğunu Cenâb-ı Hakk’a büyük bir cemaat içinde takdim etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın da buna göre ona/onlara muamelede bulunmasıdır.
g. Halkın İçinde Hak’la Beraber Olmanın Unvanıdır
Cenâb-ı Hak, Hadid sûresinde şöyle buyurur:
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا وَإِبْرَاهِيمَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَآتَيْنَاهُ الإِنْجِيلَ وَجَعَلْنَا فِي قُلُوبِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إِلاَّ ابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا…
“Biz Nuh ve İbrahim’e risalet, onların soyundan gelen evlatlarına da kitap ve nübüvvet verdik. Onlardan doğru yolu bulan da var, yoldan çıkan niceleri de. Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Meryem’in oğlu İsa’yı gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendi çıkardıkları ruhbanlığı ise onlara biz farz kılmadık, Allah’ın rızasına nail olma maksadıyla kendileri icat ettiler. Kaldı ki ona da gereği gibi riayet etmediler.”51
İslâm’dan önce Hıristiyanlar, Allah’a yakınlaşabilmek, ruh ve mânâda derinleşip Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek için ibadethanelerinde halvete çekiliyorlardı. Buralarda aylarca, yıllarca kalıyor, insanların içine karışmıyor, evlenmiyor, yeme-içmelerini asgari seviyeye indiriyor, vakitlerinin çoğunu ibadetle geçiriyorlardı. Onların bu gayretlerini takdir mahiyetinde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَانًا وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
“İman edenlere en yakın, en muhabbetli olanların, ‘Biz Hıristiyanız.’ diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onların arasında ilim sahibi din adamlarının ve dünyayı terk etmiş ruhbanların bulunması ve onların kibirden uzak olmalarıdır.”52
İslâm’a gelince, onda ruhbanlık yoktur. Zaten yukarıda verdiğimiz âyette Cenâb-ı Hak, onun Hıristiyanlığın aslında da olmadığını, onların kendilerinin ihdas ettiğini söylüyor. Zira bu bir yönüyle fıtrata baş kaldırmadır. Fıtrata uygun olarak gelen, fıtrî olanı emreden dinin böyle bir şeyi emretmesi veya ona müsaade etmesi düşünülemez. Âlemşümul bir din insanlığın maddî-mânevî saadetini hedef alan bir din, insanlıktan, insanlardan kaçmayı emredemez.
İhya-u ulûmiddin’de geçen zayıf bir hadiste, ruhbaniyetin yerine İslâm’da cihadla birlikte haccın vaz’ edildiği söylenir. Allahu a’lem bunun mânâsı şudur: Ruhbanlar, Allah’ın rızasını halvette, insanlardan uzak durmakta, evlenmemekte, Allah’ın helal kıldığı şeyleri kendilerine haram kılmakta aradılar. Onların halvette ve halktan uzaklaşarak aradıkları şeyi İslâm halkın içinde buldurmuştur. Meşhur ifadesiyle “Halkın içinde Hak’la beraber olma”nın yollarını göstermiştir ki bu da en açık şekilde hacda görülür. Zira hac büyük bir toplulukla yapılan bir ibadettir.
Evet, ümmet-i Muhammed’den istenen, vahdeti halvette arama, insanlardan kaçarak Hakk’a vasıl olma değil, vahdetin unvanı olabilecek ibadeti kesrette ifa etmedir. Halkın içinde, onların gürültü-patırtısını duymadan, Cenâb-ı Hak ile vuslat yaşamadır. Asıl mesele, halk içinde Hak’la beraber olabilmedir. Biz, ruhbaniyetten beklenen mânâyı, insanlık olarak insanlarla beraber tesis etmeye çalışırız. İşte hac, bu meselenin unvanı olmuştur.
Müslüman, hacda büyük bir topluluk içinde tavaf eder. Tavafı mahiyet-i nefsülemriyesine uygun şekilde eda eden kişi, yerin altında tavaf eden cinleri tahayyül eder. Başını kaldırdığı zaman ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar bu ulvi metâfta meleklerin pervaz edip döndüklerini müşahede eder. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil edebilmek ve rahmetine nail olabilmek için Kâbe’nin etrafında dönüp dururken üzerinde melekler, altında cinler tavaf etmektedir. Bu anlayış ve bu hava içinde tavafını yapan bir mü’min, sermest olup kendinden geçer ve ruhbaniyetle ulaşılmak istenen mânâyı orada benliğinin derinliklerinde duyar. Tavaf alanında kendisiyle birlikte dönen binlerce kişinin farkına bile varmaz; sadece Hakk’ı görür, halk içinde Hak’la beraber olur ve kesrette vahdete ulaşır.
Aynı duygu ve aynı düşünceyi Arafat’ta da hisseder. Kafile kafile Arafat’a çıkan, oradan Müzdelife’ye, Mina’ya hareket eden, şeytan taşlayan kalabalıkların belki yer yer sadece seslerini duyar, karaltılar olarak yanından geçip gittiklerine muttali olur. Fakat o sadece kendi ibadetiyle meşguldür. Halk içindedir ama Hak’la beraberdir. Gözü, başka hiçbir şey görmeyecek kadar O’nunla dolmuş, gönlü, başka sevdaları haram görecek seviyede O’nunla doymuştur.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, âlemşümul olan, fıtrat üzere gelen, insanlığın maddî-mânevî saadetini hedef alan İslâm’ın; âlemşümullüğüne ve fıtrîliğe ters olan ruhbanlığı, insanlardan kaçmayı, zaviyelere kapanıp inzivaya çekilmeyi emretmesi düşünülemez. O, müntesiplerine, halkın içinde, halkla beraber Hakk’a yürümeyi salıklar. Tıpkı Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kevn ü mekânı ubûdiyeti ile kat ederek miraca çıkması, Hakk’ı müşahede etmesi, hakaik-i imaniyeye muttali olması, meleklerin yazı yazan kalemlerinin seslerini işitmesi, Cennet’e-Cehennem’e şahit olması ve ardından yine çile çekeceğini bile bile halkın arasına dönmesi gibi. O, kulluğu ve şahsî kemalâtı adına bir yaratılmışın ulaşabileceği zirvelere ulaşmış, ancak arkasındakilerin elinden tutup Hakk’a giden yolda onlarla beraber yürüme adına geriye dönmüştü.
İşte hac, bu anlayışın temessülüdür; cemaat ruhunun, halk içinde Hak’la beraber olmanın en açık ve net şekilde tezahürüdür.
45 Bediüzzaman, Mektubat, s. 447 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Risale, Dokuzuncu Nükte).
46 Âl-i İmrân sûresi, 3/185.
47 Rabıta–i mevt: Ölümü ve ötesini düşünmek, kabrin vahşet ve yalnızlığını akla getirmek, ahiret güzergâhında insanı bekleyen tehlikeleri hatırlamak ve ölümün her an gelebileceği mülâhazasıyla yaşamaktır.
48 Sofîler aklı iki kategoride değerlendirirler: Akl-ı meâş ve akl-ı meâd.
Akl-ı meâş: Dünyevî akıl. Sadece zahire bakan, dünyevî olanla sınırlı kalan, kalbî ve ruhî hayattan habersiz akıl.
Akl-ı meâd: Uhrevî akıl. Eşyanın bâtınına açılan, dünyayla ve dünyeviliklerle sınırlı olmayan engin akıl.
49 Nahl sûresi, 16/120.
50 Hucurât sûresi, 49/13.
51 Hadid sûresi, 57/26-27.
52 Mâide sûresi, 5/82.