Birinci Bölüm FARKLI YÖNLERİYLE KADER

Giriş

Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen ve esasen Kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbir şey mevzuubahis olmayan Cenâb-ı Hakk’ın mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî planda, ilmî vücudlarıyla planlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp, irade, kudret ve meşîet planına geçirmesi, haricî ve varlık âleminde göstermesi adına olup bitecek her şeyi daha olmadan evvel Kitab-ı Mübîn’de tesbit ve takdir etmesidir.

İmanın altı rüknü vardır. Bunlardan biri de kadere imandır. İnsan nasıl Allah’a (celle celâluhu), meleklere, kitaplara, peygamberlere ve öldükten sonra dirilmeye inanmak zorunda ise, kadere de aynı şekilde inanmak zorundadır. Kadere imanı, imanın diğer rükünlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir.

Yalnız insana ait, düşünce, davranış ve hareketlerdir ki, onlarda bir irade söz konusudur. Zaten kader ile alâkalı bütün meseleler, insanın iradesinin söz konusu olduğu yerde bir kıymet ve değer ifade etmektedir. Aksi hâlde kader hakkında konuşulan her şey malumu ilamdan öte bir şey ifade etmezdi. Yani insanı ve insanın iradesini düşünmediğimiz zaman kaderi düşünmemiz âdeta yersiz ve abes ile uğraşmak olurdu. İnsan, varlığı ile kâinata ayrı bir renk kattığı gibi, cüz’î irade de kader meselesini ehemmiyetli bir konu hâline getirmiş, âdeta meseleye ayrı bir renk katmıştır.

Onun için biz bu kitapta, insan iradesinin söz konusu olduğu kaderden bahsetmiş olacağız. Netice itibarıyla da, cüz-i ihtiyarî hakkında eskiden beri zihinlere takılan bazı sorulara cevap arayacağız. Sözün başında Rabbimiz’den niyazımız, bizi Ehl-i Sünnet anlayışı içinde bir kader anlayış ve anlatışına muvaffak kılmasıdır. Zira bizi böyle bir mevzuda muvaffak kılacak olan sadece O’dur. Vesilemiz ise ancak aczimiz ve ihtiyacımızdır.

1. KADERİN LÜGAT VE ISTILAH MÂNÂLARI

Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi mânâlara gelir. Arapçada قَدَرَ (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü mânâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi mânâları vardır. Kelime “Tef’il” babına nakledilince قَدَّرَ (Kad-de-ra) olur ki o zaman mânâsı “hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu” şeklinde olur. İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak “Kader”e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir:

“Kader, Allah’ın (celle celâluhu) kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir.”

Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi teyit eder mahiyettedir:

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا إِلَّا هُوَۘ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۘ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْأَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübîn”dedir.”1

قُلْ لَۤا أَمْلِكُ لِنَفْس۪ي ضَرًّا وَلَا نَفْعًا إِلَّا مَا شَۤاءَ اللّٰهُۘ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌۘ إِذَا جَۤاءَ أَجَلُهُمْ فَلَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

“De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar.’ ”2

وَمَا مِنْ غَۤائِبَةٍ فِي السَّمَۤاءِ وَالْأَرْضِ إِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

“Gökte ve yerde, görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübîn’dedir.”3

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۘ وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ ف۪يۤ إِمَامٍ مُب۪ينٍ۟

“Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.”4

بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ۝ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ

“(Ey şanı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap Levh-i Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’ân’dır.”5

وَيَقُولُونَ مَتٰى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ۝ قُلْ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ ۞ وَإِنَّمَۤا أَنَاۨ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ

“ ‘Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?’ derler. De ki: ‘Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.’ ”6

Kaza ile kader bir yönüyle aynıdır. Diğer mânâda ise kader, Allah’ın (celle celâluhu) takdiri, kaza ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyi eda etmesi ve hükmü yerine getirmesi demektir.

Kader, her şeyi daha olmadan evvel ilmî planda ve ilmî vücuduyla Allah’a (celle celâluhu) vermektir. Olma havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini almaya çalışan eşya, Levh-i Mahfuz’un istinsahları hâlinde, Levh-i Mahv ve İsbat’ta, yine Allah’ın (celle celâluhu) ilmi dahilinde olmak şartıyla, mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp kaydedilmektedir.

Kader, insanın kesbiyle Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasının mukarenet ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübaşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunur ve Allah (celle celâluhu) dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle eşyayı olmadan evvel bilen Allah’ın (celle celâluhu) yine olacakları daha olmadan evvel tesbit buyurmasıdır.

Demek oluyor ki, kaderi, ilm-i ilâhînin bir unvanı olmasını nazara alarak, sadece bundan ibaret saymak doğru değildir. Saha olarak kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, aynı zamanda o, Cenâb-ı Hakk’ın Sem’i, Basar’ı, İrade ve Meşîet’i de demektir.

Durum böyle olunca, kaderi inkâr, Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarını inkâr ile aynı mânâya gelir. Onun için pek çok ehl-i tahkik kader meselesini Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetini mütalâa içinde ele almışlardır. Onlar: “Kader için hususî bir bahis açmaya lüzum yoktur. Zat-ı Ulûhiyetin ele alındığı yerde kader de ele alınmak zorundadır.” demişlerdir.

Bu düşünce, bir yönüyle kaderi, iman rükünleri arasında kabul etmemeyi işmam ettiğinden biz onlar gibi demiyoruz. Biz, nasıl Allah’a (celle celâluhu), meleklere, kitaplara, peygamberlere ve haşre iman var, kadere de aynı şekilde iman var, diyoruz. Ta ki, icmalî veya tafsilî, şöyle veya böyle kaderi inkâr mânâsına gelebilecek bir söz söylemiş olmayalım. Ama meselenin aslına gelince, İmam Ahmed İbn Hanbel, “Kader, kudretten gelir.” diyor. Binaenaleyh, kaderi inkâr eden, Zât-ı Ulûhiyete ait pek çok şeyi de inkâr eder. Ulûhiyet akidesi sarsık hâle gelir ve bütün düşünce sistemi ters yüz olur. Onun için kader çok önemli bir mevzudur. Bu mevzuu, Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ele almayanlar hep sapıtmışlardır. Mutezile’nin rasyonalizması da, Cebriye’nin cebrî determinizması da hep bu sapıtma cümlesindendir.

2. KÂİNATTA HÂKİM OLAN CEBRÎ KADER

Kâinatta, kader, plan, program, ölçü ve denge hâkimdir.

اَللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنْثٰى وَمَا تَغ۪يضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُۘ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ ۝ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَب۪يرُ الْمُتَعَالِ ۝ سَوَۤاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِه۪ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِالَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ

“Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O’nun katında her şey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir; büyüktür, yücedir. O’na göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur.”7

وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ۬ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ إِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

“Hazinesi Bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir takdire göre indiririz.”8

وَالسَّمَۤاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ

“O göğü yükseltmiş ve mizanı vaz’etmiştir.”9 âyetleri bize, plan, program, ölçü ve dengeyi anlatmaktadır.

Kâinatta öyle şamil ve geniş dairede bir kader vardır ki, onun dışında hiçbir şey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (celle celâluhu), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde muhit ilmiyle bir plan ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, yüz binlere ulaşan eserleriyle bu nizam, bu âhenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Marks’ın bile cebrî bir determinizmden bahsettiği yerde, kâinatta bir plan ve kaderin bulunduğunu dost-düşman, inanmış-inanmamış herkes kabul edecektir ve etmektedir. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizmden bahsederler ve hatta bunu son dönemlerin batı düşüncesinde, meselâ “Historizm”de olduğu gibi, toplum hayatına da teşmil ederler ama, biz Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ancak bu şartlarla alıp değerlendirebilir, kabul edebiliriz. Bununla birlikte, insan iradesinin de dahil olduğu küllî bir kaderin her şeyde hâkim bulunduğunu da söyleriz.

Bir saat veya bir bina yaparken dahi, önce bir plan ve proje çizer, fizibilite çalışmasında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeyin takdiratını yaparız. Öyle de, şu baş döndürücü sistemleri, atom âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerindeki şu ölçü ve dengeyi plansız, programsız ve ölçüsüz olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Gördüğümüz bu baş döndürücü âhenk ve nizam bir saat veya binada gördüğümüzden daha aşağı mıdır ki, onlar hakkında kabul ettiğimiz plan ve projeyi diğerleri hakkında kabul etmeyelim?

Çekirdek ve tohumlar kader yüklü sandukçalardır. Geçireceği her bir safha ve ağacın bütün hayatı çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı itibarıyla birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek toprağa düştüğünde çeşit çeşit çiçekler, binler türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde, gören gözlere kendini arz eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, bir tek ağaca dahi böyle kusursuz bir elbise dikmeye muvaffak olamazlar. Hâlbuki dünya kurulduğu günden beri bütün ağaçlar, kendi elbiselerini kendileri yapmaktalar. Bu yapılışı belli bir kadere vermeden izah etmek asla mümkün olamaz.

Şu muhteşem kâinat sarayına bak! Teleskopun başına oturan bir insan 5 milyon ışık yılı öteleri görüyor. Yani, bir nebülöz sönse, sen ancak onun söndüğünü 5 milyon ışık yılı sonra anlayabilirsin. Veya sen ışık olup o yıldıza gitmeye kalksan oraya ancak 5 milyon sene sonra varabilirsin. İşte bu koskoca kâinat, bu baş döndürücü nizam, insanı hayrete sevk eden bir âhenk içinde seyrinde devam edip durmaktadır.

Ayrıca bu makro âlem ile insan denen yeryüzünün halifesi normo âlem arasında da çok ciddî bir münasebet vardır ki, bu münasebet her iki âlem arasındaki dengeyi en hassas ölçülerle ayakta tutan Zât ve O’nun sonsuz ilim ve takdirini göstermektedir. İnsanın uzuvları arasındaki tenasübü bütün kâinatta müşâhede etmek mümkündür. Jean haklıdır: Atomlar âlemini, insanlık âlemini ve diğer bütün âlemleri kuran Zât, bunların hepsini hendesî ölçülere göre kurmuştur. Kâinatta gözle görülür bir hendese hâkimdir. Acaba bu hassas hendese, kâinatı en hassas ölçülere göre kuran bir Ezelî İlâhı ispata yeterli değil midir?

İsterseniz meseleyi biraz daha avamîleştirip anlatalım:

Siz, basit dahi olsa bir bina yaptıracak olsanız, evvelâ bu mevzuda salâhiyetli olduğunu kabul ettiğiniz birisine müracaat eder ve onun düşüncelerini alırsınız. Zira statik adına yapacağınız en küçük bir yanlışlık bazen daha bina yapılır yapılmaz yıkılmasına sebep olabilir. Onun için yapacağınız binanın statik hesabını yaptırmanız gerekecektir. Bu basit bina kendine göre bir plan ve bir proje istemektedir. Siz bina yapımına ancak bir sürü ön hazırlıktan sonra başlayabilirsiniz. Yapacağınız binanın, bulunduğunuz belde ile münasebetini koruyabilmeniz için de imar planına dikkat etmeniz ve binayı gösterilen yerde ve gösterilen şekilde yapmanız icap eder.

Bütün bu hassasiyet sadece basit bir bina içindir. Hâlbuki bütün kâinatta incelerden ince bir ölçü söz konusudur. Misal mi istiyorsunuz: Ağzınıza aldığınız bir parça elma ile sizin aranızdaki münasebetteki hassasiyete bakıveriniz. Elmanın tadı ile ağzınız, elmanın ihtiva ettiği vitaminlerle vücudunuz hatta, ağacın gölgesi ile sizin gölgeye olan ihtiyacınız ve sizin dışarıya çıkardığınız zehirli gazı onun yutması ve onun temizlediği havayı sizin ciğerinize doldurmanız, bu münasebetten sadece birkaçıdır. Hâlbuki böyle yüzlerce münasebet bulmak mümkündür.

Meseleyi isterseniz bu kadar küçük dairede ele alın, isterseniz yıldızlar ve galaksiler çapında değerlendirin; her yerde en hassas ölçülerle ölçülmüş bir denge ve ölçü göreceksiniz.

Bir sperm asla yalan söylemez. Zira belli bir plan ve programa göre hareket etmektedir. Kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağzı, dili, dudağı, gözü, kaşı, kulağı, siması, duygu ve kabiliyetleriyle pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur.

Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu bellidir. Çünkü geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır. Bu, atomlardan yıldızlara kadar böyledir. Levh-i Mahfuz’da her şey tayin ve tesbit edilmiştir. İşte biz buna kader diyoruz.

Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda var: Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alâkalıdır. Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda carî olan kaderdir. Bu kader âlemşümuldür. Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz. Allah (celle celâluhu) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz. O, Cebbar’dır. Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır. Fakat hikmet bağlayıcı değildir. Zira Allah (celle celâluhu) فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُۘ “O, her istediğini yapandır.”10 Dünya, yaratıldığı günden beri hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında bu cebrî kaderin sevkiyle dönüp durmaktadır. Bu dönüşe hiç kimse “Dur!” diyemez. Güneş ile ay, amansız bir yarışa girmiştir. Bu yarışa hiç kimse set çekemez. Çünkü bu hareket ve bu yarışta tamamen cebrî bir kaderin hâkimiyeti vardır. Her şey o kadere boyun eğmek zorundadır.

3. KADER VİCDANÎ BİR MESELEDİR

Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber oluşunu çeşitli ilmî delillerle ispat etmek mümkündür. Hatta öldükten sonra dirilme meselesini dahi ilmî delillerle ispat edebiliriz. Fakat kader öyle değildir. O hâlî ve vicdanî bir meseledir. İlmî ve nazarî değildir.

İnsan kadere, imandaki derecesine göre inanır ve kader meselesini kendi istiab ve kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder. Nice insanlar vardır ki, bütün bir hayat boyu çok şey görüp geçirmişlerdir ama, kadere ait en küçük bir meseleyi dahi kavrayamadan çekip gitmişlerdir. Vicdanlarında kader sırrını anlamaya hiç yer ayırmamış bu kişiler cidden kemtâli’ insanlardır. Onlara acımamak elde değildir. Fakat “Zarara kendi iradesiyle razı olan da acımaya müstahak değildir.” Bunlar, icraatlarının verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın icraatının mevcudiyetini sezememişlerdir. Gözleri fersizdir, bakışları, yapacakları işlerin daha önce ilmî planda Cenâb-ı Hak tarafından tesbit edilmiş olduğu hakikatine ulaşamamış kimselerdir. Bunların hayatları iptidaîlik içinde geçer gider. Böyle insanların i’tizalî düşüncelere düşmemesi de çok zordur.

4. KADER İNANCININ GETİRDİKLERİ

Kader meselesine vâkıf olan ve merhale merhale vicdanında kadere ait sırları düğüm çözüyor gibi çözen bir insan ise, neticede bütün her şeyi Cenâb-ı Hakk’a verir ve: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyetinin anlattığı hakikate ulaşır. Âyet: “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.”11 buyurmaktadır.

Bizim her türlü fiilimizi yaratan Allah’tır. Yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, düşünmemiz ve konuşmamız hep Allah tarafından yaratılmaktadır. Aslında yaratılmış olarak ne varsa hepsi Allah’ın mahlukudur. İşte müntehî, bu hakikati çok çıplak olarak görür. Bir başkasının gün ortasında güneşi görmesi ne ise, müntehînin vicdanî sülûkuyla elde ettiği görüş berraklığı da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, müntehînin de cebre düşmemesi oldukça zordur.

İş, Cenâb-ı Hakk’a verile verile, neticede teklif ve mesuliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer. İnsana “Sen mesulsün!” der, ona mesuliyetini hatırlatır. Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer. “Mağrur olma yapan sen değilsin!” diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır. Böylece insan dengeyi kurar.. ve böyle yaşadığı müddetçe de dengeli kalabilir.

İnsan kendisinden sâdır olan güzellikleri sahiplenemez. Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın planıdır. Aksi hâlde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur. Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah’tır. İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez. Elbette ki burada “güzel”den kastımız, bizatihi güzel olan şeylerdir. Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz. Evet, nefis hakikî güzelin ve güzelliğin daima düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır. Çünkü nefsin yapısı budur.

Kötülüğü isteyen ise nefistir. Öyleyse kötülüğe ait mesuliyet tamamen nefse aittir. İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur:

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ۬ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۘ

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir.”12

Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın. Çünkü o mehasin bizzat senin değildir. Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsanıdır. İhsan ise şükür ve mahviyet ister. Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz’î ihtiyarın bir şart-ı âdidir. Öyle ise mesuliyet senin nefsine aittir. Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hak da onu yaratmıştır. Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır. Yani, içinden geçen meyile veya meyildeki tasarrufa tek şahit vardır; o da vicdandır. Cenâb-ı Hak, Kendi ilmine ve Kendi bildiğine senin vicdanını şahit tutmuştur.

Mübtedî, yani işin daha başında olan bir insan da kadere inanır, ama o, maziye ve başa gelen musibetlere kader açısından bakar ve binlerce belâ ve musibetle çepeçevre kuşatılmış olduğu bir hengâmda, “Cenâb-ı Hakk’ın benim hakkımdaki takdiri budur.” der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur. İstikbal ve mâsiyete bakarken de irade açısından bakar. “Nasıl olsa elde edeceğim her şey kaderimde varsa olacaktır.” deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vasıtası olarak kullanamaz. Zira Cenâb-ı Hak: وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعٰىۙ “Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.”13 buyurmaktadır.

Evet, iyiyi de kötüyü de Allah yaratır. Çünkü yaratma sadece O’na mahsustur. Fakat kötülüğü kim isterse cezayı da o çeker. Bu şekilde inanma, işin başındakiler için bir esastır. Bunun ötesinde bir mübtedînin daha da ileri gidip, kader meselesini kurcalaması, teferruata ait meseleleri dile dolaması tecviz edilemez. Zira kader, çok hassas ve ayakların kayabileceği bir meseledir. İmam Âzam, talebelerini bu gibi meseleleri münakaşa etmekten men ederdi. Kendisine “Sen niçin konuşuyorsun?” dediklerinde “Ben, başımda bir kuş var da onu uçururum endişesiyle tir tir titreyerek konuşuyorum.” buyururlarmış. Yani demek istiyor ki, “Sizler konuşurken hasmınıza galip gelmek için konuşuyorsunuz. Hasmınızın yanılmaları sizi sevindiriyor. Onun için de sizi böyle meseleleri konuşmaktan men ediyorum.”

Bu mevzudaki hassasiyet, anlatılan meselenin mantıkî oluşuna gölge düşürmez. Fakat bazı meseleleri konuşurken ulu orta konuşmak doğru değildir. Bilhassa kader meselesi, mahir bir kuyumcu veya bir kimyager titizliği istemektedir.

5. KADER İLE İRADE BİRBİRİNE ZIT DEĞİLDİR

Esas itibarıyla, insan iradesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur. İnsan iradesiyle kader, omuz omuzadır. İnsanlar işledikleri sevaplarla Cennet’e, günahlarla da Cehennem’e gitmeleri bir vak’a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma iradelerinin teyit edilmesidir. Demek insanda, onu hayra, sevaba ve Cennet’e sevk eden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve Cehennem’e yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç iradedir ve bu iradenin var olması Allah’ın takdirine mâni değildir.

Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir arıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize bir şeyi, yani bizde bir iradenin oluşunu ispat eder. İster buna irade, ister cüz-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü ispat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.

İlâhî takdirin mânâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hak, insana şöyle demektedir: “Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum.” İşte bu, iradeyi teyit etmek demektir.

Evet, eşyayı yaratan Allah’tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarf edileceği Cenâb-ı Hak tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini teyit ediyor, iptal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi teyit etmek demektir; iptal etmek, nefyetmek değildir…

6. KADER İLİM NEV’İNDENDİR

Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plan ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın planını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız, bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irade ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi hâlde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.

Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev’indendir. İlim ise daima maluma tâbidir. Yani bir şey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, malum ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hak biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O’nun ilmi muhittir, her şeyi kuşatmıştır. –“Cenâb-ı Hakk’ın ilmine tâbidir.” şeklinde bir ifade kullanmak suiedeptir. Biz bu tabiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.–

Bir tren düşünelim. Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir. İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu malumat matbû hâle getirilir. İşte bu bilinen netice bir plan ve projedir. Meseleyi, mevzumuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna “Kader” deriz. Şu kadar var ki, elimizdeki bu malumat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir. Yani tren bu plan ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plan ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor. Çünkü ilim maluma tâbidir. Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzar-ı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O’nun ilminde, sebep-netice, illet-malul, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye bir şey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi her şeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.

İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir.

وَكُلَّ إِنْسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَۤائِرَهُ ف۪ي عُنُقِه۪ۘ

“Her insanın amelini boynuna doladık.”14 âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Evet, insanın yapacağı her şey önceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka bir şey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir. Ancak bir kere daha ifade edelim ki bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir.

Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum: Ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler. Yani misalî bedenin yanı başında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler. Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler. Zaten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere göre, söylenenler gaybî olsa dahi, hakikî mânâda gayb bu kabîl malumatla sınırlı tutulamaz. Yani bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir.” hükmüne zıt değildir.

Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirtmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b. Zeyd ile, Zeyd b. Hârise’ye baktırmıştı. Zeyd, Efendimiz’in azadlısıydı. Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu. Efendimiz, bir gün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı.” dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sevinçle Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsame Zeyd’dendir yâ Âişe!” dedi.15 Fakat burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimaî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu.

7. İRADENİN FONKSİYONU

Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.

Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat haricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî planda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzuu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.

Nasıl Cenâb-ı Hak bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mesul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi. Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenata mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Hâlbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu da herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.

İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdidir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman –ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur– Cenâb-ı Hak onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizatında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.

İsterseniz bunu da avamca bir misalle müşahhaslaştıralım. Elimizdeki plan ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdahalesi yoktur. Bu plan ve projeyi isterseniz her gün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plan ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plan ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir.

İnsanın iradesi de böyle bir plan ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. “Cüz-i ihtiyarî” veya “irade-i cüz’iye” dediğimiz bu planın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek şey ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plana göre olmaktadır. Zaten mesuliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.

Bizim irademiz, zatında kıymet ve ağırlığı olmayan bir şey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plan üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz ameller “hasenat” nevinden ise mükâfat kazanırız; yok eğer “seyyiat” türünden ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdi olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini Kendi yaratmasına âdi bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır. Esasen kader mevzuunun en mu’dil meselelerinden birine girmiş olduk. Onun için mevzuu birkaç misalle anlatmaya çalışalım:

Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Hâlbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle, meydana gelen bu büyük netice arasında mâkul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberlerin mucizeleri gibi…

Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki “Yemek yedik.” Ben de diyorum ki, “Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.” Belki benim bu sözümü siz, evvelâ, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat meselenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğim imiş. Nasıl mı? İşte bakın:

Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?

Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdahaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Hâlbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.

Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Sadece karaciğer –bugünkü bilgilerimize göre– üç yüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada her şey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak, bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hâsıl edecek faaliyet seyri içine girilir.

Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdahalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır. Öyleyse meseleyi tekrar edelim, “Yemek yedim.” demek mi doğrudur yoksa “Allah yedirdi.” demek mi? Ama biz mecazî bir ifade yolunu seçiyor ve “Yemek yedik.” diyoruz. Kelimeyi hakikî mânâsında kullanmamız gerekirse “Allah yedirdi.” dememiz icap eder.

İşte meseleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz. Onun için bir teşbihle meseleyi mucizeye benzetmiş olduk. Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenasüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır. Bu şuna benzer:

Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: “Bu sarayı bu karınca yaptı.” derse, işte bu söz, tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle harikulâde şeylerin zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, –aslında öyledir de– bu mucizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binaen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.

Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor.16 Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor.17 Meydana gelen bu neticeleri, zâhiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnat etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah’tır. وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyeti, “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı.”18 diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu meseleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.

Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve i’tizalî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecusileri olarak vasıflandırmış ve “Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri ise ‘Kader yoktur.’ diyenlerdir.”19 buyurmuştur. Zira onlar hayır ve şerri Allah’a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler. Önceleri “Kaderiye” ismi cebre kâil olanlara verilmişti. Ancak daha sonra hadisin mânâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakikî sahibini bulmuş oldu. Günümüzde “Kaderiye” yine Mutezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir.

İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir. Hâlbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir. Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatle orta yolu temsil eder. Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur. Fiilimizi yaratan Allah’tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mesuliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!

8. İNSAN İRADESİ VE ALLAH’IN DİLEMESİ

İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir. O’ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, ne zaman ne de mekân bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, her şey toz duman olur giderdi.

Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O’dur.

Çeşmeler, çaylar O’ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar. Taşlar, kayalar, O’nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar… Ovalar, obalar, O’ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar.

O’ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner.. bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır.. kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız her şey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O’nu haykırır…

Bu uçsuz bucaksız kâinatta hiç kimse O’na karşı mülk davasında bulunamaz. Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O’nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O’nun servetinden sadece birer zerredir. O’nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O’na mahsustur. Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O’na ait olduğu gibi, insanoğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O’na aittir. İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O’dur. O’nun inayetini tanımayan sa’y ve gayretler boş, O’nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir.

Hizmetler, O’nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur… Bu mübarek ibadet de O’nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur. Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir. “Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim…” gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, onların şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur.

En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun’un sarayını harap ettiren Allah’tır! Kâinatın her yanında O’nun mülkünün bayrağı dalgalanır. O bayrağın gölgesine sığınmayanlar –Gölgesi başımızdan eksik olmasın!– kendilerine yazık etmiş olurlar. Yer-gök O’nun hükmü altındadır. Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O’nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir.

Bütün bunlar O’nun olduğu gibi onlardan elde edilen fayda ve semereler de O’na aittir. O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl “ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız” diyebilecektik! O, bunlara terettüp eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mâl ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O’nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O’nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, varlığı, O’ndan başkasına isnat etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O’nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir.

Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, “Ben, ben” diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır.. teklif düğümünü azıcık çöz.. hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri mârifetinle doyur.!

9. ÂYET VE HADİSLERİN AYDINLATICI TAYFLARI ALTINDA KADER

Kader meselesi, ancak aşağıda zikredeceğimiz âyet ve hadislerin ışığı altında ele alınır ve işlenirse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygunluk sağlanmış olur. Yoksa ya i’tizalî ya da cebrî düşüncelere kaymaktan kurtulamayız. Onun için bu bölümde mevzu ile alâkalı âyet ve hadisleri ele alıp tahlil etmeyi düşünüyoruz.

Bir âyette Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor:

مَۤا أَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِيۤ أَنْفُسِكُمْ إِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَاۘ إِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ

“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın. Doğrusu bu, Allah’a kolaydır.”20

Gökten, yerden ve nefsinizden size, ne zaman ve nasıl bir musibet isabet ederse etsin, o musibet gök, yer ve nefsiniz yaratılmadan evvel takdir ve tayin edilmiştir. Evet, her şey önceden yazılıp çizilmiştir ve olanların hepsi bu tesbit çizgisi içinde cereyan etmektedir.

Meseleye bu şekilde inanma, bu şekilde yaklaşma Muhammedî yolda yürümenin gereğidir. İnhiraflar ise, inhirafın büyüklüğüne, küçüklüğüne göre sapıklık ve dalâlettir.

Kader meselesine delâlet eden âyetlere kitabımızın başında işaret etmiştik. Şimdi onları tefsir eden birçok hadis-i şeriften birkaç tanesini aktarmak istiyoruz:

1. Abdullah b. Amr b. Âs rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular:

كَتَبَ اللّٰهُ مَقَاد۪يرَ الْخَلَائِقِ قَبْلَ اَنْ يَخْلُقَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ بِخَمْس۪ينَ أَلْفَ سَنَةٍ وَعَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ

“Allah, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir. Ve Arş’ı su üzerindeydi.”21

Bu elli bin sene, hangi zaman kıstaslarına göredir, bilemiyoruz. Belki de dünyamıza ait zaman ölçüsüne vurulursa bu, elli bin sene de olabilir, elli milyon sene de… Hatta kesretten kinaye de söylenmiş olabilir.. kesin bir şey söyleyemiyoruz.

Gök ve yer yaratılmadan, göklerin ve yerin semeresi beşer halkedilmeden elli bin sene önce meşhergâh-ı âlemde teşhir edilecek olan her şey tayin ve tesbit edilmiş bulunmaktadır.

Hadisin devamında “… ve Arş’ı mâ üzerindeydi.” denilmektedir ki, bu meselenin derinlemesine tahlilini bir başka eserimizde yaptığımız için burada onu söz konusu etmeyeceğiz. “Mâ” belki birçok muhaddisin dediği gibi “Amâ” maddesidir. Belki de “Esîr”dir. Allah’ın Arş’ı, atomların, partiküllerin asıl maddesi olan esîr üzerindeydi. Belki varlıklar o zaman esîrî vücudlarıyla vardılar. Bunu bilmemiz hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü biz de babamız Âdem de henüz yoktu. Kâinat da yoktu. Hilkatin semasında henüz bir şimşek bile çakmamıştı.

2. Ubâde b. Sâmit vefat edeceği an etrafında toplanan çocuklarına şunları anlatıyordu:

يَا بُنَيَّ إِنَّكَ لَا تَجِدُ طَعْمَ حَق۪يقَةِ الْإ۪يمَانِ حَتّٰى تَعْلَمَ أَنَّ مَا أَصَابَكَ لَمْ يَكُنْ لِيُخْطِأَكَ وَمَا أَخْطَأَكَ لَمْ يَكُنْ لِيُص۪يبَكَ، سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ يَقُولُ: إِنَّ أَوَّلَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ الْقَلَمُ فَقَالَ: اُكْتُبْ. قَالَ: رَبِّ وَمَاذَا أَكْتُبُ قَالَ: اُكْتُبْ مَقَاد۪يرَ كُلِّ شَيْءٍ حَتّٰى تَقُومَ السَّاعَةُ، يَا بُنَيَّ إِنّ۪ي سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ يَقُولُ: مَنْ مَاتَ عَلٰى غَيْرِ هٰذَا فَلَيْسَ مِنّ۪ي

“Evlâtçığım, sen, sana gelecek şeylerin gelmeden evvel tayin ve tesbit edildiğini ve sonra da hiç şaşırmadan sana geldiğini kabul etmedikten sonra imanın tadını tatmış olamazsın. (Vicdanında imanın zevkine ulaşmış olamazsın. İmandan matlup neticeyi elde edemez ve zevk-i ruhanîyi duyamazsın.) Ben Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’dan işittim. Buyurdular ki, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir. Allah, kalemi yaratır yaratmaz ona ‘Yaz!’ emrini verdi. Kalem ‘Ey Rabbim neyi yazayım?’ dedi. Cenâb-ı Hak ‘Kıyamete kadar olan her şeyin kaderlerini yaz!’ buyurdu.” Ve sonra Allah Resûlü sözlerine şöyle devam etti: Kim bunun aksine bir iman üzerine ölürse benden değildir! (Onun intisab-ı Muhammediyesi ve İslâm’la ilgisi yoktur).”22

İşte Ubâde b. Sâmit, ölümle burun buruna geldiği bu son anında, evlâtlarına bu meseleyi anlatıyor ve onlara kadere imanı sanki bir emanet gibi teslim ediyordu.

3. Yine yukarıdaki âyeti izah ve tefsir eder mahiyette Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği şu hadis de meselemize ışık tutması bakımından çok mühimdir: Bir defasında Abdullah b. Abbas, Allah Resûlü’nün terkisinde bulunuyordu. Efendimiz ona hitaben şöyle buyurdu:

يَا غُلَامُ إِنّ۪ي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ اِحْفَظِ اللّٰهَ يَحْفَظْكَ اِحْفَظِ اللّٰهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلِ اللّٰهَ وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللّٰهِ وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوِ اجْتَمَعَتْ عَلٰى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَنْفَعُوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللّٰهُ لَكَ وَلَوِ اجْتَمَعُوا عَلٰى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللّٰهُ عَلَيْكَ رُفِعَتِ الْأَقْلَامُ وَجَفَّتِ الصُّحُفُ

“Ey delikanlı, sana bir şeyler öğreteceğim! Allah’ın emir ve nehiylerini gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın. İstediğini sadece Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile. Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, Allah’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar. Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur.”23

Yani: Allah’ın hakkına riayet et ki, ilerisi için bir şeyler göndermiş olasın. İstediğin zaman sadece Allah’tan iste. Başkasına boyun büküp bel kırma. Başkasının karşısında serfürû etme, başkasına müracaatta bulunma. Çünkü senin işini halledecek sadece Allah’tır. Öyle ise isterken O’ndan iste. Zira kimden istersen iste, neticede senin istediğini sana Allah verecektir. Öyleyse aradaki vesile ve vasıtalara takılıp kalma. Bütün aracıları ortadan çıkar. Hem söz olarak, hem de fiil olarak bunu böyle yap.. ve bil ki, bütün vesile ve vasıtalar da aynen senin gibi âcizdirler. Senin her türlü arzu ve isteğini yaratmaya muktedir olan bir tek Zât vardır, O da Allah’tır. Zira göklerin ve yerin anahtarı O’nun elindedir. Takdir ve tayin eden O’dur. Yaratan O’dur. Mesut eden, hüzne boğan yine O’dur. İstediğini aziz, istediğini zelil kılar. Bütün insanlar sana hayırda bulunmak için birbiriyle yarışsalar ve içinde bulunduğun kötü durumdan seni kurtarmaya çalışsalar; sana yapacakları iyilik hiç şüphesiz Allah’ın takdiri çerçevesinde olacaktır. Yapılmak istenen kötülüklerin durumu da aynıdır. Zira kalem yazacağını yazmış, sahifeler de kurumuştur. Yani bundan öte onlarda zerre kadar bir değişiklik söz konusu değildir.

Efendimiz, “Hıbrü’l-Ümme”, ümmetin allâmesi Hz. Abdullah b. Abbas’a, cevâmiü’l-kelim kabul edilen bu sözleriyle kadere ait en derin meseleleri talim buyuruyor. Müntehînin kader anlayışı işte bu olmalıdır.

Evet, kader vicdanî ve hâlî bir meseledir. İnsan, bütün bu anlatılanların gerçeğini ve hakikatini vicdanında duyacak ve dolacaktır.

Denilebilir ki, Efendimiz’in en çok tahşidat yaptığı meselelerden biri kader mevzuudur ve bu hadislerden ekserisi Kütüb-ü Sitte’de mevcuttur. Onun için de kader meselesi üzerinde ne kadar durulsa yeridir ve lüzumludur.

Mecusiler iki ayrı kuvvete inanıyorlardı; hayır ve şer. Bunlar –hâşâ– Cenâb-ı Hak’la şeytanı birbiriyle kavga ettiriyorlar ve birbirlerinin işlerine müdahale etmediklerine inanıyorlardı.

İslâm bu düşüncenin tamamen karşısındadır. Ve bu tür zihniyetlere cihad ilân etmiştir. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki olmadığına inanıyoruz. Rab O’dur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Sultan birdir; güç ve kuvvet O’nun elindedir.

Sabah ve akşam onar defa okunması sünnet olan şu cümleler bize apaçık bu hakikati anlatmaktadır:

لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَر۪يكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir, şeriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kâdirdir.”24

Biz bu ifadede, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i sıfât ve tevhid-i ef’âl hakikatlerini görüyor ve öğreniyoruz. Her şeyi Bir’e irca etme çok mühim bir meseledir ve bu bizim iman anlayışımızın özünü teşkil etmektedir.

4. İsterseniz bu hususu Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği şu hadis-i şerifin aydınlık ikliminde takip edelim:

Allah Resûlü bir sahabinin defni münasebetiyle Bakî-i Garkad’da mahzun ve mükedder duruyordu. Elinde asâsı vardı. Oldukça mahzundu. Biz de etrafına hâlelenmiş yüzündeki gam çizgilerini anlamaya çalışıyorduk. Elindeki asâ ile yerde bazı şekiller çiziyordu. (Derin bir düşünceye dalmış insanın durumu tasvir ediliyor.) Bu arada mübarek dudaklarından şu sözler döküldü:

مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ وَمَا مِنْ نَفْسٍ مَنْفُوسَةٍ إِلَّا كُتِبَ مَكَانُهَا مِنَ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ

“İçinizde hiçbir fert yoktur ki Allah onun akıbetini Cennet veya Cehennem olarak tayin buyurmuş olmasın!”

Bu sözü dinleyen sahabi hayretle sordu: “Yâ Resûlallah! Mademki durum dediğiniz gibidir, niçin amel ediyor, niçin çalışıyoruz?”

Şöyle cevap verdiler:

اِعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ أَمَّا أَهْلُ السَّعَادَةِ فَيُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أَهْلِ السَّعَادَةِ وَأَمَّا أَهْلُ الشَّقَاوَةِ فَيُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أَهْلِ الشَّقَاوَةِ

“Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekavet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.”25

Ve ardından da şu âyetleri okudular:

فَأَمَّا مَنْ أَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ ۝ وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ ۝ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۘ ۝ وَأَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ ۝ وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ ۝ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۘ

1. Ama kim (varını) Allah yolunda harcar ve Allah’tan korkar.. ve en güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) tasdik ederse, Biz ona en kolay yolu hazırlarız.

2. Ama kim de cimrilik eder ve (Allah’a karşı) müstağni davranır ve güzeller güzeli kelimeyi (tevhid) yalanlarsa, Biz de onu çetin bir yola zorlarız.”26

Evet, Cennet için yaratılmış olan bir insan ibadet neşvesi içinde bulunacaktır. Menhiyyata karşı içinde bir tiksinti duyacaktır. Onun için mescide giden yol çok kolaylaşacak, meyhaneye götüren yol da gırtlağına oturmuş gibi zorlaşacaktır.

Amel edin, herkes ne için yaratılmışsa onun yolundadır. Cennet’in yolu mescitten ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yürümekten geçer. Alnı secde görmeyen, kalbini ve vicdanını Hakk’a mâkes yapmayan bir insanın Cennet yolunda olduğu söylenemez.

Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur. Ve yine insan netice itibarıyla şekavet ehlindense, er-geç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur.

Onun içindir ki Allah Resûlü sabah-akşam şu duayı okurlardı:

اَللّٰهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الْأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْاٰخِرَةِ

“Allahım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru.”27

Allah Resûlü bu ifadelerine yukarıda zikredilen Leyl sûresinin 5-10’nuncu âyetlerini delil getiriyor. Bu âyetler mânâ olarak bizlere şunları hatırlatıyor:

Kim malını ve canını hak yolunda harcar, her şeyini o yolda feda eder, takva dairesine girer, Allah’ın kanunlarından istifade eder, yani her zaman kalbi saygıyla dolar taşar.. Allah’ın himayesine dehalet eder, gerçek kurtuluşu Allah’ta bilir ve bulur.. böylece her işinde Allah’a güvenir, dayanırsa.. sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı tasdik eder ve inanılması gereken her şeyi doğrularsa; Biz de ona doğru yolu kolaylaştırır ve onu çağlayan bir çay gibi akar hâle getirerek hedefine ulaştırırız. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle cihad yapar ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “Deli” derler. Evet, artık onun ölümü istihkarı bir destan, yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terk etmesi akıl üstü bir efsane gibi görülmeye başlar ve onun cömertliği bir nağme gibi dillerde dolaşır durur. Zira Allah iyiye giden yolu ona kolaylaştırmıştır.

Durum aksi olursa, yani insan cimri kesilir ve hiç kimseye bir şey vermezse, böyle bilmelidir ki, vermeyene verilmez. Verirse Allah da ona verir. Neyi verir? Hüsnâyı, güzel âkıbeti… Ama, kim vermez, hem de müstağni davranırsa; yani diğerinin ittika edip Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmesine mukabil bu, kendinde bir varlık hissedip müstağni davranır Karun gibi, “Bütün bunlar bana benim ilmim sayesinde verildi.”28 der, camiye gitmeyi gericilik sayar ve camiye gidenleri hor ve hakir görür, hüsnâyı da tekzip eder, o Esmâ ile müsemma olan Cenâb-ı Hakk’ı yalanlar, Esmâ-i Hüsnâ’nın nokta-i mihrakiyesi olan Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabul etmez, Esmâ-i İlâhiye’nin cilvelerinin ezelî bir tercümesi olan Kur’ân’ı tanımazsa, o da zora koşulur. Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı, gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaati de, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir.29 Çünkü o, zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir… سَأُرْهِقُهُ صَعُودًاۘ “Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım..”30

Evet, insanların kimisi bir kömür damarı bulmuş ve durmadan o kanalda kömür aramakta, kimisi gümüş, kimisi bakır, kimisi de altın… Ve niceleri de var ki kanalizasyonlarda dolaşmaktadır.

Kalbi sağlam tutmak, sıdkı bütün olmak, teveccühü tam etmek, Allah için vermek, bekleneni Allah’tan beklemek, Esmâ’yı tasdik etmek, Allah’a karşı istiğna göstermemek, kendi cılız iradesine ve kendi zayıf ilmine itimat etmemek, her şeyi Allah’tan bilmek ve başını O’nun eşiğine koymak, evet bütün bunlar, yolu kolaylaştıracak hususlardır. Aksini yapmak ise, yolu sarpa sardırmak ve aşılmaz bir yokuş hâline getirmek demektir.

Yukarıda zikrettiğimiz hadisin râvisi Hz. Ali diyor ki: “Sahabe, Efendimiz’den bunları duyduktan sonra öyle derin bir ibadet anlayış ve şuuruna erdiler ki, ibadet için paçaları sıvadılar ve gece-gündüz Allah’a ibadete koyuldular.” Demek hepsi de, ben hangi yoldaysam neticede oraya varacağım, diye düşünüyordu…

İşte sahabenin kader anlayışı buydu. Kadere iman onlarda tembelliğe sebebiyet vermiyor, aksine daha çok çalışmaya vesile oluyordu.

Evet, onlar: “Biz hangi yolda yürüyorsak, demek ki, o yolun neticesi bizler için takdir edilmiştir.” diye düşünüyor ve durmadan o yolun nihayetine erebilmek için gayret gösteriyorlardı.

Öyle ise, vay hâline cami yolunda olmayanların, secdesiz başların, Allah’ın yolunu bırakıp başka yolların ardına düşenlerin! Ve yine öyle ise vay hâline, bayramı puthanede, orucu demhanede, iftarı meyhanede olanların!.. Gittikleri yol sarpa sarmıştır. Neticesi ise “Sakar”dır.31

Allah’a hamdolsun ki bize İslâm yolunu kolaylaştırdı. Şebnemler gibi bizi cami denen yapraklar üzerine yerleştirdi, kalbimizi güneşler güneşinden gelen şualara mâkes eyledi. Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a bağlılık nimetiyle bizi serfiraz kıldı. O’ndan, bu nimetlerinin ikmal ve itmamını talep ve niyaz ediyoruz..!

5. Abdullah b. Amr b. Âs rivayet ediyor: “Bir gün Allah Resûlü elinde iki kitap olduğu hâlde yanımıza geldi.

–Bu kitaplar nedir, biliyor musunuz, diye sordu.

– Hayır bilmiyoruz. Haber verirsen biliriz yâ Resûlallah dedik. Şöyle buyurdular:

– Bu sağ elimdeki kitap, Cennet ehli olanların isimlerinin yazılı olduğu kitaptır. Burada onların, babalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır.”

Burada Allah Resûlü konuşmayı kesti. (Yani kitapta, o insanın kabilesi nereye kadar uzanıyorsa hepsi yazılıdır. Melekler o insanın ismini hiç şaşırmadan tespit edebilecektir. Çünkü en küçük teferruata kadar o kitapta tespit yapılmıştır…). Devam eder:

“Bu sol elimdeki kitaba gelince, onda da bütün Cehennem ehlinin isim listesi vardır. Onlar da orada baba ve kabile isimleriyle kaydedilmiştir… Bu her iki kitaptaki isimler, ebedî olarak ne artar ne de eksilir.”

Allah Resûlü böyle deyince sahabi sordu: “Yâ Resûlallah! Mademki iş neticelenmiş, kitaplar dürülmüş, kalem kaldırılmış, biz niçin amel ediyoruz?”

Efendimiz şu cevabı verdi: “İstikametten ve itidalden ayrılmayın. Cennet ehlinden olan, hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun, Cennet ehline ait ameli işlemeden defteri kapanmayacaktır.”

Ve Allah Resûlü sözlerine şöyle devam buyurdular: “Eğer kişi Cehennem ehliyse, daha önce ne yapmış olursa olsun, Cehennem ehline ait bir amel işler ve defteri öyle kapanır.”32

Yaşadığım bir hâdise ile bunu tenvir etmeye çalışayım: Sevdiğim bir insanın ölümüne yakın başında bulunmuştum. Siroz onu kıskıvrak yakalamış ve yatağa sermişti. Dili de büyümüştü ve ağzında dönmüyordu. Fakat onun dili durmadan kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Kulağımı ona verdim ve dinledim.. sanki diline bedel kalbi “Lâ ilâhe illallah” diyordu.

Temiz ve nezih bir hayat yaşamıştı. O esnada gurbetteydi. Ona şehadet kazandıracak bir hastalığa dûçâr olmuştu. Son anında sevdiği, ağzı dualı insanlar yanındaydı. Sanki Cenâb-ı Hak, onu Cennet ehli kılmak için bütün şartları hazırlamıştı.

Zaten hacca gitmiş ve orada hastalanmıştı. Türkiye’ye döndüğünde yakınlarının yüzünü göremeden İzmir’de hastaneye yatırılmıştı. Zâhiren mağduriyet içindeydi; ama çok büyük bir kazanç onu bekliyordu. (Ben şahsen, zâhir hâli itibarıyla, onun imanına şehadet ederim… Ahirette de onun imanına şehadet etmeye hazırım.. tabiî o fırsatı verirlerse…) Eğer kişi Cennet ehliyse, Allah onun son amelini Cennet ehlinin ameli kılacak ve amel defterini öyle kapatacaktır. Ama durum bunun aksine ise, netice de aksine olacaktır. Cenâb-ı Hak, bizi kötü yolun encamından muhafaza buyursun ve bizleri Cennet ehlinin amellerine muvaffak eylesin.. teçhiz buyursun. Âmin!

İnsan iradesi ile Cenâb-ı Hakk’ın yaratması hususuna yukarıda kısaca temas etmiştik. İrade dediğimiz şey, keyfiyeti bizce meçhul, izafî bir varlık. Bu mânâdaki irade, Allah’ın yaratmasına şart-ı âdi kılınmış ve bu yönüyle de o bir değer ve kıymet kazanmıştır. Ama iradenin, meydana gelen fiillerde fonksiyonu nedir?

İşte bu husus hiçbir zaman tam ve kesin hatlarıyla tespit edilememiştir. Anladığımız ve tespit ettiğimiz husus şudur: Allah (celle celâluhu) bizi iyi amellerimizle Cennet’e, kötülüklerimiz neticesinde de –Allah korusun!– Cehennem’e sevk edecektir. Ebrar Cennet’e ehil hâle gelirken, füccar da kendi iradeleriyle Cehennem’e müstehak olacaklardır.33 Ama bu noktada insan ne yapar? İnsanın, iyi ve kötü şeyler üzerinde müdahalesi ne kadardır? Yaratan Allah olduğuna göre, insanın sebebiyet vermesine hangi ölçüde itibar edilir? Bütün bunların bilinmesini biz, “Allâmü’l-Guyûb” olan Allah’a havale etmek zorundayız…

Sebkat etmiş bir kitap vardır. Ve bu kitabet meselesi çeşitli devir ve dönemlerde değişik şekillerde yapılmıştır. Semavat ve arz yaratılmadan önce umumî bir plan tesbit edilmiştir. Daha sonra da fertlere ait planlar bu umumî kitaptan istinsah edilmiş ve fertlerin kaderleri olarak boyunlarına asılmıştır. Biz kendimizi ve iradelerimizi eşya ve hâdiselerin dışında düşünemeyiz. Öyle ise “kader” denince biz de irade ve isteklerimiz de o dairede çalkalanıp duran eşya ve hâdiselerin içinde bulunuyoruz.. ve bu hâdiseler içinde bizimle alâkalı işler, bizim iradelerimizle irtibatlı olarak meydana gelmektedir. O iradeye biz bir ölçü koyamıyoruz; ama varlığından da şüphe etmiyoruz.

İşte, bizim irademizin de dahil olduğu her şeye, Cenâb-ı Hakk’ın manzar-ı a’lâdan bakması, başlangıç ve neticeyi hâl gibi görüp bilmesi bir kaderdir. Ve böyle bir kader anlayışında ne cebrin ne de Mutezilî düşüncenin yeri yoktur. Yani, irademizi alâkadar eden bütün fiiller, aynen bizim irademizle hiçbir yakınlığı olmayan diğer fiiller gibi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından bilinip takdir ve tayin edilmiştir. Ama iradî fiillerde, –çapı ne olursa olsun– mutlaka irade veya meyelan hesaba katılmış ve yapılan takdirler ona göre yapılmıştır.

Allah’ın çeşitli kitabetleri var, dedik. Kader kaleminin Levh-i Mahfuz’a yazıp kaydettiği şeyleri, daha sonra ellerinde kalem, mükerrem melekler istinsah etmektedirler. Meleklerin yazdıkları bu kitaplar, her ferdin boynuna idamlık yaftası gibi asılmakta, yani henüz işleyeceklerini işlemeden evvel bütün sergüzeşt-i hayatları bu kitaplarda mevcut bulunmaktadır. Nerede, nasıl ve ne yapılacaksa, her şey orada yazılıdır. Ancak bu yazılma, insan iradesi hariç tutularak yapılmamıştır. Belki bütün orada yazılı bulunan fiilleri insanlar, kendi iradeleriyle yapacaklardır. Sonra da insanların yaptıklarını melekler tekrar yazacaklardır34.. ve bu iki kitap yan yana getirildiğinde birbirinin aynı olacaktır.

İlmi her şeyi kuşatan Cenâb-ı Hakk’ın bu muhit ilmiyle yazdığı kitap, daha sonra meleklerin yazdığı kitapla elbette tenakuz içinde olmayacaktır. Çünkü birinci yazılan kitap, biz ne yapacaksak, daha önceden bilindiği için öyle yazılmıştır. İkinci kitap ise bizler o işleri yaparken yazılmıştır. Her iki kitap da, en küçük bir harf değişikliği söz konusu olmaksızın aynıdır. Bu husus üzerinde ısrarla duruyoruz ki, herhangi bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiş olmayalım.

Bu kitabetin bir yönü, ruhlar âleminde, misal âleminde veya zerreler âleminde bizden söz ve misak almak suretiyle yapılmıştır. Biz bu kitabet ve yazılışın akislerini devamlı surette vicdanımızda duyarız. Allah (celle celâluhu) zaman üstü bir hükmü tescil buyurmak istemiştir. Biz de bu hükmü “Belâ” diyerek cevaplamışızdır.

Âyet bize bu kaderî kitabeti anlatıyor:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪يۤ اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْۚ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۘ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَۤاۚۛ أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ ۝ أَوْ تَقُولُواۤ إِنَّمَۤا أَشْرَكَ اٰبَۤاؤُۨنَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

“Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: ‘Evet, şahidiz.’ demişlerdi; ta kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu!’ demeyesiniz veya ‘Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, her işi boş olanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?’ dememeniz için (böyle yaptık).”35

Hani o zamanı hatırlayın ki, Rabbiniz, insanoğlundan bir söz almıştı. Hâlbuki insanoğlu o sırada babalarının sulbünde, sırtında ve babalarının kromozomlarında genler hâlinde yaşıyordu veya insanoğlu o devrede, ruhlar âlemindeki seyahatini sürdürüyordu. Daha henüz sperm âlemine, zerreler âlemine intikal etmemişti. Belki de bu söz ve misak alış, sperm bir tohum gibi rahm-i mâdere ekildiği ve orada her safhasıyla cenin teşekkül etmeye başladığı zaman, meleğin üflemesiyle olmaktadır. İnsanın mutlaka uğramak zorunda olduğu bu menzillerden birinde veya teker teker her birinde böyle bir söz alma-verme gerçeği bahis mevzuu olabilir ve bunun insandaki şahidi de vicdandır.

Âyette “Rabbin” denmesi ve burada özellikle “Rab” kelimesinin zikredilmesi çeşitli mânâları telmih içindir.

Seni terbiye eden, kemale doğru sevk eden, esîr maddesinden atomlarını, atomlarından moleküllerini, moleküllerinden büyük mürekkepleri, hususiyle seni meydana getiren; anneden yumurtayı, babadan spermi halk eden.. ve sana, perde perde karanlıklar içinde yetişmen için zemin hazırlayan; havasız bir muhitte annenin solunumuyla sana hava aldıran, annenin aldığı besinlerle seni besleyen.. ve vücudunun artıklarını yine annenin kanıyla dışarıya atan; belli bir devreden sonra seni hayvanlardan ayırıp a’lâ-yı illiyyîn yoluna sevk eden.. ve hayvanları fıtratlarının hudutları içinde bırakan.. ve bunların verâsında umumî terbiyesiyle sana miraç yaptıran, maddî ve mânevî olgunluğa medar olsun diye İslâmî akidelerle kalbini mamur kılan; salih ameller ile de zâhir ve bâtınını nurlandıran; sana Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a giden yolu gösterip O’nun terbiyesi altına girmeni temin eden; bunlardan da öte, sana O’nun zılli altında arşiyeler çizmeyi ihsan buyurup seni vilâyetin doruk noktasına çıkaran ve böylece seni terbiye etmek suretiyle sana Rab olduğunu gösteren Allah, daha işin başında senden söz aldı ve seni kendi nefsine şahit tuttu. “Siz şahit misiniz?” dedi.

“Benim Rab olduğuma, bu karmakarışık işleri Benden başkasının yapamayacağına, mebde ve münteha arasındaki dengeyi Benim kurup Benim koruduğuma, toprak gibi kesif bir maddeden, insan gibi, melekleri çok geride bırakabilecek Cennet sakinlerini ancak Benim yaratacağıma şahit misiniz?

Yani, kendinize şöyle tepeden tırnağa bir bakıverin. Benden başkası sizi yaratabilir mi? Benden başkası size parmak karıştırabilir mi? Bu kemali, bu ahsen-i takvîm kıvamını size Benden başkası verebilir mi? Şu yüzünüze bir bakıverin. Avuç içi kadar küçücük bir yere milyarlarca insanı birbirinden ayıracak alâmet-i fârikalar yerleştirilmiştir. Böyle bir mucizeye Benden başka kim güç yetirebilir? Milyarlarca insanın parmak izleri birbirinden ayrıdır. Bunu birbirinden tefrik edip ayırmaya Benden başka kimin gücü yetebilir?”

İşte Allah (celle celâluhu) evvelâ Kendisinin Rab olduğunu hatırlattıktan sonra, insanları buna şahit tutuyor ve أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”36 diye soruyor.

Bu soruya muhatap olan bir kimse, ister ruh, ister zerreler, ister sperm, ister anne karnında teşekkül etme devresindeki cenin ve isterse esîrî madde olsun, بَلٰى Evet, Rabbimizsin.”37 diye cevap veriyor.

“Evet, bizi terbiye eden, bizi kemale erdiren ve bize hakkıyla Rab olan Sensin ve biz buna şehadet ediyoruz…”

Ve işte bu şehadetin kitabeti yapılıyor ve vicdanda hiç silinmeyecek bir şekilde yazılıyor. Allah Resûlü:

كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ثُمَّ أَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِه۪ أَوْ يُنَصِّرَانِه۪ أَوْ يُمَجِّسَانِه۪

“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.”38 diyerek bu kitabete işaret buyurmuştur.

Her çocuk fıtrat üzere, vicdanında Allah’a iman etmeye müsait olarak doğar. O bu hâliyle, üzerine hiçbir yazı yazılmamış tertemiz bir kâğıt gibidir. Üzerine en baş döndürücü şiirler yazılmaya hazır ve en mübarek bir kitabete de müstaittir…

O böyle doğar ama, ya sonra ne olur? Anası, babası, amcası, dayısı, evet, en yakın daireden en uzak daireye kadar ona tesir edenler, onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirirler. Meseleyi günümüze göre ifadelendirecek olursak; komünistleştirir, masonlaştırır, kapitalistleştirir… Yani onu Allah’ın dininin dışında birçok yollara sokar ve kirletirler.

Her selim fıtrat, vicdanında bu şehadetin sesini duyar. Bu misak, varlığın hangi safhasında olursa olsun, onu her zaman ruhumuzun derinliklerinde hissederiz. Onun için biz, Rabbimiz’i bize tarif eden dört küllî esastan biri olarak vicdanı sayıyor ve vicdanı tek başına Cenâb-ı Hakk’ın varlığına delillerden biri kabul ediyoruz.

Kâinat bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.

Kur’ân bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.

Peygamberimiz bir kitaptır; konuşan bir delil olarak bize Allah’ı anlatır.

Ama bir de sessiz bir kitap var; Kant gibi, Bergson gibi filozofların; kitapların, düşüncelerin, tabiatın verâsında Allah’ı bilmeyi ona bağladıkları, sessiz, derin, yalan söylemeyen bir kitap: Vicdan. Elest bezminde, dudağı “Belâ” şerbetiyle ıslanan bu şahit, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, esasen onu yakalayabilen için artık başka hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Vicdan ki, Allah’tan başka hiçbir şey ile tatmini mümkün değildir. Vicdan ki, bulmak mânâsına gelir ve ancak Allah’ı bulduğu zaman huzura erer. Ve işte her doğan çocuk dünyaya böyle bir şahit ile gelir.

Biz, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabbini bilen de odur.”39 ifadesini bu şekilde anlamaya meyyaliz. Vicdanının dilinden anlayan da Rabbini tanıyan da odur.

“Mâverâdan bekliyorken bir haber, Perde kalktı öyle gördüm ben beni.”

mısralarında doruk noktaya ulaşan bu düşünce, Niyazi Mısrî’nin:

“Ben taşrada arar iken O can içinde can imiş.”

düşüncesiyle âdeta sistemleştirilmiştir. Milyonlarca evliyâ da işte bu sırlı kitabın rehberliğinde nice uçsuz bucaksız yollar katetmiş ve aynı düşünceyi seslendirmişlerdir:

“Ben, dışta dolaşıyordum.. başı açık, yalınayak hayallerle hep O’nu arıyordum. Mâverâ perdesi kalkınca, her şeyin düğüm düğüm benim vicdanımda meknî olduğunu müşâhede ettim.”

Latîfe-i Rabbaniyenin bu büyük rüknü, her müşkili çözen hüviyetiyle kalbimize doğduğu zaman orada Cennet’in cilve cilve açıldığını bizzat görürüz. Orada temessül eden şeyin tecellî-i hazret olduğunu anlarız. Günden güne orada Cehennem’den ve Cehennem’e sebep olan fiillerden nefretin kabardığını, vicdanın bir rehber gibi elimizden tuttuğunu ve bütün kevn ü mekânları, onlarda hâsıl olan mânâları gözümüzün önüne seriyor gibi olduğunu hissederiz.

Evet, her insan, dünyaya gelirken, kendisini böyle zirvelere ulaştıracak bir rehberle dünyaya gelir. Ama maddeye inhimak eden ve Allah’ı, laboratuvarda arayan nâdân, vicdanının sesine kulak tıkadığı, onu hiç çalıştırmadığı, hatta körelttiği, paslandırdığı için bu rehberi gerçek yüzüyle tanıyamayacak ve bu rehberden faydalanılması gereken ölçüde faydalanamayacaktır.

Elest bezmi, birçok hadis-i şerifte de ele alınıp izah edilir. Bilhassa, 30’a yakın sahabinin –ki, içlerinde Hz. Ali, Ebû Said el-Hudrî, Sürâka b. Malik, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Amr gibi seçkin sahabiler de vardır– rivayet ettikleri şu hadis, yukarıda zikrettiğimiz âyetin tefsirini şöyle yapar: “Allah (celle celâluhu), Âdem’in sırtını sıvazlayıverdi. Bütün Âdem zürriyeti döküldü. Ve Allah (celle celâluhu) onlardan misak aldı.”40

6. Yine aynı kadronun rivayet ettiği başka bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

اَلشَّقِيُّ مَنْ شَقِيَ ف۪ي بَطْنِ أُمِّه۪ وَالسَّع۪يدُ مَنْ سَعِدَ ف۪ي بَطْنِ أُمِّه۪

“Şakî daha annesinin karnında iken şakîdir, saîd de daha annesinin karnında iken saîddir.”41

Evet, Marks, daha annesinin karnında iken, “Beşeri idlal edecek, beşer suretinde bir şeytandır.” damgasını yemiştir. 20. asırda bize ışık tutan Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Nedvî ve emsali; Türkiye’de de adıyla sanıyla, yoluyla yöntemiyle bu işi temsil eden Büyük Rehber gibi daha niceleri ta annelerinin karnındayken saîd damgasıyla şereflendirilmişlerdir.

Evet, saîd ve şakî daha annelerinin karnında iken tesbit edilir. Ama bu kitabet ve yazılış, o insanın iradesi, o insanın kini, nefreti veya tam tersine şefkat ve mürüvveti hesaba katılmadan yapılmaz.

7. Ve yine “müttefekun aleyh” bir hadiste, Efendimiz, Hz. Âdem ile Hz. Musa arasında cereyan eden bir konuşmayı bize şu şekilde nakleder. Nakledilen bu hâdise, kitabet meselesini izah etmesi bakımından mevzuumuzla yakından alâkalıdır:

“Hz. Âdem ile Hz. Musa (aleyhimesselâm) Efendilerimiz karşılaştılar, yüz yüze geldiler. (Bu karşılaşma misal âlemine ait bir tablodur.) Hz. Musa (aleyhisselâm), Hz. Âdem’e dedi ki: Sen bizim babamız Âdem’sin. Bizi haybet ve hüsrana uğrattın; Cennet’ten çıkmamıza sebep oldun!”

Bunun üzerine Hz. Âdem ona şu karşılığı verdi: “Sen ki Musa’sın. Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi. Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?!”

Allah Resûlü sözünün burasında durdu ve üç defa “Âdem, Musa’ya galebe çaldı.” buyurdu. 42

Âdem’in Musa’ya galebe çalması hususunu selef öteden beri bir hayli izah ve tefsire tâbi tutmuşlardır. Söylenenlerin hulâsası şudur:

– Hz. Âdem, Musa’nın babası olduğu için galebe Hz. Âdem’e verildi.

– Hz. Âdem ile Hz. Musa ayrı şeriatların sahibidir. Birine göre suç olan diğerine göre suç olmayabilir. Onun için Hz. Âdem galebe çalmıştır.

– Cennet teklif yeri değildir. Dünya ise teklif yeridir. Hz. Âdem Cennet’te mükellef değildi. Hâlbuki Hz. Musa dünyaya ait bir prensiple konuştu. Onun için de Hz. Âdem galip kabul edildi.

– Hz. Âdem, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu anlatmak istedi ki; doğrusu da budur. Onun için galip sayıldı… vs.43

Bütün bu tevcihler mizan ve ölçüye gelir cinsten şeyler değildir. Ancak biz selefe olan saygımızdan dolayı bu sözlerin kritiğini yapmayacağız. Fakat Efendimiz’in mübarek beyanlarındaki ince bir hikmete işaret etmeden de geçemeyeceğiz.

Bir kere bu hadis, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Her şeyin kitabeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır.

İkinci olarak, Hz. Âdem’in söyledikleriyle, Hz. Musa’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Âdem’in galebesine işaret ediyor.

Efendimiz, “Âdem, Musa’ya galebe çaldı.” derken Hz. Musa’nın düşüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Âdem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor.

Kaderde iki yön vardır. Birincisi, her şeyin Cenâb-ı Hak tarafından bilinip tesbit edildiği, tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.

İşte Hz. Musa, Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Hâlbuki Hz. Âdem meseleye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun iradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Âdem, Hz. Musa’ya üstün gelmişti.

İnsan iradesi, haricî vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir.

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ۬ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۘ

“Sana isabet eden bütün hayırlar Allah’tan; bütün şerler ise senin nefsindendir.”44 âyeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlâhiye” vardır. İnsan Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte: وَمَا تَشَۤاؤُۧنَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُۘ “Siz ancak Allah’ın dilediğini dileyebilirsiniz.”45 âyeti de bize bu dersi vermektedir.

Allah öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve Kendi vereceği hükmü verir.

Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak ummana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir. Ama Allah (celle celâluhu) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade cihan kadar bir kıymet kazanmıştır.

Kader meselesine böyle ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış, cem makamını temsil eden bir bakış keyfiyetidir.

Şu âyetler bu davayı tenvir eder mahiyettedir:

كَلَّا إِنَّهُ تَذْكِرَةٌۚ ۝ فَمَنْ شَۤاءَ ذَكَرَهُۘ ۝ وَمَا يَذْكُرُونَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُۘ هُوَ أَهْلُ التَّقْوٰى وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ

“Hayır, şüphesiz bu Kur’ân bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.”46

İmam Gazzâlî, “Ben yapmıyorum; fakat diliyorum.” diyenlere şu cevabı verir: “Peki, dilemeyi veren kim?”

Biz mükellefiz, iş yapıyor gibiyiz. Fakat bu mükellefiyetimizin sınırını ancak bize bu mükellefiyeti veren Allah bilir.

O bize, hayır ve şerre medar olabilecek bir şey vermiş. Ama bu şey, yüz müdür, astar mıdır belli değil… Fakat görülüyor ki, bu şey üzerinde göz kamaştırıcı atlaslar dokunuyor ve bu şeye sahip olana krallık taçları takılıyor. Evet, bu şey bir yönüyle hiçbir şey, bir yönüyle de çok şey… Böyle düşünmek düşüncede cem’in gereğidir. Meseleyi her iki yönüyle ele alan kader mevzuunu cem etmiştir. Meseleyi bu şekliyle ele almayanlar ise ya Cebrî ya da Mutezilî olmuştur.

Sebkat etmiş bir kitap vardır. Keyfiyeti bizce meçhul olan bu kitabın yanında, bir de yine keyfiyeti bizce meçhul boynumuza takılmış bir kitap daha vardır. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Fakat O’nun hayra rızası var, şerre rızası yoktur. Şerri isteyen, insandır. Allah, insanın şer işlemesini istemez. Fakat insan şerri isteyince, O da yaratır.

8. İsterseniz şimdi de bu hususu müşahhaslaştıracak bazı misaller arz edelim:

إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ حَصَبُ جَهَنَّمَۘ أَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ

“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, Cehennem’in yakıtısınız, oraya gireceksiniz.”47

Bu âyet nazil olunca müşriklerin beyni döndü. Çünkü âyet onlara hitaben şöyle diyordu: Siz ve ululadığınız bütün putlarınız, muvaffakiyetler isnat ettiğiniz ve böylece şımartıp şişirdiğiniz ne kadar toteminiz varsa hepsi, Cehennem yakıtından başka bir şey değildir.

Bu ifadeler doğrudan doğruya, müşriklerin Kâbe’yi dolduran 360 putunu birden hedef alıyordu. Oysaki bu putlar onların şeref ve namuslarıydı. Kur’ân, onları Cehennem ateşiyle tehdit ediyordu. Suskun davranamazlardı. Muhakkak bu tehdide ve meydan okumaya karşı bir şeyler demeleri gerekiyordu. Fakat çaresiz idiler. Çünkü kendilerinde Kur’ân’a cevap verecek güç bulamıyorlardı.

Daha sonra akıllarına İbn Zibe’ra geldi. İkna gücü çok kuvvetli olan bu kuru mantık insanını, Allah Resûlü’ne gönderdiler. Sıkı sıkı da tenbih ettiler; “Muhakkak O’nu susturmalısın, şeref ve namusumuz senin elinde…” dediler.

Zavallı İbn Zibe’ra, aklınca mantık oyunu yapacaktı. Allah Resûlü’ne hitaben “Sen, ‘Putlarınız ve siz, Cehennem’in yakıtısınız.’ derken bütün putları mı kasdettin?” diye sordu. Allah Resûlü “Evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn Zibe’ra sözüne şöyle devam etti: “O zaman, Hıristiyanlar Hz. İsa’ya, Yahudiler Hz. Üzeyr’e Allah’ın oğlu diyor ve onlara mâbud nazarıyla bakıyorlar. Ayrıca meleklere Allah’ın kızları diyenler var. Şimdi senin dediğine göre onlar da mı Cehennem’e gidecekler?”48

O, aklınca Allah Resûlü’nü ilzam edip susturmak istiyordu. Ancak ona cevap olarak derhal şu âyet nazil oldu:

إِنَّ الَّذ۪ينَ سَبَقَتْ لَهُمْ مِنَّا الْحُسْنٰۤىۙ أُۨولٰۤئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَۙ

Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için hüsnâ (iyi şeyler) yazılmış olanlar, işte onlar Cehennem’den uzak tutulanlardır.”49

Eteklerini dünyanın tozuna toprağına bulaştırmamış o insanlar, Cehennem’den uzaktırlar. Allah’a kulluktan göz açıp kapayıncaya kadar dahi gafil olmayan melekler, Cehennem’den uzaktırlar.

Evet, nefha-i ilâhî olarak “Ruhullah” unvanıyla dünyaya gelen, beşere hayat üfleyip ölü gönülleri dirilten Hz. Mesih ve Allah’ın yüce bir nebisi olan Hz. Üzeyr ezel-ebed arasındaki mesafe kadar Cehennem’den uzaktırlar…

Onlar hakkında yanlış itikad ve yanlış düşüncelere sapanlar sadece kendi başlarını yiyeceklerdir. Çünkü nebiler ve melekler, haklarında hüsnâ (iyi akıbet) hükmü sebkat etmiş seçkinlerdir. Ve zaten meselenin bizim mevzuumuzla alâkalı yönü de âyetteki bu ifadedir.

9. Abdurrahman b. Avf anlatıyor:

“Bir defasında bayılmış ve kendimden geçmiştim. Birden, vaziyet ve durumları dehşet veren iki şahıs yanımda görünüverdi. Elimden tutup beni bir tarafa doğru sürüklemeye başladılar. ‘Beni nereye götürüyorsunuz?’ diye sordum. ‘Aziz ve emin olan Zât’ın huzuruna götürüyoruz, hesap vereceksin!’ dediler. Onlar beni bu vaziyette götürürlerken birden karşıdan bir adam çıkageldi. Onlara beni kastederek ‘Bunu nereye götürüyorsunuz?’ diye sordu. Ona da aynı cevabı vererek ‘Aziz ve Emin olana götürüyoruz.’ dediler. O, ‘Hayır onu götüremezsiniz. Çünkü o daha annesinin karnında iken hakkında ‘hüsnâ’ sebkat etmiş bir kişidir. O Aziz ve Emin’in huzuruna çıkarılmaz.’ dedi. Bunun üzerine ayıldım…”50

Efendimiz, –ileride tafsilatıyla izah etmeye çalışacağımız– bir hadislerinde: “Kulun Cehennem’e girmesine bir karış kalır; fakat kitap sebkat ettiği için Cennet ehlinin amelini işler ve Cennet’e gider.”51 buyurarak Abdurrahman b. Avf’ın anlattığı hâdiseye ışık tutar. Zaten Abdurrahman b. Avf Cennetle müjdelenmiş on kişiden biriydi. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus ise, kitabın sebkat etmesi meselesidir.

10. Âmir b. Sa’d, babası Sa’d b. Ebî Vakkas ile alâkalı bir hâdiseyi bize şöyle naklediyor:

Babam, Kûfe sokaklarından birinden geçerken bir kısım insanların, bir insanın başına toplanıp onu dinlediklerini görür. Merak edip yanlarına varır. Bakar ki, adam durmadan, Hz. Ali’ye, Zübeyr b. Avvam’a ve Talha b. Ubeydullah’a (radıyallâhu anhüm) sövüp sayıyor. Tabiî yanındakiler de durmuş onu dinliyorlar. Babam, adama: “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, küstahlaşır ve “Yoksa beni tehdit mi ediyorsun?” karşılığını verir.

Babam canı çok sıkılmış olduğu hâlde oradan ayrılır. Sonra eve gelerek abdest alır ve iki rekât namaz kılar. Namazdan sonra da ellerini kaldırır ve şöyle dua eder:

“Allahım, biraz evvel konuşan adamın sövüp saydığı bu insanlar, eğer haklarında ‘hüsnâ’ sebkat etmiş insanlarsa, Sen bir delil ve âlamet göster. Ta ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın. Diğerleri de bundan ibret alsın!”

Daha aradan iki dakika geçmemişti ki, nereden çıktığı bilinmeyen bir deve cemaate doğru ilerledi. Birden, o konuşup duran adamın üzerine saldırdı. Duyanlar sadece acı bir feryat duyabildiler. Biraz sonra adam, paramparça, cansız, yerde yatıyordu. Herkes, olup bitenlerin şokuyla: “Yâ Ebâ İshak! Yâ Ebâ İshak!” diyerek Hz. Sa’d’ın evine koşmaya başladılar. O ise herhalde “İyi mi ettim, kötü mü ettim?” diye düşünüyordu.

Evet, onlar hakkında ‘hüsnâ’ sebkat etmişti. Hz. Ali hakkında, Haydar-ı Kerrar, Şâh-ı Merdân, Damad-ı Nebi denmiş ve hakkında güzel hüküm verilmişti.

Hz. Talha, Uhud’da kırık koluyla Allah Resûlü’nü müdafaa etmiş ve Allah Resûlü’nün “Talha’nın imdadına koşun!”52 iltifatına mazhar olmuştu.

Hz. Zübeyr, “Her nebinin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr b. Avvam’dır.”53 denilerek Allah Resûlü tarafından havariliği bütün cihana ilan edilen bir yiğitti.

Ya bunlar hakkında duyduğu kötü sözlere dayanamayıp dua eden Sa’d b. Ebî Vakkas, o da Allah Resûlü’nün dayısının oğluydu. Allah Resûlü, Uhud’da ona ok atmasını söylerken At, anam babam sana feda olsun!”54 demişti. Yaptığı her dua mutlaka kabul oluyordu. Onun için herkes Sa’d’ın bedduasından tir tir titrerdi.55 İşte bunların hepsi, haklarında ‘hüsnâ’ sebkat etmiş insanlardı.

Yani, kapıyı çalmadan rahmet kapısından içeriye girecek, ilâhî iltifatın eteklerini öpecek, dudakları o bezm ile mütebessim Cennet’e alınacaklardı.

Hâsılı, insan ne yaparsa yapsın, daha önce kendisi için yazılandan öte bir şey yapamayacaktır. Ancak bu yazma, onu yapmaya mecbur kılan bir haricî zorlama olarak değerlendirilmemelidir. Yukarıda da ısrarla söylediğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle kulun ne yapacağını önceden bildiği için, kader defterini ona göre yazmıştır. Haklarında hüsnâ ve güzel netice hükmü verilenler için de durum daha farklı değildir. Allah (celle celâluhu), onların iradeleriyle yapacakları güzel ve iyi işleri bildiği için onlar hakkında böyle güzel bir neticeyi tayin ve takdir buyurmuştur. Çünkü O, Allâmü’l-Guyûb’dur. Bütün gizli-âşikâr her şeyi sadece O bilir. Hem de O, varlık henüz yaratılmadan önce bilir. Ve bildiğini kader defterinde yazdıklarıyla gösterir. Sonra da kul, teker teker Cenâb-ı Hakk’ın bildiği üzere işleyeceklerini işler. Bunları da melekler amel defterlerine kaydederler. Her iki defter de birbirinin aynısı olarak tecellî eder. Cenâb-ı Hak, bizleri de haklarında ‘hüsnâ’ sebkat etmiş kulları zümresine ilhak eylesin! Âmin.

1 En’âm sûresi, 6/59.

2 Yûnus sûresi, 10/49.

3 Neml sûresi, 27/75.

4 Yâsîn sûresi, 36/12.

5 Bürûc sûresi, 85/21-22.

6 Mülk sûresi, 67/25-26.

7 Ra’d sûresi, 13/8-10.

8 Hicr sûresi, 15/21.

9 Rahmân sûresi, 55/7.

10 Bürûc sûresi, 85/16.

11 Sâffât sûresi, 37/96.

12 Nisâ sûresi, 4/79.

13 Necm sûresi, 53/39.

14 İsrâ sûresi, 17/13.

15 Buhârî, fezâilü ashâbi’n-Nebî 17; Müslim, radâ 38.

16 Buhârî, menâkıb 27, menâkıbü’l-ensâr 36, tefsîru sûre (54) 1; Müslim, salâtü’l-münâfikîn 43-48.

17 Buhârî, menâkıb 25, meğâzî 35; Müslim, fezâil 6, 7, imâret 72, 73.

18 Sâffât sûresi, 37/96.

19 Ebû Dâvûd, sünnet 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/86.

20 Hadid sûresi, 57/22.

21 Müslim, kader 16; Tirmizî, kader 18.

22 Ebû Dâvûd, sünnet 16; et-Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 1/57, 58.

23 Tirmizî, kıyâmet 59; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/293, 303, 307.

24 Buhârî, ezân 155; Müslim, mesâcid 137-138.

25 Buhârî, kader 6, tevhîd 54, cenâiz 82; Müslim, kader 6-8.

26 Leyl sûresi, 92/5-10.

27 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/181; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/33.

28 Bkz.: Kasas sûresi, 28/78.

29 Muhammed sûresi, 47/20.

30 Müddessir sûresi, 74/17.

31 Müddessir sûresi, 74/26-30.

32 Tirmizî, kader 8; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/167.

33 İnfitâr sûresi, 82/13-14.

34 Kehf sûresi, 18/49; Câsiye sûresi, 45/29; Kaf sûresi, 50/18; İnfitâr sûresi, 82/11-12.

35 A’râf sûresi, 7/172-173.

36 A’râf sûresi, 7/172.

37 A’râf sûresi, 7/172.

38 Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25.

39 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.

40 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/272.

41 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/107, 8/323. Yakın ifadeler için bkz.: İbn Mâce, mukaddime 7.

42 Buhârî, kader 11, enbiyâ 31, tevhîd 37; Müslim, kader 13.

43 en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 16/201-203; el-Aynî, Umdetü’l-kârî 15/307, 23/158-159.

44 Nisâ sûresi, 4/79.

45 İnsan sûresi, 76/30.

46 Müddessir sûresi, 74/54-56.

47 Enbiyâ sûresi, 21/98.

48 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim 5/374-375.

49 Enbiyâ sûresi, 21/101.

50 Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ 11/112; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/296, 3/347.

51 Buhârî, kader 1; Müslim, kader 1.

52 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/304; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 3/236.

53 Buhârî, cihâd 40, 41, 135, fezâilü’s-sahâbe 13, meğâzî 29; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 48.

54 Buhârî, cihâd 80; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 41, 42.

55 Tirmizî, menâkıb 26; İbn Hibbân, es-Sahîh 15/450.

-+=
Scroll to Top