Birinci Bölüm HİKMET AÇISINDAN

İlim Üzerine

Müspet ilimlerin ilhada götüreceğinden korkarak, onlardan uzak kalmak bir çocukluk; onları bütün bütün dine, imana zıt görerek, ilimleri inkâra vesile saymak da, bir peşin hükümlülük ve cehalettir.

* * *

İlimler, saadetimizi garanti edip, bizleri insanlığa yükselttiği ölçüde faydalıdırlar. Aksine, insanoğluna korkulu rüyalar yaşatan ilim ve teknoloji, yolumuzu kesmiş bir cadı ve şeytandır.

* * *

Asrımızın başında ilmi ilâhlaştırarak her şeyi ona kurban eden bir kısım sığ görüşlü materyalistlere karşı, çağın dünya çapındaki ilim adamı, “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır.” diyerek, bir asrı saran korkunç hezeyanı, en latîf şekilde taşlıyordu. Bilmem ki, günümüzün hem kör hem de topallarını görseydi, ne diyecekti!

* * *

Müspet ilimlerin hiçbir şey olmadığını iddia etmek bir cehalet ve taassup, onun dışında her şeyi reddetmek, toyca bir yobazlık; kazandığı her yeni bilginin ışığında, bilmediği daha yığın yığın şeyler olduğunu idrak ve kabullenme ise, bir ilim zihniyeti ve düşünce istikametidir.

* * *

İlim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için ciddî hiçbir sebep de mevcut değildir. Tehlike, ilmîlikte ve ilme göre bir dünya kurmakta da değildir. Tehlike, cehalette, şuursuzlukta ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmadadır.

İlimden Beklenen Gaye

İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta olsalar dahi ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının en önemli gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir.

* * *

Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, o tedbir ve kararların akıl ve mantıkla münasebeti nispetindedir. Akıl ve mantık ise, ilim ve mârifetle doğru orantılı olarak gelişir. Onun içindir ki, ilim ve mârifetin olmadığı bir yerde, akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir.

* * *

Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğrendikleriyle kendini yenileyip başkalarına da örnek olmayan, suretâ insan görünse de, sîreti açısından düşündürücüdür!

* * *

Öğrenip öğretilecek şeyler, insanın mahiyetini ve kâinatın sırlarını keşfe yönelik olmalıdır. Benlik sırlarına ışık tutmayan, varlığın karanlık noktalarını ve tıkanıklıklarını açıp aydınlatmayan ilim, ilim değildir.

* * *

İlim ve mârifetle elde edilen mansıp ve pâye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli; öbür âlemde de, onun iman ve irfanıyla gönlünde kurduğu tasavvurları aşkın makamlarla mutlu kılar.

* * *

Her anne ve baba, çocuklarının kafaları gereksiz şeylerle doldurulmadan önce, onları mutlaka ilim ve irfanla doyurmalıdırlar. Çünkü, hakikat adına boş gönüller ve mârifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesabesindedirler. Önceden onlara ne tür tohum saçılırsa, daha sonra hasat edilen de o olur.

* * *

İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemalâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, ruha mâl edilmemiş ilimler, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere yöneltmeyen mârifet de, bir kalb ve düşünce hamallığıdır.

“İlim, ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir;

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktır.”

(Yunus)

* * *

Hedef ve maksadı belirlenmiş bir ilim, sahibi için, “ilelebet” devam edecek bir bereket vesilesi ve tükenmez bir hazinedir. Bu hazineye malik olanlar, yaşadıkları sürece, hatta daha sonra, bir tatlı su kaynağı gibi daima ziyaret edilir ve hayra vesile olurlar. Gönüllere şüphe ve tereddüt atan ve ruhları karartan hedefi belirlenmemiş boş faraziyeler ise, ümitsiz ve bulanık ruhların, etrafında uçuşup durduğu bir çöplük yığını veya ruh kapanıdırlar.

* * *

İlim ve fen, çeşit çeşit dalları ve her dalın ihtiva ettiği faydalarıyla, hemen herkes için yararlı ise de; insanın ömrü mahdut, imkânları da sınırlı olduğundan, bunların hepsini belleyip istifade etmesi mümkün değildir. Bu itibarla, her fert kendisi ve milleti için gerekli olan şeyleri öğrenip değerlendirmeli, gereksiz şeylerle ömrünü beyhude zayi etmemelidir.

* * *

Gerçek ilim adamı, çalışma ve araştırmalarını en doğru haberlerin, en aldatmaz beyanların ışığı altında ve ilmî tecrübelere göre düzenleyip sürdüreceğinden, her zaman gönlü rahat, işleri de kolay olacaktır. Bilginin gerçek kaynağından mahrum bir kısım zavallı ruhlar ise, durmadan yol ve yön değiştirip duracak ve bir türlü ham hayallerden kurtulamayacakları için, hep “âh u vâh” edip inkisar içinde inleyeceklerdir.

* * *

Her şahsın kadir ve kıymeti, tahsil ettiği ilmin muhteva ve zenginliğine göredir. İlmi, sırf bir “dedikodu” unsuru olarak kullananın kıymet ve değeri o kadar; onu, eşya ve hâdiseleri tanımada bir “prizma” olarak kullanıp, mekânın en karanlık köşelerine kadar ulaşan ve irfanıyla kanatlanıp, “tabiat” ötesi hakikatlerle kucaklaşanınki de o kadar…

İlim ve Cehalet

İlimleri fişleyip kitaplara işlemek, mevcut şeylerin bir kere daha anlatılması bakımından yararlı ise de, ilham ve istinbat ruhunu felç etmesi itibarıyla bin zararı olduğu söylenebilir…

* * *

İlim, önemli bir hidayet rehberidir.. hele bir de vahye dayanıp vahiyle beslenirse, bu takdirde o, arz u semayı aşacak buutlara ulaşır ve ayrı bir kıymet alır.

* * *

Şimdi mucit-kâşif yetişmiyor. Taklitçi adamlar yetişiyor. Kısmen her şeyi değiştirecek, isyancı ruha ihtiyaç var. Her şey değişecek. Kitap-mektep-kapı-sıra.. hepsi.. ve tenkit ile işe başlama esastır.

* * *

Cehalet, en kötü arkadaş; ilim, en vefalı yoldaştır.

* * *

İlim, hilim (yumuşak huyluluk) ile birleşince baş döndürücü bir derinliğe ulaşır.

* * *

Cahil, öfkelenince bağırır-çağırır; akıllı ise, yapması gerekli olan şeyleri plânlar.

* * *

Fazilet, ilim-hilim-ibadet sacayağı üzerinde oturmaktadır.

* * *

İlim, amele kaynak olamamışsa, kuruması mukadderdir.

* * *

İhtiyaç, ilmî keşiflerin keskin gözlü bir kılavuzudur.

* * *

Anlamak başkadır, bilmek başkadır; bin şeyi bilmektense, bir şeyi anlamak daha iyidir.

* * *

Kendini “bilmiyorum” demeye alıştır ki, hiçbir zaman “bilmiyorum” deme utancını yaşamayasın..!

* * *

Türlü türlü müsabakalar gibi, bir de fakirlikler müsabakası yapılabilseydi, cehalet, böyle bir yarışmanın kralı olurdu.

Düşünceye Saygı

Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira, yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmureler meydana gelir.

* * *

Alenî hiddet ve şiddetten ziyade, gizli düşmanlık ve sinsi öfkelerden korkmak lâzımdır. Dostlar yüze karşı şiddetli olsalar da, arkadan arkaya hep bir koruma meleği gibi davranırlar. Düşmanlar ise, yumuşaklıklarında tuzak kurar; sertliklerini de, tıpkı bir örümcek gibi, tuzağa düşürdüklerini haklarlarken ortaya koyarlar.

* * *

“Falan kimse havadan nem kapıyor” derler! Ona ruhum feda.! Ya yağmur altında dahi ıslanmayanlara ne demeli..!

* * *

Bir mecliste her söze kıymet ver! Hatta fikrine uymayan düşünceleri bile hemen reddetme. Bir başka münasebetten dolayı ifade edilmiş olabileceğini düşün ve sonuna kadar sabret ve dinle!

* * *

Tecrübe, aklın hocası, düşüncenin de rehberidir.

Din

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana gerçek huzuru dinin sıcak atmosferinde bulmuş ve ancak din sayesinde mutlu olabilmiştir. Dinin olmadığı bir yerde yüksek ahlâk ve faziletten bahsetmek mümkün olmadığı gibi, mutluluktan söz etmek de oldukça zordur. Zira, ahlâk ve faziletin kaynağı vicdandır. Vicdana hükmedecek yegâne unsur da, Allah’la irtibattan ibaret olan dindir.

* * *

Din, güzel huylar adına açılmış en feyizli, en bereketli bir mekteptir. Bu yüce mektebin talebeleri de, yediden yetmişe bütün insanlardır. Bu mektebe intisap eden herkes böyle bir intisapla er-geç huzura, emniyete ve itminana erer. Dışarıda kalanlar ise, özleri dahil, zamanla her şeylerini kaybederler.

* * *

Din, insanları kendi hür iradeleriyle hayırlara sevk eden ilâhî prensipler mecmuasıdır. İnsanın maddî-mânevî terakkisini, dolayısıyla da dünyevî ve uhrevî bütün saadetlerini hazırlayacak esasları dinin prensipleri içinde bulmak her zaman mümkündür.

* * *

Din, Allah’ı bilip birleme, O’nun yolunda hareketle ruh saffetine ulaşma, O’nun namına ve O’nun emirleri istikametinde insanlarla münasebetlerini düzene koyma, hatta O’nun hesabına bütün varlığa karşı derin bir alâka ve muhabbet duymanın unvanıdır.

* * *

Dini kabul etmeyenler, zamanla namus, vatan, millet gibi yüksek mefhumlara da saygısız davranmaya başlarlar.

* * *

Hemen bütünüyle ahlâksızlık, dinsizlik kaynağından fışkıran bir zift; her tür kargaşa ve anarşi de, dinsizlik vadilerinin sevimsiz zakkumlarıdırlar.

* * *

Hayatını din aleyhtarlığına vakfetmiş bir kısım inançsızların, hiç olmazsa dinsizliğin neye yaradığını, bir kısım meyveleriyle göstermeleri gerekmez miydi..?

* * *

Din ile gerçek ilim, bir hakikatin iki yüzü gibidirler. Din, insanı doğru yollarda gezdirir ve mesut edecek neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise, bir meşale gibi, bu yollarda ve kendi alanı içinde onun önünü aydınlatır.

* * *

Bütün güzel çiçekler, dinin bağ ve bahçelerinde yetişmiştir. İşte onun prensipleri ve işte enbiyâ, evliyâ ve asfiyâ gibi pırıl pırıl meyveleri..! İnançsızlar, bu meyveleri görmezlikten gelseler de, onları ne kitapların sayfalarından, ne de insanların sinelerinden silmeye güçleri yetmeyecektir.

* * *

Peygamberler, insanlar arasında dağlar gibidirler. Yeryüzünde, yerin istikrar kazanması ve havanın tasaffî etmesi için dağlar nasıl emniyet unsuru ise, peygamberler de, insanlar içinde öyledir. Onun içindir ki, bu ikisi yer yer bir arada zikredilmiştir. Evet, Hz. Nuh–Cûdi, Hz. Musa–Tur, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)–Hira, bu muammadan sır perdesini aralayan birer işarettir.

* * *

Din, sağlam düşünceye, akl-ı selime ve ilme istinat eder. Bu zaviyeden de, onun hiçbir meselesini tenkit etmeye imkân yoktur. Onu tanımamazlıktan gelenlerin, ya düşünce sistemleri bozuk, ya ilim anlayışları yanlış ya da muhakemeleri yetersizdir.

* * *

Din, gerçek medeniyet prensiplerini ihtiva eden bereketli bir kaynaktır. Onun sayesinde insan, gönül ve his dünyasında ulvîleşir, başı fizik ötesi âlemlere ulaşır ve bütün hayırların, güzelliklerin, faziletlerin asıl kaynağından doya doya içme ufkuna ulaşır.

* * *

Fazilet aranırsa dinde aranmalıdır. Dinsizin faziletli olması ve gerçek dindarın da faziletsiz bulunması ender rastlanan vak’alardandır.

* * *

Din sayesinde insan, insanlık mânâsını idrak eder ve diğer canlılardan ayrılır. Dinsizin nazarında insanın, sair hayvanlardan farkı yoktur.

* * *

Din, Allah yolu; dinsizlik ise, şeytan yoludur. Bundan dolayıdır ki, din ve dinsizlik mücadelesi, Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar süregeldiği gibi, kıyamete kadar da devam edecektir.

Kur’ân

Kur’ân, insanoğlunun kıymet ve değeri ölçüsünde, onun kalb-ruh-akıl ve cismaniyetini nazar-ı itibara alarak, yüksekler yükseğinden nüzûl ile insanlık ufkunda tulû etmiş, en mükemmel mesajlar ve ilâhî kanunlar mecmuasıdır.

* * *

Bugün yaklaşık bir milyar insanın tâbi olduğu Kur’ân, ebedî ve değişmeyen ilâhî prensipleriyle, topyekün beşer mutluluğunun ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme, en aydınlık yolun göstericisi olarak, eşi benzeri bulunmayan tek kitaptır.

* * *

Kur’ân, içinde milyonlarca âlim, binlerce filozof ve mütefekkirin de bulunduğu, küre-i arzın kaderine hükmetmiş en muhteşem, en nuranî cemaatlerin ışık kaynağı bir kitaptır. Ve, bu mânâda onun saltanatına denk ikinci bir saltanat da yoktur.

* * *

Kur’ân, nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama, bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur’ân’ın beraatiyle neticelenmiş ve mücadeleler onun zaferiyle noktalanmıştır.

* * *

Kur’ân, gönüllerde billûrlaşan bir nur, ruhlara ışık tutan bir aydınlık kaynağı ve baştan başa bir hakikatler meşheridir. Onu, gerçek çehresiyle ancak, bir çiçekte kâinattaki bütün güzellikleri sezebilen ve bir damlada tufanları seyredebilen inanmış ruhlar tanıyıp anlayabilirler.

* * *

Kur’ân, öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.

* * *

Müslümanlar, ancak Kur’ân’ı tasdik ve ona iman etmekle aralarında bir birliğe ulaşabilmişlerdir ve yine onu tasdik ve ona iman etmekle birliğe ulaşabileceklerdir. Kur’ân’ı tasdik etmeyenler, müslüman olamayacakları gibi, aralarında kalıcı bir birlik tesis edebilmeleri de mümkün değildir.

* * *

“İman bir vicdan meselesidir.” demek, “Allah’ı (celle celâluhu), Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ı yalnız dille değil, vicdanımla da tasdik ederim.” demektir. Her çeşidiyle bu anlayışa bağlı ibadet ise, bu sağlam tasdikin zarurî bir tezahürüdür.

* * *

İnsanlık, cehalet ve küfrün vahşetleri içinde bocalayıp durduğu bir dönemde, o vahşî muhitte bir aydınlık tufanı şeklinde belirip, bir hamlede dünyaları nura gark etme gibi, tarihin emsalini gösteremediği en büyük inkılâp bir kere olmuş, o da Kur’ân’la gerçekleştirilmiştir. Şahit olarak buna tarih yeter..!

* * *

İnsana, insanın mânâ ve mahiyetini, hakkı, hikmeti, Allah’ın Zât, sıfât ve isimlerini en hassas muvazenelerle öğreten kitap Kur’ân’dır.. ve bu sahada ona denk ikinci bir kitap göstermek de mümkün değildir. Asfiyânın hikmetlerine, hakperest filozofların felsefelerine baksan, bunu sen de anlayacaksın..!

* * *

Hakikî adaleti, gerçek hürriyeti, dengeli müsâvâtı, hayrı, namusu, fazileti, hatta hayvanlara varıncaya kadar her varlığa şefkati emredip; zulmü, şirki, haksızlığı, cehaleti, rüşveti, faizi, yalanı, yalan şehadeti açıkça meneden biricik kitap Kur’ân’dır.

* * *

Yetimi, fakiri, mazlumu himaye edip, padişahla köleyi, kumandanla neferi, davalıyla davacıyı aynı sandalyeye oturtup muhakeme eden kitap da yine yalnız Kur’ân’dır.

* * *

Kur’ân’ı üstûre ve hurafelere kaynak göstermek, ondört asır evvelki cahiliye Araplarından bugünün dinsizlerinin tevârüs ettiği bir kısım tutarsız hezeyanlardan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayışla hikmet ve hakikî felsefe alay eder…

* * *

Kur’ân ve onun getirdikleri hakkında söz söyleyenlerin, muvakkaten olsun, beşerin nizam, âhenk, huzur ve emniyeti adına bir şeyler söylemeleri gerekmez miydi.? Doğrusu, Kur’ân’a yabancı medeniyetlerin perişaniyet ve derbederliği, onun ışığından mahrum gönüllerin sıkıntı ve buhranlarla inim inim inlemesi karşısında, bu temerrüt ve bu inadı anlamak oldukça zor…

* * *

İnsanlık için en muntazam hayat, Kur’ân’ın solukladığı hayattır. Öyle ki medeniyetin, bugün dünyanın dört bir yanında takdirle yâd edilip alkışlanan bir kısım güzelliklerinin, tamamen Kur’ân’ın yüzlerce sene evvel teşvik ettiği şeyler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kusur ve kabahat kimde..!?

* * *

Bizde, öteden beri Kur’ân hakkında atıp-tutanlar ve onunla uğraşmayı meslek hâline getirenler, umumiyet itibarıyla, hep bilmediklerini dahi bilmeyen cahiller olmuştur. Ne acıdır ki, bu zavallılar, aleyhinde oldukları kitap hakkında ne bir araştırma yapmış, ne de bir şeyler okumuşlardır. Aslında bunların iddialarıyla, pozitif ilimlere karşı temerrüt gösteren cahillerin iddiaları arasında pek de fark yoktur ama, halkın hakikatlere uyanması için daha bir süre beklemek icap edecektir.

* * *

Kur’ân’a iman eden, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Muhammed’e iman eden de, Allah’a (celle celâluhu) iman etmiş sayılır. Kur’ân’a inanmayan Hz. Muhammed’e, Hz. Muhammed’e inanmayan da Allah’a inanmış sayılmaz. İşte, gerçek Müslümanlığın buudları..!

* * *

Kur’ân sayesinde insan, Allah’a muhatap olma gibi, mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilindeki Kur’ân’da Rabbini dinler, Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse, yemininde yalancı sayılmaz.

* * *

Kur’ân’ın aydınlık ikliminde insan, daha dünyada iken kabirden, berzahtan geçer; mahşeri, sıratı görür; Cehennemlerin dehşetiyle ürperir ve Cennetlerin âsûde yamaçlarında dolaştığını duyar ve hisseder gibi olur.

* * *

Müslümanları, Kur’ân’ı anlama ve onda derinleşmeden alıkoyanlar, dolayısıyla onları dinin ruhundan ve İslâm’ın özünden de uzaklaştırmış oldular.

* * *

Öyle zannediyorum ki, çok yakın bir gelecekte insanlığın takdir ve hayranlık dolu bakışları altında, Kur’ân okyanusuna doğru akan çeşitli ilim, teknik ve sanat çağlayanları esas kaynaklarına dökülüp onunla bütünleşince, âlimler, araştırmacılar ve sanatkârlar da, bir kere daha kendilerini o deryanın içinde bulacaklar…

* * *

Geleceğin Kur’ân devri olmasını çok görmemek lâzım! Zira Kur’ân, geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen bir Zât’ın kelâmıdır..!

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)

İnsanlık, gerçek medeniyeti Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) sayesinde tanıdı ve benimsedi. O’ndan sonra bu istikamette gösterilen her gayret, O’nun getirdiği esasları taklit ve tadilden öteye gitmemiştir. Bu itibarla da, O’na, hakikî medeniyetin kurucusu demek daha uygun olacaktır.

* * *

Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibadet sayıp, çalışkanı alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekün insanlığa muvazene unsuru olma noktalarını gösteren, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

* * *

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), küfrün, vahşetin aleyhine bir celâdet ve belâgat kılıcı olarak ortaya çıkma, dört bir yanda âvâz âvâz hakikati ilân etme ve insanlığa gerçek var oluş yollarını göstermede eşi-menendi olmayan bir Zât’tır.

* * *

Yeryüzünde cehaletin, küfrün ve vahşetin sevmediği bir insan varsa, o da Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ne olursa olsun, hakikati arayan ve irfana susamış bulunan gönüller, er-geç O’nu arayıp bulacak ve bir daha da O’nun izinden ayrılmayacaklardır.

* * *

Din, namus, vatan ve milleti koruyup kollamayı, bu uğurda mücadelenin bir cihad, cihadın da erişilmez bir kulluk vazifesi olduğunu fevkalâde bir muvazene içinde insanlığa tebliğ eden, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

* * *

Gerçek hürriyeti insanlığa ilk defa ilân eden, insanların hukuk ve adalette birbirine müsâvî olduklarını vicdanlara duyuran, üstünlüğü ahlâk, fazilet ve takvada arayan, zalime ve zalim düşünceye karşı hakikati haykırmayı ibadet sayan, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmuştur.

* * *

Fânilik ve ölümün yüzündeki perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin bekleme salonu olarak gösteren, her yaş ve her başta mutluluk arayan gönülleri Hızır çeşmesine ulaştırıp onlara ölümsüzlük iksiri içiren, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Tasavvuf

Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup hissedilmesi mesleğidir. Bu itibarla da onu, yaşadığı hayatın şuurunda olmayanlar idrak edemeyecekleri gibi, başkalarına ait menkıbelerle teselli olanlar da anlayamayacaklardır.

* * *

Tasavvuf, neticesi itibarıyla, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini kavrayarak, varlığının esasını teşkil eden Hakk’ın vücudunun şuâları ve sıfatlarının tecellîleri karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın bir başka unvanıdır.

* * *

Tasavvuf, insan ruhunun saflaşıp kendi özüyle bütünleşmesi, bütün zaman ve mekânları aşarak bir bilinmez buuda ulaşması keyfiyetidir. Ve işte ancak bu sayededir ki, her fert, mirac-ı Nebevî ile açılan kapıdan geçerek, gidip Rabbine ulaşır ve bir nevi miraca mazhar olur.. tabiî, kendi istidat ve kabiliyetine göre bir miraca…

* * *

Felsefe ve hikmet, insanın düşünce ufkunu genişletir ve onun, eşya ve hâdiseleri tanımasına yardımcı olurlar. Tasavvuf ise, idrak edilmez bir buudda eşya ve hâdiselerin Yaratıcısıyla insanın temasını temin eder ve onu Allah’ın dostu ve enîsi hâline getirir.

* * *

Tasavvuf, tarikat ehlinde de görüldüğü gibi, zikir ve fikir yoluyla insan ruhunun, nâmütenâhî olan “Kemalât-ı İlâhiyye”den feyiz alarak aydınlanmasından ibarettir. Başlangıcı, insan benliği mikyas yapılarak sonsuza bir kısım farazî hatlar koymakla başlar; nihayeti de, benlik ve benlik sırlarından vazgeçip, her şeyi O’ndan bilmekle noktalanır.

* * *

Tasavvuf, felsefenin elinin ulaşamadığı Ulûhiyet gerçeğinin, kalb eli, kalb ayağı ve kalb gözüyle araştırılması yoludur. Aklın, yalın ayak ve baş açık hayalleriyle ters yüz edildiği bu yolda kalb, bir üveyik gibi kanatlanır, kendi kadirşinas kriterleriyle o Mevcud-u Meçhul’ü tanımaya çalışır. Sonra da, elde ettiği irfanını, “mâ arafnâke hakka mârifetik – Seni hakkıyla bilemedik” sözleriyle ilân eder.

* * *

Tasavvuf, İslâm’ın ruhudur. Onsuz İslâm düşünülemez. Tarikatlar ise, bunu sistematize etmişlerdir.

Kültür

Kültür, bir milletin, kendine has çizgide gelişip yükselmesinde sık sık başvuracağı önemli bir kaynaktır. Millet hayatının âhenk ve istikametiyle, kültür kaynaklarının duruluğu arasında her zaman sıkı bir münasebet mevcut olmuştur.

* * *

Kültür, bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve sanat gibi duygularından doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı hâline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünüdür. Bu esasları görmezlikten gelmek körlük, toplumu onlardan uzaklaştırmaya kalkışmak ise, onu yolsuz, yöntemsiz hâle getirerek, şaşkına çevirmek demektir.

* * *

Kültür, milletlerin az-çok birbirleriyle teması neticesinde, bir ölçüde medeniyet gibi, bir toplumdan diğer topluma da geçebilir. Ancak, bu geçişte millî ruh imbikleri iyi çalışmaz, gerekli tasfiye ve ayıklama yapılamazsa, neticede kültür ve medeniyet bunalımı kaçınılmaz olur.

* * *

Gerçek kültür; hakikî din, yüksek ahlâk, fazilet ve hazmedilmiş ilimlerin potasında kaynaya kaynaya olgunlaşır. Dinsizlik, ahlâksızlık ve cehaletin hâkim olduğu bir atmosferde ne gerçek kültürden bahsetmeye, ne de o atmosferde yetişen insanın bu kaynaktan faydalanmasına imkân yoktur.

* * *

Başka milletlerin kültür ve medeniyetiyle güya gerdeğe girip, kendi varlık ve bekâsını devam ettirmeye çalışan toplumlar, dallarına başkalarına ait meyveler takılmış ağaçlar gibidirler ki, hem gülünç, hem de aldatıcıdırlar.

* * *

Kültür, millet ve cemiyetin tabiatından doğar ve gelişir. Bir ağacın çiçek ve meyveleri ne ise, bir toplumun kültürü de odur. Kendi kültürünü olgunlaştıramamış veya kaybetmiş milletler, meyve verememiş veya meyveleri dökülmüş ağaçlara benzerler. Bugün olmasa da yarın kesilip, odun olarak kullanılmaları mukadderdir.

* * *

Her milletin hayatında “kültür” çok ehemmiyetli bir yer işgal eder. Bir milletin geçmişiyle iç içe ve ruh köküne sımsıkı bağlı bir “kültür”, o milletin yaşama ve yükselme yollarını açar ve aydınlatır. Aksine, her gün değişik bir anlayış ve düşünceyle sürekli zikzaklar çizmek o milleti çürütür, yerle bir eder.

Hürriyet

Hürriyet, ruhun yüksek duygu ve yüksek düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka hiçbir prensibin esiri olmaması demektir.

* * *

Nice kimseler vardır ki, bukağı ve zincirler içinde bulunmalarına rağmen, hep vicdanlarının hür semalarında uçar dururlar ve bir lâhza olsun esaret ve mahkûmiyet hissetmezler. Ve nice kimseler de vardır ki, saray ve kâşânelerin baş döndüren, bakış bulandıran ihtişam ve debdebesine rağmen, gerçek hürriyeti kendi derinlikleriyle bir türlü duyup tadamazlar.

* * *

Hürriyeti mutlak serbestlik olarak anlayanlar, bilerek veya bilmeyerek, hayvanî hürriyetle insanî hürriyeti birbirine karıştırmaktadırlar. Oysaki, beden ve cismaniyetin karanlık isteklerini gerçekleştirme yolunda serazat gönüllerin ona sığındıkları hürriyet, tamamen bir hayvanlık şiarı olmasına karşılık; ruhun önünden engelleri kaldırarak vicdanın şahlanmasına imkân hazırlayan hürriyet ise, tamamen bir insanlık şiârıdır.

* * *

Hürriyeti, kayıtsızlık ve laubaliliğe düşmeden, insan dimağının, kendisini maddî-mânevî terakkiden alıkoyacak bağlardan âzâde olması şeklinde de yorumlayabiliriz.

* * *

Hürriyet, insana: “Hak düşüncesine bağlı kalıp, başkalarına zarar vermedikten sonra istediğini yapabilirsin.” demektir.

* * *

Makbul hürriyet, hürriyetin medenî olanıdır. O da, din ve ahlâkın elmas zincirleri, salim düşüncenin altın kemerleriyle bağlı bulunan hürriyettir.

* * *

Dinî duygu ve dinî düşünce tanımayan, ahlâka değer vermeyen ve fazilet fidanlığı olmayan hürriyet, her milletin nefret edip kaçtığı uyuz illeti gibi bir illete benzer ki, buna tutulan toplumlar, er-geç rahatlarını yitirecekleri gibi, zamanla çevrelerini kaybetmeleri de kaçınılmaz olacaktır.

Medeniyet

Medeniyet zenginlik, surî kibarlık, bedenî hazları tatmin ve cismaniyetin sefahetler içinde yüzüp gezmesi değildir. O, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabul etmek demektir.

* * *

Gerçek medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu itibarladır ki, her şeyi sadece ilimle ele alan Batı Medeniyeti, hep meflûç olarak kalmış; ilme karşı fermuarını çekip kendi içine kapanan Doğu Medeniyetleri ise, hâlihazırdaki durumları itibarıyla, kısmen de olsa bir vahşet içinde bulunmaktadırlar. Geleceğin medeniyeti, Batı’nın ilim ve fenleri, Doğu’nun da inanç ve ahlâk felsefesi fidanlığında boy atıp gelişecektir.

* * *

Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayindir. Yazıklar olsun, onun yanıp sönen ışıklarına aldananlara!

* * *

Medeniyet, tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak; vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern imkânlara sahip bulunmak; büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalarda yaşamaktan ibaret zannedilmemelidir. İnançlı ve istikametli ellerde, her biri sadece medeniyetin birer vesilesi sayılan bu şeyleri medeniyetin kendisi kabul etmek, aldanmışlıktan başka bir şey değildir.

* * *

Fertlerin medenî olmaları, insanın özünde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. Onu kılık kıyafet ve cismanî zevklerin her çeşidinden istifadeden ibaret sayanlar, bir kısım muhakemesizler ile bir düzine de bedenî hayatın altında ezilmiş tali’sizlerdir.

* * *

Vahşî, bedevî milletlerin, hunhar, zalim ve yağmacı olduklarında şüphe yoktur. Ne var ki, onların bu hâli herkes tarafından çok iyi bilindiğinden, başkaları için fazla zararlı olmadıkları da bir gerçektir. Ya, modern silahlarla mücehhez ve her zaman kan içme fırsatını kollayan medenî bedevîlere ne demeli..!

* * *

Medeniyet, şayet bir milletin kendi varlığını anlatması ise, bu muhteşem hutbenin malzemesi, o milletin ilmî, ahlâkî ve teknolojik eserleri olmalıdır. Zira, içtimaî terbiye ve çeşitli hüner ve sanatlar medeniyete bir şekil verir; ahlâk ise, belâgatlı bir lisan olarak onu ilân eder.

Terakki

Bir milletin gelişip ilerlemesi, o millet fertlerinin fikrî ve hissî sahada terbiye görmelerine bağlıdır. Fertlerinde düşünce ve iç aydınlığı gelişmemiş milletlerin terakki etmesi de beklenemez.

* * *

Milletlerin yükselmesinde, millet fertlerinin gaye ve hedef birliğine varmış olması şarttır. Birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bir toplumda, kâh sağa, kâh sola toslamalar olsa da, kat’iyen yükselme ve gelişme kaydedilemez.

* * *

Müşterek bir terbiye görmemiş nesiller, aldıkları farklı kültüre göre, hep ayrı ayrı kamplara ayrılmış ve birbirlerini düşman görmüşlerdir. Kendi içinde böyle didik didik olmuş bir toplumdan terakki beklemek, muhal olmasa da, imkânsız denecek kadar zordur.

* * *

Her terakki, önce bir tasavvur ve düşünce hâlinde belirir; sonra kitlelere kabul ettirilir; daha sonra da, el ele ve gönül gönüle kenetlenmiş fertlerin himmetiyle gerçekleştirilir. Aksine düşünce plânında ilme vize ettirilmemiş veya ifade edilememe tali’sizliğine uğramış her terakki hamlesi neticesiz kalmaya mahkumdur.

* * *

Bir şeyin daha temiz, daha parlak, daha düzenli ve daha iyisi, onun terakki etmiş olanıdır. Buna göre, mevcutla iktifa himmetsizlik, mevcudu aşarak, daha muntazam, daha seviyeli eserler ortaya koymak ise terakkidir.

* * *

Ovayı-obayı çoraklaştırmak, bağı-bahçeyi çöplüğe çevirmek, bir alçalma ve tedennî; çorakları ıslah, çöplükleri de bağ ve bahçe hâline getirmek bir terakkidir. İleri milletlerin memleketleri cennet, dağları bağ, mâbetleri de âdeta muhteşem birer saraydır. Buna karşılık, geri kalmış memleketlerin şehirleri harabe, sokakları çöplük, ibadethaneleri de birer küflü dehlizdir.

* * *

Toplumların ilerleyip yükselmesinde okuyup yazmanın tesiri inkâr edilmeyecek kadar büyük olmakla beraber, millî kültürle nesiller belli bir istikamette terbiyeye tâbi tutulmadıkları için beklenen neticeyi elde etme mümkün olmamıştır ve olamayacaktır da…

* * *

Her terakki hamlesi, hâlihazırı iyi değerlendirmeye ve geçmiş nesillerin tecrübelerinden istifade etmeye önem verildiği ölçüde neticebahş olur. Aksine, her yeni nesil, öncekilerin tecrübelerinden istifade etmeyi düşünmüyor ve herkes kendine göre bir yol tutup gidiyorsa, o takdirde, böylesi çocuksu tutum ve davranışlarla hep didişip dursalar da, bir arpa boyu yol alamazlar.

Sanat

Sanat, terakkinin ruhu ve duyguları inkişaf ettiren yolların en önemlilerindendir. Bu yolu kullanma fırsatını kaçıran bahtsız istidatlar, bütün bir hayat boyu, tıpkı meflûç insanlar gibi, bir yanları hep ölü olarak yaşarlar.

* * *

Sanat, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtar gibidir. Onunla açılan kapıların arkasında fikirler suret urbası giyer; hayaller de âdeta cisimleşir.

* * *

İnsanları denizlerin sonsuzluk ve derinliklerinde, semaların yükseklik ve maviliklerinde dolaştırıp seyahat ettiren bir düşünce üveyki varsa o da sanattır. Sanat sayesinde insan, yerlerin ve göklerin enginliklerine yelken açar, zaman ve mekân üstü duyuşlara ve sezişlere ulaşır.

* * *

Beşer hissiyatını muhafaza ile, her lâhza o hissiyata hedeflerin en yükseklerini gösterip, hassas ruhları derinlikten derinliğe sevkeden âmillerin başında sanat gelir. Sanat olmasaydı, insanın müdahale ve ihtırâ dünyasında hâlihazırdaki mevcut güzelliklerin hiçbirini göremeyecektik. Ve o âteşîn sanatkâr ruhlar da, bütün tasarı, plân ve tasavvurlarıyla toprağa gömülüp gideceklerdi…

* * *

İnsanoğlunun iç derinliklerini tasvir eden en birinci levha sanattır. Evet, sanat sayesindedir ki, en derin duygu ve düşünceler, en çarpıcı tespitler, en içli arzular, bir plâğa kaydediliyor gibi kaydedilmiş ve âdeta ölümsüzleştirilmişlerdir.

* * *

Sanatın imana refakati sayesinde değil miydi ki, bu muhteşem dünya şaha kalkmış mâbetleri, şehadet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlı başına birer mesaj sayılan, mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit hat sanatları, pırıl pırıl tezhipleri, solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla, seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi hâline gelmişti.

* * *

Gerçek ilim, sanatla kendini gösterir. Sanat adına ortaya herhangi bir eser koyamamış birinin, öyle çok fazla şey bileceği de söylenemez.

* * *

İnsan melekelerinin canlılığı, sanat ruhuyla çok alâkalıdır. Sanatsız bir insan, ölü olmasa da, diri de sayılmaz.

* * *

Sanatkâr ruhlarca geçerli olmayan, itibar ve revaç bulmayan bütün sanat gayretleri, şekille ruhu birbirinden tefrik edememeden kaynaklanmaktadır.

* * *

Sanat adına bir esere itibar ve teveccühün, onun zatından ziyade, ruhundaki sanat ve maharete ait olduğunda şüphe yoktur.

* * *

Demiri altından, bakırı onzdan daha kıymetli yapan sanattır. Evet, sanat sayesinde en kıymetsiz madenler, altın, gümüş ve elmastan daha kıymetli hâle gelirler.

* * *

Düşünce çizgimizdeki bütün güzel sanatlar, mübarek sanatkâr ruhların insanlığa ölümsüz armağanları olduğu gibi, vaktimizi bize bildiren saatten, güçsüzleştiği zaman gözlerimize güç kazandıran gözlüklere; uzak mesafeleri yaklaştıran telsiz ve telefonlardan, dünyanın dört bir yanındaki sesleri, suretleri celbedip oturduğumuz odaya aksettiren televizyonlara; bizleri bir yerden bir yere taşıyan tren, otobüs ve tayyarelerden, mekik ve feza gemilerine kadar insanlık için huzur ve refah vesilesi sayılan bütün vasıtalar da, yine sanata açık bu ince ruhların eserleridir.

* * *

Sanata kapalı bütün ruhlar, varlıkları-yoklukları birbirine denk; kendilerine, ailelerine, milletlerine yararlı olmayan, hatta zararlı olabilen bir kısım kuru kalabalıklardan ibarettirler.

Edebiyat

Edebiyat, bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının beliğ bir lisanıdır. Aynı ruhî yapı, aynı düşünce sistemi ve aynı irfan hayatını paylaşmayan fertler, aynı millete mensup olsalar da, birbirlerini anlamaları mümkün değildir.

* * *

Söz, fikirlerin bir dimağdan diğer dimağa, bir ruhtan diğer ruha intikalinde en önemli vasıtalardandır. Bu vasıtayı başarıyla kullanabilen fikir erbabı, ruhlarda mayaladıkları düşüncelere çok kısa zamanda yığın yığın temsilciler bulur ve fikirleriyle ölümsüzlüğe ererler. Bu imkâna sahip olamayanlar ise, bütün bir hayat boyu çektikleri fikir sancılarıyla beraber, iz bırakmadan silinir giderler.

* * *

Her edebiyat türü, kullandığı malzemenin farklılığı ve maksadı eda şeklindeki hususiyetleriyle, başlı başına bir anlatma yolu ve o türe mahsus bir dildir. Bu dilden herkes bir şeyler anlayabilse de, o dili hakikî mânâsıyla kullanan ve onunla konuşan, sadece şair ve ediplerdir.

* * *

Altın ve gümüşü sarraflar anladıkları gibi, söz cevherini de ancak söz sarrafları anlar. Yere düşmüş bir çiçeği hayvan ağzına alır çiğner; kadir bilmezler, ona basar geçer; insanlar ise, onu koklar ve göğüslerine takarlar.

* * *

Yüksek düşünce ve yüksek mefhumlar, mutlaka zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla anlatılmalıdır. Yoksa bir kısım lâfızperestler, mânânın sırtındaki yırtık ve perişan urbaya bakarak, içindeki cevherleri değersiz görebilirler.

* * *

Edebiyat olmasaydı, ne hikmet o debdebeli yerini alabilir, ne felsefe gelip bu günlere ulaşabilir, ne de hitabet kendinden bekleneni verebilirdi. Ne var ki, hikmet, felsefe, hitabet de kendi sahalarıyla alâkalı kendi zenginliklerini, bitmeyen bir sermaye olarak edebiyatın önüne sermiş ve ona ölümsüzlük kazandırmışlardır.

* * *

Edipler ve şairler, iç ve dış dünyalarda (enfüs ve âfâk) görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. İnsanlar, onlar vasıtasıyla bu çok elemanlı korodan yükselen seslerin mânâ ve mahiyetini kavrar; yoksa duygular yoluyla gelip onların ruhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryadı da anlamalarına imkân yoktur.

* * *

Kaynağı duru ve sâfi olduktan sonra, her sanat dalı, her sanat eseri, ayrı ayrı iklimlerin ayrı ayrı güzelliklerini ve o iklime ait çiçek ve meyveleri, onlardaki tat ve kokuları ifade etmeleri bakımından hemen hepsi de güzel, sevimli ve nefistir.

* * *

Edebiyat vak’ası da, tıpkı diğer sanat çeşitleri gibi, sezi, eşya ile bütünleşme, hedef ve zaman üstü olma hâl, keyfiyet veya buudlarıyla ölümsüzlüğe ulaşır. Bunun için de, sanatkârın, bütün görülüp sezilenleri aşarak, gönlünü ötelerden gelen esintilere hazırlayıp açması çok önemlidir.

* * *

Maksatları ifadede, kullanılacak manzum ve mensur her söz, düşünce pırlantasına mahfaza olmalı; onun yerine geçmemeli ve ona gölge etmemelidir. Bu mahfaza zebercetten de olsa, muhteva, maksat ve hedefi gölgelediği ölçüde, söz tesir ve ihsas gücünü kaybeder ve böyle bir sözün uzun ömürlü olmasına da imkân yoktur.

* * *

Lisan, bir düşünce ve bir anlayışı ifade vasıtası olmanın yanında, sanat, güzellik, edep mevzularıyla da sımsıkı alâkalıdır ve herhalde “edebiyat” sözcüğü de, onun bu yanının ifadesidir.

* * *

Edebiyatta esas unsur mânâdır. Bu itibarla da, söylenen sözlerin kısa, fakat zengin ve dolgun olmaları önemlidir. Bu hususu bazı kimseler, eskilerin beyan ve bedî mevzularında ele aldıkları teşbih, istiâre, kinâye, telmih, cinas, iâde gibi söz ve mânâ sanatlarıyla anlatmak istemişlerse de; bence, en derin söz, ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayallerde, dünya ve ukbâyı bir hakikatin iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipçi dimağlarda aranmalıdır.

* * *

Yeryüzünde ayrı ayrı medeniyet ve kültürlerin bulunması gibi, ayrı ayrı edebiyat türlerinin bulunması da tabiîdir. Ne var ki o, ruhundaki edep, güzellik sevgisi ve tabiat kitabına ait çizgi ve nağmelerle, çok yüzlülüğü içinde, yine de tek bir bütün ve tabiî âlemşümuldür.

* * *

Değişik bir kültür ve medeniyet fidanlığında gelişip olgunlaşan Divan Edebiyatı, bir kısım kimseler tarafından ağır, ağdalı ve mânâsız görülüyorsa, böyle bir anlayışın sebeplerini kendi ufkumuzun darlığında aramalıyız. Rica ederim, Kitap ve Sünnet’in semavî tayfları altında, ötelerden gelen bir nuru sonsuza kadar taşımaya azmetmiş kahramanların heyecanlı sinelerinde ve cihanları yeniden şekillendirme düşüncesiyle şahlanmış yüksek ruhlarda mayalanan bir edebiyatı, ölü bir dönemin cansız cenazelerinin anlamasına imkân var mıdır..?!

* * *

Her gerçek, önce insan ruhunda bir öz hâlinde belirir; sonra hissedilir; sonra da sözle, kalemle, çekiçle canlandırılır, kristalleştirilir ve nokta nokta, çizgi çizgi sanat eserinin çehresinde veya bir sanat eseri hâlinde ifade edilmeye çalışılır. Böyle bir eserin, zaman ve mekân üstü buudlara ulaşması ise, tamamen inanç ve o inançtaki aşkın dereceleriyle alâkalıdır.

* * *

Bazen aynı yöre ve aynı ülkenin insanları arasında dahi edebî boşalma ve edebî gerilim başka başka olabilir. Dış yüzle alâkalı bu farklılık, eşya ve hâdiselere bakış açısındaki farklılıklardan ve bir de, inanç ve daha başka değerleri kabul edip etmemeden kaynaklanmaktadır. Nasıl dağın doruğundakine göre derenin dibindekine ait nağmeler mânâsız birer mırıltı ise, derenin dibindekine göre de zirvedekine ait sözler, öyle mırıltı sayılabilirler.

* * *

İyi bir sanat eseri, onu meydana getiren unsurların mükemmeliyetiyle, unsurların mükemmeliyeti de onları teşkil eden cüz’-i fertlerin mükemmeliyetiyle yakından alâkalıdır. Özün sağlam olmadığı bir yerde temiz bir duygu, temiz bir duygunun bulunmadığı bir yerde de hep canlı kalabilecek “kor” gibi eserlerin ve alevden ifadelerin meydana getirilmesi imkânsızdır.

* * *

Her sanatkâr gibi edebiyatçı da, kâinat gerçeğindeki renk, şekil ve çizgilerde hep kendine ait bir şeyler aramaktadır. O, aradığını bulup ifade edebildiği gün kalemini kırar, fırçasını atar, hayret ve hayranlık içinde kendinden geçer. Bunun için de en büyük sanatkârlar, Hakk’ın azat kabul etmez, mütefekkir ve duyarak yaşayan kulları arasında aranmalıdırlar.

Şiir

Şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenasübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve gönül açıcı keyfiyetin şairâne ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu yüksek ruhlar arasında öyleleri vardır ki, kalbleri bir hokka, Ruhu’l-Kudüs’ün solukları da, onların mürekkebi olmuştur.

* * *

Şiir, öteleri kurcalama yolunda duyulan “hayhuy” veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiirdeki ses ve nağmeler, yaşanılan ruh hâleti ve iç derinliğine göre bazen gürül gürül, bazen de incelerden ince çıkar. Bu itibarla da, şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği andaki ruh hâletiyle tam kavranabilir.

* * *

Şiir, şairin bakış ve duyuşuna tesir eden inanç, kültür ve düşünce tarzlarına göre doğar ve şekillenir. Ne var ki, onu derinleştirip idrak üstü seviyeye ulaştıran tek kaynak, yalnız ilhamdır. İlhamla coşan bir gönülde zerre güneş, damla da derya olur.

* * *

Şiirde, akıl ve düşüncenin rolü ne kadar büyük olursa olsun, insan gönlünün kendine göre derin bir yönü vardır. Ve, Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Sühânım şuarâ leşkerine mîr-i livâdır.”1 Gönülde yeşeren düşünceler bir de hayalle kanatlanınca, gider sonsuzun kapılarını zorlamaya başlarlar.

* * *

Şiir, hâlihazırı aydınlatan bir şûle, ilerilere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı bir aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır.

* * *

Şiirler de, tıpkı yakarışlar gibi, insanın iç dünyasındaki iniş-çıkışları, şevk-hüzün hâllerini dile getirir ve ferdin yüce hakikatle konsantre olması ölçüsünde de, lâhûtî soluklar hâline gelirler. Aslında her münacat bir şiir, her şiir de bir münacattır. Elverir ki şiir, sonsuza doğru kanat açmasını bilsin.

* * *

Sonsuzluk düşüncesinde yeşerip, kalbin kanatları ve ruhun gücüyle saf düşüncenin semalarında pervaz eden şiir, ilimler gibi pozitif düşünceye fazla itibar etmez. O, müşahhasla sadece bir vasıta olarak meşgul olur. Onun bütün hedefi, mücerredi bulup, onu avlamaktır.

* * *

Şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebiliyor, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirilebiliyor, sonra da, şairin iç dünyasında birer esinti hâlinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabiliyorlarsa, o şiir, hep taze ve canlı kalmaya namzettir. Aksine, şiir diye ortaya koyduğumuz şeylerin zebercet taşlı bir bakır yüzük veya kömür kakmalı bir elmas gerdanlıktan farkı olmaz…

* * *

Şiir, “O Bilinmez Mevcud”u aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait zor anlaşılır, çok buudlu bir sestir. Bu itibarladır ki, gerçek şiirin her kelime ve cümlesinde, esrarengiz bir şatoda, her ses ve görüntüyle irkilen fevkalâde hassas bir seyyahın müşâhede ve duyuşları sezilir.

* * *

Şiir, bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşıdır; gözyaşları da, aslında kelimelere baş kaldırmış saf şiir demektir.

* * *

Şiir, şairlere ait bir kısım solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldıkları kokular demektir. Toprağı temiz, suyu duru, tohumu da belli olunca, artık bu çiçeklerin renk ve kokusuna doyulmaz..!

* * *

Anlamadan söyleyen, buna mukabil, söylemeyip de anlayan şairlerin sayısı hiç de az değildir. Birincilerin lâf-ı güzâfına bedel, ikincilerin şairâne bakış ve düşünüşleri, kelime ve cümlelere ihtiyaç bırakmadan insana çok şeyler anlatabilirler.

* * *

Şiiri, sadece mevzun söz şeklinde anlamak yanlıştır. Ruhu cezbeden, mazmunu ve ifadesi gönüllerde hayret ve hayranlık uyaran nice mensur sözler vardır ki, her biri başlı başına birer şiir âbidesidir.

* * *

Her sanat dalı gibi şiir de, netice itibarıyla nâmütenâhiyle sarmaş-dolaş değilse kısır ve sönüktür. Sonsuz güzelliklere meftun insan ruhu, sonsuza tutkun insan gönlü, ebedden ve ebedîlikten başka bir şeyle tatmin olmayan insan vicdanı, sanatkâra hep öteleri kurcalamayı fısıldamaktadır. Kalb, ruh ve vicdanından yükselen bu inilti ve iştiyakları hissetmeyen sanatkâr, bütün bir hayat boyu eşyanın dış yüzünü taklitle uğraşır durur da, bir kerecik olsun bu tenteneli perdenin ötesini görmeye muvaffak olamaz.

* * *

Şiirde şekil mânâya, mânâ şekle feda edilmediği, aksine her iki cephe de ruh ve ceset münasebeti içinde ele alınabildiği takdirde, o şiir, her vicdanın sevip tabiî bulacağı bir âhenge ulaşır. Ve böyle bir şiir hakkında hayalin teklif edeceği herhangi bir yeni motif de düşünülemez.

* * *

Şiirin bir dış yüzü vardır ki, orada daha ziyade kelimeler, cümleler, ölçü, eda gibi hususlar hâkimdir. İç yüzüne gelince; orada ruh, iç âleminde mayaladığı düşünceleri ifade için, yerinde çiçeklerin çehresi ve kelebeklerin kanatları gibi en süslü ve zarif cümleleri, yerinde kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaran kelimeleri ve yerinde de neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcükleri arar, bulur ve yerli yerine yerleştirir ki, buna şiirin mûsıkîleşmesi de diyebiliriz.

* * *

Sırlar ve işaretler şiirin ana kaynaklarından birisi olması itibarıyla, onda olduğundan daha fazla bir genişlik ve ihata hissedilir. Ama bu ihata, yine de şiirin harîmi içinde ve onun surları ile çevrilidir. Şiir, tedâilerin kollarında buutlaşarak rengârenk mânâ iklimlerine doğru yayılıp genişlerken dahi, yine kendidir.

* * *

Şiire, esas itibarıyla düşünce ve duyuşun birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesinden meydana gelen bir ton hâkimdir. Ancak, insan bünyesindeki hipofiz bezi misali, düşünce ve duygunun arkasında onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren niyet ve nazar gibi iki mühim unsur da vardır ki, bunlar, bütün beyit ve mısralara birer renk olarak akseder, fikrin ayağının kaydığı yerlerde onun elinden tutar ve hissin önünde bir sihirli lamba gibi hep yollara ışık saçarlar.

* * *

Şiir, kinleri, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla içinde çimlenip geliştiği toplumun solukları; şair de, yerinde bu toplumun nefes borusu ve akciğeri, yerinde de dili-dudağıdır. Bu bakımdan, her şiir, içinde yeşerip geliştiği ve kendine malzeme teşkil edecek olan cemiyetin hususiyetleriyle mütalâa edildiğinde bir şeyler söylemesine mukabil, ona dâyelik yapan toplumu nazar-ı itibare almadan, ondan bir şeyler anlamak, oldukça zordur.

Hayat ve Ruh

Hayat, ilâhî bir sırdır; mahiyetini de ancak Hak sırlarına âşina olanlar bilir.

* * *

Mutlak hayat, bir bedenî yaşayıştır. Bedendeki hararet ve canlılık tamamen fıtrîdir ve alınan gıdaların kan ve enerjiye dönüşmesi seyri içinde hâsıl olur.

* * *

Cismanî hayatın gayesi, hareket, canlılık ve bedenî bir kısım vazifeleri yerine getirmekten ibarettir ki, böyle bir hayat itibarıyla insanla hayvan arasında herhangi bir fark yoktur. Gerçek insanî hayat ise, içinde şuur, idrak ve ötelere açık olmanın da bulunduğu hayattır ki hakikî hayat da işte budur.

* * *

Hayat, ruh demek değildir. O, bir cismanî yaşayıştır. Ruh ise, çözülmez, parçalanmaz.. maddî cevherlerden farklı, latîf bir varlık ve şuurlu bir “kanun-u emrî”dir.

* * *

Ruh, cisme hayat ile beraber taalluk eder ve onun ayrılmasıyla da ayrılıp gider. Hayat, mahvolup söner; ruh ise, ebetlere kadar Allah’ın (celle celâluhu) yaşatmasıyla yaşar.

* * *

Hayat, fıtrat kaynaklı ve tabiat buudludur. Ruh ise, ilâhî bir nefha olup, fıtrat ve tabiatüstü bir hüviyete maliktir. Hayat, sonlu ve ölümlü; ruh ise, ebediyet edalı ve ölümsüzdür.

* * *

Ruh, dimağ mekanizmasının üstünde bizzat idrak eden, duyan, isteyen-dileyen bir varlıktır. Onun bedenle münasebeti ise, muvakkat bir komşuluk ve kader birliğinden ibarettir.

* * *

Ruh, ölümden müteessir olmadan, kabir çukurunu rahatlıkla atlayıp geçtiği gibi, berzah ve mahşer engebelerinde takılmadan, gidip Cehennem ve Cennet ebediyetlerine ulaşan bir ölümsüz varlıktır.

* * *

Ruh, bazen insan suretinde, bazen latîf bir buhar şeklinde, bazen de başka bir cevher hâlinde misalî aynalara ya da rüyalara ve hülyalara akseder ve melekler gibi hayır, yümün bereketlere ya da şeytanlar gibi şerlerle, nakîselerle içli-dışlı bulunur.

* * *

Hakikî hayat, ruhanî ve cismanî hayatın omuz omuza ve atbaşı olduğu hayattır. Böyle bir hayat, aynı zamanda, burada hakikî insan hayatını sümbül verecek bir tohum; ötede de salkım salkım boy atıp gelişecek cennetlikler hayatıdır.

* * *

Şuur ve sâfiyet, kalbî hayatın neticesidir.

* * *

Hayatını gayri ciddî yaşayanlarda kalbî hayat olamaz.. onların ağlamaları da ayrı bir yalandır.

* * *

Dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren hakikî hayat, hayvanî hayatımızla sarılı olarak ve inkişaf ettirilmek üzere bize emanet edilmiştir. Ruh-beden münasebeti bozulacağı âna kadar da o hep uhdemizde kalır.

* * *

İnsan, hayvanî hayatı itibarıyla hayvanlarla, ruhanî hayatı itibarıyla da meleklerle hemhâl ve içli-dışlıdır. Kendi özündeki istidat ve dinamikleri değerlendirebilenlerin zamanla melekleşmesi mukadder olduğu gibi, bu kabiliyetleri köreltenlerin, hatta kötüye kullanıp tahrip unsuru hâline getirenlerin de, er-geç hayvanların altına düşmeleri, hatta şeytanlaşmaları kaçınılmazdır.

Mucize ve Keramet

Mucizeye inanmayan, Allah’ı ve O’nun kudretini de takdir edememiş demektir. “Mucize ile Ay parçalanmaz.” diyen, “Allah Ay’ı parçalayamaz.” demektedir. “Ölüler dirilmez.” diyen, Allah’ın bu işi yapamayacağını iddia etmektedir.

* * *

Keramet, velide zuhur eden bir harikulâdedir ki, dolayısıyla peygamberin mucizelerini ve onun peygamberliğini teyit eder.

* * *

Keramet, peygamberlik iddia etmeyen hak dostlarının eliyle ortaya konan ilâhî bir armağandır ve bunu da ancak insanı anlayanlar anlayabilirler.

* * *

Velilik, Allah’ı sevme ve Allah tarafından sevilme makamıdır. Allah, kendi kapısının bu sadık bendelerini, akla-hayale gelmedik lütuf ve ihsanlarla serfiraz kılıp, halk içinde belli edeceği gibi, sadefi içinde inciler misillü, son durağa kadar hem kendilerinden, hem de başkalarından saklayabilir de…

* * *

Normal insanların his, idrak ve anlayışlarının çok üstünde mevhibelere açık bu yüksek kametler, bir bakıma peygamberlik hakikatinin gölgesini temsil ederler. Aradaki mesafe de buna göredir.

* * *

Veli, sahib-i hikmet demektir. Hikmet felsefeden ne kadar yüksekse, veli de feylesoftan o kadar büyüktür; hatta, kıyas edilmeyecek kadar…

Rüya

Rüya, hakikat âlemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hâdiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşâhede edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde, her rüya, ötelerden bir ışık, bir işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp, ona yol gösterebilir.

* * *

Rüyalarda göze, maddeye ve ışığa ihtiyaç duyulmadığı, görülen şeyler basiret ve ruhun idrakiyle sezildiği içindir ki, onlar çok defa insana, tasavvur edemeyeceği kadar güzel ve geniş şeyler de anlatabilirler. Bir tek rüya ile dün, bugün ve yarına dair kitaplara sığmayacak kadar geniş malumatın verildiği hiç de az değildir.

* * *

Rüya görmeyen insan yok gibidir. Bu itibarla da ona, ruhun tabiî müşâhedesi diyebiliriz. Bu müşâhedeyle insan âdeta cismaniyet çeperinin dışında ve tamamen ayrı bir buudda yaşar ve aynı kuşakta kadere ait kim bilir, pek çok sırları sezebilir…

* * *

Aynıyla ortaya çıkan rüyalar o kadar çoktur ki, eğer her şahıs gördüğü rüyalardan sadece tabiri çıkanları tespit edebilseydi, bundan ciltlerle kitaplar meydana gelirdi.

* * *

Her temiz gönlün istidadına göre öteki âlemden insanın müşâhede ufkuna sarkmış nice rüyalar vardır ki, gönül, o rüyalara girip tenezzüh eder, her biri birer gül bahçesi sayılan o bahçelerdeki kevser çeşmelerine varıp kana kana içer ve sonsuzluğa açılan o gizli menfezlerden gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve ruhların tasavvurundan âciz bulunduğu ne manzaraların müşâhedesiyle kendinden geçer…

* * *

Rüyalar sayesindedir ki, kalb ve basiret gibi iki ayrı hâssamızın var olduğunu idrak eder ve cismin üç boyutlu zindan ve mahbesinden kurtuluruz. Vâkıa, hakikatle bütünleşmiş yüksek ruhlar için öteleri müşâhedede rüyalara ihtiyaç yoktur. Onlar her zaman, orayı ve burayı bir arada görür ve sonsuza ait güzelliklerle mest ü mahmur yaşarlar. Ne var ki, bu kapı herkese açık değildir; açıldığı kimselere de çok ciddî mücahede ve ruhî tecrübelerden sonra açılabilmektedir.

* * *

İnsan zihnini en pes şeylerin iç içe bulunduğu bir mezbelelik görenler veya bu mevzudaki tespitlerini hayvanî duyguların bulanık dünyalarında takip edenler, bin bir ilham esintisinin üfül üfül esip durduğu rüyaları, şuur altı hortlaklarının karnavalı görüp-göstermelerine karşılık, ilk ilhamlarını onlardan alan binlerce mucit ve binlerce hak dostu, misal âleminin bu feyyaz ve bereketli iklimine hep minnet duymaya devam edeceklerdir.

* * *

Dünyayı aydınlığa boğan En Yüksek Ruh, rüyalarla yelken açtığı mârifet denizlerinde seyrederken bile, yer yer bu ilk kutlu basamağa dönmüş ve peygamberliğin kırk şu kadar şubesinden bir parça sayılan bu mübarek fidanlığa göndermelerde bulunmuştur.

Aşk

Aşk, Rahmeti Sonsuz’un, insanoğluna gelip ulaşan en gizli lütuflarından biridir. Aşk, bir nüve, bir çekirdek olarak hemen her fertte bulunur. Şartların elverdiği ölçüde de o çekirdek ve tohum, ağaçlar gibi dal-budak salar; çiçekler gibi uyanır ve meyveler gibi, başlangıç ve sonu bir araya getirerek, tekâmül halkasını tamamlar.

* * *

Aşk, bir duygu olarak göz, gönül ve kulak menfezlerinden insanın iç âlemlerine akar; vuslata dek de, bir baraj gibi şişer, bir çığ gibi büyür ve bir alev gibi insanın her yanını sarar. Aşk vuslatla noktalanınca, her şey durgunlaşmaya yüz tutar; ateş söner, baraj boşalır, çığ da dağılır gider…

* * *

Doğuştan bir mânâ ve nüve olarak hemen her ruhun önemli bir yanını teşkil eden aşk, gerçek ton ve rengini hakikî aşka inkılâp etmekte bulur; bulunca da ebedîlik kazanır ve gider vuslat eşiğinde mücerret bir lezzete inkılâp eder.

* * *

İnsanoğlunda Hak tecellîlerine açık olan zirve, gönüldür. Gönüllerin bu tecellîlere, dolayısıyla da Allah (celle celâluhu) sevgisine mazhar olmalarının en açık emaresi ise, o sinelerde Yüce Yaratıcı’ya duyulan aşk ve iştiyaktır.

* * *

İnsan-ı kâmil ufkuna ulaşma yollarının en keskin, en kestirme ve en sıhhatli olanı aşk yoludur. Aşka, iştiyaka açık olmayan yollarla, o ufka ulaşmak oldukça zordur. Denebilir ki, hakikate ulaşmada, “acz u fakr, şevk ü şükür” yolundan başka aşka denk ikinci bir yol yoktur.

* * *

Aşk, yitirdiğimiz Cennet’i bulabilme yolunda Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği bir buraktır. Ve bu buraka binenlerden, şimdiye kadar takılıp yolda kalan hiç olmamıştır. Vâkıa bu semavî burakın sırtında dahi, şatahat ve neş’e sarhoşluğuyla “yol kenarı” yürüyenlere rastlamak mümkündür. Ama bu, tamamen, onların Hak’la aralarındaki münasebetin ayarıyla alâkalıdır.

* * *

Aşk, insanı bütün bütün yakıp kül ettiği için, bundan böyle onu ne dünya ne de ukbâ ateşleri yakmaz ve yakamaz. Zira, iki emniyet ve iki korku, iki iştiyak ve iki ızdırabın bir insanda aynı anda bir arada bulunamayacağı esasına binaen, bütün bir hayat boyu sinesini aşkın alevlerine açan ve iç dünyasında cehennemî ateşlerle pençeleşen kimselerin, ikinci bir defa aynı ızdırap ve aynı elemleri yaşamaları düşünülemez…

* * *

İnsana kendi varlığını unutturup, onu sevdiğinin varlığıyla bütünleştiren aşk, kalbin, garazsız-ivazsız sadece mâşuku dileyip, onun arzu ve isteklerinde eriyip gitmesinin unvanıdır ve zannımca, insan olmadan murat da işte budur.

* * *

Aşk mesleğine göre âşıkın gözlerine başka hayallerin girmesi haramdır ve bu haramın işlenmesi aşkın ölümüdür. Aşkın hayatı, çevresinde duyulan şeylerin, sevgilinin ad ve unvanları, onun cemalinin vasıfları ve kemalinin destanları olması ölçüsünde devam eder; yoksa, söner ve ölür…

* * *

Âşık, hiçbir meselede mâşukuna muhalefeti düşünmez ve düşünemez. Hele, başka şeylerin ona gölge etmesini, önüne geçip onu unutturmasını kat’iyen istemez. Hatta ondan bahsetmeyen her sözü abes ve faydasız sayar; onunla alâkalı olmayan her işi de, ona karşı nankörlük ve vefasızlık bilir.

* * *

Aşk, kalbin alâkası, iradenin meyli, duyguların ağyârdan arınması ve insan latîfelerinin, mâşukun rüya ve hülyalarından gayrı hiçbir şey hissetmemesi hâletidir ki; âşıkın her davranışında sevgiliye ait bir mânâ parıldar: Kalbi, ona olan iştiyakla atar, dili hep onu mırıldanır, gözleri onun hayaliyle açılır-kapanır…

* * *

Âşık, esen yelde, yağan yağmurda, çağlayan ırmakta, uğuldayan ormanda, ağaran sabah ve kararan gecede hep dostunun kokusunu duyup canlanır; onun, çevreye akseden güzelliklerini görüp coşar; her esintide ona ait solukları hissedip neş’elenir ve yer yer de onun sitemlerini sezip inler…

* * *

Mâşuka ait emarelerin şafağına uyanan âşıklar, dudaklarında kıpkızıl kan, sinelerinde alev alev bir tûfan, kendilerini bir ateş çemberi içinde bulurlar. Bir daha da bu zevkli cehennemden dışarı çıkmak istemezler.

* * *

Aşkı, fasıkların şehevanî sevgilerinden ibaret saymak bir yanlışlık ve hakikî aşkı bilememenin ifadesidir. Vâkıa, bazen mecazî aşkların dahi hakikî aşka ınkılâp ettiği olmuştur; ama bu, kat’iyen mecazî aşkın zatî bir değer ve kıymet ifade etttiği mânâsına gelmez; aksine onun eksik, kusurlu ve ebediyet ifade etmediğine delâlet eder.

* * *

Gerçek âşıkların, tutuldukları aşk hummasıyla, iç dünyaları daima bir yanardağ gibi dumanlı ve inim inimdir. Duyup sezebilenlerce, onların her iniltileri sinelerinden kopup gelen öyle “lavlar”dır ki; düştüğü her yeri yakar-yıkar ve yangınlar çıkarır.

* * *

Aşkın sözlerle anlatılması oldukça zor, hatta imkânsızdır. Bu itibarladır ki, aşk adına anlatılan şeylerin büyük bir kısmı, onun dışa aksetmiş eserleri olmadan öteye gitmez. Zira o, bir hâldir ve onu beyan edecek dil de, sadece âşıkın kendisidir.

* * *

Âşık, Hak sevgisini mezhep edinip ömrünü hayret, hayranlık ve sevdiğine karşı takdir hisleriyle donatmış öyle bir sermesttir ki, ihtimal ancak kıyamet sûruyla kendine gelebilir.

* * *

Âşık, fevvâre gibidir, daima içinden kaynar.

* * *

Fânilik elemini dindirecek, hazanla oturup kalkan ruhların ızdırap ateşini söndürecek tek bir şey vardır, o da hakikî aşktır. Evet, yıllardan beri bütün dertlerimize, onulmaz zannettiğimiz hastalıklarımıza, korku ve endişelerimize, kargaşa ve buhranlarımıza yegâne çare ve biricik deva ancak aşktır.

* * *

Nesiller, ilim-irfan ve günümüzün kültürüyle ihya edilmeye çalışılırken, onların gönüllerine, az dahi olsa, aşk kıvılcımlarını saçmadığımız takdirde, hep eksik ve kusurlu kalacak ve kat’iyen cismanîliklerini aşamayacaklardır.

Kadın

Çocukların talim ve terbiyesi, hanenin nizam, huzur ve âhengi adına insanlık mektebinin ilk hocası kadındır. Kadına yeni yeni yerler arandığı günümüzde bir kere daha, Kudret Eli’nin ona bahşettiği bu müstesna mevkiin hatırlanması, bir kısım fuzulî arayışları önleyeceği kanaatindeyiz.

* * *

Namuslu, terbiyeli ve yuvasına bağlı bir kadının bulunduğu ev, Cennet köşelerinden bir köşedir ve orada duyulan seslerin, solukların huri, gılman nağmesinden ve kevser çağıltısından farkı yoktur.

* * *

İnsan bazen, surî zinetinin altında ezilmiş herhangi bir kadını görünce, kendi kendine “Acaba, kadının iç zineti sayılan namus, iffet, fazilete de bu kadar değer veriyor mu?” diye düşünüyor.

* * *

Kadını, meleklerden daha ulvî yapan ve onu eşsiz bir elmas hâline getiren, onun iç derinliği, iffet ve vakarıdır. İffeti hakkında söz söylenen kadın kalp bir para, vakarsız ise alay mevzuu bir kukladır ki, böylelerinin öldürücü atmosferlerinde ne sağlıklı yuvadan, ne de sıhhatli nesillerden bahsetmeye imkân yoktur.

* * *

İç âlemiyle fazilete uyanmış bir kadın, bulunduğu hanede kristal bir avizeye benzer. Onun her kıpırdanışında evin dört bir köşesinde ışıklar oynamaya başlar. Kendi ruh dünyasında karanlık düşüncelere teslim olmuş kadın kıyafetindeki tali’size gelince, o, öyle bir sis ve duman kaynağıdır ki, uğradığı her yeri kirletir geçer.

* * *

Kadının, elinden düşürmeden daima okuyacağı tek kitap, içtimaî terbiye kitabıdır ki, henüz en mükemmeliyle yazıldığı söylenemez.

* * *

Kendini nefsanî hevesâta salmış kadınları gördükçe, “Kadının aklı kısadır.” diyenleri çok müsamahalı görüyorum. Zannediyorum, böyle diyenler, günümüzde kadının reklâm mevzuu hâline getirildiğini görselerdi, diyecek şey bulamayacaklardı.

* * *

Eskiler, “Kadının elinde iğne, mücahidin elinde mızrak gibidir.” derlerdi. Doğrusu ben, bu sözde hiç de mübalâğa görmüyorum.

* * *

Kadının başkaları için zevk metâı, eğlence mevzuu ve reklâm malzemesi olduğu devirler hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Bereket versin ki, bütün bu tali’siz dönemler, şimdiye kadar hep onun dirilip kendini yenilemesi ve özünü bulmasının başlangıcı olmuştur.

* * *

Oğlana “mahdum”, kız çocuğuna da “kerîme” derlerdi ki, gözbebeği ile aynı mânâya gelen bu kelime, çok kıymetli, kıymetli olduğu kadar lüzumlu, lüzumlu olduğu kadar da en nazik bir uzvu bütün önemiyle ifade etmektedir.

* * *

“Eteğini tozdan-topraktan sakın.” deriz. Gözbebeği olan kadının ne kadar korunup kollanması lâzım geldiğini, bilmem ki takdir edebiliyor muyuz?

* * *

Faziletli kadının süsü, zineti namus ve iffeti olduğu gibi, en şâyân-ı takdir ve hayranlıkla karşılanacak yanı da, içtimaî terbiyesi ve eşine karşı sadakatidir.

* * *

İyi kadın, ağzında hikmet, ruhunda incelik ve letafet, davranışlarında herkese saygı ve hürmet telkin eden kadındır ki, âşina nazarlar onun bu mukaddes yanını sezerek, beşerî kaynaklı iç bulantılarını ibret ve tefekküre çevirirler.

* * *

Bedenî hayatıyla gelişirken, kalb ve ruh tomurcuklarını inkişaf ettirememiş bir kadın, belli bir süre başlarda gezen çiçeklere benzese de, arkadan hemen solup gitmesi, yaprak yaprak dökülüp ayaklar altında çiğnenmesi kaçınılmazdır. Ebedîleşme yolunu bulamayanlar için ne hazin akıbet..!

* * *

Kadın, iğfal edilip çirkeflere düşürülmeyecek kadar muallâ bir cevherdir. Geleceğin ilme, irfana, hakikate uyanmış tali’li nesillerinin, onu gözbebekleri gibi aziz tutacakları ümidimizi henüz yitirmedik…

* * *

Bizim kadınımız, millî şeref ve necâbetimizin de en sağlam temel taşıdır. Upuzun ve şanlı geçmişimizin inşasında onun hissesi, hiç de düşmanla yaka-paça olan mücahitlerin hissesinden geri değildir.

* * *

Kadınlık âlemi için hak ve hürriyet havarîliği yapanların çoğu, onu cismanî zevkleriyle coşturup, ruhunu hançerlemekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

* * *

Ruhunda olgunluğa ermiş bir kadının, yetiştirip arkada bıraktığı hayırlı halefleri sayesinde, yuvası devamlı bir buhurdanlık gibi tüter ve içlere inşirah veren râyihalar salar. İşte bu râyihaların esip durduğu uhrevî mekân, her türlü tarif ve tavsifin üstünde tam bir Cennet bahçesidir.

* * *

Kalbini iman nurları, kafasını da ilim ve içtimaî terbiye ile aydınlatmış bir kadın, evini yeniden her gün inşa ediyor gibi, ona yeni yeni güzellik buudları ekler. Sefih ve kendini bilmezlere gelince, mevcut yuvaları bile yıkıp harabeye, kasvetleştirip mezara çevirirler.

* * *

Kadın, bulaşık bir kap, değersiz bir maden parçası olmadığı gibi, yeri de bulaşık kaplarının, maden parçalarının bulunduğu yer değildir. O, eşsiz bir pırlantadır ve mutlaka sedef kakmalı pırlanta kutularında korunmalıdır.

* * *

Kadın, incelik, letafet ve hassasiyette müstesna bir yere sahiptir. O, bu hususiyetleriyle ancak kendi tabiat ve fıtratının çerçevesinde kaldığı sürece yuvasına, dolayısıyla da kendi toplumuna yararlı olabilir.

* * *

Bugüne kadar feministlerin kadın adına ileri sürdükleri her teklif, onu hoyratlaştırıcı, küçük düşürücü ve tabiat deformasyonuna uğratıcı olmuştur. Oysaki kadın, varlık zincirinde çok önemli bir halkadır ve onun en ehemmiyetli yanı da, kendi fıtrat ve tabiatının sınırlarına saygılı kalmasındadır.

Tabiat

Tabiat, umumî mânâda varlığın bütünü, hususiyetleri ve onun yaratılıştan gelen özellikleri demektir. İnsanda ise, onun huyu, mizacı, karakteri mânâsına gelir. Tabiat, hangi şekliyle ele alınırsa alınsın, Kudreti Sonsuz’un eliyle işlenmiş bir dantela, Yaratıcı Güç’ün elinde bir kanun ve O’nun hikmetlerini terennüm eden bir kitaptır. Tıpkı madde gibi, tabiat da hissiz, şuursuz ve idraksizdir. Bu itibarla da o, hem her gün bağrında var edilen bunca yaratıkların, hem de şuur, irade, idrak ve ilmî plânlar isteyen bütün varlıkların diliyle kendi âcizliğini ve fakirliğini haykırmaktadır. Yani o, arkasındaki muhît ilmi, muhteşem kudreti ve akıllara durgunluk veren bir iradeyi âvâz âvâz ilân etmektedir.

* * *

Tabiat, maddenin hususiyetleri ve onun yaratılıştan gelen özellikleri olduğuna göre, mevcudiyetini ona borçlu bulunduğu maddeden evvel olamaz. Öyle ise, varlık ve hâdiseleri ona dayamak ve onunla izah etmeye kalkışmak, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.

* * *

Bugün tabiî ilimlerle en az meşgul olanlar bile, tabiatın kör ve sağır bir kuvvetten ibaret olduğunu ve onun hiçbir şeyi yaratamayacağını çok iyi bilmektedirler. İş böyleyken, onu Yaratıcı Kuvvet’in yerine koymaya çalışmak, küfür yobazlığından başka bir şey olmasa gerek…

* * *

Tabiatın mahiyeti apaçık bilindiği hâlde, onu, olduğundan farklı göstererek, nesillere yaratıcı bir güç gibi takdim etmek, ilimlere karşı bir muaraza ve her biri başlı başına harika birer sanat eseri olan şu dünya sergilerindeki bütün antika eserleri de tahkir sayılır.

* * *

Şayet tabiat varlığın kendisinden ibaret ise, “Tabiat yarattı.” diyenler, bilmem ki, bu sözleriyle, “Varlık kendi kendini yarattı.” dediklerinin farkında mıdırlar? Yok, “tabiat” sözünden maksatları huy, sıfat, seciye, kanun, disiplin gibi şeylerse, tabiatın, kendilerine tezgâh ve beşik olduğu eşya ve hâdiseleri nasıl yaratıp tanzim edeceğini izah etmeleri gerekmez mi?

Basiret

Basiret; ilim, tecrübe, firaset nuruyla görüp sezmeye, bilip değerlendirmeye esas teşkil eden hususları, ihatalı ve tam tekmil kavramaya denir ki, bu mânâda basiretli insan, ötelere de açık olursa, artık o, insan-ı kâmil olmaya azmetmiş bir hakikat eri, bir mâneviyat kahramanı demektir.

* * *

Akıl, önemli bir ilim kaynağı; basiret ise, ciddi bir irfan menbaıdır. Aklı olup da basireti bulunmayan birisinin, çok şey bilip, çok şey anlasa da, bildikleriyle bir yere varabilmesi oldukça zor, hatta imkânsızdır.

* * *

Basiret, bir şeyi olduğu gibi veya olduğuna yakın kavramak ise, her akıllı insan basiretli sayılmayabilir.

* * *

Basiretsiz akılda sık sık şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar görülmesine mukabil, basiret iklimi, her zaman sıcacık, yumuşak, kararlılık içinde ve emniyetle üfül üfüldür.

* * *

Akıl, fikir, dimağın en son kavrama seviyesi; basiret ise, ruhun ilk idrak mertebesidir. Basiretin zirvesi ise hikmettir ki, Kur’ân, “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz o, birçok hayra erdirilmiş sayılır.” diyerek, bu hakikati nazara vermektedir.

* * *

Varlığa sadece gözleriyle bakanlar, onu ancak gözlerinin ihatası ölçüsünde kavrayabilirler. Eşyayı basiretle didik didik edenlerdir ki, arının çiçeklerden bal özü topladığı gibi, onlar da, hemen her şeyden şeker-şerbet mânâlar çıkarabilirler.

* * *

Göz, baktığı kimselerin şekil, sima ve kametlerini görür. Basiret, bunların ötesinde, ahlâk, fazilet ve ruhun derece-i kıymeti gibi şeyleri de sezer.

* * *

Gözler, eşya ve hâdiseleri dış yüzleri ve maddî yanlarıyla; basiret ise, muhteva, fayda, gaye ve hikmet gibi iç yüzleriyle de görür, tanır ve kavrar.

* * *

Basiret, akıl demek olmadığı gibi, düşünce de değildir. Düşünmek, akıl ve aklın semerelerini aşkın olduğu gibi, basiret de, düşüncenin çok ötesinde ilâhî bir melekedir.

* * *

İnsanı hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basireti, sonra da ilham ve hikmete mazhariyetidir. Bu hâsselerden mahrum bulunanlar, şekilleri ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış sayılırlar.

His ve Duygu

His, insanın kendi duyma çizgisine giren şeyleri zâhir ve bâtın hâsseleri, yani, dış ve iç duyularıyla kavraması demektir ki, bu mevzuda bir veya birkaç şeyi birden kavrayana hassas denir.

* * *

Akıl, dimağın; vicdan da, ruhun sezip kavramasıdır. Birincisini “bilmek” diye tarif edeceksek; ikincisine “his” demek uygun olur. Bu itibarladır ki, aklı âtıl, vicdanı ölü kimselerin, ne varlığı duyup hissetmeleri, ne de onun içinde olup biten şeyleri bilmeleri kat’iyen düşünülemez.

* * *

Hikmet açısından his, ruhun bizzat idrak mekanizması demek olan vicdandır. Bu bakımdan, hissiz insan bir mânâda vicdansız, vicdansız insan da hissiz demektir.

* * *

Daha has mânâda his, iyi ve güzelin, fena ve çirkinin bir iç seziyle sezilmesidir ki, böyle bir yolla pek çok insanî vasıflar ortaya çıkarılabilir. Meselâ, “Düşmanımızı esir ettiğimiz zaman, öldürmek mi, affetmek mi? İffetimizi lekeledikleri zaman, lekelemek mi, insanca davranmak mı?”: Biz bunlar arasındaki tercihi hep bu mânâdaki hisle yaparız.

* * *

His, hikmetle terbiye edilir ve geliştirilir. Maddeci felsefe ise, onu söndürür ve köreltir. Bu itibarladır ki, her meseleyi götürüp akla dayayanlar, hissin aydınlık dünyasını hiçbir zaman tanıyamazlar.

* * *

Doğru his, garazsız, ivazsız bir duyarlılığı gerektirir. Hakikî ve tam bir duyarlılık da, hakikî ve tam bir histen doğar.

* * *

Hissiz ve vicdansızların bütün zaferleri tamamen hayvanî zaferlerdir ve birer rezalet silsilesinden ibarettir ki; cismanîliğin azgınlaşıp, nefsanîliğin gayyalaşması; ruhun kolunun-kanadının kırılıp, vicdan mekanizmasının felç edilmesiyle noktalanır.

* * *

Din, vatan ve milletin maruz kaldığı musibetlerin ızdırap ve acısını vicdanlarında duyanlar, his dünyalarıyla uyanmış bir kısım yüksek ruhlardır ki, gönül verdikleri bu ulvî değerler uğrunda seve seve hayatlarını feda etmekten çekinmezler. Hissiz ve duygusuz kimselere gelince, fedakârlık adına çok laf etseler de, sözünü ettikleri şeylerin en küçüğünü yapmaya dahi güçleri yetmez…

* * *

Kendi zararları mevzubahis olsa bile, başkalarını düşünme, onlar için yaşama, onların acılarını ve zevklerini paylaşma gibi, her biri başlı başına birer değer ifade eden hasletlerin bir insanda bulunması, ondaki ruhanî hissin güçlü olmasından ileri gelir. Böyle bir histen bütün bütün mahrum olan kimselerde ise, değil bu hasletlerin bütününü, onlardan bir tekini dahi görüp göstermek mümkün değildir.

Böylelerinde fazilet ve civanmertlik adına görülen şeylere gelince, bunlar, daha çok, başkalarının besteleyip seslendirdiği bir parçaya mırıltıyla iştirak eden dahîllerin bestekârlığına benzer.

* * *

Bir milletin terakki ve teâlisi, o millet fertlerinde duygu birliğine ve duyarlılığın derinliğine bağlıdır. His dünyasında derinleşmiş kimselerdir ki, dava ve düşünceleri uğruna malik oldukları her şeyi gözlerini kırpmadan feda ederler. Çaresiz kalınca da, ya cinnet getirir veya verem olur giderler.

* * *

Hissin en yüksek mertebesi, dinî ve millî değerlere tecavüz edildiğinde meydana gelen asabî bir hummadır ki, duyarlı ruhları bir sıtma gibi sarsar ve hırpalar. Biz, buna “hamiyet” de diyebiliriz.

* * *

Hamiyet, kıymetlerin alt üst olduğu, yüce-yüksek değerlerin yıkıldığı bir yerde ruhun hafakan ve ızdıraplarıdır ki, gerçek insanla, insan suretindeki varlıkları birbirinden ayıran en belirgin hususiyettir.

Zirvedeki En Yüksek Ruh’tan günümüzün muzdariplerine kadar, birer buhurdanlık gibi tütüp duran bütün sancılı dimağlar, tutuldukları bu humma ile, kâh dağ başlarında, kâh mağaralarda, kâh mezarlarda yatmış-kalkmış, dolaşmış-düşünmüş, inim inim inlemiş ve iki büklüm olmuşlardır. Ve bence, tarihte en muhteşem devirleri inşa edenler de, işte bu his ve hamiyet kahramanlarıdır.

Hikmet Parıltıları veya Felsefenin Bencesi

Cumhura muhafelet hatadır. Ancak cumhur, cumhur olduğu zaman bu hüküm doğru ise de, aksine, muvafakat hatadır. Mühendislerin bir hasta hakkındaki görüşlerine muhalefet eden hata etmiş sayılmayacağı gibi, inşaat hesaplarında doktorların görüşlerini almamak da hata sayılmaz.

* * *

Âcizlik, sadece kuvvetsizlik ve iktidarsızlık demek değildir. Nice kuvvetli ve istidatlı kimseler vardır ki, değerlendirilip istifade edilmediğinden, âciz konumundadırlar.

* * *

Işığı kendinden olanların ziyaları zulmetlerle söndürülemediği gibi, bir başka ziya ile de mağlup edilemez. Böyle bir ışık kaynağı, tabiî ömrü içinde her şeye rağmen par par yanar ve aydınlatır.

* * *

Akıl, imanla kendini bezeyemeyenler için iz’ac edici bir alettir.

* * *

Sadece görüp öyle yapan, bilip yapan kadar muvaffak olamadığı gibi, bilip yapan da, vicdanında duyup yapan kadar muvaffak olamaz.

* * *

Yalnız parasızlık değil, ilimsizlik, düşüncesizlik, hünersizlik de birer fakirliktir. Bu itibarla, ilimsiz, fikirsiz, hünersiz zenginler de bir çeşit fakir sayılırlar.

* * *

Bazen gözlükler gözün ve her zaman göz aklın, akıl basiretin, basiret vicdanın, vicdan da ruhun müşâhede menfezi ve görme vasıtasıdır.

* * *

Tımarhanede en acınacak olan insan, akıllı insandır. Deli bizim içimize girse, acınacak hâle gelir. Herkes deli ama, cinnet keyfiyeti farklı.

* * *

İnsanlık bir ağaçtır; milletler de onun dalları.. şiddetli rüzgârlara benzeyen hâdiseler, şiddetleri ölçüsünde onları birbirine vurdurur ve çarpıştırır. Tabiî, zararı da ağaç çeker. “Herkes, ne ederse kendisine eder”in mânâsı da bu olsa gerek.

* * *

Geceler, insanın inkişaf edip gelişmesine ve insanlığın mutluluk ve saadetinin hazırlanmasına açılmış meydanlar gibidir. Yüksek fikir ve yüksek eserler, hep o karanlık döl yatağında gelişmiş ve insanlığın istifadesine arz edilmişlerdir.

* * *

Hemen her zaman gökler ötesi yolculuğa çağrılanlar, seher vakti yollara dökülenler arasından seçilmiştir.

* * *

Mide, hazm olunmayan ve işe yaramayan gıdaları dışarı atar, sonra da onların yüzüne tükürür. Faydasız insanlara da zaman ve tarih aynı şeyi yapar.

* * *

Pas, demirin; kurşun, elmasın; sefahet de, ruhun düşmanıdır. Bugün olmasa da yarın mutlaka, onu çürütür ve mahveder.

* * *

Her sarı, altın; her parlayan, ışık; her akan, su değildir…

* * *

Her sel, vücuduna ehemmiyet verilmeyen minik damlacıklardan meydana gelir ve mukavemet edilemeyecek bir seviyeye ulaşır. Toplumların bünyeleri de, her zaman bu türlü sellere açıktır; bazen olur ki bu seller, önlerinde “set” olmak isteyenleri de sürükler-götürür.

* * *

Görgüsüzlere ilim ve hakikat anlatmak, delilerle uğraşmak kadar zor olsa da, irşad erleri bu vazifeyi seve seve yapmalıdırlar.

* * *

Belânın en tehlikelisi, yüze gülerek gelenidir.

* * *

Çıplak hakikatleri herkes aynı seviyede anlayamadığından, tecrit yolu terkedilerek, teşhis ve temsil yolu seçilmiştir.

* * *

Şikâyet, hep zamandan ve mekândan olur. Oysaki, asıl mücrim cehalettir. Zaman ve felek masum; insan ise, çok nankör ve çok cahildir.

* * *

Vatan, orman değil, bir bahçedir. Onun tanziminde meyveli fidanların ve çiçeklerin çoğaltılmasına ihtiyaç vardır.

* * *

Bahçeyi ayrık otlarının işgaline terkedip, sonra da, “Ah felek!” deyip şikâyette bulunana bilmem ki ne demeli..!?

* * *

Nice güneşli, çimenli, çiçekli, pırıl pırıl yollar vardır ki, gider, öldüren çöllere ulaşır. Ve nice dikenli sarp patikalar da vardır ki, gider, sıratın Cennet yakasıyla kavşaklaşır.

* * *

En büyük hikmetlerden biri, “İnsan, dilinin altında saklıdır.” sözü olsa gerek… Bence, bundan daha büyüğü de, “Dost istersen, Allah yeter; arkadaş istersen, Kur’ân.” sözüdür.

* * *

İnsanlar, idraki ve idrak olunanı bilirler ama, idrak edeni bilemezler. Bilen ruhtur, akıl vasıta; gören ruhtur, göz vasıta…

* * *

Hareket, aklî veya tabiî sâikler neticesinde meydana geliyorsa hayvanî; iradî ve vicdanî sâiklere dayanıyorsa, o zaman da ruhî ve insanîdir.

* * *

Yokluk, korkunç bir hiçtir. Hiçlik, öyle sonsuz ve başdöndürücü bir sahadır ki, onda varlığı gösterir bir zerre bile bulmak mümkün değildir.

* * *

Şimdi dindara “mutaassıp” diyorlar. Taassup, bâtılda asabiyet gösterip, körü körüne ısrar etmektir. Hakta ısrar bir fazilettir ve mü’minin bu davranışı da kat’iyen taassup değildir.

* * *

İlâhî vâridâta dayanmayan felsefe, düşüncenin falsosudur.

* * *

Gerçek felsefe, ancak ve ancak Allah’ın insanı hikmete uyarması ile meydana gelen bir ruh ve düşünce çilesidir.

Hikmet

Aklın yolunu aydınlatıp ona yeni ufuklar açan bir ilâhî meşale vardır ki, onun aydınlığında bir senede kat’edilecek yollar bir saatte alınabilir: O da, fikirdir.

* * *

Fikrin işi, doğruyu araştırmaktır. Malzemesi ilâhî mevhibeler olan onun laboratuvarında, çok doğrular, doğruluk hesabına tekrar-ber-tekrar değiştirilir ki, fikrin asaleti de, işte buradadır.

* * *

Fikir, düşünmek demektir. Düşünmek, muhakeme etmeden akla gelen şeylere inanmak ve başkalarının arızalarını bulup, onlara itirazlarla ömrünü çürütmekten daha ziyade, hakikate ulaştıran faziletli bir gayrettir ki, gücünü mantık, hikmet ve ilâhî vâridâttan alır…

* * *

Fikir, bir mânâda aklın inceliği ve nuranîleşmesidir. Fikirsizlik, akılsızlık demek değildir. Aklın, her şeyi aydınlıkta yakalayıp değerlendirmesine mukabil, fikir, mütalâa edeceği şeyleri daha çok karanlıkta mütalâa etmeyi sever. Evet, fikir ile ruh, karanlıkta daha çok iş görürler…

* * *

Hikmet veya İslâmî felsefe, hep bu mânâdaki düşünce yamaçlarında boy atıp gelişmiştir. Sağlam düşüncenin hâkim olduğu her yer ve her devirde sağlam hikmet, sakat ve eksik düşüncenin hükümfermâ olduğu yerlerde arızalı ve yanıltan felsefe zuhur etmiştir.

* * *

Eksiği ve gediği ile felsefeye hikmet diyeceksek, feylesof da, hikmet seven mânâsına hakîm demektir.

* * *

İnsan düşüncesini bulanıklıktan, gönlünü de vahşetten kurtararak, onun ruhunu tasfiye edip, vicdanının eline, uğrayacağı yerleri aydınlatacak bir meşale tutuşturan ve bu aydınlıkta varlığın çehresindeki yazıları okutturan en önemli ışık kaynaklarından biri de, hikmet veya İslâmî felsefedir.

* * *

İlimler, akıl dairesi içinde döner-dururlar; hikmet, ruhiyât atmosferinde çimlenir-gelişir. Mâneviyât, akıl ve ruh dairesinin çok ötesinde, ruhaniyât ikliminde doğar ve büyür.

* * *

Hikmetin gayesi, Allah’a ve ruha giden yolları aydınlatmaktır. Bu aydınlatma, zaman zaman eserden eser sahibine, zaman zaman da eser sahibinden esere ulaştırma şeklinde olur. Her iki yol da, hikmet meşalesini elinde taşıyanın niyet ve nazarının sağlamlığı ölçüsünde insanı hayra ve mutlak güzelliklere ulaştırabilir.

* * *

Âlim, bilen değil, bildiği şeyi vicdanında duyandır. Cahile karşı âlim ne ise, âlime karşı da hakîm ve feylesof odur.

* * *

Âlim, şehadet âlemi ve sırf mülk cihetiyle varlıklarla münasebete geçer; hakîm ise, sürekli olarak gayb âlemi ve öteleri kurcalar durur…

* * *

Âlim, görüp şahit olduğu, fakat vicdanında ledünnî bir zevk hâlinde duymadığı güzel şeyleri fena sayabilir. Hakîm, her şeye perde arkası durumu itibarıyla yaklaştığı için, bütün fikrî faaliyetlerini âdeta bir ibadet neşvesi içinde sürdürür.

* * *

Sevilmeyen her şey, mutlaka çirkin ve fena demek değildir. Çocuklar, okuma ve düşünmeyi, iğne ve ilacı sevmezler.. ama, ateş ve yılanla oynamaya bayılırlar… İlim aklıyla hikmet aklı da, aynı ölçüler içinde mütalâa edilebilir.

* * *

Bizdeki yeni felsefeciler, felsefe ile en az münasebeti olanlardır. Pek çoğunun yaptığı, yarım yamalak bir tercüme.. onu olsun mükemmel bir şekilde yapabilselerdi..!

* * *

Hikmet, akıl ile değil, ruhun tasdik ve şehadetiyle takdir edilebilir. Evet, hikmeti yine hikmet anlar; akıl, onun ya düşmanı veya samimî olmayan dostudur.

* * *

Aklın çok defa hikmeti beğenmemesi, onu idrak edememesindendir. Hikmetin meseleleri o denli ince ve akıl üstüdür ki, ilhamla kanatlanmayan aklın ona ulaşması çok zor, hatta imkânsızdır.

* * *

Akıl, gözün ak tabakası ise, hikmet onun siyah tabakasıdır ki, akıl nurundan sonraki zulmetten doğar…

* * *

Akıl, eşyayı el yordamıyla, hikmet ise gözle yakalamanın; akıl, varlığa gözlüklerle bakmanın; hikmet, onu dürbün veya teleskopla seyretmenin adıdır.

* * *

Akıl, maddenin sınırlarını aşamaz.. madde ötesini hikmet ve hakikî felsefe görüp sezebilir. Ne acıdır ki, insanlar, hikmetin o gürül gürül ve aldatmaz sesini dinleyeceklerine, gider, davul-zurna dinlerler…

* * *

Hayatın karanlık ve dolambaçlı yollarını aydınlatan iki meşale vardır: Biri salim akıl, öbürü de hikmet…

* * *

İlimler, aklın ziyası; hikmet ise, ruh semasında çakıp-duran şimşeklerdir.

* * *

Maddeci felsefe ile hikmeti birbirine karıştırmak, ikisini de bilememenin ifadesidir. Ne gariptir ki, şimdi her yanda duyulan da, bu tür cahillerin gevezeliği..!

* * *

Mâyesi hikmetle yoğrulmuş hakîm, hücresinin daracık duvarları içinde kâinatları seyreder ve öyle ulaşılmaz noktalara ulaşır ki, dünyaları gezen seyyahlar, onların yüzde birini bile göremezler…

* * *

Feylesofa kâinatşinas diyorlar; hakikatşinas ve “ârif-i billah” olmayan, hakikî feylesof olamaz.

* * *

Her söz, ferdin irfan ve kültür derecesine göre ruhundan fışkırır, ortaya çıkar ki, bunu da ancak, ufku o seviyede olanlar anlar. İnce sözleri, ince hakikatleri anlamamak veya âdî görmek, ruhun bilgisizlik ve kabalığından değil, onun irfansızlığındandır.

* * *

Milletler, sık sık hikmetsiz kuvvetin paletleri altında kalıp ezilmişlerdir. Aslında, hikmetsiz kuvvet, kuvvetsiz hikmeti ezerken, gerçekten ezilip ağlayan biri vardır: O da, hakikat…

* * *

Cevahir kadrini sarraflar, ilim adamını âlimler, insanı da insanlığa yükselmiş olan kâmiller anlar. Cevher, bakırcılar çarşısında garip; âlim, cahiller arasında; insan, hayvanî ruhlar içinde; hakîm de, muhakeme ve vicdanın kulak ardı edildiği bir dünyada…

Hikmet Açısından Vicdan

İnsanın kendini ve kendi varlığını sezişinin unvanı olan vicdan; dileyen, sezen, kavrayan ve sürekli sonsuza açık bulunan bir ruh mekanizmasıdır.

* * *

Ruhun irade, his, zihin ve kalb gibi duyu vasıtaları, aynı zamanda vicdanın da en önemli temel esaslarıdır ki, burada insanı insanî kemalâta, ötelerde de ebedî mutluluk ve Cenâb-ı Hakk’ı müşâhedeye ulaştırırlar.

* * *

Vicdan, Hakk’ı gösteren pırıl pırıl bir aynadır ve Zât-ı Ulûhiyet’e tercüman olmada da eşi-menendi yoktur. Elverir ki o, varlığını hissettirecek ruh ve sesini duyuracak kulaklar bulabilsin..!

* * *

Vicdan, ruhun hissi, müşâhedesi ve idraki olduğundandır ki, o, hep mekân üstü, ötelere açık, kıstasları sağlam ve melek masumiyetine denk bir ismete sahip kabul edilmiştir.

* * *

Müftüler çoktur ve hemen hepsi de, anlayabildiklerince aynı kaynaklara müracaat eder ve fetva verirler. Vicdan, nazarı keskin öyle bir müftüdür ki, fetva verirken hakikate göre fetva verir ve verdiği fetvalarda da kimseyi yanıltmaz ve kimseye haksızlık etmez.

* * *

Vicdan-ı umumî, “sevâd-ı a’zam” denilen büyük çoğunluğun hissi, sezişi ve idraki demektir ki; yanılması oldukça azdır. Hele hele, malumat ve müktesebatı aynı ilham kaynağına dayanıyorsa…

* * *

Vicdan-ı umumî, yanılmaz ve aldatılmaz bir hâkim mesabesinde olunca, herkese, onun hükümlerine razı olma ve onu hakem kabul etme kalır ki, bu da, onun bir kısım meselelerde son merci olması demektir.

* * *

Vazife o iştir ki, Allah, onu emreder; enbiyâ gibi selim vicdanlar da canlandırır. Artık onu kabul etmemek elden gelmez. Hak, hâkim-i mutlak; vicdan ise, onun en doğru aynasıdır. Ara sıra bulanık gösterse de, çok defa, gösterdiklerini doğru gösterir.

* * *

Bir insanın tavır ve davranışlarındaki intizam, onun ruh ve fikir intizamından meydana gelir. Hareketlerindeki ledünnîlik ise, vicdanının ötelere açık olmasından…

Hikmet Açısından Bilgi

Okuma, mütalâada bulunma ve mârifet arayışında olma, ruhun en önemli gıdalarındandır. Bunlardan yoksun olmak ise, telâfisi imkânsız çok ciddî bir mahrumiyettir.

* * *

Yabancılar, dağ-taş ülkemizin her yanını didik didik edip, bize ait ilim, sanat ve kültür hazinelerinden istifade ederken; bizler, geçmişimize ait ilim ve kültür kaynaklarını araştırmaz, okumaz ve okuyamazsak, oturup hâlimize ağlamamız gerekir.

* * *

Şanlı cedlerimizin miras olarak bırakıp gittiği ve bugünkü dünyanın da aşkla-şevkle arkasına düşüp araştırdığı bunca ilmî ve edebî eserlere karşı milletçe alâkasızlığımız, doğrusu anlaşılır gibi değil…

* * *

Tam bilemediği, bilip hazmedemediği bilgilerle nesillerin düşüncelerini bulandıranlar, sadece zararlı değil, aynı zamanda hain sayılırlar.

* * *

Izdırap, en duru ilham kaynağıdır.

* * *

Bir milletin varlık ve ihtişamı, o milletin kültür ve sanat derinliğiyle mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Dünyanın dört bir yanında ilim ve sanat eserleri sergilenen bir millet, o eserler sayısınca dillerle “Ben de varım.” demektedir.

* * *

İnsanlar arasında kıymet ve şeref, ilim ve mârifet iledir. Hasis ve değersiz bir adam bile her zaman zengin olabilir; ama, kat’iyen şerefli olamaz.

* * *

Bir insanın okuyup-öğrendikleri ne kadar çok olursa olsun, hiçbir zaman onu okuyup-öğrenmekten alıkoymamalıdır. Gerçek ilim adamları, daha çok, sürekli araştırmalarının yanında, bildiklerini yetersiz bulan kimseler arasından çıkmıştır.

* * *

Hak söylemeye başlayınca cehalet öfkelenir, taassup tedirgin olur; ilim ise, kulak kesilir dinler.

* * *

Her cahil için bilgisiz demek doğru değildir. Hakikî cahil, doğruyu hissetmekten mahrum olandır. Böyle bir insan, çok bilse de, yine cahildir.

* * *

Yaşamak; görüp bilmek, yiyip içmek değildir. O, duyup hissetmektir. Bilen faydalı, bilmeyen zararlıdır; az bilen ise, bilmeyenden daha zararlıdır. Tam bilenlerle hiç bilmeyenler, nadiren aldansalar da aldatmazlar; az bilen, çok aldatır.

* * *

İlim adına anlatılabilen şeyler, anlaşılmış kabul edilir; anlatılamayanlar ise, bir ölçüde hazmedilmemiş sayılır. Bu itibarladır ki, mekteplerde bir şey anlamayan gençler üzerinde durulurken, biraz da muallimlerin durumu ile meşgul olunmalıdır.

* * *

Mektepler gerçek muallimlerin elinde mâbet hâline getirileceği âna kadar, hapishanelerin boşalabileceğini beklemek beyhudedir.

* * *

İnsan, herhangi bir iş yapmaya niyet edince, önce, o mevzu ile alâkalı şeyleri iyi öğrenmeye çalışmalı, yapabileceğine tam inandıktan sonra da teşebbüste kusur etmemelidir.

* * *

Herkes, işini, mesleğini çok iyi bilmeli ve imkânlar ölçüsünde kendi ihtisas sahası içinde kalmalıdır. Zira, herkes ihtisası dışında başarılı olamayabilir. Onun için, tabip, tabip olarak, mühendis de mühendis olarak kalmalı.. hoca, tabiplik yapmamalı; tabip de, hukukçu olacağım diye kendini zorlamamalıdır.

Hikmet Dilinde Namus

Namus; iffet, vefa ve sadakatten hâsıl olan öyle mübarek bir hamurdur ki, harç olarak kullanıldığı binanın sarsılıp yıkılması hiç görülmemiş veya çok ender vâki olmuştur.

* * *

Namus, yiğidin en yüksek yanı ve en önemli sıfatıdır. Yiğidin en alçak ve en sefil vaziyeti ise, namus mevzuundaki laubaliliğidir…

* * *

Bir kadının en şerefli ve en değerli tarafı, iffet ve namus itibarıyla lekesiz olmasıdır. Kendi namusunu ve ailesinin iffetini koruma mevzuunda hassas olmayan insanların, millî haysiyet ve millî şerefi koruyup-kollama hususunda da hassas olmayacakları açıktır.

* * *

Namus başka, şeref başkadır. Servet şerefe esas olabilir, ama namusbahş değildir. Fakirlik ise, kat’iyen onu ihlal etmez.

* * *

Namus, bütün milletlerin, onun üzerine “and” içeçekleri ölçüde mukaddestir ve fazilet unsurları arasında en pahalı pırlantalardan biridir. Namus bilmeyenin şeref ve faziletperverliği de sahte ve yalandır.

* * *

Namus; eşsiz bir elmastır ve en mûtena mahfazalar içinde korunmalıdır. Böylece onun kıymeti bir kat daha artar.

* * *

Kendi ırz ve namusu gibi başkalarının ırz ve namuslarının muhafazası mevzuunda hassas olmayan kimselere hiçbir şey emanet edilemez ve hiçbir hususta onlara güvenilemez…

* * *

Yarasalar, ışığı istemedikleri gibi, dinsizler dini, cahiller ilmi, ahlâksızlar ahlâkî prensipleri, namus bilmeyenler de namusu istemezler.

Hikmet Gözünde Yalan

Yalan, kâfirce bir lâfızdır. İnsanı, burada, vicdan-ı umumînin ona er-geç muttali olmasıyla değersizliğe, ötede de Cehennem’e mahkûm eder.

* * *

Yalan, müdahaneci; hakikat, ciddî ve müstağni; yalan, zevzek ve hoppa; hakikat, vakur ve muhteşemdir.

* * *

Yalanın, hilenin, hırsızlığın, iftiranın yaygınlaştığı ülkeler harap; böyle ülkelerin ahalisi fakir, askerleri de ihtilâlcidir…

* * *

Yalancılık hangi kıyafete girerse girsin, kendini mâşerî vicdandan saklayamaz. Hele Hakk’ın nuruyla bakan erbab-ı firaset nazarında asla!..

* * *

Yalanın revaç bulduğu ve meydanlar onunla inleyip durduğu zaman hakikatin dili koparılmış sayılır.

* * *

Vicdan-ı umumî bir denize benzer; yalanlar onun ta ortasına kadar dahi sızsalar, yine onları toplar, sahile atar.

* * *

Yalanın, inkârın, tevilin, riyanın yüzüne tükürüp onları daima tahkir eden birisi varsa; o da vicdandır.

* * *

Yalan ve gösterişler gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar…

Hikmet ve Fazilet

Fazilet, halk içinde minderde veya yerde oturur; gurur ise muhteşem koltuklara bile sığmaz. Gurur, kubbe görünümlü, tersine dönmüş bir kuyuya benzetilecek olursa, fazileti, ufka inmiş gibi görünen semaya benzetebiliriz…

* * *

Cehalet, gurura; hikmet, fazilete götürür. Gurur, cehaletin nesepsiz çocuğu; fazilet, hikmetin soylu evlâdıdır. Gurur, istibdat taraftarıdır; fazilet ise, hürriyet ve müsâvât…

* * *

Gurur, hep yalnızlık içinde dolaşır ve emsal arar; fazilet, emsalini bulmuşluğun huzuru içinde, sürekli halkla beraber olur.

* * *

“Zorla güzellik olmaz.” derler, doğrudur. Büyüklük de zorla olmaz. Bunların her ikisini de mâşerî vicdan tayin eder.

* * *

Bazı kimseler vardır ki, onlara göre kendilerini beğenenler “nikbîn” (iyimser), beğenmeyenler de “bedbîn” (kötümser)dir. Bunlar, birincileri takdir eder, onlara bağırlarını açarlar; ikincileri de yedi köy kovarlar. Doğrusu, yedi köy kovulması gerekli olan da işte bu “hodbîn”, yani bencillerdir.

* * *

Nikbîn, her şeyi iyi, bedbîn de her şeyi kötü görür. Bunların her ikisi de zararlıdır. İyiyi iyi, kötüyü de kötü görmek “hakikatbînlik”dir.

Hikmet Zaviyesinden Matbuat

Medya, milletin duygularının tercümanı, kitlelerin rehberi ve nâşir-i efkârı, yani, düşüncelerini neşredendir. O, zulüm ve istibdat idarelerinde hep ya esir veya dalkavuk olarak kalmıştır.

* * *

Her yazar, söz ve davranışlarında edepli, lisan ve kaleminde de nezih olmalıdır. Yoksa, mevhum bir fayda uğruna, muhakkak zararlara sebebiyet verilebilir…

* * *

Muharrirleri, müellifleri, millî duygu ve millî düşünce istikametinde istedikleri gibi yazamayan milletler, daha çok “Babil esareti”ni tasvir ve temsil ederler.

* * *

Medya, isabetli-isabetsiz her türlü düşünceye açık bir müessese olması hasebiyle, millete ve millet ruhuna göre disipline edilmesinde zaruret vardır.

* * *

Gazeteler de, televizyonlar da, şahısların heva ve hevesine hizmetten fevkalâde sakınmalı, sadece ve sadece milleti irşad etme hedeflenmelidir.

* * *

Mezarlarda çürümeye terkedilen nice kafa kemikleri vardır ki, zulüm, istibdat ve sansürden ötürü yazılamamış bir sürü kitabı alıp, beraberlerinde götürmüşlerdir.

Hikmet Açısından Muhabbet

Muhabbet, maddî-mânevî güzelliklere meyletmek demektir. Maddî şeylere muhabbet cismanî ve bedenî; mânevî şeylere muhabbet ise ruhî ve vicdanîdir. Bu itibarla, zâhirî güzelliklere muhabbet, o güzellikler ebedî olmadığından hicranlıdır. Mânevî şeylere muhabbet ise, daimî ve hicransızdır.

* * *

“Bir kalbde muhabbet hakikî olursa adavet mecazî, adavet hakikî olursa muhabbet mecazî olur.” çok müşkili halleden sırlı bir anahtardır.

* * *

Ümit edilen zevklerin elde edilmesi, ümit gibi aşkın da ölümüdür. Ümit ve aşk, arayıcı ruhların kanatlarıdır ve arama esnasında hep onlarla beraber bulunurlar.

* * *

Hastalığın tesirini tabipler, emarelerle bilirler; hasta onu duyar ve hisseder. Bunun gibi, muhabbeti seven, aşkı âşık, cezbeyi meczup, ruhanî zevkleri de ârifler bilirler ki, hâl ilmi de işte budur!..

… Ve İnsan Aldandı

Ben bir senaryo yazsa idim, ilk cümlem, “… Ve insan aldandı.” olacaktı.

Tarih İbret Sayfalarından İbarettir

Tarihî hâdiselerin aynıyla tekerrür edeceğini beklemek yanlıştır. Benzerlik olsa bile, her hâdise, zaman ve çevre ile kayıtlıdır. Bu itibarla, tarihten ders değil, ibret alınır.

* * *

Üzerine güneşin doğup battığı şeyler arasında taze kalabilen tek bir şey yoktur.

* * *

İlelebet şahikalarda kalabilmiş tek bir fert ve tek bir millet yoktur.

* * *

İnsan, tarihin hoş ve latîf sahifelerinin yanında, biraz da korkunç ve ürperten sahifelerini okumalıdır ki, gereken tembihi alabilsin. Yoksa o, düşüncelerinde hep çocukça kalabilir.

Büyük Şeyleri Omuzunda Taşıyan Küçük Nesneler

Bir kibrit, meydana gelmesi veya getirilmesi dünya kadar zaman isteyen koca bir ormanı bir anda yakıp kül edebilir..

* * *

Bazen, nohut kadar bir cisim, dev bir insanı yere serebilir.

* * *

Koskocaman ağaç minik bir çekirdekten, şu mükerrem insan küçücük bir canlıdan, bir mikroorganizmadan, güneş zerrelerden, derya da damlalardan meydana gelmiştir. Daha ne küçük nüve veya vesilelerden ne baş döndürücü neticeler..!

Zaman Üzerine

Yiyecek ve içecekleri, ağzımıza alıp bünyemize mâl ettiğimiz zaman bir lezzet alır ve kendilerinden istifade etmiş oluruz. Zaman da öyledir: Saniyeleri, dakikaları, günleri ve haftaları kendimize mâl ettiğimiz ölçüde onun zevkini duyar ve geçmesini istemeyiz. Hayat, lezzeti duyulup neş’esi hissedildiği, bugünümüz ve yarınlar adına bir şeyler vaadettiği nispette tadına doyulmaz bir nimet ise de, dikkatsiz ve şuursuzca yaşandığında, insanın sırtında bir yükten farkı yoktur…

* * *

Zaman, bir santrale takılmış spirallerin sonsuza uzanmış şeklidir. Ne yuvarlak, ne de düz bir hat değil, onda iniş de var çıkış da var. Hakikî zamanın vücudu, levh-i mahv ve isbattır.

Nefrinler

İnsan bünyesinde, insan için hayatî ehemmiyet arzeden bir kısım önemli noktalar bulunduğu gibi, millet bünyesinde de inanç, tarih şuuru, millî kültür ve millî mefkûre gibi çok önemli hususlar mevcuttur. Nasıl bir ferdin, kendi bünyesindeki bu hayatî noktalardan birinin darbelenmesiyle sendeleyip devrilmesi mukadderdir; aynen onun gibi, milletlerin de, bu noktalardan herhangi birinden alacağı bir yara ile yıkılması muhakkaktır. Bin nefrin, milletin inanç ve tarihiyle oynayanlara! Bin nefrin, mazi düşmanlarına! Bin nefrin, millî kültür ve millî mefkûreyi tahrip edenlere! Bin nefrin, geleceği karanlık gören ve gösteren bedbinlere ve karamsarlara!

Batı Şoku

Sanayi inkılâbı, İslâm dünyasında ilk şok yapan hâdisedir. Tıpkı kedinin fareyi şok edip, sonra da oynadığı gibi, Batı da o gün-bugün İslâm dünyasını şok etmiş ve onunla oynamaktadır.

Cennet

Cennet, ne terakki, ne de tedenni yeridir. Orası, zevklerde derinleşme iklimidir.

1 Sözüm, şairler ordusuna bayrak emîridir.

-+=
Scroll to Top