BİRİNCİ BÖLÜM
KUR’ÂN’IN İFADE ÜSTÜNLÜĞÜ (BELÂGATI)
Kur’ân, Allah kelâmıdır. Bu itibarla da o, hiçbir beşer sözüne benzemez. Onun kendine mahsus bir ifade tarzı ve üslûbu vardır. Ele aldığı konuları anlatmada, onu bir başka söze kıyas etmek imkânsızdır. Zira Kur’ân, her türlü mukayeseden mukaddes ve müberrâdır.
Kur’ân, insanın ruhî yapısına dair meseleleri dile getirdiği zaman, insan kevser içiyormuş gibi bir haz duyar. Sanki ruh-u Kur’ân onun alyuvarlarına, akyuvarlarına binmiş de damarlarındaki kanla beraber kalbine giriyor ve beyninin her fakültesine uğruyor gibi olur. Bu, Kur’ân’a mahsus bir tesirdir. Bu ölçüde bir tesiri başka kitaplarda bulmak da mümkün değildir.
Siz bir hatip düşünün, o ne kadar güçlü bir hatip de olsa, jest ve mimikleri, el-kol hareketleri, belli ölçüde de olsa onun sözüne, ağzından çıkan cümlelere kuvvet verir ve bir mânâda destek olur. Böyle bir hatibi gözünüz kapalı dinleseniz, anlattıklarının ancak yarısını anlarsınız. Zira onun sözlerine destek olan jestler, mimikler, el ve kol hareketleri ve bunların ağızdan çıkan sözlere ilave ettikleri mânâlar, sizin için artık kaybolmuştur. Bir de bu hatibin konuştuklarını yazıya dökün, artık onun belli nispette mânâya tesir eden ses tonu da kaybolmuştur. Dolayısıyla bu konuşmalar yazıya döküldüğünde mânâ adına bir kısım firelerle, seviye kaybı kaçınılmazdır. Hâlbuki Kur’ân, konuşurken bunun aksine olarak tamamen fâik bir tesir icra etmektedir. Evet, gözümüzü kapayıp onu dinlerken dahi, hayalimiz çok rahatlıkla onun imalarını, işaretlerini, canlı vurgularını duyuyor gibi oluruz. İfadeleri yazıya döküldüğünde dahi tesiri hiç geçmeyen bir derya gibi dalgalanır durur.
Bu, sadece Kur’ân’da var olan bir hususiyet ve fâikiyettir. Böyle olması da gayet normaldir. Zira o, Allah kelâmıdır. Onda konuşan, kâinatı, insanı ve bütün varlığı yaratan Allah’tır. Nasıl O’nun yaratması beşerin yaptıklarına benzemez, kelâmı da benzemez. Ancak onda bir tenezzül söz konusudur ki, o da ilâhî kelâmın, beşer idraki seviyesine göre bir tecellî dalga boyunda nüzûl demektir.
Belâgat, maksadı en veciz şekilde ve hiç karışıklığa meydan vermeden anlatma demektir. Hâlin gerektirdiği duruma uygun söz söyleme ve muhatabın durumunu nazara alma, belâgatin önde gelen şartları arasındadır.
İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, belâgati yönüyle Kur’ân, pırıl pırıl bir mucizedir ve hiçbir beşerin böylesine beliğ bir eser vücuda getirmesi mümkün değildir. İsterseniz bugüne kadar yazılmış bütün eserleri bir araya getirin, sonra onların yanına Kur’ân’ı getiriverin, göreceksiniz ki, bütün bu beliğ eserler, Kur’ân’ın belâgati karşısında, güneş görmüş ateş böceklerine dönecek, teker teker sönecek ve hiçbirinin, Kur’ân’ı duymuş, Kur’ân’a doymuş sinelere vereceği bir şey olmadığı görülecektir.
Evet, bülbül şakırken saksağan sesine yer yoktur. Gül bahçesinde insanı kendinden geçiren ve mest eden bülbül sesi nerede, dikenliklerde kulak tırmalayan saksağan sesi nerede! Hatta bu kıyas dahi, Allah kelâmıyla beşer sözlerini birbirine mukayese saygısızlığı ihtiva etmektedir. Zira aradaki fark, ölçü kabul etmeyecek derecededir. Fakat elimizden başka şey gelmediği için, meseleyi ancak bu seviyede müşahhaslaştırabiliyoruz. Şu kadar var ki, hangi benzetme ve teşbih unsurunu kullanırsak kullanalım, aradaki farkı ifadeden âciz kaldığımızı/kalacağımızı da baştan kabul ediyoruz.
Kur’ân’ın ifade üstünlüğünü ispat eden en açık ve vâzıh husus şudur (zannederim bunu okuma yazma bilmeyen, avamdan insanlar dahi çok rahatlıkla anlar ve tasdik ederler): Kur’ân, ümmî bir cemaat içinde nazil oldu ve kendini ifade etti. Evet, o cemaat ümmî idi; yani okuma-yazma bilmiyorlardı. Tarihlerini yazacak tarihçileri, vak’anüvisleri de yoktu. Dolayısıyla, tarihî hâdiselerin onların hafızalarına yerleşmesi için bir yola ihtiyaç vardı. Bu kestirme yol da şiirdi. Onun için toplum, şiire her şeyden çok daha fazla önem veriyor, en mühim tarihî vak’alarını şiirle tespit ediyor ve bunların nesilden nesile intikalini temine çalışıyorlardı.
Nasıl günümüzde politika ve işadamlığı revaçta ve herkes bir kısım meşhur işadamı ve politikacıları tanır.. tanır ve bazısı onlar gibi olmak ister. Aynen öyle de, şairler de o gün Arap Yarımadası’nda o şekilde tanınır ve örnek alınırlardı. Kabileler, kahramanlarından çok şairleri ile övünürlerdi. Bu sebeple de şiir her şeyin önünde teşvik görürdü. İnsanlar, daha çocuk denebilecek yaşta şiir söylemeye başlarlardı. Şiirle tanışmaları, gider beşik hayatına dayanırdı. Meseleyi, günümüzde umumîleşmiş ve herkesin bildiği bir üslûpla anlatacak olursak:
Nasıl ki, Hz. Musa zamanında sihir revaçta idi; Hz. Musa, elindeki âsâ ile sihrin ve sihirbazın karşısına çıktı ve onları aştı.. derken onunla sihirbazların düzeni bozuldu.. bozulmalıydı da, zira Hz. Musa hakkı temsil ediyordu ve Hak’tan teyit görüyordu. Yed-i beyzâ mucizesiyle ortalık nurlanıyor ve insanlar dalga dalga nurun etrafında halkalanıyordu.. ve derken bunlar karşısında bir gün Firavun dize geldi; geldi de yobazlığa başvurmaya başladı.
Evet, başka türlü mağlup edemediği Allah’ın nebisini artık kaba kuvvetle mağlup etmeye çalışıyordu. Her türlü saldırı ve tasallutu denedi. Derken bir gün kafasını gayretullah sûruna çarptı. Artık onun da sonu gelmişti ve yakarışları fayda vermeyecek, imanını ilan etmesi de kabul görmeyecekti. Kızıldeniz’de boğuldu. Bu, bir yönüyle Firavun’un sihirli dünyasının sulara gömülmesi demekti.. evet sihir, şimdi bütünüyle mağlup olmuştu.
Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise revaçta olan tıptı. Tabiplik oldukça ileri bir seviyedeydi. Söylendiğine göre Romalılar, o gün beyin ameliyatı bile yapıyorlardı. Bu, o günün insanlarına, bir bakıma ölmüş insana yeniden hayat vermek gibi harika görünüyordu. Onun için Hz. İsa (aleyhisselâm) Ruhullah olarak o günkü tıp ilminin ulaşabileceği zirvelerin çok ötesinde mucizeler gösteriyor; Allah’ın izniyle ölüleri diriltiyor, ölmüş ruhlara hayat üflediği gibi, bir kısım cansız cesetleri de Allah’ın izniyle hayata döndürüyordu.
Nebiler Sultanı devrinde ise, ifadelerdeki sihir, kelimelerdeki hayat mevzubahis idi. Bir söz, ölmüş heyecanlara hayat veriyor ve yığınları ayağa kaldırıyordu. İnsanlar, şiirdeki sihrin gücüyle âdeta büyüleniyorlardı.
Lebid, söz söylediği zaman gruplar, yerinde birbirine giriyor ve yerinde birbirine girmiş yığınlar hemen ayrılıp sulh oluyorlardı. A’şâ için altın yaldızlı, altın sırmalı kürsüler kuruluyordu. Kendisini bir sene bekleyen insanların karşısına çıkan şair, çok büyük bir tezahürat ve coşkuyla karşılanıyordu. Herkes kulak kesilip onu dinliyordu.. o zaman bu şiirler daha söylenirken ezberleniyordu…
İşte Kur’ân böyle bir devirde bu dönemin entelektüelinin karşısına çıktı.. bütün ediplere, şairlere ve bütün cin ve inse şöyle seslendi: “Eğer kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân)dan şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah’tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız– o hâlde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.”1
Evet, bu bir meydan okumaydı.. ve bu meydan okuyuş zaman ve mekânla sınırlı da değildi. Dünün insanı bu ifadelere muhatap olduğu gibi, bugünün insanı da ona muhataptır.. yarının insanı da muhatap olacaktır. Yine Mekke insanı buna muhatap olduğu gibi, dünyada yaşayan bütün insanlar da muhataptır ve muhatap olacaktır da. Ayrıca insanlar muhatap olduğu gibi cinler de muhataptır.
İşte, bu kadar geniş daireye Kur’ân meydan okuyor ve “Elinizden geliyorsa, Kur’ân gibi bir kitap da siz meydana getirin!” diyordu ve diyor. O hep böyle meydan okumuş, ama hiç kimse, hiçbir asırda, değil Kur’ân’ın bütününe, tek bir sûresine, hatta kısa bir âyetine dahi nazire getirememiştir. Sözleri sihir tesiri yapan nice edip ve şairler vardır ki, Kur’ân karşısında sadece susmuş ve tek kelime konuşamamışlardır.
Tarih şahittir ki, Kur’ân’a nazire yapılmamıştır. Zira eğer Kur’ân’a, (velev ki bir sûresine) nazire yapılmış olsaydı, mutlaka günümüze kadar gelecekti. Şu iki sebepten bu neticeye varıyoruz:
Birincisi: Mekke müşriklerinin Kur’ân’a nazire yapmaya olan şiddetli ihtiyaçları.
İkincisi: Kur’ân’ın meydan okuyuşu aleni, açık ve herkesi içine aldığından, böyle bir teşebbüs de mutlaka aleni ve herkesin gözü önünde olacaktı. Hâlbuki ne dost ne de düşman hiç kimse böyle bir şeye teşebbüs edememişti. Edenler de ancak maskara olmuş ve teşebbüsleri neticesiz kalmıştı. Şimdi isterseniz bu iki sebebi biraz daha açalım:
Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in risaletine en büyük delil ve şahit durumundadır. Hâlbuki bütün Mekke halkı, işin başında O’na karşı gelmiş, O’nun peygamberliğini inkâr etmiş ve O’na inanan insanlara yapmadık kötülük bırakmamışlardı. Eğer onlar, davalarında haklı olsalardı, canlarını, mallarını tehlikeye atarak Efendimiz’le mücadele etme yolunu seçmezlerdi. Aksine, Kur’ân’a getirecekleri küçük bir nazire, onları davalarında haklı çıkaracak ve Efendimiz de, dedikleri ve diyeceklerinden vazgeçecekti. Her şey bu kadar basitti. Oysaki böyle kolay bir yol dururken onlar, yolun en zorunu tercih etme durumunda kalmışlardı.
Bu tercih ise, akılları yetmediğinden değildi. Zira daha sonra aynı şahıslar dünyayı idare ettiler. Medeni milletlere imam ve muallim oldular. Öyle ise, onlara bu zor yolu tercih ettiren neydi? Niçin canlarını, mallarını ve bütün varlıklarını ortaya döküp, Allah Resûlü’nün karşısına ordularla çıkma lüzumunu duydular? Cevap gayet net ve kesindir. Câhız’ın dediği gibi: Mücadele-i bi’l-hurûf (harflerle harbetme) mümkün olmadığından muharebe-i bi’s-süyûfa (kılıçlarla harbe) mecbur kalmışlardı.2
Büyük dil ustası Câhız’a ait bu tespit, cidden harikadır. Eğer Mekke müşrikleri, harflerle mücadeleye güç yetirebilselerdi, kat’iyen can, mal ve evlatlarını gözden çıkaracak bir yola girmeyeceklerdi. Hâlbuki Kur’ân, onları münazaraya davet ederken, sadece dünyalarını değil, ahiretlerini de tehdit ediyordu. Böyle bir tehdidi kabullenme ancak âcizlik ve çaresizlik olabilirdi. Demek ki, onların Kur’ân’a nazire yapmaya takat ve mecalleri yoktu…
Diyelim ki, böyle bir teşebbüs oldu ve Kur’ân’a nazire yapıldı. O zaman da bütün tarihlerin, bu hâdiseden bahsetmeleri gerekmez miydi? Hâlbuki bir-iki teşebbüsten başka bu mevzuda tarihin kaydettiği hiçbir hâdise söz konusu değildir. Aslında bu teşebbüsler de sahiplerini maskara etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Bu teşebbüslerden en çok bilineni, yalancı peygamber Müseyleme’ye ait olanıdır.
Müseyleme, aslında büyük bir ediptir. İfadelerindeki güç, nice insanları arkasından sürüklemiştir ama, sözleri Kur’ân’la mukayese edilince, dinleyenleri sadece güldürmüş ve söz sahibi Müseyleme’yi maskara hâline getirmiştir.
O, aklınca Kâria sûresine nazire yapma cüretkârlığında bulunmuştur. Şimdi isterseniz önce o sûre-i celilenin meal-i icmâlîsini verelim:
“(Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hâdise. Nedir o hâdise? O hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün insanlar, yayılmış pervaneler gibi olurlar. Dağlar, atılmış renkli yün hâline gelir. Kimin tartıları ağır gelirse o, memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif gelirse, onun anası (bağrına atılacağı) hâviye (uçurum)dur. Onun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir.”3
Şimdi bir, dünya ve ukbâyı kucaklayan, insanı dehşetten dehşete düşüren bu ifadelere bakın, bir de Müseyleme’nin şu tanzîrine (!):
“Fil. Nedir fil? Filin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Onun kısa bir kuyruğu, uzun bir hortumu vardır.”
Evet, Müseyleme bunları söyleyince aile efradı dahil herkes buna gülüyorlardı.4
A. Kur’ân’ın İfade Üstünlüğü
Kur’ân-ı Kerim’in ifade üstünlüğünü nazmının cezaleti, beyanının bedi’ ve garip keyfiyeti ve ifadesinin haşmeti gibi hususlarda görmek mümkündür.
Şimdi bu hususları bazı misaller vererek biraz daha açmaya çalışalım:
1. Nazmın Cezaleti
Cezalet, Arapça bir kelime olup, bolluk, bereket, çok yönlülük, destekli, payandalı olup, hiçbir zaman kısır kalıp yozlaşmamak… gibi mânâlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’in nazmında, bütün bu mânâları apaçık müşâhede etmek mümkündür.
Sağından, solundan ona hep bereket akar. Evet, Kur’ân’ın nazmı bu yönlerden her zaman desteklenir ve beslenir. Zâhiren müfâd (sözün ifade ettiği mânâ) bir görünürken, bakarsın binler olmuştur.
Kur’ân’ın nazmındaki bu hususiyeti ilk keşfedenlerden biri Zemahşerî’dir. O, tefsirinde yer yer bu noktaya temas eder. Ancak Bediüzzaman’ın bu noktada yakaladığı nükteler çok daha dâhiyânedir.5 Ve onun söyledikleri şimdiye kadar çok fazla söylenmemiştir.
Biz, burada mevzu ile alâkalı ondan mülhem üç misal vereceğiz. Vereceğimiz misallerde de sadece nazmın cezaleti yönüne temasla yetinip âyetin genişçe tefsirine girmeyeceğiz.
Birinci misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَاوَيْلَنَۤا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ “Andolsun, onlara Rabbi’nin azabından bir esinti dokunsa, ‘Eyvah bize, biz gerçekten zalimlermişiz!’ derler.”6
Âyet, azabın en şiddetlisini anlatmak için nazara en hafifini veriyor. Böylece insan muhayyilesinde azabın en şiddetlisi daha dehşetli gösteriliyor…
Şimdi eğer bir azabın en hafifi dahi insana dokunduğunda onun beynini kaynatacak şiddette ise, siz varın böyle bir azabın en ağırını düşünün…7 evet, küçük bir dokunma ile insanın, canını yakan veya onu şoke eden azabın büyüğü ne korkunçtur!.. Âyetin ifade ettiği mânâ çerçevesinde bütün bunlar vardır. Ancak âyet, Allah kelâmı olma hüviyetiyle muhataplarına nazmındaki cezalet adına mucizevî bir üslûp göstermektedir.
Şöyle ki, âyetin umumî mânâsında nasıl azlık ifadesi örgüleniyor; öyle de âyette kullanılan kelimeler dahi aynı şekilde azlık ifade etmekte ve böylece âyetin cüzleri, onun bütününe mânâ yönüyle payanda ve destek olmaktadır. Hatta daha derinlemesine düşünürsek harfler dahi sesiyle, mahreciyle, mûsıkîsiyle, edasıyla bu mânâyı beslemekte ve teyit etmektedir.
Ancak şu son kısım bir zevk işidir. Kur’ân’ın diline vâkıf olmayanların bu zevki tatmaları imkânsızdır. Onun için biz de birinci kısımla alâkalı nükteleri takdimle iktifa edeceğiz. Şimdi önce biraz âyetin kelimeleri üzerinde duralım:
إِنْ “Eğer”: Bu kelime, şek (şüphe) ifade eder. Şek (şüphe), ise azlığa delildir.
مَسَّ fiili, çok az dokunma, elinin ucuyla hafif değiverme demektir. Yine azlık ifade eder. Ayrıca kelimenin kendi yapısındaki şeddeli “sin”de dahi bir hafif sesliliği, bir yumuşaklılığı hissetmek mümkündür.
نَفْحَةٌ kelimesi, bir kokucuk, bir esinticik mânâsına gelir. Sonundaki tenvin tenkir (bilinmezlik) içindir. O kadar az ki, bilinmiyor demektir. Bu azap, bir kasırga, bir hortum çapında değil, sadece bir kokucuk, hem de bilinmeyecek derecede küçük bir kokucuk şeklindedir.
مِنْ bir parça, bütünden bir bölüm mânâsınadır ki, yine azlığı ifade eder.
عَذَاب kelimesi نَكَال ve عِقَاب gibi kelimelere göre az bir ceza demektir. Kökten kazıma ve şiddetli azaba maruz bırakma yerine sadece عَذَاب kelimesinin seçilmesi de mânidardır. Hatta Muhyiddin İbn Arabî gibi bazı kimseler; عَذَاب, عَذْب kökünden gelir, عَذْب ise tatmak demektir. Dolayısıyla belki de azap, (artık bir süre sonra alışmaktan dolayı) bazı kimselere zevk verecektir8, demektedirler. Dolayısıyla azap kelimesi ceza mânâsında en yumuşak kelimelerden biridir. Bu yönüyle o da azlığı ifade etmektedir.
رَبّ terbiye eden, yetiştiren, rahmetle imdada koşan demektir. Kahhâr, Cebbâr, Müntakim, Mümît gibi isimlere nazaran Rab kelimesi çok açıkça şefkati hissettirir. Bu da, azaba ayrı bir hafiflik mânâsı kazandırmaktadır.
Görüldüğü gibi, âyetin umumu azlık ifade ederken, âyetteki her kelime, hatta her harf dahi o azlığa delâlet etmektedir. Hiçbir beşer karihasının bu kadar ustalıkla söz söylemesi mümkün değildir.
İkinci misal: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcar ve infak ederler.”9 âyetidir. Bu âyette esasen zekâta ait bütün prensipler mevcuttur. Şöyle ki;
a) İnsan, zekât verirken bütün malını değil, malından bir parça vermelidir. Gerektiğinde Hz. Ebû Bekir gibi bazı kimseler bütün mallarını Allah yolunda infak edebilirler ama bu, hususî bir durumdur ve çok kere de Hz. Ebû Bekir ruhundaki insanlara mahsustur. Onun içindir ki Efendimiz, Kâ’b b. Malik ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi sahabilerin, mallarının bütününü infak tekliflerini geri çevirmiş ve böyle bir davranışın aşırılık olacağını ifade buyurmuştur. Sa’d b. Ebî Vakkas ısrar edince de, ancak malının üçte birini infak etmesine razı olmuştur. Ayrıca, bu hâdise münasebetiyle Efendimiz, ebede kadar yeni ve taze kalacak şöyle bir prensip getirmiştir: “Senin, evlâd ü iyâlini zengin bırakman, onları başkalarına muhtaç bırakmandan daha iyidir.”10
b) Zekât verilecek mal helâl kazançtan, helâl rızıktan olmalıdır. Haramla yapılan hiçbir harcama Allah katında makbul değildir. Meselâ, bir insan haram olarak kazandığı şeyin hepsini Allah için harcasa veya böyle bir kazançla hacca gitse, kat’iyen onun haccı Allah tarafından kabul edilmez.
c) Zekât verilen şahsa minnet edilmemeli, verilen şey başa kakılmamalıdır. Zaten bir başka âyette bu husus açıkça dile getirilir ve şöyle denilir: “Ey insanlar, insanlara gösteriş için malını verip Allah’a ve ahiret gününe inanmayan adam gibi, başa kakmakla ve eziyet etmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.”11
d) Zekât ancak muhtaç olana verilmelidir. Öyle ki, o şahıs hem zekât almaya ehil olmalı hem de onu nafakası için harcamalıdır.
e) Zekât, Allah rızası düşünülerek verilmelidir. Başka gaye ve maksatlar zekâtın ruhunu zedeleyen faktörlerdir.
İşte bütün bu esasları, zikrettiğimiz âyetin içinde bulmamız mümkündür. Bu da Kur’ân’ın lafzındaki cezalete ayrı bir örnek, ayrı bir delildir.
Şimdi, saydığımız hususları sırasıyla âyette takip etmeye çalışalım:
a) Malın hepsi değil, bir kısmı verilmelidir. مِمَّا’daki مِنْ “teb’iz” için olup, bir parça, az bir bölüm demektir. Dolayısıyla verilecek zekât, Allah’ın rızık olarak verdiğinden küçük bir parça olmalıdır.
b) Zekât, kişinin kendi helâl malından verilmelidir. رَزَقْنَاهُمْ’deki هُمْ zamiri buna işaret eder. Zira âyet “Kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.” demektedir. Ali’den alınıp Veli’ye verilen kat’iyen zekât olmaz.
c) Minnet etmemek, başa kakmamak.
رَزَقْنَاهُمْ’deki نَا zamiri bize bu mânâyı fısıldar, yani “Rızkı veren Biziz, öyle ise hiç kimsenin o mevzuda, başkasına minnet edip başa kakmaya hakkı yoktur.” demektedir. Evet, toprağı, suyu, havayı, güneşi yaratan Allah’tır. Bunların varlığıyla neşv ü nemâ bulan tohumu da Allah yaratmıştır. Öyle ise insan neye mâliktir ki, mahsulün öşrünü veya zekâtını verirken, verdiği insana karşı gurur, kibir ifade eden tavırlara girsin ve karşı tarafa minnet etmeye kalksın.
d) Zekât, muhtaç olanlara verilmelidir. يُنْفِقُونَ ifadesi de buna işaret eder. Yani, kendisine zekât verilenler, bunun nafaka olduğunu unutmamalıdırlar.
e) Zekât, Allah için verilmelidir. Yine رَزَقْنَا ifadesi buna işaret eder, yani “Rızkı veren Benim, öyle ise infak da ancak Benim adıma olmalıdır.”
Bütün bunların yanında “rızık” kelimesiyle zekât, daha başka mânâlara da açık bir kelimedir. Evet, nasıl mal rızıktır, ilim de öyle bir rızıktır. Hitabet de bir rızıktır. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. Öğretmek, hakkı anlatmak, ilmin ve hitabet kabiliyetinin zekâtını vermek demektir. İşte مِمَّا’daki مَا’nın umumiyet ifade etmesi bunlara da parmak basmaktadır.
Görüldüğü gibi, bir âyetin kısa bir bölümüne o kadar çok hakikat sığdırılmıştır ki, böyle bir durum ancak ilâhî bir kelâmda bulunabilir. Evet, hiçbir beşer sözünde bu bereket ve bu bolluğun bulunması söz konusu değildir.
Üçüncü Misal:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Bu misaldeki âyeti bir bütün olarak ele alacak olursak mealen âyette şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun, bir kere de azmettin mi artık Allah’a tevekkül et; çünkü Allah Kendine tevekkül edenleri sever.”12
Burada âyetin tahliline geçmeden evvel, ileride anlatacağımız hususlara ışık tutması bakımından kısa bir açıklama yararlı olacak:
Bu âyet, Uhud vak’ası münasebetiyle nazil olmuştu. Uhud’a çıkılmadan evvel Efendimiz konuyu ashabıyla istişare etmişti ki, bu mânâda istişare, devlet reisinin ashab-ı re’yin fikrini alması ve karar verilecek konuya hissen de iştirak etmeleri için çok önemliydi. Reis veya emîr bazen böyle yapar ve meseleyi görüş sahibi insanların düşüncelerine takdim eder. Orada herkes kendi fikrini söyler.. ve müzakerede bir zenginliğe ulaşılırdı. Orada, görüşülmesinde mahzur olmayan her şey görüşülürdü; ancak emîrin bilip onların bilmedikleri veya bilinmesinde değişik mahzurlar söz konusu olabilen hususlara girilmezdi. Bazen emîr mahzur faktörlerini nazara alarak, istişare ettiği insanların görüşlerinin hilafına da karar verebilirdi. Evet, bu durumda karar verme yetkisi sadece ona aitti. Ne var ki, emîrin ashab-ı re’yle istişare etmesi, yine de temel bir disiplindi. Zira bu sayede içtimaî şuur gelişmiş olur; herkes az çok ne yapacağını bilir ve kendine değer verildiği ölçüde performans sergiler…
Evet, bu ve emsali daha nice hikmetlere binaen Allah Resûlü, hep ashabıyla istişare etmişti. Uhud savaşı esnasında çoğunluk, Medine’nin dışında harp etmeye taraftardı. Efendimiz de kendi düşüncelerini ifade etti ama sonunda istişarenin değerini vurgulama adına onların görüşüne uygun karar aldı.
Derken netice itibarıyla Uhud’da bir dağılma söz konusu oldu. (Buna tam bir mağlubiyet demesek de Müslümanların, istedikleri zaferi elde edemedikleri açıktı.) Bundan dolayı Allah Resûlü’nün kalbinde hafif bir incinme olabilirdi. Bu ise, sahabe için felaketlerin en büyüğü demekti.
İşte tam bu esnada âyet indi ve bu duruma âdeta set çekti.. set çekti ve Efendimiz’e her şeye rağmen ashabıyla istişare etmesi tavsiyesinde bulundu: “Eğer Sen onlara karşı kaba, haşin olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi.”13 denildi.
Şimdi bu mealdeki âyetin kelimeleri üzerinde duralım ve bütün kelimelerin nasıl aynı mazmun, aynı mânâ etrafında örgülendiklerini görelim:
فَظَّ kelimesi Arapça’da çeşitli mânâlara gelir. En önemlileri şunlardır:
a. Kötü huylu,
b. Kaba davranışlı,
c. Ağzı bozuk, sözleriyle başkalarını kırıp-geçiren, gücendiren, nefret ettiren,
d. Çölde susadığında hayvanları boğazlayıp onların işkembelerini sıkan ve oradan çıkan bulanık suyu içen,
e. Zorlayan, her şeyi zora koşan,
f. Karışık ve bulanık işler yapan.
غَلِيظَ kelimesi ise; kalın, kaba, katı, haşin ve sert mânâlarına gelen غِلْظَةٌ kökünden türetilmiş bir sıfattır ve incelik, yumuşaklık, nezaket ve mülayemetin zıddıdır. Kelimeyi teşkil eden harflerin sertliği, iç mûsıkîsi, ayet içindeki diğer kelimelerle müşterek hem-âhenk olması mazmun ve müfadda birleşik noktayı işaretlemektedir.
اِنْفَضَّ kelimesine gelince; bir şeyin, başka bir şeye çarparak kırılıp dökülmesi, tazyik altında kalan herhangi bir şeyin dağılması, başın koparak, diğer unsurların etrafa yayılmaları gibi mânâlara gelir.
Görüldüğü gibi âyetteki kelimelerin hepsi aynı mânâ etrafında odaklaşmakta ve mûsıkîleriyle dahi bir baskı, bir şiddet ve bir dağılmayı ifade etmektedir ki, anlatılmak istenen de odur. Evet, eğer ortada bir baskı, bir tazyik varsa dağılma, patlama ve kırılma kaçınılmaz olur. Bunlardan biri sebep, diğeri ise neticedir. Böyle bir sebep ve netice münasebetini bu kadar insicam içinde başka şekilde ifade etmek ise imkânsızdır. Evet, hâdise, öyle kelimeler seçilerek anlatılmıştır ki, bunun üstünde anlatış olamaz.
Esasen bütün Kur’ân âyetleri ele alınıp tahlil edilebilse, hepsinde aynı hususiyeti görmek mümkündür. Evet, Fatiha-i Şerife’den “Nâs” sûre-i celilesine kadar Kur’ân-ı Kerim’in hemen bütününde aynı cezaleti, aynı bütünlüğü görmek mümkündür. Meselâ, Fatiha sûresinin ilk âyeti اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ’dir. Bu âyette anlatılmak istenen; hamd ü senâ ve şükr ü minnetin zerreden küreye/kürelere, dünyadan ukbâya, ecsaddan ervaha, maddeden mânâya her şeyi yaratan, sevk ve idare eden bütün âlemlerin Rabbi Allah’ın (celle celâluhu) hakkı, biz gibi yaratıkların da vazifesi olduğu hakikatidir. Bu hakikat, âyeti teşkil eden kelimelerin hemen hepsinde bir mânâda meknûzdur.
Şöyle ki, حَمْدُ kelimesi, yukarıda sözü edilen ve edilmeyen tazim ve minnet mülâhazalarının bütününü câmi bir lafızdır ve âyette anlatılmak istenen mânâyı bi’t-tazammun ifade etmektedir. اَللّٰهُ lafz-ı celâlesi Mâbud-u Mutlak’ın hâs ismi olması itibarıyla, hamd ü senâ, şükr ü minnet, medh u tebcil bu ismin tazammun ve iltizam ettiği mânâlar olması itibarıyla O’nun hakkı ve O’na mahsus olduğuna en kat’î delâletle delâlet etmektedir. Keza لِلّٰهِ’deki ل istihkak ve ihtisas mânâlarına gelmesi açısından hamd ü senânın O’na mahsus ve O’nun hakkı olmasını işaretlediği açıktır.
رَبِّ الْعَالَمِينَ ifadesi; her şeyi yoktan var eden, merhamet ve şefkatle görüp gözeten ve var ettiklerini değişik şekillerde donatan, türlü türlü ihsanlarla sevindiren, bütün âlemlerin Rabbi olması itibarıyla her türlü takdir, tazim, tebcil ve hamd ü senâ da bi’l-iltizam O’nun hakkı olduğunu gösterir ki bu da اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ âyetiyle anlatılmak istenen hakikate omuz vermektedir.
Hem meselâ Nâs sûre-i celilesi, hem bir tevhid-i rubûbiyet ifade etmesi, hem her türlü olumsuzluk ihtimalleri karşısında O’nun değişik tasarruflarının me’hazi olan ad ve unvanlarına insanların dikkatlerini çekerek onlara biricik melce ve mencâlarını hatırlatması, hem de onların maddî-mânevî korunmaları adına gerekli esasları göstermesi… gibi hususları ihtiva etmektedir ki, bir mânâda sûrenin temel mazmunu da işte budur.
Bu temel mazmun, bütün âyet ve cümlelerde de tele’lü etmektedir. Şöyle ki, insî ve cinnî şeytanlar, görülmedik ve sezilmedik şekilde insanoğlunda işletilmeye ve ona nüfuz etmeye müsait belli damarları hem sinsice kullanarak onu ifsat etme taarruzlarına karşılık, o da, boşluklarının farkında olma şuuruyla o Kudreti Sonsuz’a yönelip düşmanlarının muhtemel hücum keyfiyetlerine mukabil رَبِّ النَّاسِ , مَلِكِ النَّاسِ , إِلٰهِ النَّاسِ unvanlarıyla ve aynı zamanda o olabildiğine sinsiliği aliterasyon üslûbuyla vurgulamasında öyle bir zenginlik, cezalet-i beyan söz konusudur ki, dahası olamaz.
Ancak biz, diğer mevzulara geçebilmek için şimdilik bu birkaç misalle iktifa etmek istiyoruz. Sadece şu birkaç misal dahi hiçbir şüphe ve tereddüde mahal olmadığının delilidir. Evet, Kur’ân’ın lafzında tasavvurları aşan öyle bir cezalet, bir bolluk ve bir zenginlik var ki, tek başına Kur’ân’ın, Allah kelâmı olduğunu gösterir.
2. Beyanın Bedîîliği ve Garipliği
Kur’ân-ı Kerim’in üslûbunda bir tazelik, bir gariplik vardır. Yani Kur’ân, o güne kadar hiç görülmemiş ve kullanılmamış enfes, imrendirici bir üslûba sahiptir. Şöyle ki, daha önceki edip, beliğ ve şairlerin ifade ve beyanlarıyla karşılaştırıldığında, Kur’ân onlardan hiçbirine benzememektedir. Dahası Kur’ân-ı Kerim’in nüzulünden sonra yazılmış eserler için de aynı şey söz konusudur… Evet, bunların da hiçbiri Kur’ân’a benzememektedir. Onun üslûbu kendine mahsustur; ne o kimseyi taklit etmiştir ne de kimse onu taklit edebilmiştir.
Aslında üslûptaki garipliğin, muhataplarda bir yadırgama, bir kabullenememe meydana getirmesi muhtemelken, Kur’ân’ın o bedîî üslûbu yadırganmak şöyle dursun, orijinal bulunmuş ve takdir görmüştür. Onun üslûbunda her zaman muhatabı çepeçevre kuşatan ılık bir atmosfer vardır. Onun içindir ki, pek çok kimse onu bir kısım peşin fikirlerle de olsa dinlediklerinde, onun o büyüleyici tesirinden kurtulamamış, hatta çokları hemen iman etmiş, etmeyenler de, Kur’ân’ın büyüklüğünü kabullenmek zorunda kalmışlardır. Velid b. Muğîre ikinci şıkka ait en çarpıcı örneklerdendir. O, Allah Resûlü’nü dinledikten sonra, Mekke müşriklerine şöyle der: “Vallahi ben şiiri en iyi bilenlerinizdenim. O’nun söyledikleri şiir değildir. Kâhinlere, sihirbazlara ait nice sözler dinledim. O’nun söyledikleri, bunlara da benzemiyor. Dolayısıyla gelin O’nunla uğraşmayın.”14
Zaten kendisi de o günden sonra köşesine çekilir ve Allah Resûlü’ne karşı belli ölçüde tavır almaktan vazgeçer. Evet o, Müslüman olmamıştır ama Kur’ân karşısında âdeta çarpılmış ve kendinden geçmiştir.
Kur’ân’ın üslûbundaki garipliği iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
Birincisi, harflerdeki, özellikle “mukattaa” harflerindeki büyüleyicilik;
İkincisi de, Kur’ân’ın bütününde görülen o harikulâde câmiiyettir.
a. Mukattaa Harflerindeki Büyüleyicilik
Kur’ân’ın harflerinde, özellikle mukattaa harflerinde teshir eden bir gariplik ve bir orijinallik vardır.
Mukattaa harfleri, bazı sûrelerin başlarındaki “Elif, Lâm, Mîm” gibi harflerdir. Hâlbuki o güne kadar böyle harflerle ilgili bir şifreleme usûlü hiç görülmemiş ve denenmemiştir.
Evet, Kur’ân’ın sırları onun ruhuna şifrelenmiştir. Bu şifrelerin anahtarları da “mukattaa” harfleridir. Şifrenin ne demek olduğunu bilenler bunu iyi anlarlar. Kulaklığı takan alıcı bir telsiz operatörünün kulağına bizce mânâsız “di-di-dâ-dit; dâ-dâ-dit”… gelir. O da bu sesleri “F-G” gibi harflere çevirir ve beşer beşer yazar. Ancak bu harflerden önce operatör bir grup rakam almıştır ki, bütün sır işte bu rakamlardadır. Gelen şifrelenmiş mesaj, işte bu rakamlarla çözülür ve bir mânâ ifade eder.
İsterseniz, mukattaa harflerinin Kur’ân’daki sırlara birer şifre olduğunu buna benzetebilirsiniz. Ama bu sadece bir benzetme. O harfler olmasaydı, Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman gibi kimseler, o hazinenin kapısını açamaz ve Kur’ân’a ait sırlara vâkıf olamazlardı.
Harflere ait şifreleri bilmeye gelince, o tamamen bir ilham işidir. Cenâb-ı Hak, murad buyurduğu insanların gönüllerine bu şifreleri ilham eder. Onlar da kendi devirlerinde Kur’ân’a ait sırları bu şifreler vasıtasıyla çözer ve çevrelerine ilâhî sırları duyururlar. Bu sırlar, mükellefiyetlerimizle alâkalı sırlar değildir. Bunlar, bir tür mâide-i Kur’âniye ve ekstra ihsan-ı rabbaniyedir.
Biz burada, mukattaa harflerine ait mucizevî yönlerin hepsini açıklayacak iktidarda değiliz. Ancak, bir fikir vermek bakımından önemli gördüğümüz birkaç hususa temas edip geçmek istiyoruz.
Kur’ân, mukattaa harflerini intihap ve işleyişte belli bir yol takip etmiştir. Şöyle ki: Kıraat ilmiyle meşgul olanların bildiği üzere harfler mehcûre, mehmûze, şedîde, rahve, kalkale… gibi kısımlara ayrılır. Bunlardan bir kısmı yumuşak, diğer kısmı ise şiddetli harflerdir. Mukattaa harflerinde, Arap alfabesinde mevcut harflerin sadece yarısı kullanılmıştır. Kullanılan harfler de yine bir tasnife/tansife tâbi tutulmuş ve yumuşak harfler, şiddetli harflerin iki katı olarak alınıp kullanılmıştır. Böyle bir taksim, kat’iyen rastlantılara bağlı ve tesadüfî olamaz, olamaz ve bu itibarla da, harflerin bu şekilde tanzimi dahi tek başına Kur’ân’ın mucizeliğini ve Allah kelâmı olduğunu işaretlemektedir. Bu hususu şöyle basit ve avamca bir misalle anlatmak mümkündür.
Farz edelim ki, bir yol kenarında belli sayıda direkler bulunuyor. Sonra görüyoruz ki, bu direkler birer tane atlanarak yıkılmışlar.. yani bu yıkılmalarda hep birer direk atlanılmış ve öyle yıkılmış. İşte böyle bir şey tesadüfî olamadığı gibi, esen bir rüzgârla birer direk atlanarak bunların yıkıldığını söylemek de makul bir izah sayılmaz. Zira yıkılan direklerin yıkılmasında, yerinde kalanların ise bırakılmalarında bir kasıt, bir irade ve bir tercihin söz konusu olduğu görülmektedir.
Mukattaa harflerinin seçilişinde de aynı durum bahis mevzuudur ve bu seçilmeler asla gelişi güzel değildir.
Meselâ, Kur’ân’da sadece iki yerde mukattaa harfi olarak “قٓ” vardır. “قٓ” harfi ile başlayan Kâf sûresi ve Şûrâ sûresindeki “قٓ”tır.
İşarî yorumculara göre ق, şifre olarak Kur’ân demektir.. evet, dikkat edildiğinde “ق”ın Kur’ân’a ait bir şifre olduğu görülür. Şöyle ki, her iki sûrede 57’şer tane “ق” vardır. Bunların toplamı 114 eder. Bu rakam, Kur’ân-ı Kerim sûrelerinin yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki “ق” sayısı, remzen Kur’ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir. Zaten her iki sûrenin mânâ ve muhtevası da Kur’ân’la çok alâkalıdır. Kâf sûresi قٓ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ diye başlar ve Kur’ân’a kasem eder. Sonunda da فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَعِيدِ “Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.”15 der ve sûreyi tamamlar.
Şûrâ sûresi de حٰمٓعٓسٓقٓكَذٰلِكَ يُوحِۤي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللّٰهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf. O Aziz ve Hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyeder.”16 ifadesiyle başlar ve Kur’ân’ın bir hususiyetini dile getirerek bitirir. Sûrenin sonunda da aynen şöyle denilmektedir:وَكَذٰلِكَ أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِه۪ مَنْ نَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِۤي إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍصِرَاطِ اللّٰهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَۤا إِلَى اللّٰهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ “İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola hidayet rehberliği yapıyorsun: Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah’ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner!”17
Görüldüğü gibi her iki sûrenin başı ve sonu Kur’ân’la alâkalıdır. Zaten “ق” ile Kur’ân’a remiz yapıldığını, ardından da her iki sûrede Kur’ân’ın anlatıldığını daha önce işaretleyip geçmiştik. Orada da ifade ettiğimiz gibi, her iki sûrede 57’şer defa “ق” zikredilmiş, toplam sayı ile de Kur’ân sûrelerinin adedi işaretlenmiştir.
Böyle bir tespit, tayin ve şifre kat’iyen tesadüflere verilemez; evet, bütün bunların kendiliğinden olması mümkün değildir.
Hem bu sûre, son inen sûrelerden de değildir. Öyle ise bu tesbit, sûre ve âyetler daha inmeden/indirilmeden onları bilen birisi tarafından belirlenmiştir. Evet, bu, Efendimiz dahil kimsenin işi olamaz. Zira O dahi, Kur’ân’ın nüzulü tamamlanmadan onun 114 sûreden ibaret olacağını biliyor değildi. Bilmediği için de 114 ق ile 114 sûreye işaret etmesi imkânsızdı.
İşte bütün bunlar ve daha nice delâil, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu gösterdiği gibi mukattaa harflerinin sıralanış ve adedi de ayrıca mucize çapında bir harikadır.
Kur’ân harflerinde mevcut orijinalliklerden biri de, mukattaa harflerindeki öncelik ve sonralık durumuna göre, sûrede geçen aynı harflerin eksik veya fazla olmasıyla alâkalıdır. İsterseniz bunu da yine bir misalle izah etmeye çalışalım:
Meselâ: Ra’d sûresinin başında الٓمٓرٰ harfleri vardır. Bu harfler, gösterildiği şekilde tertip edilmiştir. Yani birinci sırada “ا”, ikincide “ل”, üçüncüde “م” ve dördüncü sırada da “ر” vardır. Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır.
Şöyle ki: Ra’d sûresinde 625 “ا”, 479 “ل”, 260 “م”, 127 tane de “ر” vardır.
Bunlardan başka bu sûrede, mukattaa harflerinin sıralanışı ile aynı harflerin sûre içindeki tekrarı da ciddî bir tenasüp ve uygunluk sergilemektedir. Bu durum sadece Ra’d sûresine mahsus da değildir. Meselâ, Bakara sûresinin mukattaa harfleri olan الٓمٓ ’de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir. Bu sûrede 4592 “ا”, 3204 “ل”, 2195 tane de “م” vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara sûresinde de kendini korumuştur.
Mukattaa ile başlayan bir başka sûre de “Âl-i İmrân”dır. Aynı ilmî program ve tayin bu sûrede de söz konusudur. Sûrenin mukattaa harfleri الٓمٓ’dir. Harf sayısı da yine bu sıraya göre tanzim edilmiştir. Sûrede 2578 “ا”, 1885 “ل”, 1251 “م” mevcuttur. Görüldüğü gibi sıra yine korunmuştur. Harfleri sayılacak olsa, Ankebût ve Rum sûrelerinde de aynı durum görülecektir.
Yâsîn sûresinde ise durum tamamen farklıdır ve aksinedir. Bu sûrede sonra gelen öncekinden daha çok zikredilmiştir. Zira Yâsîn sûresinin mukattaatında harflerin normal sırası tersine dönmüştür. Yani en son harf olan “ي” başa geçmiş, sıralamada ondan önce olan “س” ise sona kalmıştır. Öyle ise bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da tersine dönmeli, “س” daha çok, “ي” ise daha az olmalıdır. Nitekim öyle de olmuştur.
Mukattaa harfleriyle alâkalı hususu işin erbabına bırakarak şimdilik bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.
b. Kur’ân’ın Umumî Mânâdaki Câmiiyeti
Kur’ân-ı Kerim, çeşitli devirlerde yaşayan her seviyede insanın anlayışı ve fikrî kapasitelerine ayrı ayrı riayet etmekte eşsiz bir üslûp ve beyana sahiptir. O, öyle bir dil kullanır ki, nazil olmaya başladığı devrin insanları, o dili çok rahatlıkla anladıkları gibi asırlar sonra gelen insanlar da aynı dili rahatlıkla anlayabilirler. O, maksadını öyle bir üslûpla ifade eder ki, bizzat gökler ötesi âlemden onu alıp getiren Cibril, onun ifadelerinden kendine göre mânâlar çıkarır, Efendimiz onun esrarını kendi ufku açısından anlar, sonrakilerin istifadeleri de kendilerine göre olur. Tabiî bunun yanında dağda koyun güden bir çoban, saban süren bir çiftçi, ev işleriyle meşgul bir kadın veya bir bedevi de o Kur’ân’dan neler ve neler anlar…
Asırlar asırları kovalar; Ebû Hanifeler, Şafiiler, Ahmed İbn Hanbeller, İmam Malikler ve daha nice devâsâ kametler ve eşsiz dehalar ona talebe olur, ruh ve kalbleriyle ona yönelir ve ondan ne lâl-ü güherler elde ederler. Aslında bizim gibi onlara çıraklık dahi yapamayacak insanların ona müracaat ettiklerinde alacak pek çok şey bulmaları onun ne cömert bir kaynak olduğunu gösterir. Allah için, bu nasıl bir ifade tarzıdır ki, Mele-i A’lâ’nın sakinleri de ondan yararlanmakta, kültür ibresi sıfırı gösteren kimseler de ondan istifaze etmektedir. İnsanın beynini donduracak bu harika keyfiyeti, Cenâb-ı Hakk’a vermeden ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu kabullenmeden izah mümkün değildir.
Bilindiği gibi, çevrenin insan üzerinde tesiri büyüktür. İstidat, kabiliyet ve melekelerde inkişaf, müsait şartların hazırlanmasıyla olur. Sarayda yetişmiş, hususî mürebbiyelerce terbiye edilmiş, hususî öğretmenlerden ders almış ve böylece ruhu, hisleri, kalb ve kafası mamur hâle gelmiş bir insan, elbette ki sokaktaki herhangi bir fertten farklı seviyede bir donanıma sahip olacaktır.
Bu itibarla da onu muhatap alanlar ifadelerinde, en azından onun seviyesini tutturmak zorundadırlar. Tabiî bu ifadeler sokaktaki bir insanın başının üstünden uçup gidecektir. Ne var ki, hitap eden Kur’ân olunca, işin mahiyeti de değişmektedir. O, sarayda yetişmiş insanla, sokaktaki insanı aynı anda huzuruna alır ve her ikisine de aynı ifadelerle hitap eder; neticede her ikisi de kendi seviyelerine göre onu anlar, ona talebe olur ve onun irşad halesine girerler. İşte, biz buna, Kur’ân’ın “Câmiiyet”i diyoruz. Kur’ân’a ait bu hususiyeti, Efendimiz bir hadislerinde şöyle dile getirirler: “Her âyetin bir zahrı, bir batnı, bir son sınırı (serhaddi), bir de serhat ötesi vardır. Ayrıca bunların hepsinin de hem dalları hem de bir kısım yaprakları vardır.”18
“Zahr” sırt, “batın” karın demektir. Bununla, görünen veya açıkça görünmeyen mânâlar kastedilir. Ancak bu görünmeyen mânâlar da gözüne firaset sürmesi çekilmiş kalb ehli tarafından görülebilir. Bu da gayet normaldir.
Nasıl ki, nice ışık ve ses dalgalarını biz normal şartlarda çıplak gözle göremez ve kulaklarımızla işitemeyiz; hâlbuki bir radyo veya televizyonun düğmesine dokunduğumuzda bunlar işitilip görülür hâle gelir; bunun gibi Kur’ân’ın da böyle görünmeyen bir kısım mânâları vardır ki, onları ancak gönül erleri anlar ve idrak ederler. Kur’ân’ın bâtınî mânâlarını bir araya getiren yüzlerce cilt tefsir yazılmıştır. Bunlardan bir kısmı bütün Kur’ân’ı, bir kısmı birkaç sûreyi, diğer bir kısmı sadece bir sûre veya âyeti tefsir etmişlerdir. Cenâb-ı Hak kimin gönlüne ne kadar ilham etmişse, o da bize o kadarını intikal ettirmiştir.
Her âyetin bir “haddi” bir de “muttalaı” vardır. Bazen âyetlerin mânâsı menşe itibarıyla kavranır. Bazen de bu kavrama netice itibarıyla olur. Bundan başka her “zahr”ın, her “batn”ın, her “had” ve “muttala”ın da değişik dalı, budağı, yaprağı ve meyvesi vardır ki, bunlara ulaşmak yüce kâmetlerin işidir. Ayrıca her devir insanı da bunlara muttali olamaz. Belki önceleri anlaşılmayan bu hakikatler daha sonraki devir ve asırlarda anlaşılacaktır.
Onun içindir ki, Kur’ân asla zaman aşımına uğramaz. Kur’ân’ın gençlik ve tazeliği kıyamete kadar bâkîdir. Daha dünyanın ömrü elli asır devam etse, o gençlik ve şebâbetinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Nitekim bugüne kadar yazılmış binlerce, yüz binlerce tefsir bunun apaçık delilidir. Son mü’min, son nefesini verinceye kadar da Kur’ân talebeleri kendi seviye ve kapasitelerine göre ondan hep değişik mânâlar devşirecektir. Kur’ân’ın ilâhî câmiiyeti de bunu gerektirmektedir.
Biz burada Kur’ân’ın bu özelliğini bir-iki misalle göstermeye çalışacağız. Neticede görülecektir ki, Kur’ân her insana ve her devrin insanına ayrı ayrı hitap etmek gibi bir hususiyetin tek ve yegâne beyan âbidesidir. Ondan başka hiçbir kelâmda bu harika keyfiyete şahit olmak da mümkün değildir.
Birinci misal: Nebe sûresindeki أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا “Yapmadık mı arzı bir beşik?”19 âyetidir. Şu üç-dört kelimelik âyette, Kur’ân’ın nasıl bir câmiiyete sahip olduğunu görürsek, sair âyet ve sûreleri buna kıyas ederek daha net bir değerlendirme yapabiliriz.
Âyet, yerin bir beşik olarak hazırlandığını söylüyor. مِهَاد; مَهْد veya مُهْد kökünden gelir ki, beşik veya döşek demektir. Bu mânâya göre yeryüzü, üzerinde rahat gezilebilen bir beşik gibidir. İnsanın ihtiyacı olan her şey orada hazır hâlde bulunmaktadır. Âyetten bu mânâyı anlamak için ayrıca öyle derin ilim, irfan ve araştırmaya da ihtiyaç yoktur. Zira bunlar, herkesin müşâhede edebildiği türden şeylerdir.
Edebî zevk sahibi biri bu âyetten şöyle bir mânâ anlar: Zemin öyle bir beşik ve bir döşek gibi hazırlanmıştır ki, insan onu her zaman bir ana kucağı sıcaklığında bulur ve hep huzur soluklar. Ayrıca o, sürekli bir beşik gibi sallanmaktadır; ancak bu sallanma, o denli âhenkli, düzenli ve dinlendiricidir ki, insan ona “Beşiğim” diyebilir. Eğer o hareket ve sallanma böyle bir âhenk ve nizamla olmasaydı, hiçbir şey yerinde, kararında kalmaz ve biz de şimdilerde tadıp duyduğumuz huzuru kat’iyen bilemezdik. Oysaki o vaz’ı ve konumu itibarıyla şefkatli bir ananın salladığı beşik gibi sallanıyor. Öyle ki biz, bu sallanmanın farkına bile varamıyoruz. Bu da dünyayı bizim için hazırlayan Zât’ın nasıl sınırsız bir şefkate sahip olduğunu gösteriyor.
Evet, madem dünya O’nun tasarrufundadır ve O’nun tasarrufuyla sallanmaktadır; öyle ise endişe edecek, korkacak, tedirgin olacak bir şey de yoktur. İşte bu düşüncedir ki, ruhlarımıza ılık bir güven duygusu vermekte ve çocuğun, annesinin salladığı beşikte duyduğu aynı güveni duymakta ve çevremizde olup biteni değerlendirdiğimiz ölçüde hep huzurla soluklanmaktayız.
مِهَاد kelimesinin bir mânâsı da düz yer ve satıh demektir. Düşünce ufku itibarıyla biraz daha derinleşmiş bir insan ise bu âyetten şu mânâyı anlar: Her insan, bulunduğu nokta ve yer itibarıyla zemini yuvarlak değil de düz bir satıh gibi görür. Yani aslında dünya küre şeklindedir ama insanların, bulundukları yerleri düz satıh şeklinde görmeleri hiss-i zâhirin gereğidir. Hele bir de bundan asırlarca öncesi düşünülecek olursa…
Bu hususlar farklı bir zaviyeden âyetin yorumu. Diğer açıdan dünyanın küre şeklinde olduğuna işaret eden o kadar çok âyet vardır ki, yeri geldiğinde icmâlen dahi olsa onlara da işaret edilecektir.
Evet, görülüyor ki, bu kısacık âyet ayrı ayrı tabakalardaki insanlara, ayrı ayrı mânâlar ilham etmekte ve her tabaka da kendine bakan mânâ yönüyle tam tatmin olmaktadır.
İkinci Misal: Kur’ân, وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا “Dağları kazıklar yapmadık mı?”20 buyuruyor.
Buradaki istifham, isbâtîdir. Bu da “Dağları kazık yaptık.” demektir. Âyetin sadece zâhirî mânâsına bakan ve değerlendirmesini bu şekilde yapan ümmî bir insan, dağları karşıdan kazıklar şeklinde görür ve kendi seviyesine göre bu ifadeyi yerinde bulur. Zaten dağların duruş şekli de, yere çakılmış kazıklara benzemektedir.
Bir şaire bu âyet, –Bediüzzaman üslûbuyla21– şu mânâları ilham eder: Evet, şairane bir ruha göre yeryüzü bir taban, sema da yıldızlarla yaldızlı bir tavandır. Semanın etekleri ufuklarda dağların başına binmiş veya dağlar semanın eteklerine omuz verip onu tutuyor gibidir. Böylece dağlar, âdeta tavanı tutan sütunlara benzerler. Dünya bu hâliyle, bir kasrı, bir sarayı andırır. Öyle ki bu sarayın tavanında milyonlarca ışıl ışıl seyyar lambalar, sarayın tabanı ise yemyeşil halılar gibi otlar, rengârenk ve çeşit çeşit çiçeklerle süslenmiştir. Düşünün ki, böyle büyük bir sarayın tavanıyla tabanını birleştiren dağlara sütunlar nazarıyla bakmak ne kadar latîftir..!
Hayatını çadırda geçiren bir göçebeye gelince, o da bu âyetten kendine göre bir şeyler anlar. Şöyle ki, onun nazarında dağlar, mahrûtî (konik) birer çadır gibidirler. Ne var ki, bunlarla göçebelerin çadırları arasında bir fark vardır; o da, bu çadırlar, ihtişam ve rasânetleriyle her şeyi aşan bir sonsuz kudretle ayakta durmaktadır. Göçebe meseleyi böyle görür ve böyle değerlendirir. Demek ki âyetin mânâsından o da istifade etmekte ve kendine göre bir şeyler anlamaktadır.
Bir idareci de bu âyetten devlet sistematiğini anlar. Evet, devlet, toplumun sevk ve idare vazifesini üstlenmiş bir kuruluş gibidir. Tabir-i diğerle o, bir ülkede bir hükümete ve ortak nizama bağlı yaşayan bir topluluğun meydana getirdiği siyasî ve idarî bir teşkilattır. Onun da aynen dağlar gibi mahrûtî bir yapısı vardır. Zira devlet, hiyerarşi esasına göre kurulmuştur. Bu şekilde oluşamamış toplumların ayakta durması imkânsızdır. Evet, dağların birer kazık olması, işte bu mânâları da çağrıştırır.
Diğer taraftan, insan hayatının devamını sağlayan toprak, hava ve su gibi ana unsurlarla ciddî irtibat ve alâkası yönüyle de dağlar umumî hayat için birer kazık hükmündedirler.
Şöyle ki, dağlar suların mahzenidir. Bir canlının hayatını devam ettirebilmesi için su vazgeçilmez bir unsurdur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de her şeyi sudan yarattığını haber vermektedir. İnsan vücudunun %70’ten fazlasının su olması, insan hayatında suyun ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir. Diğer canlı ve bitkiler de insanlardan farklı değildir. Şöyle böyle onların da vücut yapılarının %70’inden fazlasını su teşkil etmektedir. Bu bakımdan suyun ehemmiyeti tartışılamaz. Hayatı ayakta tutan ve temel unsurlardan biri sayılan suya mahzenlik yapan ise dağlardır. Öyle ise, dağların, suların mahzeni olarak hayata direklik yaptığını söylemek zannediyorum en uygun olanıdır.
Diğer taraftan, hayatı devam ettiren unsurlardan ikincisi olan havanın tasfiye ve temizlenme işleri de büyük ölçüde dağlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Evet, dağlar, havayı tarar ve tasfiye ederler. Demek ki, hava da bir yönüyle dağlara dayanmaktadır. Evet, temiz hava olmasa insan yaşayamaz. Öyle ise, insan hayatının devamı adına dağların önemi çok büyüktür. Diğer taraftan, insanlarla dağları baştan sona örten bitki ve ağaçlar arasında karşılıklı gaz alışverişi olmaktadır. Şöyle ki, bitkiler karbondioksit alıp oksijen vermekte, insanlar ise, tam tersine oksijen alıp karbondioksit vermektedirler. Bu da, insan hayatı için ayrıca önem arz eden hususlardan bir diğeridir.
Dağlar, toprağı da korur, ona dâyelik ve annelik yaparlar. Eğer dağlar olmasaydı, denizler yeryüzünü istila ederdi ki, o zaman yeryüzünün ne hâl alacağını kestirmek zor olmasa gerek. Evet, işte böyle bataklık hâline gelmiş bir dünyada insanın yaşaması çok kolay olmayacaktı. Öyle ise, toprağın bu şekilde korunması insan hayatının devamı adına çok önemlidir. Yani insan hayatının devamı birçok yönüyle dağlara bağlıdır.
Ayrıca, yağan yağmur ve akan sellerle toprak durmadan aşınmaktadır. Eğer aşınan toprak, dağlarla beslenip takviye edilmeseydi, şu anda yeryüzünde bir avuç toprak kalmayacaktı. Yeryüzünde toprak kalmayınca da, orada insanla beraber pek çok canlının yaşaması da mümkün olmayacaktı. Hâlbuki dağlar devamlı surette toprağı beslemekte ve böylece hem toprağın hem de pek çok canlının yaşama ortamı korunmaktadır.
Bu itibarla herhâlde canlılar âlemiyle meşgul olan bir ilim adamı da, “Dağları kazıklar yapmadık mı?” âyetinde bunları ve bunlara benzer daha nice mânâları anlayacak ve Kur’ân’ın câmiiyeti karşısında o da iki büklüm olacaktır.
Herhâlde bir jeolog da bu âyetten nasibini alacak, kendine göre önemli şeylere ulaşacaktır. Evet, küre-i arz içinde her an çeşitli inkılâplar olmakta, bu inkılâplarla bazı madenler çözülmekte ve yeni yeni terkiplere girmektedir. Arzdaki bu değişim ve karışımlar, hiddetlenen bir insan gibi, yerkürenin içinde infialler ve infilaklar meydana getirmektedir. Yanardağlardan fışkıran lavlar bu iç muhtevanın sesi-soluğudur ve yerküre âdeta bu yolla deşarj olmaktadır. Tabiî böylece, daha büyük homurdanmaların da önü alınmaktadır.
Yanardağlarda lavların fışkırdığı yerleri öfkeli bir insanın ağzına benzetecek olursak, dünya bu ağızlar vasıtasıyla âdeta “of” demektedir. Tabiî ki onun “of”laması kendi çapına göre olmakta ve yerküre bu iş için kendi çapına uygun ağızlar kullanmaktadır. Elbette ki bu büyük “of”lama bazı yerlerde sarsıntı da meydana getirmektedir; ancak yerküre böyle nefes almasa ihtimal değişik şekilde çatlayacaktır. Evet, küre-i arz, dâhilî inkılaplardan meydana gelen sıkıntılarını lavlarla dışarıya püskürtmekte ve sükûnete ermektedir. Durum böyle olunca da kendisinden lavlar fışkıran yanardağlar, bir bakıma umum dünyanın selâmeti adına birer kazık ve birer koruyucu demektir.
Bu âyetten başka bir mânâyı da şöyle anlamak mümkündür: Malumdur ki, çakılan kazık veya çivinin satıh üstünde kalan kısmı, alttaki kısma göre çok daha azdır. İşte dağları kazık veya çiviye teşbihte bu mânâya da işaret edilmiştir. En yüksek dağların dahi altta kalan kısmı yukarıda görülen kısmından kat kat fazladır. Çakılmış çivinin başıyla uzun kısmı arasındaki nispet farkı, dağlar için de aynen geçerlidir. Hâlbuki bu tespit, ilim adamlarınca henüz keşfedilmiştir. Kur’ân ise bu hakikate asırlarca önce işaret etmiştir.
İşte, iki-üç kelimelik âyetlerde bile, görüldüğü gibi, hep böyle birçok yönlülük ve bir câmiiyet söz konusudur ve aslında bu özellik Kur’ân’ın pek çok âyetinde mevcuttur.
Üçüncü misal:أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا “O kâfirler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi de, Biz onları ayırdık.”22
Evvelâ, âyeti teşkil eden kelimeler üzerinde durarak kısa bir tahlil yapmak uygun olur:
Küfretme mânâsında kullanılan كَفَرَ bir şeyi örtmek, kapatmak demektir. Onun içindir ki, tohumu örten çiftçiye de bu ameliyesi sebebiyle Arapça’da “kâfir” denir. كَفَرَ الْحَبَّةَ sözüyle anlatılmak istenen mânâ da budur. Kâfire, kâfir denilmesinde de bu espri mevcuttur. Yani o, içindeki mârifet kabiliyet ve istidadını setretmiş ve onlara inkişaf etme imkânı vermemiş demektir. Böylece kalb, yüce hakikate kapalı kalmıştır. Ama bu bir neticedir. Onu bu neticeye götüren ana sebep, onun körler gibi yaşamış olması ve gerçeklere göz kapamasıdır.
Evet, kâfir, kalbini, kafasını ve bütün duygularını ihmal edip âtıl bırakan, hatta onları deformasyona uğratan insan demektir ki, âyet, hayatlarını böyle gaflet içinde geçiren ve ömürlerini cismaniyetin karanlık istekleri istikametinde tüketen insanları ve onların akla, mantığa ters tavırlarını bu kelimeyle deşifre eder.
Bitişik mânâsına gelen رَتْق kelime olarak yırtığı dikilmiş kumaş veya parçaları bir araya getirilerek birleştirilmiş nesne demektir. Bununla, yerin ve göklerin daha önceleri sıvı veya gaz hâlinde bir bütün olduğunun anlatıldığı açıktır. Evet, demek ki bir dönemde sema henüz yırtılmamış bir bütün ve hadis-i şerifte “amâ” olarak anılan bu ürperten hâliyle ilâhî tecellînin öyle bir arşıydı ki, bütün yıldızlar, sistemler, galaksiler, nebülözler bu zemin ve bu tarlada çimlenip gelişeceklerdi. (Bu mânâları âyetten nasıl çıkardığımızı ileride anlatacağız.)
Mealde, ayırma kelimesiyle karşıladığımız فَتْق yırtığı çözmek, açmak, fethetmek gibi mânâlara gelir. Âyetteki yeri itibarıyla, bir araya gelmiş gazları birbirinden ayırmaya فَتْق denir. Ayrıca فَتْق tesbih tanelerini ipe dizmek mânâsına, kapalı bir muammayı çözmeye de denir ki, bu şümûlünden ötürü âyette, diğer müradifler değil de فَتْق kelimesi kullanılmıştır. Zira o, söz konusu bütün mânâları içine alan kapsamlı bir kelimedir.
Şimdi de biraz, her kesimin bu âyetten ne anlayıp nasıl istifade edebileceğini arz etmeye çalışalım:
Evvelâ, âlim-âmi herkesin anlayacağı şu mânâ çok önemlidir:
Gökler ve yer henüz aralarında bir nizam ve âhenk teessüs etmemiş; sema yağmursuz, bulutsuz, zemin de geleceğine emanetti. Bu baş döndüren heyulanın parçaları arasında ne bir buhar alışverişi ne de bir başka münasebet vardı.. küre-i arz var olduktan sonra da ne gökten yere yağmur düşüyor ne de yerden yukarılara buhar yükseliyordu. Henüz yer-gök belirsizdi, gece-gündüz birbirinden ayrılmamıştı. Zemin döl yatağında, atmosfer de “altında da üstünde de hava bulunmayan amâ”nın bağrındaydı. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, nizamsız, âhenksiz gibi görünen bu dev kitleye bir nizam ve âhenk verdi ve tesbih tanelerini ipe dizer gibi dizdi ve her şeyin emrine musahhar olduğunu gözler önüne serdi.. arzı-semayı yarattı, zemini atmosferle donattı ve her şeye sonsuz gücünün ilhamlarını duyurdu. Öyle ki artık, gök gürledikçe zeminin yüzünde hayat gülücükleri açıyordu.
Bu seviyenin biraz üstündekiler ise, âyetten şu hususları çıkarabilirler:
Gök ve yer, biçimsiz, şekilsiz, işe yaramaz gibi bir görünümde idi… Her fiilinde binlerce hikmet bulunan ve abes iş yapmaktan münezzeh olan Allah (celle celâluhu), bütün gökleri ve yerleri bir hikmet ve bir gaye için yaratacaktı; yarattı ve gökleri, yeri bir biçime, bir şekle soktu; öyle ki dünyayı bir saray, semayı da ona yıldızlarla yaldızlanmış tavan hâline getirdi.. ve insanı da o saraya sultan yaptı; yaptı ve her şeyi âdeta onun emrine verdi. Böylece insan yeryüzünün halifesi oldu. O, iradeye emanet hususlarda istediği her şeye müdahale edebilecek ve arzuladığı şeyler de büyük ölçüde yerine getirilecekti. Sanki dünya, bir beşik, insan da o beşikte istirahat eden nazlı-nazenin bir bebekti. Varlık bütünüyle onun gözünün içine bakıyor ve onun işaretleri de âdeta dua ve emir sayılıyordu. Oysaki ona hizmet eden bu varlıklar şayet kendi başlarına buyruk olsalardı, ne onu tanır ne de onun emrine koşarlardı. Her şeyi ona musahhar kılan Cenâb-ı Hak’tı ve Cenâb-ı Hak, bu suretle insanlara sonsuz ihsanlarda bulunmuştu…
Günümüzün bilgi, tecrübe ve anlayışıyla bu âyete müracaat edenler ise, âyetten şu mânâları çıkarabilirler:
Fezada pek çok sehâbiye (nebülöz) vardır. İhtimal bizim sistemimiz de buhardan bir sehâbiye idi. Gitgide (Allah’ın iradesiyle) sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü, dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü anilmerkez (merkezkaç) kuvveti altında, Allah’ın kanun ve meşîetiyle ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Sonra da Cenâb-ı Hak, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Bu seyyareleri, hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında hem de kendi etraflarında döndürmeye başlattı…
Evet, bunun böyle anlaşılması âyetin ruhuna uygundur, zira رَتْق kelimesinin ruhunda “mâi hâlinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir nesne” gibi mânâlar da vardır. “Gök ve yer, mâi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü.” Derken, Cenâb-ı Hak onları fethetti, açıverdi, şekillendirdi ve sisteme koydu.
Burada yeri gelmişken şu nükteyi de ifade etmeden geçemeyeceğim:
Kur’ân-ı Kerim, “kâfirler” sözüyle elbette ki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören ve çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kastetmiyordu. Esasen, o günün insanına “Gökler ve yerler bir bütündü, sonra Biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık.” ifadesi, çok fazla bir şey de ifade etmezdi. Yani o günün insanı bu ifadelerden bugün bizim anladıklarımızı anlayamazdı. Bu itibarla da âyetin bugüne bakan mânâsına muhatap olan, buradaki “kâfirler” sözüyle o devrin kâfirlerinden daha ziyade, hakikatlere göz yuman, bugünün kâfirleri olsa gerek.
Görüldüğü gibi bir tek âyet, bir tek ifade ile ayrı ayrı seviyedeki insanlara ayrı ayrı şeyler anlatmakta ve her insana kendi seviyesine göre çok farklı şeyler ilham etmekte.. evet, daha önce de söylediğimiz gibi, böyle bir câmiiyet sadece ve sadece Kur’ân’a mahsustur ve daima da öyle kalacaktır. Zira hiçbir beşer sözüyle böyle bir televvüne ulaşmak mümkün değildir.
B. Kur’ân’ın Mânâsındaki Çok Yönlülük
Buraya kadar anlattıklarımız, daha ziyade Kur’ân’ın lafızlarındaki derinlik ve çok yönlülükle alâkalıydı. Bir de Kur’ân’ın mânâsında farklı bir derinlik ve câmiiyet vardır ki, o, bu yönüyle de harikadır, mucizedir.
Evet, onun mânâsında öyle bir câmiiyet vardır ki, asırlardır fakihler ondan istifade ve istinbat ile sayıları yüz binlere ulaşan eserler meydana getirmiş ve dünya kadar kitap yazmışlardır. Ârifler, irfan peteklerini onun bal özüyle doldurmuş ve bal akan kitaplarıyla milyonlara şeker-şerbet sunmuşlardır. Âşıklar, ondan aldıkları ilhamlarla coşmuş, cezb u incizabın gelgitleri arasında ne aşk ve muhabbetnâmeler meydana getirmişlerdir. Binaenaleyh, ister fıkıh, ister tefsir, ister kelâm, isterse tasavvufa dair bugüne gelinceye dek ne kadar eser meydana getirilmişse hepsinin kaynağı, esası, temeli Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır.
Evet, Kur’ân, bir taraftan Ebû Hanife, Şafii, İmam Malik, Ahmed İbn Hanbel gibi dev fakihleri yetiştirirken, diğer taraftan da Şeyh Hasan Şazilî’ye, Ahmet Rifâî’ye, İmam Rabbânî’ye, Abdülkâdir Geylânî’ye ve daha nicelerine rehberlik yapmış ve onları vilâyet semasının ayları, güneşleri hâline getirmiştir.
Evet, bu öyle bir zenginliktir ki, ormanlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve durmadan onun ruhundaki mânâlar yazılsa yine de bitmeyecek ve tükenmeyecektir. Delil mi istiyorsunuz? İşte size ölçü olabilecek küçük bir delil:
Bir insan, günde yüz sayfa okumak şartıyla sadece Hanefi fıkhına dair yazılmış eserleri okumaya kalksa, bu iş için seneler isteyen bir zamana ihtiyacı olacaktır. Diğer mezheplere ait fıkıh kitapları bu hesaba dahil olmadığı gibi, Hanefi fıkhına dair henüz bilinmeyen ve basılmadık eserler de dahil değildir. Bizim bilmediğimiz, adını dahi duymadığımız kim bilir daha nice kitaplar var ki yok olup gitmiş veya henüz matbaa mürekkebi görmemiştir.
Demek oluyor ki, diğer mezhepleri de hesaba katacak olursak, sadece fıkıhla alâkalı eserleri okumak, birkaç insanın ömrünü alabilecektir. Tefsir, kelâm, hadis, tasavvuf gibi diğer sahalarda yazılan eserleri de buna kıyas edecek olursak, ne büyük rakamlarla karşı karşıya kaldığımızı görür ve ürpeririz. Evet, işte bütün bu çağlayanlar hep Kur’ân menbaından akıp gelmektedir. Ve kıyamete kadar da akıp duracaktır.
Bu itibarla denebilir ki, Kur’ân hazinesinin cevherleri bitip tükenecek gibi değildir. Zira ondaki mânâ zenginliğinin arkasında nâmütenâhî bir “ilim” vardır.
Kur’ân, kâinatı bir bütün olarak ele alır ve öyle değerlendirir. Var olan hiçbir şey onun ilgi sahasının dışında kalmaz. Evet, Kur’ân zerreden küreye bütün mevcudatı âdeta hallaç eder. Zâhir-bâtın, iç-dış, öz-kışır her şey bütün ahvaliyle ve derecesine göre onda yerini alır.
Kur’ân-ı Kerim’in, bütün varlığı ihtiva ettiğini, her şeyden söz açtığını az dikkat eden hemen herkes anlar.
Meselâ, o, “zerre” unvanı altında atomlara yemin eder. Onların baş döndürücü keyfiyetlerini nazara verir. Böylece bu küçük parçacıklar da Kur’ân’da kendilerine ayrılan yeri almış olurlar. Küçüklüklerinden dolayı Kur’ân’ın ihâtası dışında kalmazlar. Evet, atomların sırlı deveranından, rüzgârların huzurbahş cereyanlarına kadar her şey Kur’ân’da mânâ ve değerine göre yerini alır; sıradanlıktan sıyrılır ve tasavvurlarımızı aşan değerlere ulaşır. “Andolsun; birbiri ardınca gönderilenlere. Rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara.”23
Bir de bakarsınız Kur’ân, bu deveran ve cevelanı o sûrede bırakır, başka bir sûrede ve başka bir âyette insanın kalbini, ledünniyatını ve iç yapısını ele alır; “Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer.”24 der, zâhirden bâtına geçer ve gaybî bir mesele ile ruhlarda ayrı bir ürperti hâsıl eder.
İnsanı kalbi ile ele alan Kur’ân, onun iradesini de ihmal etmez. Evet, insan iradesinin tahlili de en çarpıcı şekilde yine Kur’ân’la seslendirilir.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”25 İşte insan iradesi ve kadere ait nice sırlar, bu ifadede düğümlenmektedir.
Sonra, insanın ilk yaratılışına dikkati çeker. İçinden binlerce nebi, veli ve bunun yanında binlerce de Firavun ve Nemrut çıkaran insanın asıl yapısını, aslî cevherini de yine Kur’ân ortaya koyar: “Sizi adi bir sudan yaratmadık mı? Onu, bir karar-ı mekîne (sağlam bir yerleşme zeminine) koyduk. Belli bir süre içinde de biçimlendirdik. Ne güzel biçim vereniz Biz!”26
Ne var ki insan, hep bu güzel şekilde ve kıvamında kalamamıştır.
“Allah, sizi yaratan sonra da öldürendir; içinizde kimini de ömrünün en reziline (bebeklik çağı gibi güçsüz ihtiyarlık çağına) iletir ki, neticede o, biraz bilgiden sonra hiçbir şeyi bilmez olur. Doğrusu Allah bilendir ve her şeye kadirdir.”27
Bu durum, geçici dünya hayatında geçici bir akıbettir. Temiz ruhları ebedî bir rahat ve huzur beklemektedir ki, ahiret âlemini anlatan yüzlerce âyet hep bu gerçeği nazara verir.
İnsan ölür. Her ölen insanla beraber hususî bir kıyamet kopar. Güneş dürülür, yıldızlar dağılır, dağlar yerlerinden oynar. Bu da daha büyük bir kıyamettir.
Kur’ân bu neticeyi anlatmayı da ihmal etmez; “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman…”28 der. İnsana, güneşin ziyasının çekileceği, yıldızların bağı kopmuş tesbih taneleri gibi döküleceği bir müthiş anı hatırlatır ve gönüllere ürperti salar; salar ve şöyle der: “Buraya geldiğin gibi gideceksin, dünyaya burada kalacağın kadar meylet. Neticede gideceğin ve ebedî kalacağın menziline de ciddî hazırlık yap. Ahiret yurdu için çalış. Dünyadan da nasibini unutma…”29
Kur’ân, kâinatın yaratıldığı ilk devreye de dikkat çeker ve: “Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: ‘İster istemez gelin!’ dedi. Onlar ‘İsteyerek geldik.’ dediler.”30 diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın iradesini semaya tevcih ettiğini, hâlbuki semanın o ana kadar sadece bir duman olduğunu anlatır. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın o semayı tesviye ettiğini, düzelttiğini, bir biçime koyduğunu, zemin ve göklerin de isteyerek, arzu ederek O’nun kanunlarına boyun eğdiğini, kâinatın bir kitap gibi yazıldığını, okusunlar diye şuur sahiplerinin nazarına arz edildiğini anlatır ve gönüllerimize ihtiyaç duyduğu her şeyi fısıldar ve alâkadar olduğumuz her problemi halleder.
Maddî kâinatların yaratılış keyfiyetine temas eden Kur’ân, onun değiştirilip dönüştürülmesini açıklamayı da ihmal etmez ve onu da kendi üslûbuyla seslendirir: “O gün (kâinatın bir sayfası olan) göğü, tıpkı bir kitap eczası gibi düreriz.”31 der.
Bir başka âyet, sırların ortaya döküleceği o günü haber verme sadedinde: “O gün bütün sırlar ortaya dökülür.”32 der.. ve işte o gün insanın eli, dili, ayakları kendi aleyhinde şahitlik yapar ve ona altından kalkılmaz hâller yaşatır. Evet: “O gün dilleri, elleri ve ayakları onların yaptıklarına şahitlik edecektir.”33 der ve sinelere ürperti salar.
İş bununla da kalmaz, o gün herkes birbirinden, hatta en yakınlarından da kaçarak saklanacak delik arar. Evet; “O gün kişi kaçar kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından. Zira o gün, onlardan her kişinin kendisine yeter derecede problemi vardır.”34 denilerek o günün dehşeti gözler önüne serilir.. evet, o gün cidden dehşet verici bir gündür ve insanın o gün için dünyada iken yaptığı amellerden başka hiçbir sermayesi de yoktur. Herkes çalıştığının karşılığını o gün tam ve eksiksiz olarak görecektir. İşte şahidi: “Artık kim zerre ağırlığında hayır yapmışsa onu görür. Ve kim de zerre miktarı şer yapmışsa o da onu görür.”35 hakikati, olduğu gibi zuhur eder ve yüzler amellere göre şekillenir: “O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır.”36
Sonra Kur’ân, insanı son hâlleriyle yakalar. Cennet veya Cehennemle neticelenmiş hayattan bahisler açar. Amel defterini alınca insanların nasıl sevinç veya hüzün çığlıkları koparacaklarını dile getirir. İlâhî Cemal’i seyreden tâli’lilerin yüzlerinde yerleşen nadret ve sürurun ölümsüz tasvirleriyle içlere inşirah salar. Ne var ki, bütün bunların ötesinde esas gaye Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktır.. ve bitmeyen mutluluk da işte o zaman başlar.
“Allah (celle celâluhu) inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’ın razı olması ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük, en büyük muvaffakiyet de budur.”37 İpi bu şekilde göğüsleyenlerdir ki yarışı kazanmışlardır.
Baştan buraya kadar söylediklerimizden de anlaşıldığı gibi, Kur’ân’ın mânâsında öyle bir umumîlik vardır ki, o bütüncül bakış sayesinde varlık âleminde hiçbir saha ihmal edilmemiştir. Evet, Kur’ân başlangıç ve netice münasebeti içinde bütün vak’a ve hâdiselere, kıymetleri ölçüsünde mutlaka temas etmiştir; etmiştir zira Kur’ân, bütün kâinatın anatomisini yapacak çapta bir câmiiyete sahiptir. Sanki onda, en küçük noktalar bile ilâhî büyüteçle büyütülmüş ve insanın nazarına arz edilmiştir.
Ondaki bu hususiyettir ki, dönemin dev şair ve ediplerini Kur’ân’a teslime mecbur etmiştir. Günümüz de dünden farklı değildir. Bugün nice dev ilim, fikir ve düşünce adamı Kur’ân’a teslim olmakta ve kendileri için onu eşsiz bir üstad ve yol gösterici kabul etmektedir. Elbette böyle bir kabulleniş önemli bir mesaj teşkil etmektedir. Teker teker veya toplu hâlde, bütün bu kabullenişlerin altında şöyle bir itiraf vardır: Kur’ân, Allah’ın (celle celâluhu) insanlığa en câmi mesajıdır.
İsterseniz yine o günden bir misal verelim; o günden, yani şiirin altın çağını yaşadığı dönemden:
İşte cahiliyenin büyük şairlerinden Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın iki oğlu Kâ’b ve Büceyr.. iki şair kardeş. Büceyr daha önce İslâm’la şereflenmiş, Kâ’b ise İslâm aleyhtarı faaliyetleriyle geç uyanacaklardan biri. Tabiî daha sonra şiiriyle hem aradaki mesafeyi kapatan hem de Resûlullah’tan iltifat gören insan. Hem Kâ’b hem de Büceyr şanlı iki kardeş sahabi. Kur’ân’daki o müthiş cazibenin ışığa koşan pervaneleri…
Bunlardan bilhassa Kâ’b b. Mâlik tek başına bir destan insandır. Şair ve Hazrec’in medar-ı iftiharı.. Tebük’e iştirak edemediği için verilen cezayı zehir yudumlar gibi yudumlar ama sadakatinden zerre kadar taviz vermez. İşte onu bu şekilde teslim alıp büyüleyen ilâhî beyan Hazreti Kur’ân’dır.
Allah Resûlü’nün “Allahım, onu Ruhü’l-Kudüs ile teyit buyur.” diye hakkında dua ettiği müstesna şair Hassan b. Sâbit;38 sözü kadar kılıcı, kılıcı kadar da sözü keskin büyük edip ve şair Abdullah b. Revâha; kardeşi Sahr’ın ölümü üzerine yazdığı mersiye ile o günün Arap dünyasını gözyaşına boğan, fakat İslâm’a girdikten sonra Kâdisiye’de dört evlâdını şehit vermesine rağmen metanetinden hiçbir şey kaybetmeyen ve evlatlarına hitaben, “Ne mutlu size ki benden evvel Resûlullah’a kavuştunuz. Ne mutlu bana ki bugün dört şehidin anasıyım.” diyen üstün kabiliyet, üstün yetenek şaire (kadın şair) Hansâ39 ve daha sayılamayacak kadar çok şair ve edibi de yine kendisine bağlayan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan başka bir şey değildir.
Esasen meseleyi daha da şümûllendirmek mümkündür. Hepimizin yakından tanıdığı bütün büyük şahsiyetleri Kur’ân’ın câmiiyetiyle irtibatlandırmak hiç de yanlış bir yaklaşım olmasa gerek. Meseleye işte bu noktadan bakınca, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Fahreddin Râzî, Mevlâna Celâleddin, Bediüzzaman Said Nursî ve benzeri büyüklerin hemen hepsi Kur’ân’ın sonsuz ışığı etrafında dönen pervanelerdir ve Kur’ân, sadece kendisinde bulunan o sırlı ve kudsî cazibesiyle onları kendisine bağlamış ve hayranları hâline getirmiştir.
C. Kur’ân’daki İnsicam
Kur’ân-ı Kerim’in Allah kelâmı olduğunu işaretleyen hususlardan biri de ondaki insicamdır. Kur’ân, usta bir sanatkârın fırçasından çıkmış en nadide tablolardan çok aşkın bir insicam ihtiva etmektedir. Renkler öylesine münasip ve kullanılan malzeme öylesine yerli yerinde ve uygun düşmüştür ki tarifi imkânsızdır. Onda gözü tırmalayan, zevk-i selimi rahatsız eden hiçbir husus, hiçbir yön yoktur.
Meselenin tafsilatına geçmeden, Kur’ân’daki insicam sözünden ne anlıyoruz, şimdi de biraz onun üzerinde duralım:
Kur’ân’ın bütününde anlatılan hususlar âdeta onun her cüz’ünde de aynıyla mevcuttur. Öyle ki bütün Kur’ân’ı Bakara sûresinde, onu Fatiha’da, Fatiha’yı besmelede bulmak mümkündür. Bu sebepledir ki bir insan, Kur’ân’ın herhangi bir sûresine baksa ve “Bütün Kur’ân bu sûrede vardır.” dese yalan söylemiş olmaz. Hatta bu hususta yemin dahi edilebilir. Çünkü işin aslı onun dediği gibidir. Yani, Kur’ân’ın her sûresi âdeta küçük bir Kur’ân hükmündedir.
Kur’ân-ı Kerim ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı yerlerde ve ayrı ayrı vesilelerle nazil olmasına rağmen onun âyetleri arasında öyle bir insicam vardır ki, sanki o, aynı anda, aynı yerde ve tek bir sebep çerçevesinde nazil olmuş gibidir.
Evet, besmelede çekirdek hâlinde bütün Kur’ân vardır. Bu çekirdek, Fatiha’da filizlenmiş, Bakara sûresinde dal budak salmış ve bütün Kur’ân’la da çiçek açmış, meyve vermiş gibidir.. evet, çekirdekle meyve arasındaki nisbet, Kur’ân’ın âyetleri arasında da aynıyla mevcuttur.
Fakat burada bizim baştan sona bütün Kur’ân âyetlerindeki insicamı göstermemiz imkânsızdır. Onun için de, burada sadece bir fikir verme adına besmele ile Fatiha arasındaki insicama dikkat çekecek ve çok kısa olmak şartıyla Fatiha âyetleri arasındaki bütünlüğü göstermeye çalışacağız.
1. Besmele ile Fatiha Arasındaki Münasebet
Besmele ile Fatiha arasında çok ciddî bir mânâ münasebeti vardır. Âdeta بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Fatiha’dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki birçok fukahâ, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’i Fatiha’nın yedi âyetinden biri saymıştır.40
Bismillah, Allah’ın ismiyle başlar.. Allah varlığı kadim ve zâtî; hakâik-i eşya O’nun varlığının ziyası, işârâtı ve âyâtı.. taayyün-i evvelin mümtaz siması Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuru, emare ve işaretlerin ilki.. evet, O ilkti ve O’nun nurundan kâinat var edildi.. derken O’nun ilm ü iradesiyle hâdiseler zincirleme birbirini takip etti.
Bu vetire tabiî hâdiseler şeklinde görünen yüzü itibarıyla gazların kaynaştığı devirler, jeolojik fasıllar olarak yâd edilebilir. Atılan çekirdek büyüyüp ağaç olmaya doğru sürüp gitti…
Nasıl ki insan, bahçesine bir meyve ağacı diker veya bir tohum eker; bu kimse, değişik bakım ameliyeleriyle hep gözü onun üzerinde olur ve daima onun başındaki mukadder meyveye nazar eder. Gerçi meyve vereceği ana kadar, onun değişik dalları, budakları, yaprakları hikmetsiz, mânâsız görülebilir, ancak o ağaç aslında yüce bir gaye için dikilmiştir ve sizin nazarınız her zaman ağacın başında, çiçekler arasında bir gün mutlaka arz-ı endam edecek olan plan, proje ve gayretlerinizi onun üzerine bina ettiğiniz meyve ve semerededir. Aynen onun gibi Allah (celle celâluhu) yokluğun bağrına Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu bir tohum olarak atmıştır ki, varlık ağacı, O’ndan meydana gelmiştir. İsterseniz, elektronlar O’ndan teşekkül etti, atom âlemi O’ndan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrakimizin dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy atan ve Arş-ı Azam’dan bize doğru uzanan kâinat ağacıdır.. ve bu ağacın, mevsimi gelince meyve vermesidir. İşte o meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası Allah’ın “safî, öz, hulâsa” mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Şüphesiz besmele bu mebde ve münteha ile çok alâkalıdır. Evet, Allah celâliyle tecellî ediyor, bir çekirdek ve bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irade veriyor; akıl, kalb, his ve daha başka melekeler ihsan ediyor ve kâinatın mânâsını, muhtevasını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. İşte bu mânâları ifade ettikten sonradır ki “بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ” ile “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” arasında bir münasebetin var olduğu görülür.
Besmelede, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir cazibesi vardır ve hiçbir şey bu umumî cazibenin tesir alanının dışında değildir. Öyle ise, Fatiha sûresi de bu cazibenin manyetik alanı dışında kalamaz. Zaten biz, bütünüyle Kur’ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fatiha’ya da besmele ile başlıyoruz. Böyle bir üslûbun özünde bize tevcih edilen bir kısım mukadder sorular vardır:
“Besmelede, Kendisini rahmâniyet ve rahîmiyetle tanıtan Cenâb-ı Hakk’a karşı, siz nasıl bir mukabelede bulunmalısınız? Yani Bismillah’ta celâliyle, cemâliyle tecellî eden bu cazibe-i rahmete karşı siz, hangi söz ve davranışla karşılık vermelisiniz?”
İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” şeklinde olacaktır ki, bu beyanla biz, bizleri bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât’a hamd ü senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’de Cenâb-ı Hak, küllî ve umumî olarak tecellî ediyor ve rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bize bir şeyler elde etme yolunu açıp, Kendine yönelenleri hidayete erdiriyor. Yani Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa, sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve nihayet, besmelenin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine ümmet kılıyor.
Böylesine bir merhamet cazibesiyle çepeçevre bizi kuşatan ilâhî rahmet, bize اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor. Yani Allah’a hamdolsun bizi insan olarak yarattı… Allah’a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan İslâmiyetle, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak şerefiyle şereflendirdi…
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’de her zaman gâibâne duyuşlar ve sezişler içinde bulunuyor, âsârındaki şahit ve burhanların diliyle O’na ait esrarı araştırıyoruz. Sonra Allah’ın (celle celâluhu), رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak, kâinat çapındaki engin tasarrufunu nazara alıyor, bir adım daha atıyoruz. Bin bir lütfun bin bir televvün içinde dalgalandığını duyuyor, hissediyor ve hemen اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ diyor şükranla iki büklüm oluyoruz. Yani O, bize yeryüzünü bir nimet sofrası gibi o engin merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor; biz de bunu görüyor, kâinat çapındaki emsaliyle mütalaaya alıyor ve bu tasarrufun enginliğiyle hayretlere açılıyoruz.
Evet, bütün varlık اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hakikatiyle mevcelenmekte, bu şefkat dalgaları sürekli birbirini takip edip durmakta ve bu inayetler silsilesi sürüp gitmekte; nihayet, bütün bunların verâsında Allah bize, esmâ, sıfât ve zâtını hissettirmektedir. İşte Kendisini bize böyle rahmetiyle hissettiren Allah’ın o sonsuz rahmetine karşı bütün mahlukatın dilleriyle, duyuşlarıyla ve hissedişleriyle, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” diyoruz ki, bu da “بِسْمِ اللّٰهِ” ile “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” arasındaki münasebetten farklı bir televvün demektir.
Evet, biz fikrî seyahatimizi bir ölçüde gâibâne ve Allah’tan uzaklığımız mülâhazasıyla sürdürüyoruz. Aslında bir mânâda Allah bize bizden yakın olsa da biz O’ndan uzak bulunuyoruz. Bu makam, gaybûbet ve fark ufkudur. Hâlbuki cem makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki teleskopik bir gözle kavrayıp, onunla Allah’ın huzuruna gelmesi şeklinde yorumlanmaktadır.
Allah’ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve O’na kulluk, ancak ve ancak bütün kâinatın mânâ ve muhtevasını birden kavrayabilmekle mümkün olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de nâmütenâhî makamı görecek teleskop gibi bir basiret lazımdır ki, bu geniş dairede Allah’ın icraatını görebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” diyebilsin.. ya da Allah’ı tesbih ve takdis edebilsin. Hâlbuki bütün bunlara kâmil mânâda muttali olamadığımız için, her zaman çıkış noktası itibarıyla hep gâibâne davranıyor ve يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar gaybe iman ederler.”41 yörüngesinde seyahatimizi sürdürüyoruz.
İnsan, kâinattaki geniş tasarrufa bakıp onu vicdanî mârifet adına değerlendirdiği ölçüde Allah’a karşı bir kurb ve yakınlık kazanabilir. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki ağyâr buzlarını çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok daha başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra “Akla ne geliyorsa, verâsında Allah vardır.” zirvesine yükselir. Meselâ, bir çiçeğe baktığında hemen kalbinde, “Onu bu vaziyette tanzim eden Allah’tır.” hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğü zaman, “Bunu böyle tasvir eden, bu şekli veren ve onu böylesine kıvama getiren Allah’tır.” hakikati, içini ısıtıverir.. derken kendi nevinin simasında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm’in tecellîlerini müşâhede eder.
İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, hep gaybûbet makamından kurtulmak için çırpınır durur. Nihayet bir gün kalb ve vicdanında Cenâb-ı Hakk’a karşı “Sen” diyebileceği bir engin his belirir. Böyle bir hissin belirmesiyle de o, âdeta kendini Mevlâ’sının huzurunda bulur. Diğer bir tabirle kendini “Evvel”, “Âhir”, “Zâhir”, “Bâtın” isimlerinin halitası önünde görür ve bütün samimiyet ve içtenlikle: “Yalnız Sana kulluk yaparız.”42 der. Ve Allah’a “Sen” diyebileceği makamı ona has enginliği, renginliği ve zenginliğiyle kemmiyetler, keyfiyetler ve tasavvurlar üstü benliğinin derinliklerinde duymaya başlar.
Sultanın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah’a vereceğimiz hediye ise, O’nun bizi yaratmada esas kabul ettiği maksat olmalıdır. O da, mârifet ve muhabbet-i ilâhiyedir. İşte bu zaviyeden O’nu bildiğimizi O’na arz ederek zimamın O’nun elinde olduğunu kabullenmiş oluruz ki, ancak bu sayede vicdanımız, “Sen” diyeceği muhatabını tam duymuş olur. Aslında, vicdanımızda Allah’a ait bu duygu her zaman mündemiçtir. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani Rabbülâlemîn’in icraatını ve rahmetle tecellî ettiğini gördükten sonra içimizdeki gubar silinir gider ve apaçık “Hakikat-i Hakâik” hissedilmeye başlar. Ondan sonra ki, “sadece Sana” mânâsını ifade eden إِيَّاكَ ’yi ekleyerek إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yaparız.” deyiveririz.
Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Zira kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve ekstra yardıma mazhariyetle kalkılabilir. Böyle bir duyuş ufkunda artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına urûc ettiği böyle bir konumda o, elbette yardımı da sadece Allah’tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini müşâhede etmiş, sonra da gayb makamından hitap makamına terakki etmiştir.
Bu makamda insan, kendisine bir fırsat ve salahiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Bu itibarla da ne pahasına olursa olsun, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Evet, istenmeye değer husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kat’iyen kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidayeti talep sadedinde اِهْدِنَا denmeli, Rabb-i Rahîm’den sırat-ı müstakîme ulaştırma talep edilmelidir.
Kur’ân-ı Kerim’in muhtevası itikat, ibadet ve hayat olmak üzere üç temel esasa dayanır. İtikat, inanılması gerekli hususların bütünüdür. İbadet, yapılması lüzumlu amellerin hepsini içine alan bir tabirdir. Hayat ise, Kur’ân’a ait hükümlerin fert, aile ve topyekün cemiyete tatbik edilme keyfiyetidir.
Bütün Kur’ân, bu üç temel esastan bahsettiği gibi Kur’ân’ın ayrı ayrı her sûresinde de bu üç esası bulmak mümkündür. İsterseniz bir misal olması bakımından kısaca Fatiha sûresine bakıp bu hususları orada da görmeye çalışalım:
Fatiha sûresindeاَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ’den, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar itikat anlatılır. Şöyle ki, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ, Cenâb-ı Hakk’ın hakikî ve tek Mâbud olduğunu ifade eder. Bu ifade, tevhid inancının özü ve hulâsasıdır ve imanın esas rüknünün değişik bir unvanıdır. رَبِّ الْعَالَمِين ise Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta tasarruf eden bütün tekvînî sıfatlarını ve bu sıfatlara bağlı isimlerini işaretleyen bir ifadedir. Evet, bütün âlemleri halk ve sevk ü idarede ne kadar ismin tecellîsi söz konusu ise hepsi رَبِّ الْعَالَمِين ifadesinde mündemiçtir. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e gelince orada haşir, ahiret, hesap, mizan, terazi, Cennet, Cehennem, mükâfat ve mücazat gibi tabirlerle ifade edilen din günü ve onun yegâne sahibi olan Allah (celle celâluhu) anlatılmaktadır.
Görüldüğü gibi, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar olan âyetlerde, hemen bütün buudlarıyla itikat işlenmekte ve akideyle ilgili meseleler dile getirilmektedir. إِيَّاكَ نَعْبُدُ ile ibadete intikal edilir. Her türlü mâlî ve bedenî ibadet bu ifade içinde kendine yer bulur.. ve bu kısa ifade ile namaz, oruç, zekât, hac ve cihad anlatılmış olur. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’de ise, her şeyde ilâhî inayetin üssülesas olması ve ibadette bir derinleşme söz konusudur. Ardından اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ denilir ki, bu ve bundan sonraki âyetler hayatla çok yakından ilgilidir. Zaten Fatiha, âdeta hep sırat-ı müstakîm etrafında döner durur. Zira o öyle bir yoldur ki, o yolda ifrat ve tefrit yoktur. Cismanî arzular ile ruhanî hazlar fevkalâde bir denge içindedir. Akıl ve kalb, aynı çizgide atbaşıdır.
Eğer doğru yola hidayet talebi bu üç ana esas etrafında örgülenirse mânâ şöyle olacaktır: “Allahım, bizi akidede doğru yola hidayet et. Allahım, bizi ibadet hayatımızda istikamete ulaştır.. ve Allahım, hayat tarzı itibarıyla da bize din yolunu göster.”
Görüldüğü gibi bütün Kur’ân’ın ana teması ve ukde-i hayatiyesi olan bu üç esas, Fatiha’da da aynı şekilde âdeta bir ukde-i hayatiye mahiyetinde. Evet, ilâhî hidayet olmazsa ne düşüncede ne ibadette ne de günlük hayatta doğruyu bulmak mümkün değildir. Öyleyse, işe hidayet talebiyle başlamak gerekir. Nitekim Bakara sûresinin mebdei de yine hidayetle memhurdur ki, bunun ruh ve şifresinin هُدًى لِلْمُتَّقِينَ olduğunu söylemek mümkündür.
Fatiha’da istenilen hidayetin Kur’ân’da olduğu ve insanların ister itikat, ister ibadet ve isterse hayat tarzı itibarıyla hidayete ermesi için mutlak surette Kur’ân’a ittiba etmeleri gerektiği hususu gayet veciz bir şekilde ve sadece iki kelimeden müteşekkil bir cümlede ele alınıp sunulmuştur.
Ayrıca Fatiha’daki hidayet talebi ile Bakara sûresindeki هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesi arasında çok ciddî bir irtibat vardır. Yani Fatiha’da istenilen mânâ-i masdarî şeklindeki hidayeti, insanlar pratiğe çevirme peşinde olurlarsa işte o zaman Kur’ân’ın tarif ettiği hayat tarzı, kazandırdığı düşünce ve İslâmî üslûp da elde edilmiş olur. Fatiha’da hidayet talebinde bulunanlardır ki, Bakara sûresinde, Kur’ân’ın bir hidayet kaynağı olduğunu ancak onlar hissedip arkasında olabilirler.
Fatiha’da icmâl edilen akide ve ibadet, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de hemen göze çarpar. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Fatiha sûresinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ’tan مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar itikat, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’de ise ibadet vurgusu yapılır. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de هُدًى لِلْمُتَّقِينَ denildikten sonra müttakilere ait vasıflar dile getirilirken “Onlar gaybe iman ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.”43 denilmekle Fatiha’daki إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Sadece Sana kulluk yaparız.” mazmunu hatırlatılır.
Kulluk, bedenî ve malî olmak üzere iki türlü eda edilir. İşte Bakara sûresinde “Namazlarını dosdoğru kılarlar”44 cümlesiyle bedenî ibadete, “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler”45 ifadesiyle de malî ibadete işarette bulunulur. Böylece Fatiha ile Bakara sûresinin ilk âyetleri arasındaki uyum ve insicam gayet net olarak kendini gösterir.
Burada bu iki ibadetin özellikle zikredilmesi, namaz ve zekâtın temel ibadetlerden olması itibarıyladır. Diğer taraftan Fatiha’daki أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesinin de “İşte onlar Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler ve felâha erenler de işte onlardır.”46 mealindeki âyetle tam bir mutabakatı vardır. Demek oluyor ki Bakara sûresinin ilk beş âyetinde Fatiha’da anlatılanlar yeniden bir kez daha hatırlatılıyor.. ve iki sûre arasındaki insicam ve uyum nazara veriliyor.
Fatiha sûresinin 7. âyetinde “Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”47 ifadesinin Bakara sûresindeki mukabili ise إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا ile başlayan ve 20. âyete kadar devam eden bölümün konusu oluyor. Zaten aynı konular daha sonra Yûnus sûresine kadar da ele alınır ve tafsilatıyla işlenir. Böylece, bir yönüyle Fatiha’nın, âdeta bütün Kur’ân’la bir bütünlük içinde olduğu görülür ki, böyle bir insicamı sadece Kur’ân’da görebiliriz. Ve Kur’ân, pek çok yönüyle olduğu gibi bu yönüyle de harikulâde mucizevî bir kitaptır.
2. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ Sûreleri Arasındaki Münasebet
İsterseniz şimdi biraz da Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerindeki mutabakat, insicam ve konu vahdeti üzerinde duralım: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki (Allah’ın azabından) korunasınız. O Rab ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile, Allah’a eş-ortak koşmayın.”48
Görüldüğü gibi âyet evvelâ bütün insanları Allah’a kulluğa ve O’na inanmaya davet ediyor. Onların inanmaları için de, gökte ve yerde ilim, kudret ve irade tecellîlerini gözler önüne seriyor; seriyor aynen bir sinema şeridinde olduğu gibi bir çırpıda ilâhî tasarrufatını temâşâ ettiriyor. Yağmuru nasıl yağdırdığını, otları nasıl bitirdiğini, meyvelere nasıl neşv ü nemâ verdiğini ve her şeyi nasıl insanın imdadına koşturduğunu anlatıyor. Hemen birinci makta’da (kesit) Allah’ın yerde ve gökte olan nimetlerini anlatmaktan maksat, insanları O’na kulluğa davettir. Yani objektifte (hedefte) olan, “kulluk”tur; mücerred olarak nimetlerin serdedilmesi değildir.
Şimdi bu mânâyı hatırımızda tutarak, bundan sonraki ifadelere göz atalım: “Allah, hakikatleri açıklama yolunda bir sivrisineği, hatta daha ötesinde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı) misal vermekten çekinmez. İnananlar onun, Rabbi’lerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise; Allah bu misalle ne demek istedi der dururlar. (Allah) onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu da yola getirir. (Aslında O) onunla sadece fasıkları saptırır.”49
Âyetin baş kısmında, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden, Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın irad ettiği misallerden bahsediliyor. Sonra da bu misallerin nasıl da bazı kâfir ve münafıklar tarafından hafife alınmak istenildiği hususu üzerinde duruluyor. Onun ardından, insanlara, âlem-i ervahta verdikleri bir söz hatırlatılıyor. Bu söz, ahir zamanda gelecek olan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanma ve O’na tâbi olma sözüdür. Fakat ne yazık ki, çokları verdikleri bu sözden dönmüşlerdir/dönmektedirler. Bu hususu şu âyet farklı bir üslûpla hatırlatıyor: “Onlar ki, Allah’a verdikleri sözü nakzeder (bozar)lar.”50
Evet, onların hayatları sürekli bozgunculuktur. İçtimaî yapıları anarşiye kilitlidir. Evet, onlar evvelâ Allah’la olan akit ve ahidlerini nakzetmişlerdir. Bu da onların içtimaî akitlerine aynen yansımıştır. Onlar fasit bir daire içindedirler ve her fasit daire bir başka fasit daire oluşturmaktadır.
“Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağları) kesiverirler ve yeryüzünde sürekli bozgunculuk çıkarırlar.”51 denilmekle buna işaret buyrulur.
Bakara sûresinin ilk âyetleri, çeşitli argümanları kullanarak bize bir karakter analizi yaparlar. Bu analizle çizilen portre, hiss-i selim, akl-ı selim ve kalb-i selimin “Evet” dediği gerçeğin ta kendisidir. Bu portrede arz-ı endam eden karakter, tarihte peygamberleri katleden ve Peygamberimiz devrinde O’na karşı her türlü kötülüğü yapan mütemerrit bir kavmin karakteridir.
Kur’ân’da yer yer tasvir edilen bu karakter, hayata tutkundur. Yaşamayı ve menfaatini çok sever. Şahsî çıkarları adına yapmayacağı hiçbir kötülük yoktur. Ayrıca bunlar peygamber katledecek kadar da hunhardırlar. Dahası Cenâb-ı Hak’la pazarlık yapacak kadar da küstah. Anarşi çıkarmak, toplumu kaosa sürüklemek onların en belirgin vasıflarındandır. Dünyayı bütünüyle kendilerine mâl etmek emelindedirler. Bu emel uğruna kavga vermek, bu mütemerritlerin en önemli hususiyetlerindendir. Unutulmamalıdır ki, o, fırsat buldukça bu karakteristik özelliğini, hususiyle de Müslümanlar aleyhinde her zaman ortaya koyacaktır. Müslümanlar da daha işin başında firaset ve basiretle hareket etme zorundadır.
Evet, Kur’ân’da bazı sûrelerde, bilhassa Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ve Kur’ân’dan çok daha sert ifadelerle Eski ve Yeni Ahid gibi Kitab-ı Mukaddes nüshalarında bu karakter tasvir edilir. Bazen bizzat Cenâb-ı Allah tarafından bazen de Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimesselâm) gibi İsrailî peygamberler tarafından tecrim ve takbih olunan mütemerrit bu karakterin sık sık fesat çıkaracağından ve bu sebeple de böylelerine karşı dikkatli olunması gerektiğinden bazen sarihan bazen de işârî olarak bahsedilir; bahsedilir ve bu karakterin menfî tutumlarına karşı inananlar uyarılır. Tavır almanın şekli bazen sertçe de olabilir. Bazen, zâhiren kerih gibi görünen bu sertlik içinde büyük hayırlar bulunabilir. Nitekim âyette şöyle denilmektedir: “Belki hoşunuza gitmez ama, size kıtal farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Ve hoşlandığınız şey de hakkınızda şer olabilir.”52
Kader kalemleri Levh-i Mahfuz’da sizin için böyle bir mükellefiyet yazmıştır. Dolayısıyla hakkınızda yazılan bu hüküm mutlaka karşınıza çıkacaktır. Beşerî olarak bu hükmün bütün bütün dışında kalmak imkânsızdır. İçtimaî coğrafya her an yeni yeni hâdiselerle değişip durmaktadır. Durum böyle olunca da bazen kavga kaçınılmaz olur. Bazen de zorba bir milletin ve bir emperyalist gücün milletinize saldırması söz konusu olabilir.
Bu takdirde ırz, namus, haysiyet, mal-mülk, nesil ve nefsin korunması ancak müdafaa ve mukabele ile mümkün olabilir. Bu yönüyle hatta harp bile olsa “hüsün ligayrihi” prensibi içinde o dahi dolaylı bir güzelliğe sahiptir. Doğrudan hakikî güzele ulaşılamadığı yer ve zamanlarda dolaylı olarak güzele ulaşmak ve her zaman hayır peşinde olmak önemli bir hâdisedir.
İşte bazen muharebeler bu yolla da olabilir. Kur’ân-ı Kerim, haksızlığa maruz kalmışların cihad etme mecburiyetinde olduklarını çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle ele alır. Bakara sûresinde de bu tür âyetler vardır. Aslında bu sûrede daha pek çok içtimaî meselelere temas edilir. Ancak teker teker bu meseleler üzerinde durmak bu kitap çerçevesini aşan bir konudur. Onun için biz bu sûre ile ilgili kuşbakışı seyahatimizi burada noktalayıp Âl-i İmrân sûresinin önceki sûrelerle olan münasebetine intikal etmek istiyoruz.
Bakara sûresinin ilk âyetleri ile Âl-i İmran sûresinin ilk âyetleri ciddî bir tenasüp arz etmektedir. Zaten pek çok defa söylediğimiz gibi, Kur’ân’ın bütün sûreleri birbiriyle hemâhenktir. Ne var ki, adı geçen iki sûre arasındaki tenasüp çok daha belirgin ve çok daha çarpıcıdır.
Bakara sûresi: “Elif Lâm Mîm. İşte o kitap: kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.”53 mealindeki âyetlerle başladığı gibi, Âl-i İmran sûresi de: “Elif Lâm Mîm. O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur, O daima Hayy ve Kayyum’dur. Sana kitabı hak ile ve kendinden öncekini de tasdik edici olarak indiren O’dur.”54 âyetleriyle başlamaktadır. Hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde aradaki tenasüp apaçık görülmektedir.
Şimdi hafızamızı yoklayalım ve Bakara sûresinin ilk 20 âyetinin muhtevasını hatırlamaya çalışalım. Orada müttakilerden, kâfirlerden ve münafıklardan bahsediliyordu. Âl-i İmrân’da ise müttakilerin, kâfir ve münafıklara karşı cihada çağrılması üzerinde duruluyor. Bu tasnif de, yine iki sûre arasında muhtevadaki tenasübü işaretlemektedir.
Âl-i İmrân’da genişçe Uhud Savaşı ile ilgili malumat verilir. Bu, Bakara sûresindeki mücerred ifadeleri bir anlamda müşahhaslaştırmak demektir. Uhud’da müttakiler vardır, münafıklar vardır, bir de kâfirler vardır. Demek ki, buradaki anlatımda da yukarıdaki tenasübe riayet edilmiştir. Diğer taraftan, Bakara sûresinde icmâlle anlatılan bazı meseleler Âl-i İmrân’da tafsil edilmektedir. Ve yine tenasüp, yine tenasüp, yine tenasüp…
Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerindeki insicamı aynıyla Nisâ sûresinde görmek de mümkündür. Zaten bu tertip ve tenasüp Kur’ân’ın her tarafında mevcuttur. Evet, Fatiha’daki “Ancak Sana ibadet ederiz.”55 âyeti ile Bakara sûresindeki “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin.”56 âyetleri arasındaki insicamı daha önce icmâlen anlatıldığı şekliyle hafızalarınızda canlandırın; her şeyi siz de gayet net olarak göreceksiniz.
Evet, Fatiha sûresindeki ubûdiyet vurgulaması, Bakara sûresinde onun neden ve niçinleri cevaplandırılarak yeniden ele alınır.. ve “O (Rab) ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile Allah’a eşler, ortaklar koşmayın.”57 denilerek insanlar kulluğa ve tevhide davet edilir.
Nisâ sûresinde de söze, hitap sigası dahi değişmeden يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ “Ey insanlar!” denilerek başlanıyor, Fatiha ve Bakara sûrelerinde dikkat çekilen kulluk burada daha tafsilatlı bir şekilde ele alınıyor ve şöyle deniliyor: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun, adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.”58
Dikkat edilecek olursa, bu âyetler arasındaki insicam da hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde gayet açık ve net olarak görülmektedir. Evvelâ, bu farklı sûrelerin hepsinde önce kulluğa dikkat çekiliyor. İkincisi, âyetler bir şifre gibi aynı hitap sigası ile başlıyor. Üçüncüsü, birinde icmâlen ele alınan takva diğerinde tafsilatıyla işleniyor. Dördüncüsü, birinde “Ey insanlar!” denilerek mutlak bırakılan hitap, diğerinde “O Allah ki, sizi bir erkek ve dişiden yarattı. Sonra sizi peyderpey onlardan üretip çoğalttı.” demek suretiyle bir açılıma geçiliyor.
Burada sûreler arasındaki âhenk ve insicama şöyle bir misal de verebiliriz: Bakara sûresinde, “Onlar ki, söz verip bağlılık vaadinde bulunduktan sonra Allah’a verdikleri ahdi bozar ve Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keser koparır; yeryüzünde de bozgunculuk çıkarırlar.”59 deniliyor. Mâide sûresinin ilk âyetinde ise “Ey iman edenler! Yaptığınız akitleri yerine getirin…”60 ifadesi yer alır ki, bu iki âyet arasındaki insicamı görmek ve göstermek için herhangi bir yoruma da ihtiyaç kalmaz; kalmaz çünkü bu âyetlerde sanki birbirinin devamı gibi bir durum söz konusudur. Öyle ki araya yüzlerce âyet girmiş olmasına rağmen insicamda zerre kadar bir aksaklık söz konusu değildir.
Bakara sûre-i celilesi, münafıklarla ilgili oldukça ilginç tipler ve karakterler ortaya koyduktan sonra, sözü o yegâne yaratıcı, her şeyi tanzim edici Sonsuz Kudret ve İrade’ye getirir; sonra da şöyle devam eder: هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى إِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “O (Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra da iradesini göğe tevcih etti. Onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilendir.”61
Görüldüğü gibi burada âyet هُوَ “O” ile başlıyor. En’âm sûresi de Kur’ân’da هُوَ lafzının en fazla geçtiği sûredir. Biz burada sadece onlardan birkaçını zikrederek, Bakara sûresinin bu âyetiyle En’âm sûresinden alıp aktaracağımız âyetler arasındaki insicamın korunduğunu görmeye çalışalım:
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ “O (Allah) ki, sizi çamurdan yarattı.”62 Evet siz, menşe itibarıyla bir çamur idiniz. Sonra Allah (celle celâluhu) sizi o çamurdan insan sûret, mânâ ve mahiyetine yükseltti.
وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ “O (Allah) ki, gece uyku hâlinde sizi vefat ettirir.”63 Bu vefat ile size istirahatınızı temin etme imkânı verir.
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَۤائِفَ الْأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَۤا اٰتَاكُمْ “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sonra size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”64
Halife olarak siz, Allah’ın iradesiyle kâinatına müdahale etme salahiyetini elde edip O’nun hesabına yerin tımarına, bağ ve bahçelerin ıslahına, ağaçların aşılanmasına müdahalede bulunduğunuz gibi aile, toplum ve devlet işlerini de O’nun iradesine göre tanzim edersiniz. Evet siz, yeryüzünde O’nun halifesi ve matmah-ı nazarısınız…
Bakara ve En’âm sûrelerinde bu âyetlerin uzun uzun izahı yapılmaktadır. Latîf bir tertip içinde En’âm sûresine kadar bütün sûreleri göz önünde tutmayan bir Zât’ın, bu insicam içinde ve bu keyfiyette söz söylemesi imkânsızdır. Bu itibarla da görünen insicam ve müşâhede edilen âhenk, beşer ifade gücünün çok çok üstünde ve mucizedir.
Yaratılış hakikatini ele alan âyetlerin, farklı bir üslûpla, farklı sûrelerde, ama tek bir cümle insicamı içinde ifade edilişi de yine baştan beri söylediğimiz hususu destekleyen bir çizgide cereyan etmektedir. Bu âyetler, hem içinde bulunduğu sûrenin siyak ve sibakına uyum sağlamakta hem de kendinden önceki ya da sonraki sûrelerde yer alan âyetlerle sımsıkı bir uyum içinde bulunmaktadır.
Evet, insanın yaratılışı ve meleklerin secdesiyle tekrim edilişini anlatan âyetler, ilginç bir insicamı ortaya koyuyor. Bakara sûresinin “Hani meleklere, Âdem’e secde edin dedik de (onlar) secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi.”65 âyeti, A’râf sûresinin 11. âyetinden itibaren uzun uzadıya tefsir ediliyor. Hâdisenin ehemmiyetine binaendir ki, Kur’ân bu hususa fasıl fasıl yer verir ve insanın nazarını bu hakikate çeker. Aslında, Kur’ân’ın genel yapısında bazı önemli hâdiseleri bu şekilde fasıl fasıl nazara verdiğine sık sık rastlamak mümkündür. İşte A’râf sûresinin mevzu ile ilgili âyeti: وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلَۤائِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُۤوا إِلَّا إِبْلِيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ “Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: ‘Haydi, tazimde bulunun Adem’e!’ dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı.. ve secde edenlerden olmadı.”66
Görüldüğü gibi burada da iki âyet arasında tam bir mutabakat söz konusu. Öyle ki insan ciddî bir tefekkürle bu âyetleri takip ettiğinde, Kur’ân’da mevcut olan insicamı ve tertibe ait temel doneleri hemen görebilir. A’râf sûresi, yaratma hâdisesine temas ettikten sonra sözü yine malum mütemerritlere getirir ve önceki sûrelerin ilgili âyetlerine göndermelerde bulunur. Bu da yine sık sık temas edildiği gibi Kur’ân’ın insicamından sesler ve soluklardır.
Âyetler ve sûreler arasındaki bu baş döndürücü âhenk ve insicama delil olabilecek çapta pek çok misal irad etmek mümkündür. Nitekim daha önce bunlardan bir kısmına temas edilmişti. Şimdi dönüp önemli gördüğümüz bir başka hususu arz etmek istiyoruz:
Bakara sûresinde, Peygamber Efendimiz dönemine kadar ve o dönemde sergilediği negatif yönleriyle analizi yapılan mütemerrit karakter ve müfsit tiple alâkalı, bilhassa onun yeryüzünde fitne ve fesat çıkarma ve bu yolla insanlığı çeşitli içtimaî çalkantılara maruz bırakma hususiyeti üzerinde detaylı malumat vardır. Yine Bakara sûresinde üzerinde durulan meselelerden biri de, bu içtimaî çalkantılar esnasında Müslümana önemli işler ve vazifeler düşeceği gerçeğidir. Yani Müslümanın “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna kâfir, münafık ve onların Ehl-i Kitap’tan yandaşlarıyla münasebetlerinde yapması gereken fedakârlıklardan kaçınmamasıdır ki, bunun İslâm terminolojisindeki adı cihaddır.
Efendimiz’e yer yer bu mesele etrafında sorular yöneltildiği, yine Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ifade edilmiştir. Ezcümle: “Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş, büyük bir günahtır. Fakat Allah yolunda bulunmaya engel olmak, Allah’a ve Mescid-i Haram’a karşı kâfirce tavır almak, halkını ondan (Mekke’den) sürüp çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır.”67 âyetinde bu gayet sarih olarak ifade edilir.
Enfâl sûresinde ise aynı malzeme kullanılır ve Bakara sûresinde harpten sual edilmesine bedel, burada harbin neticesinde kazanılan ganimetlerden ve ganimet taksiminden sual edildiği hususu üzerinde durulur.68
Şimdi, şu iki âyet arasındaki insicamın baş döndürücü âhengine bakın ki, iki âyet arasına giren yüzlerce âyet, bunların arasında örgülenen nizam ve intizama zerre kadar zarar vermiyor.
Hâsılı, Kur’ân-ı Kerim baştan sona ve derinlemesine tetkik edilip incelense, beşer karihasının üstesinden gelmesi imkânsız bir ölçüde onda müthiş bir âhenk ve insicamın var olduğu görülür. Kur’ân’ın en kısa sûresinden en uzun sûresine kadar her tarafında, sûrelerin kendi içindeki insicamı yanında, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün sûrelerin birbiriyle olan münasebeti içinde de aynı insicamı görmek mümkündür. Hatta buna “mümkündür” demenin yerine “vâkıadır” demek daha uygun düşecektir. Zaten her sûre sanki bütün Kur’ân’ın bir özeti, bir hulâsasıdır. Durum böyle olunca da aradaki insicam onun yapı ve tabiatının gereği demektir.
Müfessirler ve diğer İslâm âlimleri bu mesele üzerinde ittifak içindedirler ve şöyle derler: Bütün Kur’ân Bakara sûresinde, Bakara sûresi Fatiha’da, o da besmelede mündemiçtir.69 Mademki realite budur; elbette baştan sona Kur’ân’ı tek bir cümle insicamı içinde değerlendirmek mümkün demektir.
1 Bakara sûresi, 2/23-24.
2 Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/313-314.
3 Kâria sûresi, 101/1-11.
4 İbnü’l-Cevzî, Keşfü’l-müşkil 3/320; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/412.
5 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.397 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua)
6 Enbiyâ sûresi, 21/46.
7 Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 40, rikak 51; Müslim, îmân 362-364.
8 İbnü’l-Arabî, Fususü’l-hikem 2/166-167 (Hz. İsmail bölümü 41. beyit); el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/39.
9 Bakara sûresi, 2/3.
10 Buhârî, vesâyâ 16, cihâd 103, menâkıb 23; Müslim, tevbe 53.
11 Bakara sûresi, 2/264.
12 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
13 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
14 el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/328.
15 Kâf sûresi, 50/45.
16 Şûrâ sûresi, 42/1-3.
17 Şûrâ sûresi, 42/52-53.
18 Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/278; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/236.
19 Nebe sûresi, 78/6.
20 Nebe sûresi, 78/7.
21 Bediüzzaman, Sözler s.421 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua).
22 Enbiyâ sûresi, 21/30.
23 Mürselât sûresi, 77/1-4.
24 Enfâl sûresi, 8/24.
25 Dehr sûresi, 76/30.
26 Mürselât sûresi, 77/20-23.
27 Nahl sûresi, 16/70.
28 Tekvir sûresi, 81/1-2.
29 Bkz.: Kasas sûresi, 28/77.
30 Fussilet sûresi, 41/11.
31 Enbiyâ sûresi, 21/104.
32 Târık sûresi, 86/9.
33 Nûr sûresi, 24/24.
34 Abese sûresi, 80/34-37.
35 Zilzâl sûresi, 99/7-8.
36 Âl-i İmrân sûresi, 3/106.
37 Tevbe sûresi, 9/72.
38 Buhârî, salât 68, bed’ü’l-halk 6; Müslim, fezâilü’s-sahabe 151-152.
39 Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 7/101.
40 Bkz.: el-Mevsûatü’l-fıkhiyye 8/83-86.
41 Bakara sûresi, 2/3.
42 Fâtiha sûresi, 1/5.
43 Bakara sûresi, 2/3.
44 Bakara sûresi, 2/3.
45 Bakara sûresi, 2/3.
46 Bakara sûresi, 2/5.
47 Fâtiha sûresi, 1/7.
48 Bakara sûresi, 2/21-22.
49 Bakara sûresi, 2/26.
50 Bakara sûresi, 2/27.
51 Bakara sûresi, 2/27.
52 Bakara sûresi, 2/216.
53 Bakara sûresi, 2/1-2.
54 Âl-i İmrân sûresi, 3/1-3.
55 Fâtiha sûresi, 1/5.
56 Bakara sûresi, 2/21.
57 Bakara sûresi, 2/22.
58 Nisâ sûresi, 4/1.
59 Bakara sûresi, 2/27.
60 Mâide sûresi, 5/1.
61 Bakara sûresi, 2/29.
62 En’âm sûresi, 6/2.
63 En’âm sûresi, 6/60.
64 En’âm sûresi, 6/165.
65 Bakara sûresi, 2/34.
66 A’râf sûresi, 7/11.
67 Bakara sûresi, 2/217.
68 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/1.
69 Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/425; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 5/15; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/39.