Birinci Bölüm RUH

A. RUH KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ

Ruh Arapça bir kelimedir. رَوْحٌ ve رِيحٌ kelimeleriyle aynı kökten gelir. رَوْحٌ rahmet; رِيحٌ da rüzgâr demektir.1

Ruh kelimesine gelince, onun pek çok mânâsı vardır. Bunlardan bazıları ise şunlardır:

1. Vahiy

“(Allah), emrinden olan ruhu kullarından dilediğine indirir.”2 “Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile indirir.”3 gibi âyetlerde İbn Abbas’ın görüşüne göre “ruh” vahiy mânâsında kullanılmıştır.4

Vahiy, ruhtur. Hayatın ta kendisidir. İnsanlık hakikî hayata onunla ermiştir. Vahyin soluklarından mahrum kavim ve milletler ruhsuz ceset gibidir. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler, hayat bulabilmeniz için Allah ve Resûlü’nün davetine icabet edin!”5 denilmektedir.

2. Nübüvvet

Yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden nübüvvet mânâsını da anlayanlar olmuştur. Zaten nübüvvetle vahiy birbiriyle sebep-netice münasebeti içindedir.

3. Kur’ân

Ruh’a, Kur’ân mânâsını verenler de vardır. Çünkü o, bütün beşeriyete hayat kaynağıdır.

4. Ferah ve sürur

Ruhî melekelerin çalıştığı ve ruhaniyatın hâkim olduğu yerde daima mânevî bir sevinç ve sürur vardır. Bu açıdandır ki, ruha bu mânâ da verilmiştir.

5. Cibril

Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetlerinde اَلرُّوحُ Cibril mânâsında kullanılmıştır. “Biz onu Ruhu’l-Kudüs ile teyit ettik.”6 âyetindeki Ruhu’l-Kudüs ittifakla Cibril’dir (aleyhisselâm).

6. Ruh

Bu kelimenin bir mânâsı da kendi adına izafe ile anılan bazı varlıklardır. Yani insan, cin, melek cinsi gibi bir de Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bazı varlıklar mevcuttur ki onların adı da “Ruh”tur. İbn Abbas, “Ruh, yedinci kat semada bulunan bir melektir. Yüzü insanın yüzüne benzer. Ancak cesedi melek cesedidir.”7 der.

7. Mesih

Ruh kelimesi bazı âyetlerde Hz. İsa’ya (aleyhisselâm) izafe edilmiştir. “Allah’tan bir ruh.”8 âyetinde ruh, Hz. İsa (aleyhisselâm) mânâsınadır.

8. Nefis, Can

Ruh denilince akla ilk gelen mânâ cesede can veren, onu hayattar kılan güçtür.9

B. RUH EMİR ÂLEMİNDENDİR

Âyette: “(Ey Habibim!) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.”10 denilerek bu hakikate işaret edilmektedir.

Ruh, Kudret, İrade ve Kıdem gibi sıfatlardan değil, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın Zâtından gelmekte ve O’nun rubûbiyetine dayanmaktadır.

O, emir âlemindendir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati ifade ederken “Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücud-u haricî giydirilmiş; câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstait bir kanun-u emrîdir.”11 der. Ruhun kendine göre nuranî bir kılıfı vardır ki, buna “misalî beden” denilmektedir. Âdeta o, içinde bulunduğu bedenin dublesi gibidir.

Ruh maddeden mürekkep değildir. Bunun mânâsı, ruh, âlem-i halktan12 değildir, demektir. Ruh, âlem-i emirdendir.13 Yani, o atomların bir araya gelmesiyle hâsıl olan bir varlık değil; melâike gibi Allah’ın emriyle meydana gelen zîşuur, nuranî kanunlardan ibarettir. Küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; sabit bir varlığı vardır.

Ruh, beden içinde bulunduğu sürece belli kayıtlar altındadır. Ancak o, beden ile münasebetini kesince, külliyet kazanır ve her türlü kayıttan kurtulmuş olur. Böyle olunca da görüş ve hissedişi apayrı bir buudda cereyan eder. Onun içindir ki, ölüm sekeratına girmiş bir insanın (daha önce iman etmemişse) imanı makbul değildir. Zira o, tabiat ötesi âlemi görmüş ve gideceği yeri müşâhede etmiştir. Firavun böyle bir anda iman ettiği için imanı kabul olmamıştır. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gazabına sebkat etmiştir.14 Buna rağmen o insanın imanı kabul edilmemektedir. Zira artık o, hakikati apaçık görmüş ve imtihan sırrı ortadan kalkmıştır. Demek ki, ölüm anında ruhun gördüğü bir hakikat vardır. Ve yine demek ki, o hakikati gören bir de ruh vardır. Çünkü ceset artık hiçbir şey görmemektedir.

Arthur Hill diyor ki:

“Atomların veya elektronların varlıklarını göremediğim hâlde, reaksiyonlarına bakarak onların varlıklarına nasıl inanmış isem, ruhların varlıklarına da, gördüğüm olayları değerlendirerek aynı suretle inanıyorum.”

Victor Hugo, imansız şairler arasında sayılmaktadır. O sosyalistlerin istismarına müsait, sefalet şiirinin şairidir. Ancak yine o, son anlarını yaşarken şöyle demiştir: “Artık çanları çalmayın. (Yani vasıtayla araya girmeyin.) Zira ben Allah’a inanıyorum.”

Acaba, birkaç insanın beynini taşıyan bu muhteşem dimağ, hayatının son dakikasına kadar eşya ve hâdiselerden ders almamışken o dakikada ne gördü ki, kilisenin aracılığını da elinin tersiyle iterek “Ben Allah’a inanıyorum.” dedi. Belli ki, onun bu itirafı, ruhunun müşâhede ettiklerinden ileri gelmişti.

Ruh ve Madde dergisi şöyle bir hâdiseyi naklediyor:

Meşhur mucit Edison, bedeni terk eden ruhun, ölümden sonra yaşadığına kuvvetle inanmakta idi. Ayrılık saati yaklaştığı sırada doktoru, Edison’un bir şeyler söylemek istediğini görmüş, hastanın üstüne doğru eğilmiş ve ölmek üzere olan büyük adamın şöyle dediğini duymuştur: Ötesi gerçekten harikulâde!”

Nedir acaba Edison’u hayran eden ötesi? Edison nasıl bir manzara müşâhede etmiştir ki, böyle söylemiştir? Evet, ötesi ahirettir. Ruhun cesetten ayrılmasıyla başlayan yeni bir hayattır. Ruh, orası ile münasebete geçmiş ve Edison’a “Ötesi cidden harika!” dedirtmiştir.

Hz. Âişe Validemiz, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatını anlatırken der ki: “Son anlarını yaşıyordu. Bazen rahatsızlandığında bana okuturdu. Ben de O’nun mübarek elini tutar, o eli şefaatçi yaparak yine O’nun ağrıyan uzvu üzerine koyar ve dua ederdim. O esnada da öyle yapmak istedim. Elini tutmak istediğimde şiddetle çekti. Ve: “Allahım! Yüce dostların yanını istiyorum.” dedi.15 Belli ki artık öteleri özlüyor ve dünyada kalmak istemiyordu. Efendimiz, verâların verâsını müşâhede ettiği bir anda öteleri talep ederken, söz konusu hususa da işaret ediyor, ruhun varlık ve bekasını dile getirmiş oluyordu.

Doktor William Hunter’in ölürken: “Kalem tutacak kadar kuvvetim olsaydı, ölümün ne kadar kolay ve zevkli olduğunu yazabilirdim.” dediği nakledilir. Zira ki, ölüm anında insan, tabiatın ötesini seyretmektedir.

C. RUHUN VARLIK DELİLLERİ

Buraya kadar ruhtan ve ruhun yapısından çok kısa ve bir özet hüviyetinde bahsetmiş olduk. Şimdi de aynı usulle ruhun varlık delillerinden bahsetmek istiyoruz. Esasen bu deliller bizim takdim edeceğimiz miktarla sınırlı değildir. Fakat yine de bu miktarın dahi tezimizin ispatına yeterli geleceğine inanıyoruz.

1. DEDUBLEMAN

“Dedubleman” Latince “dublex” kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş)tir. Ruhî melekeleri ihtiva eden eş, ikiz, benzer mânâlarına gelir. Bizim literatürümüzde ona “Vücud-u mevhibe-i Hakkânî veya Rabbanî” denilmektedir. “Astral beden” de aynı mânâya kullanılır. Spirtualizmada, yaşayan insanların “fantom”larına bu isim verilmektedir.

Deduble, mekân ve zamana tâbi değildir. Çünkü o nuranî bir varlıktır. Etrafında “Aura” denilen ışıklı bir hâle vardır. Deduble, bir yerden bir yere giderken engel ve mesafe tanımaz. O, ruhaniyata açık insanlar tarafından müşâhede edilir.

Bir başka misali de, insanların en kutlularından verelim. İşte İbn Abbas! Allah Resûlü’nün, “Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret.”16 diye dua ettiği bu ilim okyanusu büyük sahabinin vefatını bize Meymun b. Mihran (radıyallâhu anh) şöyle anlatıyor:

İbn Abbas vefat ettiğinde ben oradaydım. Techiz ve tekfini yapılırken, kuş gibi bir şeyin kefeniyle cesedi arasına girdiğini gördüm. Daha sonra onu kabre koyarken gaibten bir ses duyuldu. Ses:

“Ey mutmainne olmuş nefis! Sen Rabbi’nden, Rabbi’n de senden razı olarak dön Rabb-i Kerîm’ine. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”17 âyetini okuyordu. Herkes donup kalmış ve bu sesi dinlemişti.18

Hz. Meymun’un gördüğü ne idi? Evet o infisal etmiş bir ruhu, yani asıl bedenin dedublesini müşâhede etmişti. Ve sanki Cenâb-ı Hak, bu sevgili kuluna “Hoş geldin!” diyor ve onu ruhanîlerle karşılıyordu. Hz. Meymun gördüğü hâdiseye, binlerce insanı şahit tutuyor ve söylediğini öyle söylüyordu. Ve işte bu binlerce insan susmalarıyla onu tasdik ediyor ve hâdisenin doğruluğuna şahitlik yapıyorlardı.

Sadece şu iki müşâhede dahi, tabiat perdesini yırtıyor ve bize, madde cidarının verâsında nurlu bir âlemin bulunduğunu ispat ediyor. Bu öyle bir âlem ki, dünya ile arasında sadece tenteneli ince bir perde vardır. Yani şehadet âlemi, gayb âlemi üzerine gerilmiş bir perdeden ibarettir. Hakikate âşina, hakikatler hakikatine nigehban herkes dikkatle baksa, tabiat ve fiziğin ötesinde aradığı hakikatin berrak ve dupduru yüzünü görecektir.

2. RUHÎ DEGAJMAN VE İMTİSAL

Her insanın bir dedublesi, bir beden-i misalîsi vardır. Bu deduble mâyi gibidir ve bedenin içine yerleşmiştir. Diğer cisimlerde ise biz bunu elektrik akımı şeklinde görürüz.

Meselâ, şartlarına uygun şekilde bir yaprağın fotoğrafı çekildiğinde, onun etrafını saran bir yaprak daha görülür. Yine parmağımızın resmini aynı şartlar altında çeksek, parmağımızın çevresinde bir parmak daha müşâhede ederiz. Materyalistler tarafından da bu, elektrik akımı olarak izah edilmeye çalışılsa bile ilmen sabittir ki parmağımızın etrafında görülen, esasen bütün vücudumuzu çevreleyen dedublemizin o uzva ait kısmıdır. Bu asla bir elektrik akımı değildir.

Deduble, perispiri, ruhumuzun kılıfıdır. Bu varlık, ihtiyaç anında bizim cesedimizden ayrılır ve hiçbir engel tanımadan bizden uzaklaşır. Bu, onun infisal yani ruhî degajman hâlidir. Bir de dedublenin geriye dönüşü ve bedenle bütünleşmesi vardır ki, buna da “ruhî imtisal” denir. Ruhen terakki etmiş insanlarda bu durum çok sık olur. Onlar için ruhî degajman sıradan bir vak’a hâline gelmiştir.

Ehlullahtan “Ebdâl” kısmı buna her zaman mazhar olurlar. Bu meseleye o kadar çok misal vardır ki, saymakla bitmez, anlatmakla tükenmez. Bir şahıs yirmi ayrı yerde görülür. Meselâ, son Nakşî şeyhlerinden Aziz Efendi, Havran’da olduğu aynı anda Edremit’te de görülür. Ve bu nice defalar tekrar eder durur. Turgutlu’daki bir başka zatı da aynı zamanda Salihli’de görenler olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri hapishanede demir parmaklıklar arkasında tutsak bulunduğu aynı an ve zamanda, şehrin ortasındaki en büyük camide, cuma vaktinde cemaat içinde namaz kılarken görülmüş; gardiyanlar hayret ve dehşetle hapishaneye döndüklerinde de onu hapishanede bulmuşlardır.

Abdülhamid cennetmekân hiç hacca gitmemiştir. Hâlbuki o, her sene hacda görülmüştür.

İşte bütün bunlar ve bunlara benzer vak’alarda görülen, o şahsın dedublesidir.

3. YAŞANMIŞ HÂDİSELERLE RUHUN VARLIĞI

a. Rahip Bertrand ve Şair Goethe

Ruh ve Madde dergisinde şöyle bir vak’a anlatılır:

“İngiliz Protestan rahibi L. J. Bertrand, İsviçre’ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında, iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra “Buzullar” mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tenbihledi. Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün gayretler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.

Birkaç dakikalık telâş ve korkudan sonra bu yeni hâlinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fizikî bağdan uzak hissediyordu. Birkaç tecrübe ona gayret sarf etmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.

Bu ona bir fikir verdi: Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Onların dikkatini çekmeye çalıştığı hâlde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâlâ derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.

O zaman Lucerne’deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı. Onların dikkatini çekmeye çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı. Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.

Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne’deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeye çalışıyorlardı. Hâdiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi. Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu.”

İnsanın dedublesi, ceset bir yerde dursa dahi, hayatî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, “Zübdetü’l-Hakâik”19 isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslâm tasavvufu âdeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.

Batı’da tecrübe, ilimde bir esas hâlindedir. Onlar, denemediği şeye inanmazlar. Batılı, “Ruh var mı, yok mu?” bunu ya laboratuvara getirmek ister veya en azından medyumun eliyle, ağzıyla, gözüyle, kulağıyla bunu ispatlamaya çalışır. Onun içindir ki, Batı’da dünya çapında pek çok medyum yetişmiştir. Ancak, Batı’da da meselenin müşahitleri sadece medyumlardan ibaret değildir.

Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hâdise geçmiştir: “Yağmurlu bir akşam arkadaşı K…. ile Weimar’da, Belvedere’de geziniyordu. Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:

‘Yâ Rabbi! Eğer dostum Frederic’in bu anda Frankfurt’ta bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim!’ Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. ‘Ama bu ta kendisi… Dostum Frederic! Sen burada Weimar’dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?..’ Goethe’nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiçbir şey anlamayan K…. şairin birdenbire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:

‘Frederic… nereye gittin. Yâ Rabbim?.. Azizim K… şimdi rast geldiğimiz adam nereye gitti, görmediniz mi?’ Şaşıran K… hiçbir cevap veremiyordu. Şair başını iki tarafa çevirerek dalgın bir tavırla bağırıyordu: ‘Evet anlıyorum. Bu bir görüntüden ibarettir. Fakat bunun mânâsı ne olabilir? Acaba dostum ani olarak öldü mü? Acaba bu onun ruhu mudur?’

Goethe evine geldi ve Frederic’i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış hâlde geri çekildi. Ve ‘Hayalet devam ediyor.’ diye bağırdı. Dostu cevap verdi. ‘Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?’ Goethe hem ağlayıp hem gülerek: ‘Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık.’ diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.

Hâdise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe’nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti. Bu hâlde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe’yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: ‘Sen Weimar’dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?’20

b. Astral Bedeni Müşâhede

“Ruh ve Kâinat”da yine şöyle bir hâdise nakledilir. Bu hâdise Dr. Burgess tarafından dostu Dr. Hodgson’a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:

“Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11.45’de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6.45’te odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm. Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı. Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar. O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu. Görünüşü fevkalâde ihtişamlı idi. Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu. Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu hâlde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hâli vardı. Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.

Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu. Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazen tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazen de büzülerek 15 pusa kadar iniyordu. Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. Astral bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükûnete kavuşunca astral beden de tekrar eski hâlini alıyordu.

Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum. Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acayip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum. Nihayet meş’um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için gayretini artırdığını gördüm.

Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhî varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı.”21

c. Ölüm Anındaki Ruhî Müşâhedeler

Madam Florance Marryant anlatıyor:

“Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensup genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşındaki, plöreziden hasta kız kardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kız kardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance)22 hâlinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.

Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hâl almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.

Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamıyla kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamıyla bitkin bir hâl almış, son dakikalarını yaşıyordu.

Edith, o an titreyerek kız kardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada bedenden kendisini kurtararak tamamıyla teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir hâlde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal flüoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayatî organlarına bağlı canlı bir hâl almıştı.

Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeye başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyük babasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu hâlde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler.”

Madam Joe Suell anlatıyor: “20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, birçok ölüm vak’alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhî bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu.”

Anlattığı vak’alardan birini aşağıda aktarıyoruz:

“Maggie’nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişemeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvelâ belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu.”

Meşhur medyumlardan A. J. Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşâhedelerini şöyle naklediyor:

“Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hâl alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alâkası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamıyla organik olan birtakım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhî bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhâlde cesedin derhal bozulmasına mâni olan budur. Kadının ruhî bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı.”

Dr. F. A. Kraft anlatıyor: “Birinci Dünya Savaşı’nda hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: ‘Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız… Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım… ah… evet bekleyin…’

Ölenler, hemen bütün hâllerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.

Bu konuda ilgi çekici bir başka vak’a ise şudur:

“Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.

Bir çarşamba günü hasta, âdetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hâl almıştı. Bana dedi ki:

Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayakucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiçbir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkânını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James’in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: ‘Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11’de benimle birlikte geleceksin!’ dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellit olmadığına kat’iyen eminim.

Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hâli vardı. Saat 10’a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. 11’e çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamıyla anlaşılan bir sesle: ‘Kardeşim James!’ dedi. Tam saat 11’de, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki âleme gitmek üzere cesedini terk etti.”

d. Allah Resûlü’nün “Ebherim Koptu.” Dediği An

İlim adamları, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili daha birçok vak’a anlatıyor. Biz yeri geldikçe bu anlatılanları nakletmeye devam edeceğiz. Ancak sözün burasında anlayış bakımından size de enteresan gelecek bir hususu arz etmek istiyoruz:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) son anlarını yaşarken bir ara “Ebherim koptu.” buyuruyor.23 Ebher, damar mânâsına da gelir. Bu hadisi şerhedenler ekseriyetle, meseleyi Allah Resûlü’nün Hayber’de zehirlenmesiyle irtibatlandırmışlar ve Efendimiz’in ifadesine böyle bir izah getirmeye çalışmışlardır. Ancak vücuda giren zehirin seneler sonra şah damarına tesir etmesi bize çok uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Kanaatimizce Allah Resûlü’nün sözünden şu mânâyı anlamak daha uygundur:

Efendimiz, o esnada kendi vizyonunda, dedublesinin kendisinden yani mübarek cesedinden ayrıldığını haber vermektedir. “Ebherim koptu.” demek, Dedublem benden ayrıldı.” demektir. Ve işte o esnadadır ki Allah Resûlü, “Refîk-i A’lâ”yı istemektedir…

4. HER ŞEY GÖRDÜĞÜMÜZ MADDEDEN İBARET DEĞİL

Daha önce aktarmış olduğumuz misaller bize, maddenin ve fiziğin ötesinde başka bir varlığın mevcudiyetini haber verirler. Her şey gördüğümüz maddeden ibaret değildir. Ve her şeyi laboratuvar tecrübesi altına alamazsınız. Böyle yapmak isteyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Ve bunlar ilmin ancak onda biriyle iştigal ediyorlar demektir. Beşeri topyekün ele almayı düşünenler, onun maddesine, fizyonomisine baktıkları gibi ruhuna, mânâsına, dedublesine de bakmalıdırlar. Ancak o zaman, insan hakkında sağlam bir hüküm verme imkânına sahip olurlar. Ve o zaman insan bir meçhul olmadan çıkar.

İnsanı tek yönü ile ele alıp tahlil edenlerin nazarında ise o, Alexis Carrel’in ifadesiyle, hep bir meçhul olarak kalır. Hâlbuki mevcud-u meçhul, varlığını bildiğimiz tek varlık Hz. Allah’tır (celle celâluhu). O’nu idrak ve ihata etmek mümkün değildir. O’nu idrakin en güzel ve doğru ifadesi, idrakinden âciz kalındığını itiraf olacaktır. Nebilerden sonra beşerin en muhteşem dimağı Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “O’nu nâkabil-i idrak kabul etmek şeklindeki acz, tam idraktir24 demektedir. Efendiler Efendisi de, “Ey bilinen (her şeyden ayan olan), Seni hakkıyla bilemedik.”25 der ve bu ifadesiyle mârifetin zirvesine taht kurar.

İşte, hakkında ‘bilemedik’ hükmünü vereceğimiz, ihatasızlık ve idraksizliğimizi ifade edeceğimiz tek varlık Allah’tır. Bunun dışında Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bildirdiği kadar ve bildirmek istediği şeyleri bilebiliriz. Buna insan da dahildir. Ama insanı bilmenin bir yolu vardır. O da insanı bütün yönleriyle ele almaktır. İnşâallah yakın bir istikbalde maarif yuvalarımız, meseleye bu türlü yaklaşan ilim adamlarıyla dolup taşacak, hâdiseler ve bu arada insan yeni bir bakış tarzıyla tahlile tâbi tutulacaktır.

İşte o zamandır ki, tek gözle bakıldığında muzlim ve karanlık görülen her yer ve her yöre aydınlığa kavuşacak; ilim, fen ve teknik ile ilgili yeni buluş ve keşifler insanımızın hizmetine nurlu bir kadro tarafından takdim edilecektir.

Burada şu hususu da arz etmeden geçemeyeceğim: Her ilim dalının kendisine göre belli ölçü ve kıstasları vardır. Bunlar o sahaya ait hakikati bulmada sabit hakikatler olsa dahi, bir başka sahada geçersizdirler.

Meselâ, matematiğin, fiziğin, kimyanın ve tıbbî ilimlerin sahaları ayrı ayrıdır. Siz, fiziğin kanunlarını tıbba veya tıbbın kanunlarını fiziğe tatbik ederseniz, işi karıştırırsınız. Birbirine çok yakın ilim dallarında dahi bu nüansa dikkat etmek bir zarurettir.

Bunlar gibi, maddeye ait, maddeyi ölçen ve tartan kıstaslarla, mânâya ait ve mânâyı ölçen ve tartan kıstaslar tamamen birbirinden farklıdır. Binaenaleyh, elinde sadece maddî kıstaslar bulunan, yani cesedin altında kalıp ezilmiş, midesine esir düşmüş, ten cenderesinden bir türlü kurtulamamış insanlar elbette ruha ait hakikatleri müşâhede altına alamayacaktır. Zira bu, ayrı bir meleke ve ayrı bir mazhariyet gerektirmektedir. Ruhunu inkişaf ettirenlerdir ki, bu sahada söz sahibi onlardır. Zira mânâyı ölçecek tartı ancak onlarda vardır. Onlar dedubleyi, perispiriyi veya bizim dilimizdeki ifadesiyle Vücud-u mevhibe-i Hakkânî”yi görmekte ve bize böyle bir varlıktan haber vermektedirler.

Bu meselede kendi müşâhede ufku o seviyeye ulaşamayanlara düşen vazife ise, bu sahanın söz sahiplerine itimat edip teslim olmaktır. Aksi her davranış sadece bir inat ve yobazlık sayılır. Bu da ilimle, ilim adamlığı ile bağdaşmaz bir davranıştır.

Soralım böylelerine: Acaba rüyaları ne ile izah edecekler? Kabul gören dualar hakkında ne diyecekler? Altı ay kabirde yatan ve ölmeyen yoginin bu hareketine nasıl bir tevil getirecekler? Rifâiye tarikatına mensup olanlarda görülen harikulâde hâdiseleri nasıl yorumlayacaklar? Ya mucizeleri? Hz. Mesih’in nefesiyle dirilenleri… Hz. Musa’nın asâsını ve yed-i beyzâ harikasını… Hz. İbrahim’in ateşte yanmayışını ve Hz. İsmail’i kesmeyen bıçağını… Allah Resûlü’nün işaretiyle iki parça olan ayı… Parmaklarından su akmasını… Dağların, ağaçların ve hayvanların dile gelip O’na selâm durmalarını…

Evet, daha binlerce mucizeyi nasıl izah edecek ve nasıl anlatacaklar? Akılları almayan her şeyi inkâra mı kalkacaklar? Bu kaçış onlara ne fayda getirecek? Ve soralım onlara: İnkârları ne zamana kadar sürecek? Firavun’a fayda vermeyen iman mıdır yoksa onların da nasip payları? Ebû Cehil perdesine mi büründü yoksa akılları? Heyhat, can gırtlağa gelince hakikati görecekler. Bizim bugün dediklerimizi onlar o zaman söyleyecekler.. söyleyecekler fakat fayda getirmeyen bir hasarete gömülecekler.

5. DÜNDEN BUGÜNE KİRLİAN FOTOĞRAFÇILIĞI

Kirlian fotoğrafları da madde ötesi varlıkların mevcudiyetine önemli bir delildir.

Kirlian Fotoğrafçılığı, ismini, 1939’dan beri bu mevzularda araştırma yapan ve Sovyet olduğu söylenen bir karı kocadan almıştır. Bir elektronik mühendisi olan Samyon Kirlian, insan eli, böcek veya bir bitki yaprağını, fotoğraf plağı üzerine koyup bunu da bir elektrodun üzerine yerleştirip, sırayla cismi, yüksek voltajlı elektrik akımına ve alçak amperli elektrik akımına maruz bıraktı. Neticede cismin “Aura”26 ile çevrili olduğu görüldü.

Kirlianların çalışması, daha önce bu mevzuda çalışan ve çoğunun ismi, ilim çevrelerinde ve umumî terimlerde geçen Avrupalı ilim adamlarının çalışmalarının izinden gider. Meselâ, kas spazmlarının galvanik faaliyetini keşfeden Galvani, bir hayat gücünden bahsetmişti. Ona göre, bu hayat gücü bütün hayvanlarda devridaim eden manyetik elektriğin bir şekliydi.

19. asırda yüksek frekans bobininin kâşifi Nikola Tesla, fotoğrafik görüntüler meydana getirmek üzere frekansı yüksek voltajı kullanan ilk şahıstır. Onun çalışması X şuaı kâşifi Wilhelm Roentgen’e ve insanın aurasını (enerji bedeni) insanoğlunun görme sınırları çerçevesine renkli “kilner ekranları” vasıtasıyla getirmeyi gaye edinmiş Walter J. Kilner gibi araştırmacılara önayak oldu. Bu renkli Kilner ekranları, bir gözleyicinin normalden daha kısa dalga boylarını görebilmesine imkân verecek şekilde planlanmıştır. Zira Kilner, dışarıya yayılan enerjinin ültraviyole (mor ötesi) frekanslarından oluştuğuna inanmıştı.

Bu teori daha sonraki araştırmalarla da desteklenmiştir. Aynı zamanda Kilner, auranın, cismin sağlıklı olup olmamasına göre renk ve boyut yönünden (bedenin) değişik göründüğüne dikkati çekti. 20. asrın araştırmacıları, insanlar tarafından dışarı çıkarılan kısa dalgalı radyasyonun, ruhî faaliyetleri değiştirilebileceğini ve aynı zamanda kafein ve tütün gibi uyarıcılar tarafından da tesir edilebileceğini buldular.

Biyologlar ve psikiyatristler, insanın manyetik sahaları ile sağlığının hissî ve fizikî durumları arasında bir alâkanın olduğunu ortaya koydular. Dış çevredeki manyetik sahalara bağlı olarak da değişebilen ruhî faaliyet ve rahatsızlıklar ayrıca her ferdin kendine has aurasında da tesirini gösterir. Meselâ, ayın dönüşündeki ve güneşin hareketindeki çeşitli safhalar insan davranışlarına tesir edebilmektedir.

İnsan vücudunun elektromanyetik sahası, oksijen ve azot gibi havada mevcut mikroskobik gaz habbeciklerini, tutucu bir tuzak olarak iş görür. Derinin hemen üzerindeki hava yüksek bir enerji sahasıyla elektriklendirildiğinde, derhal kızarmaya ve ışık saçmaya başlar. Bu da Kirlian fotoğrafının tespit ettiği enerji hâlesidir. Mühendisler de metalürjistler de buna çok benzer bir metot olan “korona boşalması fotoğrafçılığı”nı, metallerdeki yarık ve çatlakları keşfetmek için kullanırlar. Metaldeki yarık ve çatlaklar, metalin korona kalıbında düzensizlikler şeklinde görülür.

Samyon Kirlian ve karısı tarafından yürütülen ilk çalışmalardan biri de, bitkilerin fotoğrafını çekmektir. Onlar, kullandıkları tekniğin basit bir yapraktaki akılları hayrette bırakıcı kompleks reaksiyonları gösterebildiğini keşfettiler. Dıştan bakıldığında her yönüyle aynı görülen iki yaprakta, şayet birinde hastalık varsa, değişik fotoğrafik görüntüler elde ediliyordu. Hastalıklı yaprağın enerji kalıbında hastalığın meydana geldiği kısımlarda bazı pürüzlü boşluklar görülürken, sağlıklı yaprakta koyu ve kompleks bir enerji kalıbı görünüyordu.

Bu yolla kazanılan bilgileri kullanarak, Kirlian fotoğrafçılığını bahçecilikte, gözle görülebilen hastalık alâmetleri çıkmazdan evvel bitki hastalıklarını teşhis etmede kullanabilmek mümkün olacaktır. ABD’de yürütülen daha teferruatlı çalışmalar, bitkilerdeki ani değişikliklerin de kaydedilebileceğini gösterdi. Meselâ, bir yaprağın dış yüzünü bir iğne ile çizdiğinizde, bu çizik Kirlian fotoğrafında kırmızı bir leke olarak görülecektir.

Nöro-psikiyatri enstitüsünde vazifeli Dr. Thelma Moss, Kirlianlar tarafından yürütülen çalışmaları araştırmak üzere Sovyet Rusya’ya giden ilk Batılı ilim adamlarından biridir. O, insan elektromanyetizmasının bitkiler üzerinde sahip olduğu tesirleri kaydetti. Bazı insanların ellerini, zarar görmüş yaprakların üzerinden geçirerek tedavi ettiklerini müşâhede etti.

Bu şöyle oluyordu: Kirlian fotoğrafında zararı gösteren leke, daha sonraki görüntülerde göze çarpmıyordu. Bazı insanlar ise bunun tam aksi bir tesire sahipti; bunlar ellerini yapraklar üzerinden geçirdiklerinde onların ölümüne sebep oluyorlardı. Birbirine zıt bu iki hâdise sırasıyla “Green Thumb (Yeşertici Temas)” ve “Brown Thumb (Soldurucu Temas)” tesiri olarak bilinmektedir.

Hayalî (fantom) yaprak ise, Kirlian tekniklerinin tespit ettiği başka bir garip tesirdi. Tecrübeyi yürüten şahıs, yaprağın bir kısmını kesip uzaklaştırdıktan hemen sonra, geri kalan kısmın fotoğrafını çekiyor. Takriben 200-300 tecrübeden sonra yaprak, kesilmeden önceki hâliyle Kirlian fotoğrafında görülüyordu.

Kirlian fotoğrafçılığı, vücudun dış yüzündeki ve daha sonraları keşfedilen vücut içindeki elektrikî alanları ve akımları kaydetmek için bir vasıtadır. Romen bir doktor olan İon Dumitrescu, Kirlian tekniğini; vücut içindeki elektromanyetik sahalarda meydana gelen değişmeleri ektroğrafik olarak kayıt edebilen ve ektronoğrafi olarak bilinen bir şekle dönüştürdü.

Thelma Moss’un tecrübeleri Kirlian ile tespit edilen rahatsızlık sebeplerinin ruhî ve fertler arasındaki alâkalara dayandığını gösterir. Meselâ, insanın derin ruhî rahatsızlıktan kurtulup sükûnete doğru ilerlemesi esnasında hâsıl olan değişiklikler başarılı bir şekilde çekilmiş Kirlian fotoğraflarında açık bir şekilde görülebilir. Beraber fotoğrafları çekilmiş iki ferdin his ve tavırlarını gösteren auraları birbirine kıyas edilerek onların karakter ve his haritaları çizilebilir.

İnsanların psikolojik durumları ve diğer insanlarla olan münasebetleri Kirlian fotoğraflarına aynen akseder. Meselâ, iki kişi birbirlerine karşı sıcak, samimî hisler duyduklarında neşrettikleri dalgalar birbirine doğru uzanır ve bazen tek bir desen hâlinde iç içe geçer. Tersine, iki kişi birbirlerine karşı düşmanca duygular içinde olduklarında alevler aniden kesilerek parmakları arasında bir boşluk hâsıl olur. Bu boşluk umumiyetle öylesine keskin ve net bir hâlde müşâhede edilir ki “saç tıraşı etkisi” (haircut effect) adıyla tanınmıştır.

Aşırı öfkelenmelerde mavi-beyaz koronanın içinde kırmızı bir leke meydana geldiği keşfedilmiştir. Ölüm hâlindeki süjelerde, dışa kıvılcımlar ve alevler fırlatıldığı; tam ölüm anında ise bunların tükenerek dindiği ve belli bir müddet sonra da kaybolduğu Kirlian fotoğraflarıyla tespit edilmiştir. Ayrıca gusül icap ettiği durumlarda koronanın sertleşip garip renk değişiklikleri gösterdiği müşâhede edildi. İslâm’daki, gusül gibi bütün bedene su değdikten sonra Kirlian fotoğrafı çekildiğinde ise bu garip değişikliklerin kaybolup koronanın normal hâle döndüğü tespit edilmiştir.

6. RUH FOTOĞRAFÇILIĞI

Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de Ruh Fotoğrafçılığı”dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî ceset gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkâr edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir.

Biz bu meseleye de yine üzerinde durduğumuz konuya delil olması bakımından temas edecek ve bu sahada söz sahibi Tom Patterson’dan bazı nakiller yapacağız. Ancak, asıl gayemiz, ruh fotoğrafçılığının tahlili olmadığı için, bir iki misalle yetineceğiz.

Tom Patterson, “Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı” adlı eserinde diyor ki:

“Psişik ilim, ruhî olayların bir neticesidir ve umumî nizama aykırı değildir. Yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü, astronomi ilmini gerektirmiş ve onu bugünkü seviyesine yükseltmiştir. İnsandaki zihnî ve bedenî arızalar tıbbın pek çok anşlarının doğmasına vesile olduğu gibi, ruhî olayların fark edilmesi de insanı bu yönde bir araştırmaya sevk etmiş ve onların anlaşılır olmalarına yol açmıştır.

Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862’de, Amerika’da, Bostonlu bir hakkâk olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanı sıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara “Ruhî Fotoğrafçılık” ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.

Bizlerin, spiritüalistler (ruhbilim felsefesi ile uğraşanlar) olarak, ruhun varlığına sarsılmaz bir inancımız var. Biz, ruhun, tıpça ölüm diye bilinen şartın ötesinde yaşamaya devam ettiğine de inanıyoruz.

Uzun araştırmalarım neticesinde şu sonuca vardım: Bedensiz ruhlardan çıkan ışık radyasyonları, fotoğraf filmi yüzeyine birtakım izler kaydedebiliyorlar. Tıpkı gün ışığı ve diğer ışınların film üzerinde husule getirdikleri şekiller gibi… Burada takdim edeceğim deliller, bu ön kabulü fazlasıyla destekleyecek ve inkârcıların inançsızlığını dahi giderecek niteliktedir.

Fotoğrafçılığın 1839’da keşfolunmasından 23 sene sonra, bu metottan faydalanılarak ruhların fotoğraflarının çekilmeleri çok düşündürücüdür. O zamandan bu yana binlerce ruh fotoğrafı, tanınmış veya tanınmamış medyumlar aracılığı ile çekilmiştir. Yalnız benim elimde binden fazla belge mevcuttur ve her birinin de ayrı bir hikâyesi vardır. Faaliyette olan bu kudreti, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğu inancı dışında başka bir şeyle izah etmeye imkân yoktur.”

Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:

“İngiltere’de, Sheffield’den Mr. E…, 5 Haziran 1961’de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:

‘Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8’i gösteriyordu. Niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğraftakinin karım olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimî bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David’in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.

Ruhî konular üzerinde şimdiye kadar hiç uğraşmamış ve duyduğum bazı şeyler üzerinde de hiç durmamıştım.’

Mr. E…. emekli bir polis memuru olup hâlen sorumlu bir görevde bulunmaktadır. Gönderdiği, ruh ilmini ilgilendiren bir fotoğraftı. Mr. Mumler de, kendisinden sonra ün yapmış diğer ruhî fotoğraf medyumları gibi her kademeden mütehassıslar tarafından amansız bir şekilde tetkik ve kontrole tâbi tutulmuştur. Bu sıkı kontroller sonunda kamera medyumluğunun bir gerçek olduğu ortaya konmuştur. Ve yine bu kanalla bugün Washington’da “Aquarian Foundation of Seattle”in televizyon programlarını takip eden milyonlarca seyirci, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğunu bizzat görebilmektedirler.

Ruhî fotoğrafların elde edilmesinde, insan müdahalesi söz konusu değildir. Bize ruhanî şahsiyetin delillerini verenler, insana benzer tabiatta olağanüstü nitelikte olan bir başka girişimin olduğunu mantıken de kabule zorlamaktadırlar.

Ruhî fotoğrafçılık hakkında edindiğim tecrübelere göre, bir fotoğraf elde etmek için yüz sene evvel, nasıl bir seans odasına lüzum olmuşsa, bugün de aynı metodun geçerli olduğuna inanıyorum. Modern fotoğrafçılık, ruhların bu tür tezahürlerine daha da kıymet kazandırmıştır.”27

7. DUYU ORGANLARI ARACILIĞI OLMADAN GÖREN, İŞİTEN VE KOKU ALANLAR

Duyu organlarının aracılığı olmadan görme, işitme, koku alma gibi hâdiseler de yine madde ve fizik ötesi varlıkların ve bilhassa ruhun mevcudiyetine bir delildir.

Mevlâna bir beytinde şöyle der:

ذرّه ها ديدم دهانشان جمله بازگر بگويم حوردشان گودد دراز

“Cümlesinin ağızları açık zerreler gördüm,Onların yediklerini de eğer söylesem söz çok uzar.”28

Mevlâna 7 asır önce yaşamış bir İslâm mutasavvıfıdır. Onun devrinde kimsenin ne mikroptan ne de mikroskoptan haberi vardı. Fakat Mevlâna, mikropları ve onların neler yediklerini, nasıl beslendiklerini gördüğünü söylüyordu. Mevlâna bütün bunları nasıl görmüştü? Bu görmeyi maddî gözle izah mümkün müdür? Elbette Mevlâna, gördüklerini, maddenin ötesinde bir ruhî gözle görüyor ve müşâhede ediyordu. Meseleyi başka türlü izah etmek de imkânsızdır.

Ancak bu çeşit müşâhedeler elbette herkese mahsus değildir. Bunun için insanın ruhen duruluğa ermesi ve o işe hazır hâle gelmesi gerekir. Ayrıca müşâhedede şahsın, o anda elde ettiği durum ve kazandığı pozisyon da çok mühimdir. Onun içindir ki, aynı mecliste birinin gördüğünü diğerleri göremeyebilir. Çünkü göremeyenler o anda görme pozisyonuna girememişlerdir.

Ahmed İbn Hanbel ve Taberânî’nin ortaklaşa anlattıkları bir vak’a, dediğimiz hususu daha da net ispat eder mahiyettedir. Vak’a şudur:

Hz. Abbas yanına oğlu Abdullah’ı da alır ve beraberce Allah Resûlü’nü ziyaret maksadıyla mescide gelirler. O esnada Allah Resûlü, yanında oturan bir başka kişiyle ciddî bir meseleyi müzakere etmektedir. Onun için de Hz. Abbas ve oğluyla ilgilenemez.

Bunun üzerine Hz. Abbas belki de biraz buruk olarak oğluyla dışarıya çıkar. İbn Abbas (radıyallâhu anh), babasına: “Baba! Allah Resûlü’nün yanında bulunan adamı görmedin mi? Şimdiye kadar o kadar güzel yüzlü birini görmedim.” der. Hz. Abbas: “O mu, Allah Resûlü mü güzel?” der. İbn Abbas: “O” deyince, “Hadi gidelim, soralım.” derler ve beraberce geriye döner, mescide girerler. Olan hâdiseyi aynen Efendimiz’e naklederler. Allah Resûlü, İbn Abbas’a sorar: “Sen benim yanımdaki şahsı gördün mü?”

O, “Evet yâ Resûlallah, gördüm.” der. Ve Allah Resûlü biraz evvel yanında bulunan şahsın Cibril olduğunu ve kendisi hakkında söylediği müspet şeylerden bahseder.29

Hz. Abbas o esnada görme pozisyonunda, kuşağında olmadığı için Cibril’i (aleyhisselâm) görmemiştir. Hâlbuki yanında bulunan oğlu Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh) onu müşâhede etmiştir. Demek ki, görmek için, görme durumunu kazanmak şarttır.

Sözün burasında, hemen şu noktaya intikal edelim: İnsan Allah’ı görme durumuna ulaştığı zaman O’nu da görecektir. Bu da insanın Rahmet ve Ulûhiyet âlemiyle rezonans olmasıyla alâkalıdır. Dünyada iken hiç kimse Allah’ı göremez. Görenler hayal görmüşlerdir. Gördüm diyenler, hata içindedirler, Nâmütenâhî (sonsuz) olan, sınır tanımaz ki, mütenâhî (sonlu) olanlar tarafından görülsün.

Ama mesele bir hüviyet kazanma ve varlığımızla orada zuhur etme meselesidir. Muhbir-i Sadık’ın ifadesiyle, biz Cennet’te Allah’ı görecek ve her görüşle değişeceğiz.30 Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede ederken apayrı âlemlere gireceğiz. O’nu Cennet’ten göreceğiz; ama ne Allah Cennet içinde muhat, ne de O’nun tecellîsi sadece Cennet’e münhasırdır. Biz Cennet’e girdiğimiz zaman -inşâallah- bu âlemin buudlarından çıkmış olacağız. Ne üç buudlu mekân ne de tek buudlu zaman artık bizi hapsedemeyecektir. Yukarılarda uçuyor gibi bir atmosfere girecek ve işte o zaman Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede edeceğiz.

Mü’min olarak bizler, en az fiziğe inandığımız kadar, fizik ötesine de inanırız. Kat’iyen biliriz ki, eşyada hakikat adına seyrettiğimiz şeyler, esasen onların arkalarındaki gölgelerinden ibarettir. Ne var ki, nazarı sathî, kalbi kapalı ve duyguları körelmiş kimseler, daha çok bu gölgeler üzerine konar kalkarlar.

Vicdan, eşyanın özüne uyandığı, onun dış yüzüne bağlı kalmayıp perde arkasına nüfuz ettiği nispette, insanın kalbi, ruhu, beyni, hisleri ve bütün melekeleri daha bir derinliğe ulaşırlar. Bu durumu kazanan bir insan ise artık gözünü kullanmadan da görebilir, kulağını kullanmadan da işitebilir ve burnunu kullanmadan da koku alabilir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Saflarınızı düzgün tutunuz. Şeytanın aranızda gezdiğini görüyorum. Ben önümü gördüğüm gibi arkamı da görürüm.”31 buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu meyanda, Hz. Yakub (aleyhisselâm), Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) kokusunu çok uzak mesafeden hissetmiştir.32 Hz. Ömer, on günlük mesafedeki ordularının başkomutanına, savaş esnasında taktik vererek “Ey Sâriye! Dağ tarafına, dağ tarafına!”33 demiştir. Ve sesini bu uzun mesafeden Hz. Sâriye’ye duyurmuştur.

Bu mevzuda günümüzden de yüzlerce misal getirmek mümkündür. Burnu ile duyup, topuğu ile koku alanlar, parmak uçlarıyla veya ayaklarıyla görenler çoktur. Bu ve benzeri tecrübeler göstermiştir ki, insan, belli bir ruh hâletini kesbedince, fizikî bedene ait fonksiyonların hepsini, fizikî uzuvlara ihtiyaç duymadan da eda edebilecektir.

Nedir bütün bunlar? Neyi ispat etmektedir? Allah, görmek için gözü, konuşmak için ağzı, koklamak için burnu, duymak için de kulağı yaratmıştır. Ama bunların hiçbiri, ruhu bağlamamaktadır. Gerektiğinde ruh, rüyalarda olduğu gibi kendi dilini ve kendi alfabesini kullanır. Bunlarla duyup, bunlarla görür ve konuşur.

Günümüzde “telestezi” başlı başına bir araştırma sahasıdır. Ve bu sahada elde edilen tecrübeler, her kuvveti maddeye bağlı ve maddeden doğmuş, maddenin bir buudu kabul eden maddeci zihniyeti biraz daha çıkmaza sokmaktadır. Zira bu vak’aların hiçbirini madde ile izah etmek mümkün değildir.

8. RADYASTEZİ

Günümüzde, fizik ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine delil olan “radyastezi” ilmi de telestezi’nin bir buudunu teşkil etmektedir. “Radyastezi”, isminden de anlaşıldığı gibi radyasyon ilmi, radyasyonlarla ilgili anlamlarına gelmektedir. Dünyada ve hatta kâinatta mevcut olan her cisim (canlı veya cansız) etrafına birtakım radyasyonlar, yani göze görünmeyen tesirler yayarlar. Bunlar, fizik aletleri ile tespit edebildiğimiz vibrasyonlardan (titreşim) farklıdır. Bilinen en ince vibrasyonlar, kozmik şualardır. Bunların dalga boyları o kadar küçüktür ki, kalın kurşun levhalardan bile rahatlıkla geçebilmektedirler.

Asrımızda her cisim ve her canlıdan, kendi hususiyetlerini ve o andaki hâllerini belirten, çeşit çeşit radyasyonların intişar ettiği bilim adamlarınca ispat edilmiştir. “Radyastezist” olan bazı kimseler, yeraltındaki bir suyun veya bir madenin neşrettiği tesirleri, herhangi bir emare ve işaret olmadan, tam ve doğru olarak alabilmektedirler. Bunlar, ellerinde bir çubuk tutmak suretiyle arazi üzerinde gezmekte ve su bulunan yere geldiklerinde, bu çubuklar kendiliğinden istikamet değiştirerek, suyun bulunduğu tarafa eğilmektedirler.

Radyastezinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih öncesi zamanlardan bu yana, bu tür kabiliyetler kullanılmış, ancak belki de bu faaliyetlere, ilmî bir isim verilememişti. Şu vak’a, tarihî bir vak’a olarak bu mevzuda oldukça ilgi çekicidir:

“Birinci Dünya Savaşı sırasında Gelibolu yarımadasına çıkartma yapmış olan İngiliz kuvvetleri, adaya ayak bastıkları günden itibaren, etrafta içecek su olmadığından, şiddetli susuzluk çekiyorlardı. Su ikmali ancak Malta’dan gemilerle yapılıyordu. Bu da hem çok zaman alıyor, hem de külfetli idi. Ayrıca bu taşıma su, oradaki değirmeni döndüremiyor ve oradakilere kifayet etmiyordu. Bu esnada generale, orduda Saffer Kelly isminde radyastezi kabiliyeti olan birinin var olduğu haberi geldi.

General derhal Kelly’nin çağrılmasını emretti. Kelly gelip, ertesi sabah tetkikata başlayacağını söyledi. Radyastezist Kelly ertesi sabah işe koyuldu. Elinde sadece basit bir bakır çubuk bulunduruyordu. Kelly bu bakır çubuk sayesinde otuzdan fazla yeraltı su kaynağını tespit edebildi. Hatta bu çubuğa bakarak, suyun ne kadar derinde ve ne miktarda olduğunu da haber veriyordu. Hâlbuki aynı bölgede daha önce birçok mühendis tarama yapmış, ancak muvaffak olamamışlardı.”

Radyastezi üzerine en ciddî ilmî çalışmalar Rusya’da yapılmıştır. Üstelik bu çalışmalar, madde ötesi varlıkların toptan inkâra uğradığı bir döneme rastlamaktadır. Mesele bu yönüyle de ilgi çekicidir. Bir yandan bu nevi araştırmalar inkâr edilirken, diğer taraftan da kullanma mecburiyeti hâsıl oluyordu. Dolayısıyla Rus ateist bilim adamları, mistik sihir olarak nitelenen bu nevi ilmî araştırmalara bir isim bulmada zorluk çekiyorlardı.

Bu inkârcı yaklaşıma rağmen Rus jeologları, cesaretle meselenin üzerine eğildiler. Nihayet Dr. Bogomolov isminde bir su jeoloğunun eline aldığı bakır çubuklar, aniden titreşim yaparak, bulunduğu yerde büyük bir yeraltı su deposu olduğunu gösterince herkes dehşete düşüverdi. Zira artık elindeki çubuk ve bedenindeki radyastezi şuaları ile yeraltındaki derelerin derinliğini ve su damarlarının çapını bile anlayabiliyordu. Dr. Bogomolov, nihayet radyastezi çubuklarının maharetini kabul etmiş ve bu mistik hâdiseye inanmayı kendine telkin etmeye başlamıştı.

Böylece Rusya’da arka arkaya yapılan testler, insanın, toprağın derinliklerindeki maddelere karşı, tuhaf bir duyarlılık istidadının olduğunu göstermiştir. Bu duyarlılık bilim için oldukça hayatîdir. İlim adamları bunun da mutlaka kullanılıp geliştirilmesi gerektiğine inandılar. O kadar ki, aynı akademiye mensup birkaç bilim adamı, bizzat Stalin’in şahsî arazisi üzerinde araştırma yaparak, buldukları neticeyi bilimsel bir dergi olan “The Journal of Electricitiy” (Ocak 1944)’de yayınlamak cesaretini de göstermişlerdir.

Bu hâdise o gün Rus bilim adamları arasında bir hayli yaygınlaşmıştı. Bunun üzerine 100’den fazla bilim adamı (bir kısmı Kızıl Ordu’dan) geniş çapta radyastezi alanında araştırma yapmaları için görevlendirildi. Belli bir arazi tayin edildi. Her birinin elinde normal yaş ağaçtan “Y” şeklinde kesilmiş çubuklar bulunuyordu. Bu çubuklar su olan bölgeye gelindiğinde esrarengiz bir şekilde duyarlılık gösteriyorlardı. Sonunda “Bilimsel Komisyon” radyastezi çalışmalarına “Evet” diyerek, çubuklara da “Büyücü Değneği” ismini verdiler.

İşin ilgi çekici bir yanı da bu radyastezi çubuklarının duyarlılığına hiçbir maddî kuvvet mâni olamıyordu. Kauçuk eldiven takıyorlar, değişik maddelerden mamul zırh giyiyorlar, yine de bu çubuklar harıl harıl çalışıyor ve insandaki esrarengiz istidatlarla alâkaya devam ediyorlardı…

Bugün artık Sovyet bilimine radyastezi iyice yerleşmiş ve geliştirilerek bilimsel olarak da “The Biophysical Effects Method” kısaca “BPE” olarak adlandırılmıştır. Fakat aynı zamanda “Niçin ve nasıl?” sorularını da beraberinde getirmiştir. Su, insan ve basit bir çubuk arasında nasıl bir ilişki söz konusu idi? Elektromagnetizm gibi bilmediğimiz bir enerji ya da insanın henüz keşfedilmemiş bir duyum organı mıydı? Bunu ileride hep beraber göreceğiz…34

9. ÖNSEZİ (HİSS-İ KABLE’L-VUKU)

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alâkadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan birtakım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tespit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hâdiselerin hayatımızla ne kadar içli dışlı olmasıyla alâkalıdır.

Hemen herkesin, farkında olsun veya olmasın, başından geçmiş bir hayli esrarengiz hâdise vardır. Meselâ, herhangi bir hâdiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi, birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin birkaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar… gibi hepimizin başından geçen dünya kadar hâdise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de i’mâl-i fikretmişizdir.

Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alâka bizlere daima birtakım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hâdiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable’l-vuku (önsezi, hâdiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine ruhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüz binlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma Anamız, Efendimiz’in vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hâle gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi.

Efendimiz’in zevcât-ı tâhiresinden Ümmü Seleme Validemiz ise başucundan ayrılmıyor, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Resûlü’nün ruhaniyatını hoşnut ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hâdiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme’den dinleyelim:

“Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara ‘Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın!’ dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile ‘Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babam’a kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.’ dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti.”35

İşte Hz. Fatıma (radıyallâhu anhâ) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hâdiseyi de Tâhirü’l-Mevlevî anlatıyor: İskilipli Âtıf Hoca ile aynı koğuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdafaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi:

“Bu gece Peygamber Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) müşerref oldum. Bana: ‘Âtıf! Hâlâ bize gelmek istemiyor musun?’ dedi. Ben de: ‘İstiyorum yâ Resûlallah!’ karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir mânâsı kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Resûlullah’a kavuşacağım.’ dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Âtıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi.”

Şimdi İskilipli Âtıf Hoca acaba, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki, o da müdafaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddî sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebû Eyyub el-Ensârî’nin (radıyallâhu anh) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak hâline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin’e müracaatta bulunur. Akşemseddin murâkabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tespit eder.

Hz. Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var. Müsaadenizle onu burada arz etmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tam ziyaret esnasında -içime ihtimal onun oradaki huzuruyla alâkalı bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken- birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana: “Evet, buradayım!” der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti.

Şimdi, ne Akşemseddin Hazretlerinin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak’a ve birer realitedir.

10. GAYBI BİLMENİN MÂNÂSI

Görüldüğü gibi insanın malumatı, maddî-mânevî çok farklı bir buud arz etmektedir. Evet, Allah’ın bildirmesi ile insanlar, “gayb” dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hâdiseler “gayb” kabul edilmektedir. Gaybı da Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. “Gaybı sadece Allah bilir.” demek Cenâb-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim âyette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır. “Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.”36 denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da O’nun hesabına mucize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenâb-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimselerin fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenâb-ı Hakk’ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir.

Mutlak gaybı bilmek, Allah’a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduttur. Ve yine bu da ancak Allâmü’l-Guyûb’un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşerî ölçüler dahilinde gaybı bilmek, maziyi ve istikbali hâdiseleriyle ihata etmek imkânsızdır.

Kur’ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mu’ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybten haber verme hususunda Kur’ân’la boy ölçüşmesi imkânsızdır. Zira Kur’ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır.

Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de zaman zaman ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O’nun nübüvvetinin birer mucizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alâkalı bazı mucizevî haberlerinden birkaç misal arz edeceğiz.

Peygamberimiz’in Gaybı Bilmesi

Kur’ân, Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) verilen bir mucize kitap olması hasebiyle, Efendimiz’in Kur’ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O’nun peygamberliğini de teyit eder. Fakat bir de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybî haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alâkalı en mühim vak’alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimiz’den sâdır olmuş ifadelerdir.

Bunlar elbette birer mucizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O’nun bir beşer olarak bu gaybî ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Hâlbuki öte yandan 14 asır önce söyledikleri bir bir vâki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hâdiseleri maddî şeylerle izah etmeye imkân yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü’nün verdiği gaybî haberlerin aynen zuhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların ispatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybî haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybî haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimiz’in bu tarzda gaybî haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.37

a. Peygamberimiz’in Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybî Haberler.

aa. Senin Baban Hüzafe’dir

Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Bir gün Allah Resûlü minbere çıkmışlardı. Gaybî âleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celâlli görünüyorlardı. Bir ara “Bugün bana istediğinizi sorun!” buyurdular. Herkes bir şeyler soruyor, O da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, “Benim babam kim yâ Resûlallah?” diye sordu.

Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: “Senin baban Hüzafe’dir.” Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. “Abdullah b. Hüzafetü’s-Sehmî” (radıyallâhu anh) şanlı ve samimî bir sahabi…

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) minber üzerinde celâlli bir vaziyette ve herkese bir şeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslûpla cevaplar veriyordu. Resûlullah’ın neden celâllendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Resûlü’ne hitaben sanki O gaybı bilmese de O’na inandıklarını dile getirir bir eda ile: “Biz Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razıyız.” dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve mânidar sözleri, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatıştırmıştır.38

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescitte istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabe huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabe, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) dediklerini aynen tasdik ediyor ve âdeta sükutlarıyla da صَدَقْتَ “el-Hak, doğru söyledin ey Allah’ın Resûlü!” diyorlardı.

ab. Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-ü Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir’de bulunuyorduk. Allah Resûlü, muharebe adına stratejisini tam tespit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verâsına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebû Cehil’in öldürüleceği yer, şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer… ve daha birçok isim… Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor: “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk.”39

Beşer aklıyla kavranması imkânsız bu kabîl hâdiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve 14 asır sonraki nesillere صَدَقْتَ وَبِالْحَقِّ نَطَقْتَ Doğru söyledin ve Hak’tan başka da konuşmadın.” dedirtmektedir.

ac. Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir hâdisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabıyla mescitte oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: “Biraz sonra buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O, Yemen’in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır.” Bir müddet sonra, aynen Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verdiği tipte bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah b. Cerir el-Becelî’den başkası değildir.40

b. Efendimiz’in Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybî Haberler

ba. Fatıma Annemiz’in Vefatını Bildirmesi

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma’yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryâd u figân etti ki, bu, ancak İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gurubuyla yorumlanabilirdi.

Bir süre sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hâdise Hz. Âişe Validemiz’in gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama Hz. Fatıma Validemiz, bunun Allah Resûlü’ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı.

Allah Resûlü’nün vefatından sonra Hz. Âişe Validemiz tekrar sorunca, Fatıma Anamız da şöyle cevap verdi: “Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. Onun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O’na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim.” demiştir.41

Evet, Hz. Fatıma Anamız’ın vefat-ı Nebi’den altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vâki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

bb. Hz. Hasan’ın Feragati

Kütüb-ü Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan’a (radıyallâhu anh) işaretle şöyle buyurmuşlardı: “Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (celle celâluhu) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir.”42

Evet o, kerim oğlu kerim, Allah Resûlü’nün evlâdı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdi edilen hilafet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terk ederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmi beş-otuz sene Allah Resûlü’nü doğrulamıştı.

Hz. Ali’den sonra Emeviler, karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhta buluşturdu.

Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Hasan’a ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, o henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü’nün işaret ettiği hâdiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah’ın Resûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Resûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti…

11. PSİKOKİNEZİ

Ruhun varlık delilleri arasında psikokineziyi de sayabiliriz. Psikokinezi (Psychokinesis) çok geniş bir konudur. Kısaca zihnin, doğrudan doğruya maddeyi etkileme gücü demektir.

İnsan vücudundan çıkan ve insan, hayvan, bitki ve eşyaya tesir eden güç (Biyoplazmik Enerji), maddeler üzerindeki vibrasyonlara tesir eden güç (psikometri), manyetizma, hipnotizma ve bu usullerle yapılan tedaviler, nazar, sihir ve büyü gibi vak’alar, yogizm, fakirizm gibi kavramlar hep psikokineziye dahildir. Ayrıca ruh, cin veya şeytanların yaptıkları veya yaptırdıkları fizikî hareketleri de aynı konu içinde incelemek mümkündür.

Elbette biz burada psikokineziyi bütün teferruatıyla inceleyecek değiliz. Zira teferruata girmemiz, konuyla ilgili temel esprimizin dışına çıkmak olur. Bu yüzden bütün bölümleri ana hatlarıyla ve bir tasnife tâbi tutmadan, bazı misaller vererek konuyu takdime gayret edeceğiz. Ve neticede göreceğiz ki, psikokinezi de bütün dallarıyla madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetinden haber vermekte ve ısrarla iddia ettiğimiz düşünceye kuvvetli bir delil olmaktadır.

a. Bükülen Çatal Bıçaklar

Konuyla alâkalı şu vak’a çok manidardır:

“Bir pazar günü saat 13’te binlerce Danimarkalı evlerinde masa başına oturmuşlar, önlerine “Billed Bladet” adlı haftalık dergiyi açmışlar ve yanına bulabildikleri çatal, bıçak gibi madeni eşyaları koymuşlardı. Hepsi de derginin yapmayı teklif ettiği bir denemeye katılmayı arzuluyor ve o anda Londra’da bulunan 28 yaşındaki İsrailli Uri Galler’in düşünce ve irade kuvveti ile önlerine koydukları çatal ve bıçakları bükmesini veya kırmasını bekliyorlardı.

Az bir zaman sonra “Billed Bladet” gazetesinin telefonları bloke olmuş, binlerce okuyucu 13’te Uri Galler’i düşündükleri sırada çatal ve bıçakların bükülmeye başladığını söylemek için kuyruğa girmişlerdi.

Bu, Danimarka’da ilk defa olagelen bir şey değildi. Bundan bir hafta önce Uri Galler, Danimarka televizyonunda gözüktüğü zaman yine aynı olaylar cereyan etmiş; üstelik Galler, milyonlarca televizyon seyircisinin gözü önünde, bir bıçak kırmış ve bir de anahtarı bükmüştü. Onu ilmî gözlem altında tutan ve kendisi ile deneyler yapan Amerika’daki Stanford Research Institute’a mensup bilginler, söylenenleri doğruluyor ve hatta onunla birlikte yaptıkları bir seansta Galler’in irade kudreti ile Brezilya’da bir şehirde gezindiğini ve uyandığında avucunun içinde bir Brezilya parasının bulunduğunu söylüyorlardı.”

b. Hareket Eden Masa

“Rusya’da biyolog E. Naumov’un huzurunda, medyum Nelya Mihailova tarafından gerçekleştirilen bu neviden bir tecrübe filme alınmış bulunmaktadır.

Bu deneyde, N. Mihailova parmaklarını pusulanın 15 santim kadar önüne yatay olarak uzatmış ve elini pusulanın üzerinde dairevî şekilde hareket ettirirken bir taraftan da gözlerini, pusulanın ibresi üzerine dikmiştir. Bu sırada nabzı 250’ye yükselmiştir. Pusulanın ibresi bir müddet sonra titremeye başlamış, saat yönünün tersine doğru hareket etmiş, daha sonra da plastik kutudaki bakır kaidesi dönmeye başlamıştır.

Nelya Mihailova’nın yaptığı diğer bir tecrübede ise, biyolog E. Naumov’un kutusundan çıkararak 30 santim uzaklığa serpiştirdiği kibrit çöpleri, sabit bir şekilde üzerlerine diktiği gözleri ve uzattığı eli altında kaynaşmaya ve masa üzerinde hareket ederek birer birer masanın kenarından yere düşmeye başlamışlardır.

Nelya Mihailova, kendisinin anlattığına göre, gençliğinde öfkeli olduğu bir zaman bu kudretinin farkına varmış ve bundan sonra istediği eşyayı, gitmeden kendi yanına getirmek tecrübelerine başlamıştır.

1904’de Binbaşı A. H. Davis, medyum Eusapia Palladino’yı Napoli’deki villasına davet etmişti. Aydınlıkta ve 6 kişinin önünde yapılan seansta binbaşı arkasını bir meşe dolaba vererek oturmuştu. Odanın orta yerinde üstü mermer bir masaya Eusapia ellerini uzatınca, masa büyük ve ağır olmasına rağmen herkesin gözü önünde kımıldanmaya başladı ve yavaş yavaş hareket ederek binbaşının yanına kadar gitti. Bu esnada Eusapia, bir heykel gibi, elleri masa istikametinde uzanmış, gözleri sabit ve boş bir hâlde hareketsiz ve kaskatı duruyordu.

Böyle şeylere pek inanmayan binbaşı, bu sırada bir sigara yaktı, fakat derhal mobilyaların hücumuna uğrayarak, kendi kendine hareket eden masa ile arkasındaki dolap arasında sıkıştı kaldı. Kurtarmak için dört hizmetçinin yardımı ile yapılan bütün gayretler hiçbir netice vermedi. Ancak medyum masayı aksi istikamette hareket edecek duruma getirmek suretiyle binbaşıyı bu zor durumdan kurtarabildi.”

c. Ellerdeki Esrar

Amerikalı Jeoloji profesörü Danton, “Eşyanın Ruhu” adlı kitabında kendi yaptığı psikometri tecrübelerini anlatmaktadır. Danton’a göre, kız kardeşi Anna Danton Cridge, elinde tuttuğu mektubun sahibinin içinde bulunduğu durumu, şeklini, gözlerinin rengini, karakterini bildirdiği gibi kendisinin eline verilen bir maden veya taşın devrini, o devirde yaşayan hayvan türlerini, panoramik bilgiler hâlinde verebilmiştir.

Psişik melekelerden biri olan psikometri deneyleri, eşya üzerindeki hiçbir hatıra ve intibaın kaybolmadığını ve bütün olayların tarih sırasıyla tabiatta bir fotoğraf gibi kayıt ve tespit edilmiş bulunduğunu bize göstermektedir.

d. Ölmüş Annenin Sesi

“İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususî bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevk edilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmaya hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.

Kapp, kadınla yüz yüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeye başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. “Ama burası Amerika, Almanya değil!” diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeye başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeye başladı. Kapp, “Şimdi üstüme saldıracak!” diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Ve Almanca olarak, “Siz, Allah’ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız!” dedi.

Fevkalâde bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp’a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Birkaç dakika sonra Kapp, doktorla hasta bakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi.”

e. Batı İnsanının Bunalım Sebebi

Evet, ervah-ı habise daima pusudadır. İnsanın açığını bulduğu an saldırır. Gücü yettiğince zarar vermek ister. Böyle habis ruh ve şerir cinlerin saldırısından korunmak için Cenâb-ı Hakk’a sığınmak gerekir. O’na iltica edene hiçbir habis ruh veya cin zarar veremez.

Günümüzde Batı insanının önemli bir kısmı ruhî bakımdan dengesizdir. Siz isterseniz bu dengesizliğe “delilik” deyin, isterseniz daha ılımlı başka isimler verin ama netice değişmeyecektir. Batı insanının azımsanmayacak kadar ve büyük bir kısmı ruhî tedavi görmektedir. Almanya’da bu iş için devlet bütçesinden ayrılan miktar akıl alacak gibi değildir. Ama yine de meseleye çare bulunabilmiş değildir.

İskandinav ülkelerinde kırk yaşını geçen insanların yüzde onu intihar etmektedir. İntihar geçici bir cinnetle olur. İntihar eden insanları beş-on dakika önce psikiyatriye kaldırmak mümkün olsa, onların muvakkat bir delilik içinde oldukları gayet rahatlıkla tespit edilebilir.

Cinler veya habis ruhlardır ki, bünye içinden kendilerine gelen küçük davetiyeye icabet etmekte ve irade bakımından iyice zayıf düşmüş insanların ruhlarını kapkaranlık hâle getirmektedirler. Hiç olmazsa, ilim mahfillerimiz meselenin bu yönünü, “ihtimal” deyip kabul etselerdi, bugünkü bakış açıları çok değişecek ve içinde bulundukları madde saplantısından belki o zaman kurtulmaları mümkün olacaktı. Ama bu yapılamadı. İlim adamları, deve kuşu gibi başlarını kuma soktu. Etraflarındaki hakikatlere göz kapadı. Neticede ruhlarda bir “habâset” meydana geldi. “Habisler habisleredir.”43 âyetinin ifade ettiği mânâya uygun olarak da habisleşen ruhlara, habis ruhlar musallat oldular.

Batı dünyasının paranoyak bir kitle hâline gelmesinin altında yatan hakikat budur. Hâlbuki temiz bir atmosferde, temiz insanların yaşadığı dönemlerde temessül edenler, melekler oluyordu. Âli ruhlar o meclislerde boy gösteriyorlardı. Nitekim bu hususu yeri geldiğinde detaylarıyla söz konusu edeceğiz.

f. Trans Eylemi ve Etkisi

Dr. Bedri Ruhselman 1931 senesinde Adana’da iken oturduğu evin karşısındaki M… Efendi’nin evi taşlanmaya başlanmış, evin etrafına ve taş atılabilmesi mümkün olan istikametlere polis memurları yerleştirildiği hâlde, evin taşlanmasına mâni olunamadığı gibi, dakikada muntazaman 15-20 adet olarak atılan taşların intizamı dahi bozulmamıştır. Doktorun müşâhedesine göre bu taşlar M… Efendi’nin bahçe duvarı üzerinden geliyordu. Hafif bir şekilde hareket ederek çinko dam üzerine yavaşça düşüyor, küçük oldukları hâlde çok şiddetli bir ses çıkarıyor ve ele alındıkları zaman fırından çıkmış gibi sıcak bulunuyorlardı.

Bu hâl, 40 gün kadar devam ettikten sonra bir gün M… Efendi’nin büyük bir korku ve heyecan içinde feryat ederek evinden fırladığı görülmüştür.

Dr. Bedri Ruhselman, olayı şöyle hikâye etmektedir:

“Bahçeye ilk giren ben oldum. Evvelâ genç kızın hâli nazar-ı dikkatimi çekti. (Bu kız M… Efendi’nin ölen eski karısından olan kızıdır.) Kız, yarı trans hâlinde idi. Bahçede bulunan yemek masasının önündeki iskemleye çökmüş, başını masanın üzerine koymuş, gözleri dalgın ve etrafta olup bitenlerle sanki hiç ilgili değilmiş gibi bir hâlde bulunuyordu. Daha doğrusu kendisini kaybetmişti. Hâdiseler şöyle cereyan ediyordu:

M… Efendi -taşlanma hâdisesi üzerine- evi terk ettikten sonra, evin dört odasından üç tanesinin dışardan kepenklerini sımsıkı kapayarak kilitlemiş, yalnız terkettiği odayı bakkaliye levazımatı için depo olarak kullanmak maksadıyla açık bırakmıştı. İşte, o sırada kapısı aralı bulunan bu odanın içinde zeytinyağı fıçıları, yağ tenekeleri, içinde öteberi bulunan bir sürü camdan veya topraktan mamul kavanozlar vesaire bulunuyordu. Şimdi, içeride bu tenekeler birbirine çarpıyor, kavanozlar devriliyordu.

Yukarıda arka sokağa bakan, kapıları ve pencereleri kapalı odanın camlarının kırılmakta olduğu da yere düşen cam seslerinden anlaşılıyordu.

Hemen, evvelâ yukarıdaki odaya çıkıp kapıyı açtık. Dışarıdan kepenkleri kapalı olan pencerenin içeriden camları kırılmıştı. Tedbirli hareketlerle ve adımlarla aşağıdaki depoya indik. İçerisi karmakarışık bir hâlde idi. Fakat dışarıdan duyulan gürültülerle orantılı tahribat yoktu. Bir iki şişe kırılmış ve bazı mâyiler dökülmüştü. Bununla beraber fıçıların ve diğer eşyanın yerleri değişmişti. Odaya benimle M… Efendi’den başka kimse girmeye cesaret edemedi. Bahçede de kimse kalmadı. Kız hâlâ aynı hâlde bulunuyordu. Kızı hemen dışarı çıkarmasını M… Efendi’ye söyledim. M… Efendi, kızı kollarından tutarak kaldırdı. Dışarıda bir ahbabına, evine götürmesi için teslim etti. Kızın bahçeden çıkması ile hâdiselerin durması bir oldu.”

g. Yüce ve Süflî Ruhlar

Âli ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibarıyla böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.

Fahreddin Râzî şöyle demektedir: “Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar.”44

Efendimiz’in ruhu ve diğer nebilerin ervahı, kat’iyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbânî, Abdülkadir Geylânî, Muhyiddin İbn Arabî ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metotlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.

Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerarelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara tıp çeşitli isimler verir; “paranoyak”, “şizofreni” der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira her türlü cinnet vak’asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar.

12. ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLENLER

a. Aleyküm Selâm Abdullah

Ispartalı Müderris Mustafa Efendi vefat etmişti. Bütün akraba-i taallukatı ve talebeleri başına toplanmışlardı. Bu sırada oraya gelen Hoca Abdullah Efendi:

-Selâmün aleyküm Mustafa Efendi… deyince çenesi bağlı bir hâlde yatmakta olan ölü birden kalkıp oturarak:

-Aleyküm selâm Abdullah… demiş ve bir hafta daha yaşadıktan sonra tekrar vefat etmiştir.

b. Silahını Vermeyen Şehit

Mezarlarda ve ölmüş insanlar üzerinde müşâhede edilen harikulâde hâlleri de bu fasılda zikretmekte fayda var. Bu esrarengiz vak’alar da, yine madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetine bir delildir…

Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun her karış toprağına bir şehidin kanı akmıştır. Onlar, din, ırz, namus ve vatan uğruna canlarını seve seve vermişler ve meleklerle omuz omuza bir hâle gelmişlerdir. Öyle yücelmiş ve öyle ulvileşmişlerdir ki, Şair onlar hakkında “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.” demiştir.

İfadedeki mübalâğa, şiire ve şairliğe verilecek olursa, o gün şehit düşenler, cidden sahabenin hemen arkasında yer alacak kadar büyümüşlerdi. Zira şartlar çok ağırdı. Bu kadar ağır şarta rağmen, canını dişine takan bu insanlar, elbette Allah katında büyük bir değere sahip olacaklardı. Zaten Kur’ân şehitler hakkında, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz anlamazsınız.”45 buyuruyordu.

İşte yine böyle şehitlerden biri hakkında sözüne güvenilir müşahit bir dostum bana şunları anlatıyordu:

“Tarlayı sürerken saban sert bir şeye takıldı. Baktım, bu bir cesetti. Etrafını itina ile kazıp cesedi çıkardım. Mehmetçik, üzerindeki elbisesiyle sırtüstü yatıyordu. Elindeki silahı da sımsıkı tutmuştu. Ne kadar gayret ettimse de elinden silahı alamadım.”

Benzer bir hâdisede veya bu hâdisenin devamında şöyle ikinci bir vâk’a daha cereyan ediyor. Daha sonra bu askerin yanına ona komutanlık yapmış, yaşlı bir zatı getiriyorlar. Komutan askerini tanıyor ve ona ismiyle hitap ederek silahını teslim etmesini istiyor. İşte o zaman Mehmetçiğin eli gevşiyor ve silahını teslim ediyor.

c. Arkadaşının İmdadına Koşan Şehit

Selçuklu devrinde, Anadolu’nun fethine iştirak eden seyyahlardan biri -ki o devrede bir yer fethedilmeden önce seyyahlar gider ve kendi manyetik alanlarını oraya taşıyarak fethe zemin hazırlarlardı. Seyyahlardan sonra akıncılar, ardından da fetih orduları gelir, oralar fethedilirdi- şöyle bir hâdise anlatıyor:

“Bizans topraklarında dolaşıyordum. Yolda benim gibi seyyah genç bir adamla karşılaştım. Beraber gezmemizi teklif etti. Razı oldum. Yolumuzun üzerinde bir Bizans müfrezesi ile karşılaştık. Ve onlarla aramızda çatışma başladı. Bir ara arkadaşımı şehit ettiler. Ben yalnız kalmıştım. Fakat kavgayı sürdürüyordum. Nihayet ben de güçten, dermandan kesildim. Hasmım tam beni alt edeceği sırada idi ki arkadaşım birden yerinden doğruldu. “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin.”46 âyetini okuyarak geldi ve beni öldürmek üzere olan hasmımı yere serdi. Onun, yerinden doğrulup kalkmasını gözümle görmüş ve okuduğu âyeti kulağımla duymuştum. Ben kurtuldum. Fakat o eski hâli üzerinde ve upuzun yerde yatıyordu.”

d. Her Şeyi Gösteriyorlardı

Diyarbakır’ın Maden kazasında bir kadının öldükten dört saat sonra tekrar dirildiği ve hâdiseyi şöyle anlattığı bildiriliyor:

“Hiçbir hastalığım yoktu. Akşamdan başımda hafif bir ağrı hissediyordum, öğleyin saat 12 sıralarında yere düştüm. İlk hissettiğim şey, parmaklarıma bir sopa ile vurulması idi. Hatta ayıldıktan sonra bile parmaklarım ağrıyordu. Orada ölen bütün akrabalarımı gördüm. Beni yüksek bir tepenin üzerine çıkarıp her şeyi gösteriyorlardı.

1954 senesinde ölen kayınvalidemi, bir kapının önünde domuz şeklinde bağlı gördüm. Niçin böyle oldu, dedim. Ben dünyada misafir sevmediğim için onun cezasını çekiyorum, dedi.

1959 senesinde ölen Hulki Sel ismindeki adam, dünyada yetim malını yediği için boynuna zincir bağlamışlar eziyet çekiyordu. 7 yaşında ölen oğlumu yeşillikler içinde bir elma ağacı altında elma toplarken gördüm.

1960 senesinde ölen Arif Danışman hâlen sağ olan Şerif Harman’dan bir çap (bir ölçü) buğday borç almış, öldüğünde vermediği için azap çekiyordu. Bana yemin verdirdi. ‘Oğluma söyle, borcumu götürüp versin.’ dedi.”

Bu haber tamamen doğruydu. Nitekim oğlu, maden işletmesinde çalışan Fahri Danışman babasının borcunu verdi.

“Son olarak döneceğim sırada bana, ‘Senin çocukların çok küçük, sana acıdık, iki sene müddet veriyoruz, iki sene sonra dünyayı terk edeceksin, buraya geleceksin!’ dediler.”

Bu çeşit vak’aları, Efendimiz devrinde de görmek mümkündür. Nitekim kız çocuğunun bir derede boğularak vefat ettiğini söyleyen sahabiye Allah Resûlü acımış ve ondan kendisini oraya götürmesini istemişti. Yanlarında daha birçok sahabe olduğu hâlde bu yere gelinmiş, Efendimiz kıza ismiyle hitap edip, kızın da “Lebbeyk yâ Resûlallah!” dediği duyulmuştu. Efendimiz kıza geri gelmek isteyip istemediğini sormuş, o ise bulunduğu yerden çok memnun olduğunu ve geri dönmek istemediğini söylemişti.47

Hz. Enes anlatıyor:

Yaşlı bir kadının bir tek oğlu vardı. Çocuk aniden vefat etti. Kadın çok üzüldü ve ellerini açarak şöyle dua etti: “Yâ Rab! Senin rızan için, Resûl-i Ekrem’e (aleyhisselâm) biat edip hicret ile buralara geldim, benim biricik evlâdımı o Resûl’ün hürmetine bağışla.”

Hz. Enes, sözüne şöyle devam ediyor: “O ölmüş çocuk kalktı ve bizimle beraber yemek yedi…”48

e. Bir Elin Becerileri

Fransa’da Arl vilayetinin Pontde-Cran kasabasında oturan Madam Manson da, el kudretine haiz bulunmaktadır. Kendisi hayvan ve insanlara ait hastalıkları, elini bunların üzerine tatbik etmek suretiyle iyileşmesine vesile olmanın yanında hayvan, balık ve sebzeleri de ellerinin altında mumyalaştırmaktadır. İyileşen hastalıklar arasında astım, sinüzit, sıraca, kist, idrar darlığı, Malta humması, otite, ekzama, romatizma, rahim hastalıkları, siyatik ve verem bulunmaktadır.

Anlatıldığına göre, hekimleri dolaştıktan sonra tedavi edilemez teşhisi ile kendine gelen hastaların % 80’i tamamen iyi olmakta, diğer % 20’si ise, hastalıkları diğerlerinden hafif bulunduğu hâlde hiçbir ilacın, doktorun ve ruhî kudretin tesiri altında kalmayacak müstesna yaradılışta olduklarından iyi olamamaktadırlar.

Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan Madam Alerme’in kızı Odette, görme hâssesini kaybetmiş ve doktorlar ümidi keserek tedaviden vazgeçmişlerdi. Madam Manson’a götürülen kız, birkaç seanstan sonra görme hâssesini tekrar tamamıyla kazanmıştır.

Yine doktorların tedaviden âciz kaldıkları bir bağırsak hastalığına tutulmuş olan Madam Pinet, kendisi ile konuşan muhabire şunları anlatmıştır:

“Madam Manson, ellerini karnımın ve boş böğürlerimin üstüne koydu, birden müthiş terlemeye başladım. Şiddetli bir sıcaklık duydum; bacaklarım kesildi, ayaklarım karıncalandı ve bütün vücudumda asabî bir titreme başladı. Bu tek seanstan sonra hiçbir şeyim kalmadı.”

Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan en şayan-ı dikkati aşağıdaki vak’adır:

Nimes şehrinden bir kadın Madam Manson’a müracaat ederek, kız kardeşinin birkaç saatten beri komada olduğunu ve gelecek hâlde bulunmadığı için fotoğrafını getirdiğini söylüyor. Madam Manson, fotoğrafı alıp bir müddet gözlerinin bütün kuvveti ile baktıktan sonra kadına iade ediyor ve “Eve döndüğünüzde kardeşinizi sıhhatte ve gözleri açılmış bulacaksınız.” diyor. Hakikaten kadın kız kardeşinin yanına döndüğü zaman onu sıhhatte buluyor.

13. RÜYALAR

Rüyalar da ruha ait bir hâssa olmaları itibarıyla telesteziye dahildirler. Bu cihetle de madde ve fizik ötesi âlemlerin ve o âlemlere ait varlıkların mevcudiyetine delil teşkil ederler.

Rüya, hakikat âlemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hâdiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşâhede edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde her bir rüya, ötelerden birer ışık, birer işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp ona yol gösterebilir. Rüyalarda, göze, maddeye ve ışığa ihtiyaç duyulmadığı, görülen şeyler basiret ve ruhun idrakiyle sezildiği içindir ki, rüyalar çok defa insana tasavvur edemeyeceği kadar güzel ve geniş şeyler de anlatabilirler. Bir tek rüya ile dün, bugün ve yarına dair, kitaplara sığmayacak kadar geniş malumatın verildiği hiç de az değildir.

Rüya görmeyen insan yok gibidir. Bu itibarla da ona, ruhun tabiî müşâhedesi diyebiliriz. Bu müşâhedeyle insan, cismaniyet çeperinin dışında ve tamamen ayrı bir buudda yaşayabileceği gibi, aynı kuşakta kadere ait çok sırları sezebilir…

Aynıyla ortaya çıkan rüyalar o kadar çoktur ki, eğer her şahıs gördüğü rüyalardan sadece tabiri çıkanları tespit edebilseydi, bundan kocaman kitaplar meydana gelirdi.

Öteki âlemden insanın müşâhede ufkuna sarkmış ve her temiz ruhun istidadına göre gördüğü nice rüyalar vardır ki, gönül o rüyalara girip tenezzüh eder.. her biri birer gül bahçesi sayılan o bahçelerdeki kevser çeşmelerine varıp kana kana içer ve sonsuzluğa açılan o gizli menfezlerden, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve ruhların tasavvurundan âciz bulunduğu manzaraların müşâhedesiyle kendinden geçer.

Rüyalar sayesindedir ki, kalb ve basiret gibi iki ayrı hâssemizin olduğunu idrak eder ve cismin üç buudlu mahbesinden kurtuluruz. Vâkıa, hakikatle bütünleşmiş yüksek ruhlar için, öteleri müşâhedede rüyalara ihtiyaç yoktur. Onlar her zaman, orayı ve burayı bir arada görür ve sonsuza ait güzelliklerle mest u mahmur olarak yaşarlar. Ne var ki bu kapı, herkese açık değildir; açılanlara da çok ciddî mücahede ve ruhî tecrübelerden sonra açılabilmektedir.

İnsan zihnini, en pes şeylerin iç içe bulunduğu bir mezbelelik görenler veya bu mevzudaki tespitlerini hayvanî duyguların bulanık dünyalarında takip edenler, bin bir ilham esintisinin üfül üfül esip durduğu rüyaları, şuuraltı hortlaklarının karnavalı görüp göstermelerine karşılık, ilk ilhamlarını onlardan alan binlerce mucit ve binlerce hak dostu, misal âleminin bu feyyaz ve bereketli iklimine hep minnet duymaya devam edeceklerdir.

Dünyayı aydınlığa boğan En Yüksek Ruh, rüyalarla yelken açtığı mârifet denizlerinde seyrederken bile, yer yer bu ilk kutlu basamağa dönmüş ve peygamberliğin kırk şu kadar şubesinden bir parça sayılan bu mübarek meşcereliğe dikkati çekmiştir.49

a. Rüya ile Gelen Mesajlar

Doğru ve sadık rüyalarda ilham ve irşad yüklü mesajlar vardır. Onun içindir ki nice büyük keşifler rüyalar sayesinde elde edilebilmiş ve niceleri de fert ve milletlerin kaderini tayine vesile olmuştur. Kitaplar bunların binlerce misaliyle doludur. Biz, bunlardan sadece birkaçını arz edeceğiz:

1. Hz. Yusuf (aleyhisselâm), belli bir yaştan sonra âdeta hep rüyasının tabirini yaşamıştır. Neticede de gördüğü rüya aynen tahakkuk etmiştir.

2. Hapishane arkadaşlarının rüyalarına dair yaptığı tabir, melikin rüyasına getirdiği yorum da aynen vâki olmuştur ki, âdeta bu rüyaların tabirlerinde -bir ölçüde- fert, cemiyet ve milletin kaderi resmedilmektedir. Yûsuf sûresi, bu mevzuda, hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir hazinedir.

3. Firavun gördüğü rüya ile o uğursuz akıbetini açık seçik görmüştü ve bunu değiştirebilmek uğruna başvurduğu hiçbir çare de fayda vermemişti.. evet onun için de, kaderin hükmü aynen gerçekleşmişti…

4. Dördüncü Mehmed’in sadrazamı, Tarhuncu Ahmed Paşa, bir Nevruz günü padişah tarafından idam olunacağını, müneccimbaşı Hasan Bahâî Efendi’den öğrenmişti.

5. Devrin vak’anüvistinin anlattığına göre Mehmet Efendi adında dindar bir kimse varmış, bir gece rüyasında sadrazamı görmüş, önüne bir mendil yaymış, halk başına üşüşmüş, her gelen mendile bir kızıl florin bırakırmış. Mehmet Efendi de bir altın bırakmış ve kendisinden bir memuriyet istemeye niyetlenmiş. Tam o sırada bir derviş gelip mendile, ortasından kesilmiş bir yarım altın bırakmış, sonra tekrar geri almış… Sadrazam da oturduğu yerden inerek gözden kaybolmuş.

Bu rüyasını bir rüya tabircisine anlatan Mehmet Efendi’ye bunu şöyle tabir etmişler: “Sedir makamdır. Akçe, dedikodu, sözdür. Yayılmış olan mendil sadrazamın mevkiindeki hâl ve şanıdır. Sedirden inip gitmesi, makamdan azli; gözden kaybolması, âlem-i şuhuddan (madde âleminden, dünyadan) gitmesi; derviş, kaptan paşadır ki, adı derviştir; akçesini geri alması, kendi zevaline dahi alâmettir.”

6. Bir rüya da Ahmet Paşa bizzat kendisi görmüştü. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ahmet, seni istemezler, yeter durduğun, şimdiden sonra bize gel.” diye mübarek elleriyle işaret ve davet etmiş…

Yakınlarının anlattıklarına göre Ahmet Paşa, ölümü kendisi için muhakkak bilip, kayıtsız ve lâubâli hareket edermiş. 1653 Nevruzu’nda Salı günü divana geldiği vakit üzerinde, âşikâr bir vahşet varmış, vüzeraya selâm verdikten sonra: “Paşa karındaşlar, bugün son divana gelişimizdir, ahiret hakkını helâl edin! diye veda etmiştir. İki gün sonra perşembe günü de idam olunmuştur.

7. Dördüncü Mehmed’in en küçük kızı “Kaya Sultan” bir korku ile uyanır ve gördüğü rüyayı kocası Melek Ahmet Paşa’ya şöyle anlatır:

“Bu gece rüyamda dedem Sultan Ahmed’i gördüm. Bana Cennet’te oturduğu sarayı gezdirdi. ‘Kaya’m, dedi, Yeni Camii yaptırırken işçilerin arasına karışarak eteğimle taş ve toprak taşımış ve ‘Ulu Allahım, Ahmet kulunun hizmetini kabul eyle!’ diye yalvarmıştım. O da kabul ederek beni Cennet’e aldı. Şimdi gel Kaya’m, sen de benim gibi Cennet’te sefa eyle.’ Fakat solunda duran büyük amcam Mustafa: ‘Kardeşim, Kaya için bu kadar acele etme. Melek Ahmet’ten bir kızı olsun, ondan sonra Cennetimize gelsin.’ deyince dedem bu niyetle ‘el-Fatiha’ diyerek elini yüzüne sürdü. Elime baktım sağ elime kan bulaştı. Korkudan uyandım.”

Paşa her ne kadar rüyayı iyi bir şekilde tabir edip Sultan’ı teselli etmeye çalışırsa da diğer taraftan Evliya Çelebi’ye:

– Bu esrar-ı Hüdâdır, sende Allah emaneti olsun, bu sırrı kimseye açıklama, -Allahu a’lem- bizim Sultan doğururken kanı akar, şehit olur, diyerek ağlar ve belki de kaderini düzeltir düşüncesi ile hazinesinden beş bin dört yüz kese getirtip, Sultan’ın eliyle fukaraya ve saraydaki adamlara dağıttırır. Hatta bundan, Evliya Çelebi’ye üç yüz, kız kardeşine de yüz altın düşer.

Filhakika Kaya Sultan, ikinci kızını doğurduğu sırada “son” denen kısım içeride kaldığından, ebelerin üç gün süren türlü müdahaleleri neticesinde rahim zedelenir ve Sultan da kan kaybederek ölür.50

8. Amerika’nın eski cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, 1865 yılının 14 Nisan gecesi gördüğü garip bir rüya ile sıçrayarak uyandı. Rüyanın verdiği sıkıntıdan sırılsıklam terlemişti. Kalktı, çamaşır değiştirdi. Bir süre kitap okudu. Tekrar uzandığında, sanki aynı rüya kendisini yatağın içinde bekliyormuş gibi rahatsızlık duydu.

Tekrar uykuya dalabilmesi birkaç saatini aldı.

Sabah olduğunda rüyasını eşine ve yakınlarına anlattı. Hatta o günkü kabine toplantısında bile bahsetmek lüzumunu hissetti.

Rüyasında, Beyaz Saray’ın hizmetkârları telaşla koşup geliyorlar ve cumhurbaşkanının öldürüldüğünü kendisine haber veriyorlardı.

Abraham Lincoln’ün yakınları bunu hayra yorarak, ömrünün uzayacağını söylediler.

Aynı günün akşamı Lincoln ve karısı dostlarıyla birlikte tiyatroya gittiler. Kötü rüya Lincoln’ü mânen sarsmıştı. Bir önsezi ile olacak hâdiseleri hissediyormuşçasına konuşuyor, yakınlarının teskin edici telkinlerine rağmen ruhunu saran karanlıktan sıyrılamıyordu.

Temsilin heyecanlı bir sahnesinde Lincoln’ün oturduğu loca kapısı yavaşça aralandı. Sahneden akseden ışıkla elindeki tabancası parlayan genç bir adam içeridekilerin hareketine fırsat vermeden kurşunları boşalttı.

Amerika’nın 16. Cumhurbaşkanı, beynine dolan kurşunlarla koltuğuna cansız yığılıverdi. Henüz gördüğü rüyanın üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişti.

Böylece, rüyanın gelecekten haber veren işareti ile bir ülkenin devlet başkanı tarihe karışmış oluyordu.

9. Çanakkale Harbinde, İtilaf Devletleri kumandanı Sir Jan Hamilton, 21 Eylül 1915’te gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor:

“Dün gece korkunç bir rüya gördüm. İmroz’da çadırımın içindeki küçük portatif karyolamda yatmaktaydım. Birdenbire kendimi buz gibi sulara gömülmüş buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu. Boğuluyordum. İki kuvvetli elin boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki el, beni hem boğuyor hem de denizin derinliklerine sürüklüyordu. Nefesim kesiliyordu.

Dehşetli bir mücadeleyle kendimi bu iki elden kurtarmaya çalıştım. Bu, o kadar sıkıntılı bir boğuşmaydı ki, yatağımda güçlükle gözlerimi açtığım zaman, bütün vücudum zangır zangır titremekteydi. Baştan aşağıya kan ter içinde kalmıştım. Boğazımı sıkan iki kuvvetli pençeyi görür gibi oldum. Çadırımın içinde sanki bir hayalet vardı. Fakat yüzü karanlıkta seçilmiyordu. Bu hayal yavaş yavaş gözden silinip kayboldu. Boğazım ferahladı. Rahat nefes almaya başladım.

Çadıra bir düşman mı girmişti? Ömrümde bu kadar korkunç bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.

Uyandıktan sonra saatlerce bu korkunç rüyanın dehşeti içinde kaldım ve bir türlü kafamdaki acayip düşünceleri atamadım: Çanakkale tekin değildi. Üzerimize kaçınılmaz bir tehlike çökmüştü. Hepimizi meş’um (uğursuz) bir akıbet beklemektedir.”

Ve Hamilton’un beklediği akıbet aynen vâki olmuştur…

b. Rüyalar ve Bazı Keşifler

1. Mühendis Elias Howe, uzun çalışmalar sonunda dikiş makinesi yapmayı başardı. İlk yaptığı iğnelerde delik, iğnenin ortasında idi. Fakat iğne üzerindeki deliğin uygun yere açılmayışı istenilen neticeyi vermiyor, tabiî olarak dikiş dikmek mümkün olmuyordu. Bu ise Howe’u derin derin düşündürüyordu. Beyni gece gündüz, hatta uykuda bile bununla meşguldü.

Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisinin önünde iğnesiz bir dikiş makinesi durmaktaydı.

“Elias Howe!” diye kükredi kabile reisi. “Sana makineyi derhal tamamlamanı emrediyorum. Aksi hâlde öleceksin!”

Zavallı Elias’ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinenin bu parçasındaki eksikliği bir türlü gideremiyordu. Bütün bunlar, ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki, uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı.

Boyalar sürünmüş, esmer tenli cengâverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar.

Çevresinde ateşlerin yandığı daire şeklindeki meydanlığa geldiklerinde kan ter içinde kalan Howe, dikiş makinesini unutmuş can derdine düşmüştü.

Yere çakılı, insan boyunu aşan ve kalın gövdeli bir kazığa sıkıca bağlanan Howe, her şeyin bittiğini anladı. Ölüme hazırlanmaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Titreyen dudaklarıyla kendisinin de anlayamadığı birtakım dualar mırıldanmaya başladı.

Sonra, gök gürültüsünü andıran kabile reisinin emri, kulaklarında yankılandı.

– “Öldürün!”

Yerli muhafızların mızrakları gövdesine saplanmak üzere havaya kalkmıştı ki, Howe birden bir şey fark etti. Mızrakların ucunda bulunan göz şeklindeki delikler, düşünüp de bir türlü keşfine muvaffak olamadığı dikiş iğnesinin ta kendisiydi. Mızraklar tam göğsüne saplanırken sıçrayarak uyandı.

Kalbinin heyecanlı çarpışına ve sırtından süzülen tere aldırmadan yataktan fırladığı gibi laboratuvarına koştu. Rüyadaki mızrağın ucundaki deliğin benzerini iğne üzerinde açarak eserini tamamladı.

2. 19. asrın ortalarında ilim adamlarını hayrete düşüren bir olayın hikâyesi, bilim tarihinin sayfalarında yerini aldı. Bu olay, kimya ilminde büyük bir adımın atılmasına yol açan, Alman kimyacı Friedrich August Kekule’un rüyasıydı.

1850 yıllarında İngiltere’nin, sisi eksik olmayan şehri Londra’da çalışmalarını sürdüren Kekule, yorgun argın laboratuvardan oteline dönerken otobüste uyuyakaldı. Tabiî biraz sonra da rüya görmeye başladı. Rüyasında atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar, bazıları da el ele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.

Arabanın fren yapmasıyla Kekule uyandı. Fakat rüyası ona çok şeyler öğretmişti. Gördüklerini formül hâline getirip defterine kaydetti. Rüyadan istifade ederek ortaya attığı teori ile meşhur oldu ve kimya ilminde de büyük bir hamlenin öncülüğünü yaptı.

Aradan 15 sene geçti. Bir kış günü Kekule, çalışma odasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısını dinlerken uyuyakaldı. Pek tabiî rüya görmeye başladı. Yine rüyasında atomların hoplayıp zıplayarak raks etmekte olduğunu ve onları birbirine kenetleyen zincirlerin de birer yılana benzediğini gördü. Sonra yılanlardan biri aniden dönerek kendi kuyruğunu ısırdı. Bu esnada Kekule uyanıverdi.

Böylece karbon atomlarının zincirler şeklinde halkalar meydana getirebileceğini rüya sayesinde fark edebilmişti. Bunun neticesi olarak iç yapısı çözümlenemeyen “Benzen”in mahiyeti anlaşıldı.

c. İbret Yüklü Rüyalar

ca. Senin İstifa Ettirdiğini Biz de İstifa Ettirdik

Rahmetli babam Ramiz Hocaefendi, Mehmet Âkif’ten naklen şöyle bir vak’a anlatmıştı. Vak’anın bir yönü rüya ile alâkalı olması bakımından burada takdimde fayda görüyorum:

Mehmet Âkif her sabah namaz için Sultanahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın camiye kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı pîr-i fâni ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonrasını Mehmed Âkif şöyle anlatıyor:

Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana, “Derdimi tazeleme, git!” dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı:

“Ben, dedi, 2. Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi ve ben bir subaydım, kışladan ayrılmıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ard arda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkânlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadarete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ve ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım.

Bunun üzerine Hünkâr’a müracaata karar verdim. Bu kararımı Sadarete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mâbeyne alındım. Durumumu Hünkâra vicahî olarak anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkâr istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İsteksiz bir hâlde elinin tersiyle işaret etti: “Git, seni istifa ettirdik!” dedi.

Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur, bölük bölük geliyor ve Efendimiz’e teftiş veriyordu. (Bu ordu idi ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz yapıyordu.) Yanında Dört Büyük Halife olduğu hâlde Efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edeb ve terbiye içinde, boynu bükük hâlde Abdülhamid de bulunuyordu.

Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu. Efendimiz bunu görünce Abdülhamid cennetmekâna: “Bu birliğin kumandanı nerede?” diye sordu. O da “Talebi üzerine istifa ettirdik.” cevabını verdi. İşte o esnada Efendimiz, beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik!”

Söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?”

Ve Mehmed Âkif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pîr-i fâni, tesellisini yine Efendimiz’den bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.

cb. Nureddin Zengi’nin Rüyası

Berzah âlemi, renk ve televvünleriyle şehadet âlemine çok benzemektedir. Bu itibarla, mânâya perdesiz, hâilsiz açılabilen ve berzaha muttali olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanlarının şuuruna daha çabuk varırlar. Varır ve anlarlar ki, her şey maddeden ibaret değildir. Belki insan, maddenin bitip tükendiği yerde, madde ötesi bir âlemle münasebete geçmektedir. Böyle bir münasebet sayesindedir ki bazı kimseler, ileride olacak şeyleri ve uzak bir istikbalde vuku bulacak hâdiseleri rüya ve hiss-i kable’l-vuku ile çok önceden görüp müşâhede edebilmektedirler.

Nebi, nübüvvet kürsüsünde, veli velilik ufkunda ve daha başkaları kendi müşâhede buudunda bunu anlatmakta ve bize madde ötesi âlemden mesajlar sunmaktadırlar.

Haçlılar karşısında amansız bir mücadele veren Şam Atabeyi Nureddin Zengi, şahsen benim gönlümde muallâ yeri olan büyük bir mücahittir. İşte bu büyük mücahit bir gün rüyasında Kâinatın Fahrı’nı (aleyhisselâm) görür. Efendiler Efendisi, ona çirkin yüzlü üç insanı gösterir ve “Nureddin, beni şu habislerden kurtar!” buyurur.

Efendimiz, esasen şahsına, İslâm’a ve Allah’a karşı tecavüz ve ihanette bulunan her kim olursa olsun elinin tersiyle onları tersyüz eder, kaldırıp atar. Fakat âlem-i berzahın da kendine göre kanun ve kuralları vardır. En büyük ruhlara dahi bu mevzuda sonsuz tasarruf selâhiyeti verilmemiştir. Hatta bazen vurulan mânevî kelepçelerle onların kollarının bağlandığı da olur. Nitekim başımıza gelen belâ ve musibetler karşısında evliyâ ve asfiyânın ruhaniyatlarına az gönül koyan bir büyük ruh, onlara “Niçin bize yardım etmiyor, medetresan olmuyorsunuz?” diye sitem edince onlardan biri hemen sırtını döner ve ellerine vurulmuş kelepçeyi gösterir. “Zannediyor musun, der, biz istediğimiz gibi hareket ediyoruz ve sorumsuzca tasarrufta bulunabiliyoruz. Görüyorsun ki kollarımız bağlı ve hiçbir şey yapamıyoruz.”

Evet, en büyük ruhlar dahi ancak Cenâb-ı Hakk’ın verdiği salâhiyet nispetinde tasarrufta bulunabilirler. Bu, meselenin birinci yönü.

İkincisine gelince; Cenâb-ı Hak, bu vesile ile Nureddin Zengi’ye şeref kazandıracaktır. Onun için de Efendimiz ona rüya âleminde görünecek ve kendisine muhafızlık vazifesi tevdi edecektir.

Bunu duyan Nureddin Zengi, hiç durur mu? Yatağından fırlar ve yola revan olur. Maiyetiyle beraber Şam’dan Medine’ye tam 16 günde varır. Medine’ye varır varmaz da hemen ilan eder: Yanına gelen herkese bahşiş verecektir. Bütün Medine halkı önünden geçer. Fakat Allah Resûlü’nün işaret ettiği, siret ve suretleri menhus o adamları, gelip geçenler arasında göremez. Başka kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Ravza-i Tâhire’nin hemen karşısındaki küçük kulübede oturmakta olan üç tane mağriplinin gelmediği anlaşılır. Derhal adamlarını gönderir ve bu şakîleri huzuruna celbeder. Bakar ki, rüyasında gördüğü aynı şahıslar…

Hemen küçük kulübeyi teftiş eder. Artık iş anlaşılmıştır. Bu üç şakî, Allah Resûlü’nün mübarek nâşını çalmak ve O’nu Hıristiyan diyarına kaçırmak için vazifelendirilmiş üç âdi casustur ki, kulübeden Ravza-i Tâhire’ye doğru bir tünel kazmakla meşguldürler. Suçlarını itiraf ederler.

Nureddin bu alçaklara lâyık oldukları cezayı verir ve sorumluluğunu yerine getirir. Daha sonra da Ravza-i Tâhire’nin dört tarafına derin hendekler açtırıp erimiş kalay ile doldurur. Böylece, Nureddin’in gördüğü rüya, bütün bir İslâm âlemi için, peygamberlerinin nâşını kaybetmek gibi önemli bir hâdiseden kurtarmış olur.

cc. Tabiri Çıkmış Bir Rüya

Tabiri çıkmış bir rüyayı da Asrın Büyük Çilekeşi’nden nakledelim. Şöyle diyor:

“Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evailinde bir vâkıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir; O Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’ Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!’

Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.”51

Rüyalar bütünüyle objektif sayılmayabilir. Ancak rüya gören şahsa göre onun ifade ettiği mânânın değişmesi herkesçe kabul edilen bir husustur. Bediüzzaman gibi İslâm âleminin mukadderatıyla yakından alâkalı ve âdeta onunla bütünleşmiş bir insanın gördüğü rüya, bir başkası tarafından da aynen görülse elbette aynı mânâyı ifade etmeyecektir.

Ancak burada objektif olan bir yön vardır. O da, herkesin rüya vasıtasıyla, misal âlemiyle irtibat kurması gerçeğidir. Evet, herkes bir cihetle misal âlemiyle irtibat kurar, bu sayede berzah âlemine girer ve her şeyin şu şehadet âlemindeki ecsamdan, eşbahtan ibaret olmadığına muttali olur. O âlemde de bir kısım acılar duyulmakta ve bir kısım lezzetler tadılmaktadır. Gönül yüce âlemlere iştiyak içindedir. İnsan ruhu ve insan kalbi, süflî şeylere karşı, fıtratı icabı tiksinti duymaktadır. Bunu da insan, berzahî tablolarda daha iyi anlamaktadır.

Bazı rüyalar bişarettir ve bu yolla bir kısım gaybî gerçeklere muttali olunabilir. Yeter ki bu rüyalar, nasslara, muhkemata zıt ve muhalif olmasınlar. Evet, dinî kriterlere ters düşmeyen rüyalar, başkasını bağlayıcı olmasa bile gören şahıs için yol gösterici birer rehber sayılabilirler.

d. Rüyalar Üzerine Son Bir Değerlendirme

Rüyamda görüyorum ki, İzmir Eşrefpaşa mıntıkasındayım. Babam ve yanında bir başka kuvvetli ruh, boynuma sarılıyor, ağlıyor; ağlıyor ve beni bırakıp gidiyorlar. Az sonra ben, Bornova’da konuşma yapmak üzere arabaya binip giderken, onların boynuma sarılıp ağladıkları aynı yerde birisi gelip şiddetle arabamıza çarptı.

Evet, şimdi aynen böyle vâki olan bir hâdiseyi nasıl izah edersiniz? Demek ki, şu şehadet âlemi ile alâkası kesilen ruhlar, biraz daha serbest, biraz daha kayıtsız, biraz daha bizim bulunduğumuz mekânın buudlarının dışında eşya ve hâdiselere nüfuz etme imkânına sahipler. Cenâb-ı Hakk’ın emri ve izniyle, istedikleri yerde bulunuyor ve istedikleri kimselere, istedikleri işaretleri veriyorlar.

Biraz hayallerine inen, biraz geçmişini kontrol eden ve biraz dinlediklerini değerlendiren hemen herkes, zannediyorum benim bu dediklerimi tasdik edecek ve aynı şeyleri söyleyecektir. Bütün bunları, yani bir hakikat-i uzmâ etrafında tahşidat yapan bu sızıntıları, -sızıntı da olsalar- efsaneye irca etmek mümkün değildir. Görüyoruz ki madde, dıştan idare ediliyor. Kuvvetli bir el, maddeyi istediği tarafa evirip çeviriyor.

Rüyalar, gözün âlem-i şehadete kapanmasıyla nazarımıza arz edilen berzahî tablolardan ibarettir. İstikbalimiz adına bize mesajlar sunan ve bize açıkça geleceğimizi anlatan rüyaların hepsi de birer berzahî tablodur. Rüyalarda bir kısım eşya ve hâdiseler temessül eder ve nazarımıza arz edilir. Bu arz ediliş bazen semboller hâlinde, bazen de gayet açık ve net olur.

Biz rüyaları, ahiret âleminden, berzah âleminden ve kabir âleminden, şehadet âlemi sahiline gelen birer sızıntı hâlinde görürüz. Ancak rüyalar, daha önce de söylediğimiz gibi “misal âlemi”ne bağlıdırlar. “Âyân-ı sâbite” dediğimiz hakikatler, bize daha yakın olan berzah ve misal âlemine akseder. Biz de, rüyalar vasıtasıyla o âleme akseden sembolleri müşâhede ederiz.

Ahiret yurdu adına vereceğimiz kararlara materyal olması açısından, misal âleminin bilinmesi çok önemlidir. Zira misal âlemi bize ahiret âlemini bağlayan bir bağdır. Gözlerimiz kapalıdır ama biz yine de bir şeyler görürüz. Kulağımız kapalıdır ama bir şeyler duyarız. Aynı şekilde ellerimiz tutar, ayaklarımız yürür. Bazen üzerimizden seneler geçer, bazen asırlar öncesine misafir olur, bazen de rüyalar vasıtasıyla ta asırlar sonrasına seyahat ederiz.

Sık sık girip ikliminde dolaştığımız rüyalarda, yer yer korkar ve endişe duyarız, zaman zaman içimiz inşirahla dolar; velhâsıl hayata ait her şeyi rüyada yaşarız. Hatta şehadet âleminde görmemiz mümkün olmayan menzilleri, manzaraları hep rüyalarda müşâhede ederiz. Rüyalarla bir kere daha anlarız ki, bu âlemle berzah, berzahla da diğer âlemler arasında ince bir perde var, öyle ki dikkatle ve düşünerek bakıldığında bir sonraki âlem görülebilir.

Rüyalar, bize misal âlemi hakkında fikir verdiği gibi aynı zamanda, meleklerin, ruhanîlerin, salih amel ve güzel davranışların temessülü hakkında da bir şeyler anlatmaktadır…

e. İlim Bizi Tasdik Ediyor

İlim adamları, üniversite mahfilleri de artık madde ve fizik ötesi güç ve kuvvetlerin olabileceğini kabul etmekte… Eskiden ise bu tür meseleleri dinlemeye dahi tahammülleri yoktu. Hele dindar insanların ağzında dolaşan bazı kerametvari hâdiseleri hemen peşin hükümlerle “hurafe” deyip geçiyorlardı. Hâlbuki aynı cins hâdiseler, bir kısım keyfiyet farkı olmakla beraber, Batılı ilim adamları tarafından nakledilince, bizimkiler “kabul” deyip teslim oluyorlar. Bu da elbette onlar adına bir terakki sayılır. Ancak henüz bu kabullenişler, istenen seviyeye ulaşmış değil.

Gönül isterdi ki artık onlar da bizim üzerinde durduğumuz meselelere sahip çıksın ve düşünce sistemlerine ayrı bir buud kazandırsınlar! Evet, her şeyin maddeden ibaret olmadığını onlar da görsün ve ilim diliyle bunu cihana ilan etsinler!

Söz buraya gelmişken, bizzat müşahidi olduğum bir vak’ayı nakletmeden edemeyeceğim:

Sinir mütehassısı olan bir arkadaşımız, bulunduğum yerde yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şahit olduğu bir vak’ayı bana aynen şöyle anlatmıştı:

“Bir yerde fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Bu fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırıyorduk ki, oraya şeytan geldi. “Kimsin?” dedik. “Şeytan!” diye yazdı. Hepimiz ürperdik. Hz. Âdem’den beri, insanlığın bu ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Sordum:

– Sana Meyve’nin Altıncı Meselesini52 okusam dinler misin?

– Dinlerim, dedi ve okumaya başladım:

– “Hem nasıl ki, bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır… Yaşasınlar ile sevdirir.” Sözün burasında “Nasıl buldun?” diye sordum.

– Evet, güzel, dedi. Okumaya devam ettim:

– “Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmografyanın dediğine bakılsa- küreiarzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri hâlde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmografyanın dediğine göre, küreiarzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniye’de bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küreiarzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür ve bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin…

Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanı’nı, Münevviri’ni, Müdebbiri’ni, Sânii’ni, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.”

Buna karşı, çok şiddetli bir şekilde “Hayır, hayır!” yazdı.

-Şimdi iyi dinle: “Nasıl ki mükemmel bir eczane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.” Tamam mı?

– Tamam.

– “Öyle de, küreiarz eczanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küreiarz eczane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”

Bir şey sormama lüzum kalmadan itirazı bastı:

– Hayır, hayır!..

Evet, ben okurken o, misallere “Evet”, misallerin gösterdikleri hakikatlere “Hayır” çekip durdu. Ve sonra, kendisine “Cevşen okuyayım mı?” diye teklif ettim. “Oku” dedi. Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zaptedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık “Bırak şu gırgırı!” diye de yazıvermişti.

Beyin mimarımız diyor ki: “Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar.”

İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, “Bırak şu gırgırı!” diyor. Cevşen’den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..

Bazıları “Ruh çağırıyoruz.” diyorlar.. her hâlde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddî, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka bir şey değil.

f. Berzahî Tablolar

Edremit-Avcılar’da kamp yapıyorduk. Bir ara kötü niyetli bazı kişilerin bu masum kampa baskın yapacağı şayiası duyulmaya başladı. İşte o günlerden birinde, öğle yemeğinden sonra “Ashab-ı Bedir”i okudum. Sırtımı çadır direğine vermiş oturuyordum. Biraz içim geçmişti -ki bu, eskilerin “Beyne’n-nevm ve’l-yakaza” (uyku ile uyanıklık arası) dedikleri hâldir- baktım tuğlu sancaklı, ellerinde mızrakları, okları, gürül gürül bir ordu, tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, öyle mi anladım, yoksa “Biz Ashab-ı Bedir’iz.” mi dediler bilemiyorum ama Ashab-ı Bedir’in geldiği kanaatine vardık. Ben öyle hayran hayran onları seyrediyordum ki, bulunduğum yer sanki birdenbire kale kapısı gibi bir şey oldu; ben söveleri kalınca tahtadan bu kapının verâsında durmuş onlara bakıyorum. Biri güç gösterme mânâsına elindeki demir kalemi53 öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti ve ben müthiş bir heyecanla uyandım.

Birkaç defa rüyamda Ashab-ı Bedir’i görmüşümdür. Kampta da öyle oldu. Hatta bir iki defa da rüyamda kendimi onların içinde harbe gidiyormuş gibi görüyor ve “Allah Allah! Ashab-ı Bedir’in içinde bulunuyorum ama, ben onlardan çok sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?” diye düşünüyor ve hayret ediyordum. Zannediyorum onların bazılarını seçebiliyordum da; ama kamptaki müşâhedemde fertleri tam seçemiyordum. Her hâlde sadece Hz. Hamza’yı tanıyabilmiştim.

Daha sonra meydana çıktı ki tam o dakikalarda, kampa baskın yapmak isteyen bir grup, tam yol ayrımına gelince trafik kazası yapmış ve arabaları cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. Demek ki, o demir kalemin atılması, misal âleminde bu neticeye işaretmiş. Kapının görünmesi ise, inayet altında olunduğunun emaresiymiş. Yani bu mini rüyada sahabe, sanki oradakilere: “Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebi’nin arkasında da bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbâda, birimiz şarkta, birimiz garpta da olsak yan yanayız.” demektedir.

Evet, böyledir; elverir ki çizgi korunsun. Aynı frekansta bulunulsun. Aksi hâlde sesimizi onlara duyuramayız. Onların sesini de alamayız.

Vâkıa, ehl-i tahkik: “Şahıslardan istimdat umma doğru değildir.” der ama bana göre kalbin ibresi Allah’ı gösteriyorsa, bunda bir mahzur yoktur. Zira bu mukaddes ruhlar -Allah bizi de öyle yapsın!- cesetlerini attıktan sonra âdeta birer ruhanî, birer melek hâline gelirler ve hayatlarını vakfettikleri davada yol gösterir, başkalarına arka çıkar ve onları desteklerler. Ama arz ettiğim gibi frekans bütünlüğü lâzım.

Ruhun ruhla münasebeti, gönderdiği şerareleri tam frekansında gönderme ve başkalarını tesir altına alma öyle müthiş hâdiselerdir ki, bunları madde ile izaha imkân yoktur.

Valtson’un İstanbul’daki gösterisinde bulunan bir dostum bana şunları anlattı:

Gösteri yüz kadar ilim adamının huzurunda ve üniversiteye ait bir salonda yapıldı. Valtson’un uyu dediği uyuyor, kalk dediği kalkıyor, otur dediği oturuyordu. Birisinin başından aşağıya soğuk su döküyor, adama “Bak seni yakıyorum.” diyor ve adam bangır bangır bağırıyor… Bir başkasının üzerine kaynar su döküyor, hâlbuki adama soğuk su döktüğünü söylüyor ve adamın hiç sesi çıkmıyor.

Bu ve benzeri gösteriler günümüzde o kadar çok yapılıyor ve o kadar çok insan bunları izliyor ki, vak’ayı inkâr etmek veya görmezlikten gelmek mümkün değildir. Öyle ise bu tür gösterilerin işaret ettiği esas noktayı görmek icap eder. İşte bu nokta, madde ve fizik ötesi bir âleme ait varlıkların mevcudiyeti gerçeğidir.

13. SEMBOLLER (TEMESSÜLÂT)

Konuya Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek bir hadisiyle başlayalım. Müslim, Dârimî ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde iki aydınlık, iki ışık kaynağıdır.” Başka rivayetlerde “Zehrâveyn” yerinde “Gayâbetân”, “Gayâyetân” ve “Gamâmetân” ifadeleri vardır ki “iki bulut”, “iki gölge” demektir.54

Siz Kur’ân okursunuz. Okuduğunuz her harf ve kelime dalgalar hâlinde a’lâ-yı illiyyîne yükselir ve gider Mele-i A’lâ’ya ulaşır. Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri de okunduğu zaman iki ışık veya iki bulut, iki gölge hâlinde ahirete intikal ederler.. ve insan ahirete gittiğinde onları başının üzerinde bu şekilde temessül etmiş bulur.

Yukarıdaki hadisin devamında, “Bunların okunmasında bereket, terkinde nedamet vardır. Bunları okumaya da ancak yiğitler güç yetirebilir.” deniliyor.

İnsan Kur’ân ile doğru ve aydınlık yolu bulur. Kur’ân’la bütünleştiği ölçüde kendisini her türlü tehlikelerden korumuş olur. Böyle yaşayan ve böyle ölen bir insan, öldüğü gibi haşrolur ve yine koruyucu ve bir ışık kaynağı olarak orada da Kur’ân’la karşılaşır.

Ahmed İbn Hanbel ve Tirmizî de bize şu hadisi naklederler:

İbn Ömer diyor ki: Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanımıza geldi. Sağ ve sol elinde iki tane kitap vardı. Bize hitap ederek:

“Bu kitapların ne olduğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Biz “Hayır yâ Resûlallah.” dedik. Sağ elindeki kitaba işaretle şöyle ferman ettiler:

“Bu sağ elimdeki, Rabbü’l-âlemînden bir kitaptır. (O’nun bana verdiği, temessül ile intikal ettirdiği bir kitaptır.) Bunda, bütün ehl-i Cennet’in isimleri, babalarının, kabilelerinin, aşiretlerinin adları yazılıdır.” Sonra sol elindeki kitaba işaret buyurarak:

“Bu da, Cenâb-ı Hak’tan bana bir kitaptır ki, onda, Cehennem ehlinin isimleri, baba ve kabilelerinin adları vardır.”

İbn Ömer sözüne devamla; “Biraz sonra da (sanki uçup gitmiş gibi) bu kitaplar kayboldu.”55 der.

Şayet bu kitaplar âlem-i şehadete mahsus kitaplar olsaydı, evvelâ bütün ehl-i Cennet’in ve ehl-i Cehennem’in isimlerinin o kitapta yazılı olması mümkün değildi. İkinci olarak, o devirden kıyamete kadar gelecek bir sürü insan daha dünyaya gelmemişken, babalarının ve kabilesinin isimleri, dünyaya ait bir kitapta yazılmış olamazdı. Olsa olsa o sabit aynalardan intikal etmiş, âlem-i misale ait Levh-i Mahfuz’un istinsahlarından ibaret Levh-i Mahv ve İspat’la alâkalı bir kısım tablolardan ibarettir.

İbn Ömer’in “Biraz sonra da bu kitaplar kayboldu.” ifadesinden biz bu mânâyı anlıyoruz.

“O gün her nefis yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O, kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisinden (emirlerine karşı gelmekten) sakındırıyor. Allah kullarına şefkatlidir.”56 mealindeki âyet de bu hakikati ifade ediyor.

“O gün herkes ne amel etmişse onu hazır bulacak.”57 Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, gönülden bir kere Allah diyen, mescide gelen, Huzur-u Rabbi’l-âlemînde başını yere koyan, “Kulun Allah’a en yakın olduğu hâl, secdedir.”58 hadisiyle anlatılan durumu kazanan bir insanın bütün bu amelleri belli bir âlemde temessül eder, kendilerine has şekil ve keyfiyetlere bürünürler… Ve insan da bunları orada, başının ucunda hazır bulur. Berzah âleminde bu çizgide cereyan eder. Onun bu cereyan şekli haşirde, sıratta da devam eder ve Cennet’le sona erer. “Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür.”59 âyetiyle anlatılan temessülü o gün bütün vuzuhuyla ortaya çıkar…

Amellerin Temessül Etmesi

Kur’ân ferman ediyor:

“Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız.”60

Herkesin arkasına takılan ve sahibinden ayrılmayan bir kitabı vardır. Hiç kimse, hayır ve şer her şeyi içinde muhafaza eden kitaptan kurtulamaz. Herkesin kitabı gerdanlık gibi boynuna takılmıştır. Âlem-i şehadette yapılan şeyler aynıyla gerdanlık olamayacağına göre, yaptığımız her iş, her amel âlem-i misale ait keyfiyetiyle boynumuza takılacaktır.

Nasıl olacaktır? Havadaki ses ihtizazları gibi mi? Elektromanyetik dalgalar gibi mi? Eşyanın bir kısım ses, şekil, renk ve keyfiyetleri imtisas etmesi (absorbe) gibi mi? Her şeyin eşyanın içinde muhafaza edilmesi gibi mi? Keyfiyeti bizim için meçhul; ama varlığında zerrece şüphe yok. “Sırların açığa çıkacağı gün.”61 bu defterdekiler ortaya dökülecektir. Keyfiyetini bilemiyoruz; ama ne çıkar? Biz misallerle meseleyi çözmeye çalışıyoruz. Zaten Kur’ân da, “En yüce misaller Allah içindir.”62 diyerek bize misal vermeyi öğretmiyor mu?

Evet, burada Zât-ı Ecell-i A’lâ’yı tanıma mevzuunda da misal verilebileceğine işarette bulunuluyor. Misallerin en âlîsi O’na ait ve biz misallerle meselelerimizi vuzuha kavuşturmaya çalışıyoruz.

Kabirde ameller temessül eder. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Namaz nur, sadaka burhandır.”63 buyuruyor. Namaz bir nur, sadaka ise bir burhan hâlinde temessül eder. İki bahadır civanmert gibi insanı muhafazaya çalışırlar.

Bir başka hadislerinde de yine bu mânâya işaretle şöyle buyururlar: “Cenaze mezara konduğu zaman kendisini teşyi edenlerin daha ayak sesleri kesilmemiştir ki, melekler gelir kendisine soru sorarlar. Tam o dakikada nuranî bir şey gelir onun başucuna oturur. Bu, onun namazıdır. Bir başka nuranî şey ayakucuna oturur. Bu, onun sair hayrat ve hasenatıdır. Bir başka nuranî şey onun sağ tarafına oturur. Bu, onun orucudur. Bir başka nuranî şey sol tarafına oturur, bu da onun zekâtıdır. Bunlar, sağdan ve soldan kabrin onun kemiklerini sıkmasına (canını yakmasına), sıkıntılar hâsıl etmesine karşı onu korurlar.”64

“Kabir amellerin çeyiz sandığıdır.”65 Bir gelinin çeyizlerini içine koyduğu sandık gibi, ebedî vatanımız ve baba yurdumuza gittiğimiz zaman, namazımızı, orucumuzu, zekâtımızı, hayrat ve hasenatımızı orada temessül etmiş olarak bulacağız.

Ehlullahtan rivayet edilen menkıbeler vardır. Onlardan birisi şöyle der: “Mezara beni koydukları zaman Cehennem’in dehşet saçan keyfiyeti karşıma dikildi. Üzerime geliyordu. Ve birkaç tane ekmek âdeta siper oldu ve beni korumaya başladılar. Ben bunların keyfiyetini sordum. Dediler ki, bunlar sen hayatta iken fakirlere tasadduk ettiğin ekmeklerdir.”

Bu, bir ehlullahın müşâhedesi… Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Namazın baş ucunda, orucun sağında, zekâtın solunda, sair hayrat, sadakat ve hasenatın ayak tarafında seni himaye edecek.”66 derken yine bize misal âleminden bazı tablolar sunuyor.

Ahmed İbn Hanbel, Müsned’inde, “Mahşer’de insan, yaptığı hasenat ve hayratla korunacaktır.”67 diyor.

Bir zayıf hadis de bize şöyle bir husustan bahsediyor: Cehennem, dalga dalga köpürüp coştuğu bir anda, insanlar dehşet içinde ondan kaçarken, İki Cihan Serveri ümmeti için çırpınıp durmakta ve kurtarmak için bir çare aramaktadır.. -Nasıl aramaz ki, O daha doğduğu anda bile “Ümmetî, ümmetî!” diye inlemiştir.- tam o esnada karşısında Cibril belirir. Cibril ki, O’nun en yakın dostudur. Elinde bir bardak mâyi tutmaktadır. Evet, bardak yarısına kadar su doludur. Allah Resûlü, Cibril’den elindekinin ne olduğunu sorar. Cibril, “Ümmetinin gözyaşlarıdır.” cevabını verir. Ve sözlerini şöyle devam ettirir: “Bugün Cehennem’i bundan başka hiçbir şey söndüremez.”68

Dünyada damla damla akıtılan gözyaşları, ahirette Cehennem’i söndürecek en müessir iksir olacaktır. Zaten sahih bir hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurmuyor mu:

“İki göz vardır ki, Cehennem ateşini görmez. Birisi: Allah korkusuyla ağlayan göz. İkincisi: Düşman karşısında nöbet tutan nöbettarın gözü.”69

Birisi dahilî düşman olan nefsine karşı, diğeri de ırz, namus, vatan ve bunlardan da mukaddes dinine saldırmak için fırsat kollayan haricî düşmana karşı. İşte bu iki grup insanın gözleri, Cehennem ateşi görmeyecektir.

Bundan da anlaşılıyor ki, mü’minin her bir ameli, ahiret menzillerinin her birinde ayrı ayrı temessül edecek; kimi yerde o, mü’mini belâ ve musibetlere karşı koruyacak, kimi yerde de onun karşısına bir Cennet taamı veya diğer Cennet nimetlerinden biri olarak çıkacaktır.

Mü’minin her ameli, Arş-ı A’zam’a yükselir. İmam Ahmed, Numan b. Beşir’den naklediyor: Allah Resûlü buyurdular ki: “Arş-ı A’zam’ın etrafında daima arı sesi gibi sesler duyulur. Sizin tesbih, tehlil, tekbir ve tahmidleriniz, vızıltılar hâlinde Allah’ın Arş’ının etrafında tıpkı oğul veren arı şeklinde vızıltılar çıkartır. Ve bunların tek dilekleri de sahiplerinin affedilmesidir.” Resûl-i Ekrem bu ifadelerinden sonra soruyor: “Rabbinizin yanında böyle şefaatçilerinizin bulunmasını istemez misiniz?”70

Siz durmadan dua ve zikirle Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracaksınız. Ağzınızdan çıkan her kelime, her ses, dalgalanıp Arş’a yükselecek ve Arş’ın etrafını ihata ederek orada arı sesi gibi ses çıkaracak ve hakkınızda şefaatte bulunmaya çalışacaktır. İşte, keyfiyeti meçhul olmakla beraber, bu ve benzeri hadisler bize, misal âleminden bazı levhalar anlatmaktalar.

Mallarınız temessül edecek, Allah’ın nezd-i ulûhiyetinde kıymet ifade eder değerleriyle hakkınızda şefaatçi olacaklar. Zekâtını, sadakasını, öşrünü vermediğiniz mallarınız ise yılanlar, çıyanlar hâlinde temessül ederek yine misal âleminden levhalar hâlinde nazarınıza arz edilecek ve size eza ve cefa yapacaklar. Bir âyette bu hakikat anlatılırken şöyle buyrulur:

“Allah’ın kereminden kendilerine verdiğini cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, kendileri için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolandırılacaktır. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”71

Tirmizî, Nesâî ve Ahmed İbn Hanbel’in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte de bu husus teyit edilmekte ve şöyle denmektedir:

“Bir mü’minin, malının zekâtından vermesi gereken şeyi vermediği takdirde, bu mal ahirette onun karşısında yaşlılığından ve dehşetinden başının tüyü dökülmüş, dehşetli bir yılan hâlinde temessül edecektir.”72

Buhârî, Müslim şu ilaveyi yapıyorlar: “Onun iki tane de dişi vardır. Kişiyi ağzından veya avurdundan ısırırlar.”73

Meseleyi hulâsa etmeye çalışalım: Baştan buraya kadar bir bir saydığımız deliller muvacehesinde diyoruz ki, âlem, bizim içinde bulunduğumuz âlemden ve varlık da bu âlemde mevcut varlıklardan ibaret değildir. Belki bu âlemin verâsında başka âlemler ve o âlemlere mahsus da varlıklar bulunmaktadır.

D. RUHUN İNKİŞAFI

1. RUHUN İNKİŞAFI İÇİN USÛL VE MÜRŞİT GEREKLİDİR

Ruhî gelişmenin kendisine göre bazı usûl ve prensipleri vardır. Bu prensiplere riayet eden herkeste, o şahsın istidat ve kabiliyeti ölçüsünde bazı mazhariyetler olur. Prensiplerdeki teferruatı bir tarafa bırakacak olursak, ister yogizmde, ister fakirizmde ve isterse tasavvufta, ruhî melekeleri geliştirmeyi bir usûle bağlamak mümkündür. Eskiler bunu şöyle ifade ederlerdi: “Kıllet-i taam, kıllet-i menâm, kıllet-i kelâm, sükût-u müdâm, uzlet ani’l-enâm, zikr-i müdâm, teveccüh-ü tâm.”

Evet, bu yolda az yiyeceksin. Özellikle proteini bol olan yağ, et, yumurta gibi gıdalardan kaçınacaksın. Az içecek, az uyuyacaksın. Zaten Allah Resûlü de bütün bu hususlara işaretle: “Sizin adınıza en çok korktuğum, göbek bağlamanız, çok uyumanız, tembelliğiniz ve yakîninizin az olmasıdır.”74 buyurmuyor mu? Aslında, sırasıyla bunlar birbirini doğuran neticelerdir:

Çok yiyen bir insan çok uyur, çok uyuyan bir insanın da yakîni çok az olur. Aksi neticeler de yine bunların aksinden doğar. Yani, az yiyen az uyur ve az uyuyanın da yakîni gün geçtikçe çoğalır. Öyle ise bu neticeye ulaşmak isteyenler, mutlaka az yemeli, az uyumalı, hayrete varmalı ve gözlerinin misal âlemine açılmasını temin etmelidirler.

Neticeye ulaştıran şartlardan biri de az konuşmaktır. Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) dediği gibi “Çok konuşanın sakatatı çok olur.”75 Onun laflarının çoğu işe yaramaz ve bu tür insanlara gayb perdesi aralanmaz.

“Sükût-u müdâm” devamlı sessizlik demektir. İnsan sesini kesip, gözünü, muttali olmak istediği âleme döndürmeli ki, yaramaz her şeyi unutarak ruhunu ulvî âlemlerle irtibatlandırabilsin.

“Uzlet ani’l-enâm” ise halktan uzak ve ayrı durmak mânâsına gelir. İnsan, göz ve kulak vasıtasıyla kalbinin, ruhunun kirlenmesine meydan vermemelidir. Hâlbuki çarşı-pazar ve insanlarla ihtilatta, bunların kirlenmesine sebep olacak faktörler sayılamayacak kadar çoktur. Bu faktörlerin menfi tesirinden kurtulabilmenin en sağlıklı yolu uzlet, yani insanlardan uzak kalmaktır.

“Zikr-i müdâm ve teveccüh-ü tâm”, neyi anmak gerekiyorsa onu anmaktır. Kimisi Mesih’i, kimisi de Buda’yı anar. Hâlbuki bizler Allah’ı anar ve O’nun yüce adını vird-i zeban ederiz. Böylece teveccüh-ü tâm hâsıl olur ve insanın ufkunda yeni menfezler açılır.

Bir insanın gayb âlemine muttali olmasının yolu, arz ettiğimiz hususlar gibi şeylere riayetten geçer. Günde üç öğün yemek yiyen, karnını tıka basa doyuran ve kendini gevezeliğe salıp, bilip bilmediği her şeyi konuşan, zikre devam etmeyen ve cemiyet hayatında çoğunlukla kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyatla meşgul olan, çok uyuyan ve gaflette boğulan bir insanın, bana niçin gayb perdesi açılmıyor, diye itiraza hakkı yoktur. Zira o, kendini neticeye ulaştıracak yolun erkânına riayet etmemektedir. Menzile varamaması da gayet normaldir.

Her şeyin bir usûlü vardır. Bu usûlle beraber bu mevzu, mürşid ve üstad ister. Ben kendi kendime yaptığım riyazat sebebiyle bazı rahatsızlıklara maruz kalmıştım. Bu esnada bana el uzatan bir hak dostu “Riyazat mürşid ister, müsaadesiz yapılamaz.” demişti. Hakikaten daha sonra ben de aynı kanaate sahip oldum. Riyazat yapmak isteyenler, bunu mutlaka bir mürşidin nezareti altında yapmalıdır. Aksi hâlde altından kalkılamayacak kadar ağır rizikolar söz konusu olabilir.

Burada önemli bir konuya da işaret etmek istiyorum: Bu türlü şeylerle meşgul olan kimseler şayet, mânâ âlemine gözleri açık değil ve ayağının basacağı yeri bilemiyorlarsa -Allah muhafaza buyursun!- her zaman bir kısım habis ruhların saldırısına maruz kalmaları muhtemeldir. Bunlar cindir, şeytandır veya habis ruhtur, çok mühim değil.. mühim olan, bunların kendilerini o şahsa kabul ettirme keyfiyetleridir.

Bilhassa kişi bu işi usûlünce yapamıyorsa ve başında kendisine ışık tutan bir rehberi, bir mürşidi de yoksa, bu habis ruhlar kendilerini kabul ettirir ve o şahsı oyuncak hâline getirebilirler. Böyle bir şey, bazen tergîb, teşvik ve okşamakla, bazen de tehdit ve korkutmakla olur ve o kişiyi bütünüyle kendi hesaplarına göre konuşturur, kendi hesaplarına göre iş yaptırırlar. Günümüzdeki sapıkların çoğunda görüldüğü gibi, kimisine Mehdi, kimisine –hâşâ– Mesih, kimisine –hâşâ– peygamber ve kimisine de –hâşâ– Allah olduklarını söylettirirler.

2. ŞEYTANIN TELKİNLERİ

Şeytanlar bazı insanları tesirleri altına alarak değişik davranışlara sürükler ve kimisine Mehdi, kimisine Mesih, kimisine de peygamber olduklarını telkin ederler.

Hindistan’da zuhur eden Gulam Ahmed bu kabîl şeytanların mel’abesi (oyuncağı) olmuş bir insandı. 19. ve 20. asrı birbirine bağlayan bir dönemde yaşamış bu insan, bugün “Gulam Ahmed dini(!)”nin kurucusudur. O, işin başında Hint yogizmine karşı, fakirizm yolunu tutmak suretiyle İslâm’ın üstünlüğünü ispat etmek istemiş fakat habis ruhların saldırısına maruz kalmıştı.

Gulam Ahmed, önceleri kendisinin müceddit olduğunu söylüyordu. Zira habis ruhlar ona bu telkinde bulunuyor ve “Sen mücedditsin, insanlığı, içine düştüğü bu girdaptan sen kurtaracaksın, beşere beklediği kurtuluş dönemini sen bahşedeceksin!” diyorlardı. Sonra meseleyi biraz daha ileri götürerek, bu işin sadece bir tecdit işi olmadığını kendisine telkin ettiler. Böyle ağır bir mükellefiyeti ancak “Mesih” yüklenebilirdi. Ve derken Gulam Ahmed’i buna kat’iyen inandırdılar. O da açıkça Mesihiyetini ilan etti. Eserlerinin birçok yerinde, “Gökten inmesi beklenen Mesih benim.” dedi. Ancak meseleyi bu kadarla atlatması da mümkün olmadı. Daha sonraları -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine hulûl ettiğini iddia etti. Ve “Allah bende zuhur etti.” demeye başladı.

Kimseyi kınamıyorum. Fakat ben, birçok safdil insanların “Mehdilik”, “Mesihlik” iddialarının altında hep aynı habis ruhların telkinini görmüşümdür. Onlar -bilerek veya bilmeyerek- böyle habis ruhların manyetik alanına girmiş ve daha sonra da bir türlü kurtulamamışlardır. Bu itibarla, İslâmî ölçü ve kıstaslara uymayan her türlü iddianın, seviye farkı sabit olmakla beraber, çeşitli habis ruhlarla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak -yukarıda da dediğim gibi- bu insanlardan bazısı düştüğü girdabın farkındadır, bazısı da değildir. Ve iddia ettiği makamın hakikaten sahibi olduğunu zannetmektedir. Hâlbuki normal şartlarda bir insan, rüyasında dahi böyle muallâ makam ve mevkilere liyakatini ifade etse, uyandığında ürpermeli, tevbe ve istiğfar etmelidir.

Bu konu, ayakları kaydıran bir konudur. Onun için üzerinde ısrarla duruyorum. Bunda mürşitsizliğin payı çok büyüktür. Nitekim Gulam Ahmed böyle bir yokluğun kurbanı olmuştur. Bir mürşitten el almaması ve Sünnet rehberliğinde yürümemesi onu bu hâllere düşürmüştür.

Aslında Gulam Ahmed’in başarmaya çalıştığı iş kolay da değildi. O, yogilere onların usûlleriyle galebe etmeye çalışıyordu.

Yogilik daha çok Hindistan’da vardır. Tibet ve diğer yerlere nispeten yaygın sayılır. Yogilerin hiçbir dinî gaye ve idealleri yoktur. Belki çoğu itibarıyla tamamen inançsızdır. Ancak belli temrin ve usûllerle ruhî melekelerini geliştirir ve bizim kayıtlı olduğumuz şartlardan kısmen kurtularak harikulâde hâller gösterirler. Daha önce de arz etmeye çalıştığımız, az yeme, az uyuma, az konuşma, daima düşünme ve bilhassa insanlardan tecerrüt etme prensipleri yogilerce de tatbik edilen usûller arasındadır. Ruh, cesedin rağmına geliştiği için, bu prensipler hiçbir yerde değişmemektedir.

Bir de yogizme karşı aynı usûl ve prensipleri kullanan ve onlara karşı cihad içinde olan “Fakir”ler vardır. Fakirler İslâmî inanca sahiptirler. Ve İslâm’ı bu usûlle tebliğ edeceklerine inanmaktadırlar.

Yogilerle Fakirler arasında bu mânâda amansız bir mücadele mevcuttur. Kim daha harika hâdiselere sebep olursa, sanki galebe onun hakkıdır. Fakat bütün bu hâllerin zuhuru, uzun seneler çalışmayı ve cehdi gerektirmektedir. Meselâ bir yogi veya bir fakir, çok rahatlıkla bir treni durdurur, elinin bir işaretiyle kendisinden çok uzakta olan bir insanı yatırır, kaldırır, havada uçurur ve daha nice harikulâde hâller gösterir.

İşte Gulam Ahmed bu şartlar altında mücadele veren bir insandı ve işi zordu. Fakat onun bütün bu zorları aşması, akıbetini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Habis ruhların elinde oyuncak hâline geldi ve gidip “hulûl” inancına saplandı.

Onun için bence, gayba muttali olma ve harikulâde hâllere mazhariyet, bir mü’min için esas gaye ve hedef olmamalıdır. Mü’minin gaye ve hedefinde sadece Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu bulunmalıdır. Eğer bir yola sülûk edilecekse, bu da mutlaka o yolun erkânını bilen kâmil bir mürşidin, bir muallimin gözetimi altında olmalıdır.. olmalıdır ve bütün cehd ü gayretlerin odak noktasında da hep rıza-i ilâhî bulunmalıdır.

Usûle riayet ile gayb âlemine muttali olmak “mârifet” adına şart mıdır? Ben kat’iyen buna “Evet” demiyorum. Onun için de böyle bir yolu denemeyi hiç düşünmedim, düşünmemeli de. Çocukluk döneminde az da olsa aklımın köşesinden geçtiği söylenebilir. Ne var ki, hiçbir zaman bu türlü düşünceler bende uzun ömürlü olmamıştır. Zira insan, Mevlâ’nın nazargâhı olan kalbine aksettirdiği hakikatleri, delilleri, vicdanında arayıp, vicdanında bulmalıdır.

Evet, O’nun mârifet adına, kuluna gösterdiği burhanlar o denli güçlü ve yeterlidir ki, hariçte burhan aramaya hiç ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hele Kur’ân’ın nurefşan ilhamatı ve gönüllere fısıldadığı vâridâtı kat’iyen başka burhan aramaya ihtiyaç bırakmaz ve bırakmamıştır da.

Bütün bu mülâhazalar mahfuz olmakla beraber yine de diyorum ki, günümüz insanı, maddeci düşüncenin hâkimiyeti altında inim inim inlemektedir. Ezici bir çoğunluk, fikir hayatı adına materyalist zihniyete sahiptir. Onun için de maddenin başına indirilecek değişik türden balyozlara ihtiyaç vardır. Bu balyozun kimin elinde olduğu da mühim değildir. Mühim olan onu, bizim hangi gaye ile kullandığımızdır. Benim, buraya kadar telepatiden, telesteziden, medyumdan, yogiden deliller getirmem ve sizlere bunları intikal ettirmeye çalışmam da tamamen bu gayeye matuftur. Yani maddeci zihniyeti, materyalist düşünceyi yıkıp, nazarları tabiat ve fizik ötesi âlemlere çevirebilmektir.

Herhangi bir insanın, üç aylık çalışma ile, bir-iki “erbaîn” (kırk gün inzivaya çekilme) çıkartmakla, gözünü yumduğunda üç ay sonra olacak hâdiseleri sapmadan veya az bir inhirafla söyleyebilmesi, içinde bulunduğu ülkenin içtimaî ve siyasî gelişmelerini çok önceden kestirip ifade edebilmesi, hükümet şu zaman düşecek, şu parti kazanacak, başbakan filan kişi olacak, cumhurbaşkanlığına filan kişi seçilecek, şeklinde tahminlerde bulunabilmesi -biraz tecrübe ettiğim için bilerek söylüyorum- hiç de zor şeyler değildir.

Ama ben, bunların hiçbirini mini bir mârifet olarak kabul etmiyorum. Asıl mârifet, Allah’ı bilmek, tanımak ve O’nun kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilip tanımak da gerçek mârifete dahildir. Bunlardır ki, insanı, gökler ötesi âlemlerde mârifet erbabı seviyesine yükseltir. Havada uçmalara, aylarca bir şey yemeden-içmeden yaşamaya gelince bunlar, “mârifet” adına çok önemli şeyler değildir.

Biz, eğer istemeyerek de olsa, bu kabîl şeyleri aktarmaya çalışıyorsak, bu, -biraz önce de dediğim gibi- maddenin çatlamak üzere olan kalıp ve cidarlarına bir darbe daha indirmek içindir. Yoksa bunları çok önemli şeyler kabul ettiğimizden değildir.

Burada ayrıca şu hususun izahına da ihtiyaç olduğu kanaatindeyim:

Bazı insanî latîfelerini geliştiren herkes, gayb âlemine muttali olabilir. Cenâb-ı Hakk’ın müsaade ettiği çerçeve içinde bazı şeyleri bilebilir ve müşâhede edebilir. Bu, tamamen kalbe söz dinletme ile alâkalı bir meseledir. Ve bu hususun, dinle, dinsizlikle, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olmakla hiçbir alâkası yoktur. Ruhun güç ve kuvvetiyle zuhurunu temin eden, onu ten kaydından kurtararak sınırsızlığa çıkaran kim olursa olsun, Cenâb-ı Hak ona bu mazhariyeti lütfeder.

Onun içindir ki, baştan beri size aktarmaya çalıştığım, velinin kerametlerini, medyumun harikulâde hâllerini, onların misal ve berzah âlemlerine ait tabloları insanların nazarlarına arz etmeleri, insan ruh ve latîfelerinin önündeki berzahların kaldırılmasıyla alâkalıdır. Başkaca bir kerameti de yoktur.

Bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bunlar, zatında hiçbir kıymet ifade etmezler, asıl olan, Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bununla beraber dünyanın şarkında ve garbında meydana gelen bu tür hâdiseler ve rivayet edilen vak’alar, maddeci zihniyeti darbelemesi açısından bizim için de söz konusu olmaktadır.

Bir medyum yüzlerce insanın huzurunda ve bunların içlerinde pek çok ilim adamı da bulunduğu esnada, ellerini bir masanın üzerine koyuyor ve karşı tarafta durmakta olan bir başka masa havada gezinmeye başlıyor. (Bunu Avrupa’nın en popüler mecmuaları yazdı.) Ve medyum göz işaretleriyle havada gezinen masayı idare ediyor. Hâlbuki bizim bildiğimiz bir “tenasüb-ü illiyet” prensibi vardır. Ortada bir tesir ve müessiriyet söz konusu ise, müessir olacak güce sahip bir illet ve sebebin bulunması iktiza eder.

Diyelim ki, 10 kg.lık bir eşyanın taşındığını görüyoruz. Bu, onu taşıyacak güce sahip bir illetin habercisidir. Eğer bu illet ve sebep için son sınır 10 kg ise, ona 15 kg.lık bir yük taşıtamazsınız. Fizik bunu böyle söyler. Hâlbuki ortada bir masa var ve bu masa havada gezinip durmaktadır. Ancak, masayı böyle dolaştıracak bir sebep ve illet görülmemektedir. Bu illete “yok” demek fiziğe ait bir kanunu inkâr etmek olur. Öyle ise ona “yok” demek yanlıştır.

İşin doğrusu ise şudur: Masayı havaya kaldıran bir illet, bir güç vardır; ama o, gözle görülebilen cinsten değildir. Bu bir ruhî güç, ruhî kuvvettir ki, bu masayı kaldırmaya illet ve sebep olmuştur.

1 İsfehânî, Müfredat R-V-H maddesi.

2 Mü’min sûresi, 40/15.

3 Nahl sûresi, 16/2.

4 Taberî, Câmiu’l-beyan 14/77.

5 Enfâl sûresi, 8/24.

6 Bakara sûresi, 2/87.

7 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 5/112-113.

8 Nisâ sûresi, 4/171.

9 İsfehânî, Müfredât s.369-371.

10 İsrâ sûresi, 17/85.

11 Bediüzzaman, Sözler s.696 (29. Söz, 2. Maksat).

12 Âlem-i halk, âlem-i maddî veya âlem-i şehadet de denilen şu gördüğümüz ve yaşadığımız âlemdir.

13 Âlem-i emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır.

14 Buhârî, tevhid 15, 22, 28, 55; bed’ü’l-halk 1; Müslim, tevbe 14-16.

15 Buhârî, meğâzî 83; Müslim, selâm 46; İbn Mâce, cenâiz 64.

16 Buhârî, vudû 10; fezâil 24; Müslim, fezailü’s-sahabe 138; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/328.

17 Fecr sûresi, 89/27-30.

18 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/329.

19 Aziz Nesefi, Zübdetü’l-hakâik.

20 Dr. Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat 2/570, 571.

21 Dr. Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat 2/201-204.

22 Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti.

23 Buhârî, meğâzî 83; Dârimî, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/18.

24 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; el-Maksadü’l-esnâ s.54; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103.

25 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; Mer’î İbn Yûsuf, Ekâvîlü’s-sikât s.45

26 Aura, ruh gölgesi, enerji beden; bazı kimselerin gördüklerini ileri sürdükleri bir bedene sarınmış gibi görünen parlak bir gölge anlamlarına gelir. Burada biz bu kelimeyi ruhun dedublesi, kılıfı mânâsında kullanıyoruz.

27 Tom Patterson, Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı s.7-19.

28 Mevlâna Celâleddin Rumî, Mesnevî 3. cilt, 26. beyit.

29 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 13/458.

30 Bkz.: Buhârî, tevhid 24; mevâkît 16, 26; tefsir (50) 2; Müslim, mesacid 211; Ebû Dâvûd, sünnet 19; Tirmizî, cennet 15, 16, 17; İbn Mâce, mukaddime 13.

31 Nesâî, imâme 28; Ebû Dâvûd, salât 93,98; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/262, 3/154, 260, 283.

32 Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/94.

33 Taberî, Târîh 2/553-554; Beyhakî, el-İtikad s.314; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/380.

34 Sheile Ostrander, Lynn Schroeder, Sovyet Rusya’da Olağanüstü Ruhsal Araştırmalar s.151-161.

35 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/210-211.

36 Cin sûresi, 72/25, 26.

37 Efendimiz’in diğer gaybî haberleri için bkz.: M. Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihar Tablosu Sonsuz Nur 1/138-172.

38 Buhârî, ilim 28, 29; mevâkît 11; tefsir 5,12; fiten 15; i’tisam 3; Müslim, fezâil 134-138.

39 Müslim, cihad 83; cennet 76; Ebû Dâvûd, cihad 115; Nesâî, cenâiz 117.

40 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/359.

41 Buhârî, menâkıb 25; fezâilü ashabi’n-nebi 12; isti’zan 43; Müslim, fezâilü’s-sahabe 97-99; İbn Mâce, cenâiz 64.

42 Buhârî, fiten 20; sulh 9; fezâilü ashabi’n-nebi 22; menâkıb 25; Dârimî, sünnet 12; Tirmizî, menâkıb 25; Nesâî, cuma 27.

43 Nûr sûresi, 24/26.

44 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 13/144-145, 30/148.

45 Bakara sûresi, 2/154.

46 Bakara sûresi, 2/154.

47 Kâdı Iyâz, eş-Şifa 1/279; Hafacî, Şerhu’ş-Şifa 3/106.

48 Kâdı Iyâz, eş-Şifa 1/279-280.

49 Bkz.: Buhârî, tabir 2,4,10; İbn Mâce, rüya 1.

50 Evliya Çelebi, Seyahatnâme 8/112.

51 Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı 2/2131 (Tarihçe-i Hayat).

52 Bediüzzaman, Şualar 11. Şua, 6. Mesele.

53 Kalem, mızraktan daha küçük, elle atılan bir harp aletidir.

54 Bütün rivayetler için bkz.: Müslim, müsafirîn 252, 253; Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 5; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/183.

55 Tirmizî, kader 8; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/167.

56 Âl-i İmrân sûresi, 3/30.

57 Kehf sûresi, 18/49.

58 Müslim, salât 215; Nesâî, tatbik 78; Ebû Dâvûd, salât 147-148.

59 Zilzâl sûresi, 99/7.

60 İsrâ sûresi, 17/13.

61 Târık sûresi, 86/9.

62 Nahl sûresi, 16/60.

63 Müslim, taharet 1; Tirmizî, daavât 85; Dârimî, vudû 2.

64 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352, 4/287, 295; Abdürrezzak, el-Musannef 3/582, 583.

65 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/525.

66 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352, 4/287, 295; Abdürrezzak, el-Musannef 3/582, 583.

67 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352.

68 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 17/123.

69 Tirmizî, fezâilü’l-cihad 12.

70 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/268-271.

71 Âl-i İmrân sûresi, 3/180.

72 Tirmizî, tefsir (3) 3; Nesâî, zekât 2; İbn Mâce, zekât 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/377.

73 Buhârî, zekât 3; tefsir (3) 14; Müslim, zekât 27, 28.

74 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 3/460.

75 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/361.

-+=
Scroll to Top