Medine ve Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem)

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de doğup büyümüş olmasına rağmen, her zaman Medine’yle irtibatı çok güçlü olmuştur. Bilindiği gibi, en başta dedesi Abdülmuttalip Medine’den evlenmiştir. Keza Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) valide-i muhteremeleri de Medine’den ve ninesinin akrabalarındandır; Âmine b. Zühre b. Kusay b. Kilâb…

Âmine Validemiz Medine’de ne kadar kalıyordu onu tam bilemiyoruz –malum, vefatı oradan Mekke’ye dönerken olmuştu– ancak ara sıra Abdülmuttalip’ten izin alıp, ailesini ziyaret için Medine’ye gittiğini söyleyebiliriz. İşte bu vesileyle Efendimiz de, çocukluk yıllarının bir kısmını orada geçiriyordu denebilir. Dolayısıyla Medineliler, Efendimiz’in, Benî Sa’d oymağında süt annesi Halime’nin yanında görülen olağanüstü hâllerine de muttali olmuş olabilirler. Bu yüzden de, Efendimiz daha çocukken bile, Medinelilerce biliniyordu denebilir.

Bütün bunlar kaderin bir cilvesi olarak, Efendimiz’i gezdirdiği o yerlerde gönüller O’na hep sıcaklık duymuş ve kader o insanları zihnen ve fikren Efendimiz’i kabule hazırlamıştır. Başka bir ifadeyle, Efendimiz’in bu çocukluk sergüzeştisi çok erken dönemde Medine sakinleri için hep birer yumuşama vesilesi olmuştur. Zaten onlar, Adnan’ın çocukları –ki kimisi Himyer’e, kimisi Medine’ye, kimisi Mekke’ye, kimisi de Yemen’e gidip yerleşmiş– olması hasebiyle aynı soydan geliyordu ve aralarında ta eskiden bir akrabalık bağı vardı. Birbirleriyle az görüşüp konuşunca hemen bu nesep bağı ortaya çıkıyor ve “Hepimiz Adnanîyiz” diyorlardı. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de henüz duyulduğu zaman, Medineliler “O’nun anası bizden, O bizim evlâdımız sayılır.” deyip bu akrabalık hissiyle O’na hemen sahip çıkmışlardı. Bir sene gibi kısa bir zaman içerisinde yetmiş insanın bey’at için Akabe’ye gelmesi, inkılâp çapında bir hâdisedir ve başka şekilde de izah edilemez. Oysa o dönemde Kur’ân’ın henüz birkaç sûresi nazil olmuş ve bu birkaç sûrenin muallimi Mus’ab b. Umeyr de çok genç denecek bir yaşta idi. Ayrıca Medinelilerin bu dini kabulleri için İslâm henüz onlara hiçbir şey vaad etmiyordu; sadece onların dünya hayatlarını tanzim ediyor, ahiret adına da bir kısım ümitler aşılıyordu. İşte bu kadarcık bir mesaja, o insanlar koşup gelmişlerdi. Demek ki ihzâriye tamdı. Keza Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi şecere-i mübarekesinden bir sürgünden dolayı, başka bir dönemde de Yemen’den destek bulmuştu…

Gerçi Medineliler, duygu-düşünce yapıları, ilim ufukları itibarıyla İslâm’ı kabule çok müsaittiler. Çünkü kabileler arasında meydana gelen “Buas” savaşları, onların içinden yaşlıları alıp götürmüştü. Geride kalanların ise % 90’ı henüz gençti.. ve bu genç insanlar, henüz küfür ve dalâlete şartlanmamışlardı. Dolayısıyla az bir telkin, onlar üzerinde hemen tesir icra ediyordu. Meselâ Muaz b. Cebel’in babası Cebel yoktu, yine Sa’d b. Muaz’ın babası Muaz, Üseyd’in babası Hudayr yoktu ki, bunlar Evs ve Hazrec’in başında önemli isimlerdi ve eğer bunlar sağ olsalardı, o eski inatlarıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısına âdeta tecessüm etmiş bir Cebel’le, bir Muaz’la çıkabilirlerdi. Ne var ki, arkada kalan onların çocukları çok yumuşaktı. Harpler onları çok sarsmış ve bu kan-irin onlarda yeni şeylere yönelme hissi uyandırmıştı. Bu yüzden de kendilerine telkin edilen dini kabulde hiç zorlanmadılar. Zaten psiko-sosyolojik açıdan mesele incelendiğinde, harb ü darplerin, insanların bir arayışa girmesinde ve melce ve mence olarak dine sığınmasında ne kadar etkili olduğu da görülecektir.

Ayrıca yaşlıların ölüp gitmesi sonucu, o genç insanlar kendilerine başbuğluk edecek bir baş da arıyorlardı. Medine halkı işte böyle psikolojik bir atmosfer içindeydi. Yani bir taraftan genel havanın müsait olması, diğer taraftan onların arayışları ve tam aradıkları tipi bulmaları, buldukları bu tip hakkında bir hayli malumat sahibi olmaları, onların Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi bağırlarına basmalarında önemli bir saik olmuştu.

İbn Abbas

İbn Abbas, çok engin bir ufka sahip, yüksek uçan bir sahabi. Hâşimiler’den olduğu her yanından belli; sureten de çok güzel ve imrendiren bir insan. Diğer sahabiler onun güzelliğini: “Gördüğünüz zaman o mu ayın on dördüne benziyor, yoksa ay mı ona?” diye anlatırlar. Tabiî ki bu tasvir, güzellikten kinaye olarak kullanılıyordu. Yoksa bununla onun ablak yüzlü olduğunu söylemiş olurlardı. Zaten kamer, tarih boyunca hep güzellikten kinaye olarak kullanılmıştır. Efendimiz için de;

“Kamer-i hikmet cemalin mühr-i muallâ mıdır?

Derya-yı vahdet kemalin mâh-i mücellâ mıdır?”

denmiştir.

Yine sahabe-i kiram arasında güzel kokuyu en çok sürünen İbn Abbas idi. Hatta o, bir sokaktan geçince kadınların: “Itriyatçı mı geçiyor, İbn Abbas mı?” diye aralarında konuştuklarından söz edilir. Evet, onun geçtiği yollardan, evlerin içine üfül üfül güzel koku yayıldığını tabakat kitapları söyler.

Bediüzzaman ve İmam Gazzâlî

Gelmiş-geçmiş İslâm âlimleri arasında Üstad Bediüzzaman’a en çok benzeyen İmam Gazzâlî’dir. Eğer yaşadıkları şartlar ve ortam aynı olsaydı, belki aralarındaki misliyet de ayniyete inkılâp ederdi. Ne var ki şartlar farklıydı; İmam Gazzâlî’nin yaşadığı dönemde, Müslümanlar arasında, monizm ve neoplatonizm gibi felsefî cereyanlar oldukça yaygındı. Günümüzde olduğu şekliyle bir inkâr-ı ulûhiyet söz konusu değildi. Gerçi dolaylı yollardan hakikat-i ulûhiyete münafi sayılan bir kısım kabuller vardı: Meselâ, bir taraftan Allah’ın isimleri ve sıfatları mevzuunda, “aynı mı, gayrı mı?” tartışmaları olurken, diğer taraftan bazılarının “Hiç sıfat yoktur, tevhid esastır.” gibi “dalâlet” diyebileceğimiz mülâhazaları vardı ki, işte İmam Gazzâlî de bunlara karşı mücadele etmişti.

Ama –hâşâ– o büyük imama bir nakîse isnadı mahiyetinde anlaşılmamak kaydıyla, onun döneminde fünun-u medeniyenin (pozitif bilimlerin), tabir-i diğerle aklın ziyasının biraz ihmale uğradığı ve zamanla medresenin kendinden beklenen fonksiyonu eda edemez hâle geldiği de bir gerçekti. Üstad’da ise, daha bidayet-i hayatında, medrese-mektep-zikirhâne aynı değer ölçüleri içinde, aynı ihtimamla ele alındığı müşâhede edilir. Şunu da söylemek mümkündür ki, İmam Gazzâlî bugün olsaydı, o da Üstad’ın yaptığı aynı şeyleri yapardı.

Ayrıca Gazzâlî döneminde fünun-u medeniye ile felsefî ilimler birbirinden henüz ayrılmamıştı. Felsefe, bütün cereyan ve ekolleriyle yüzde doksan dokuz şüphe, tereddüt ve kuşku üretiyordu. Dolayısıyla felsefeye karşı çıkma aynı zamanda fünun-u medeniyeye ve araştırmaya da karşı çıkma gibi algılanıyordu. Bu açıdan İmam Gazzâlî mazur olabilir. Ne var ki bizim İslâmî düşünce tarihimiz ele alındığında, İmam Gazzâlî ve Nizamiye Medreseleri ile başlayan bir fünun-u medeniye ihmali içine girildiği de bir gerçektir. İslâmî düşünce tarihimizin gerçek çöküş sebepleri ise aslında 7-8. asra dayanmaktadır ki, Üstad da, Muhâkemat’ın başında buna işaret eder.1

Aslında Bediüzzaman ile İmam Gazzâlî kıyaslandığında bunun dışında daha pek çok yönüyle birbirlerine benzedikleri görülür. Meselâ, her ikisinde de ciddî bir Sünnî çizgiyi koruma gayreti ve her şeyi Kitap ve Sünnet’e bağlama cehdi göze çarpar. Ayrıca her ikisinin, yaşadığı dönem de oldukça buhranlıdır. Asya’daki çözülme sonucu, oradaki devletler birbirleriyle boğuşmaktadırlar. Hatta o dönemde, bölge devletlerinin Asya’yı bir baştan bir başa yangın yeri hâline getirmeleri söz konusudur. İşte böyle bir dönemde, İslâmî toplumlara birlik ve beraberlik ruhunun üflenmesi çok önemliydi. Aynı şeylerin hemen hepsi, Devlet-i Âliye’nin parçalanması, İslâm’ın dağılması-çözülmesi döneminde de söz konusu idi. Gazzâlî döneminde felsefî cereyanlar, akideye müteallik bazı hususların yayılma istidadında olmasına karşılık Üstad döneminde pozitivizm ve rasyonalizm gibi “izm”ler gemi azıya almıştı. O, Müslümanın düşünce hayatından sanat anlayışına kadar hemen her sahada işgal yaşadığı bir dönemde ortaya çıkmış ve bütün bu işgallerin hepsini birden göğüslemeye çalışmıştı.

Ebû Hanife Hazretleri

Çocukluğumda telkinlerin tesirinde kabul ettiğim büyüklerden biri de Ebû Hanife Hazretleri olmuştur. Yaşım ilerledikçe, onun o engin ufkunu ve çizgisini daha da net görmeye başladım ve İmam gözümde büyüdükçe büyüdü, ona karşı sevgim her geçen gün artarak devam etti.

Ebû Hanife Hazretleri, Sünnî çizgiyi korumanın yanı başında, Ehl-i Beyt muhabbetine de açık bir insandı. Belki bu muhabbet İmam Şafiî’de ve diğer mezhep imamlarında da vardı; hatta İmam Şafiî’nin, “İsteyen bana Alevî desin.” şeklinde bir meydan okuyuşunu da naklederler; ne var ki, Ebû Hanife’de bu sevgi çok dengeliydi…

O, bir taraftan hayatını ticaretle kazanırken diğer taraftan da, Kelâm ilmiyle uğraşıyor; bu mevzuda, kendinden yıllarca sonra gelecek olan İmam Maturidî’ye ışık tutuyor ve onun için referans teşkil edecek tespitlerde bulunuyordu. Daha sonraları fıkha yönelen Ebû Hanife, o alanda da söz sahibi bir üstad ve otorite hâline gelmişti ki, –Nasbu’r-râye takdiminde belirtildiğine göre– ilim halkasında üç yüz kadar hafız ve bir o kadar da ehlullahtan insan bulunuyordu.

İmam Rabbânî Hazretleri, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek hakikatini Ebû Hanife Hazretleri’nin temsil ettiğini ve Efendimiz’in, âdeta o yolda temessül ettiğini söyler. Dolayısıyla vilâyet-i kübrânın vârislerinin bu mezhepten çıkacağı, buna karşılık vilâyet-i suğra erbabının diğer mezhep sahiplerince temsil edildiği ifade edilebilir. Haddizatında Üstad’ın da, Şafiî’ler içinde zuhur etmiş olmasına rağmen usûlüddin ve usûl-i fıkıh açısından Hanefi mezhebine göre amel ettiği söylenebilir.

Hazreti İmam’ın zühd ü takvasıyla alâkalı bir hayli menkıbe anlatılır. Ezcümle (babasının) dere boyunda bulduğu bir elmayı ısırdıktan sonra yememesi ve sahibini bularak helâllik dilemesi.. alış veriş ve ticaretteki hassasiyeti dillere destandır. Kutup, “Sosyal Adalette bunların bir kısmına temas eder.

Bütün bunlara rağmen ben bir şeye hep hayret etmişimdir ki o da, İmam Buhârî, Tirmizî gibi ayrı bir büyüklüğün sembolü olmuş insanların Hz. İmam’ın fâikiyetini bir türlü kabullenememiş olmalarıdır. Vâkıa İmam Tirmizî bu konuda daha çok hocasının tesirindedir; ama İmam Buhârî’nin, onun hakkında –söylediği kadar bile olsa– bir şey dememesini çok arzu ederdim. Çünkü ondan dolayı hadisçiler arasında Ebû Hanife’ye karşı bir cereyan oluştuğu söylenebilir. Ancak bu tavır hepsinde yoktur; meselâ, hemen hemen aynı asırda yaşayan İmam Tahavî, çok meselede, İmam Buhârî’den aşağı değildir ve çok erken dönemlerde hadislerdeki müşkilleri çözme adına hayranlık uyaran bir insandır. Hatta onun müceddit olduğunu söyleyenler bile olmuştur. İşte bu büyük imam, bağlı bulunduğu mezhep anlayışını bırakıp Hanefi mezhebini tercih etmiştir. Tahavî, el-Ümm kitabını istinsah eden İmam Şafiî’nin talebesi Müzenî’nin yeğenidir. Dayısının, kitap yazmak için yaptığı hazırlık safhasında, İmam Muhammed’in kitaplarına, Ebû Yusuf’un nokta-i nazarının ne olduğuna göz atması, onun gözünden kaçmamış ve bu durum onda, onları da araştırma merakı uyarmış; hatta yer değiştirmesine vesile olmuştur.

Hz. Ömer’in Bağrına Saplanan Hançer

Hz. Ömer’in bağrına saplanan hançer, aslında İslâm’ın bağrına saplanmış bir mızraktır ve o yara o gün-bugün de hâlâ kanamaktadır. Ayrıca, bu hâdise bize şunları anlatmıştır/anlatmaktadır:

1. Evvelâ o güne kadar, ümmetin imamı konumunda olan insanlara karşı herhangi bir suikast tertip edilmemişti. Bu hâdise ile müslim veya gayrimüslim ümmet içerisinde bir “gayri memnunlar” topluluğunun mevcudiyeti ortaya çıkıyordu. Nitekim daha sonra bu gayri memnun topluluğun, İslâm vahdetini tahrip edici faaliyetleri gelişerek devam etti.

2. Hz. Ömer, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ifade buyurdukları gibi İslâm vifak ve ittifakının kapısıydı.2 Yani bu kapı var olduğu sürece Müslümanların içine nifak, şikak, ihtilâf ve iftirak giremeyecekti. Evet Hz. Ömer, İslâm’la müşerref olduktan vefat edeceği âna kadar İslâm birliğini tehdit eden her türlü nifak hareketine karşı âdeta bir sur vazifesi görmüştü.. ve o menfur saldırıdan sonra ise İslâm toplumu içinde fitne önü alınamaz hâle gelmiş ve pek çok müessif hâdise vuku bulmuştu. Bu sebeple diyebiliriz ki Hz. Ömer’in bağrına saplanan hançer, aslında İslâm’ın da bağrına saplanmış bir mızraktı…

Düşünce ve İfade Üzerine

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, eserlerini zevkle okuduğum kişilerdir. Bunlar, kendi devirleri itibarıyla küçültülmüş, ufalanmış bir Türkiye’yi kat’iyen hazmedememişlerdir. Bu itibarla da hep teselli arayışı içinde geçmişe sığınmış, eserlerinde her zaman geçmişe olan özlemlerini dile getirmiş ve hâlihazırdaki kaosları hayal dünyalarında genişleterek rahatlamaya çalışmışlardır. “Beş Şehir” ve “Bursa’da Zaman”a bakıldığında, bu ruh hâletinin hâkim olduğu açıkça görülür.

İnsanlar, hiçbir zaman içinde bulundukları zamandan hoşnut olmamışlardır. Bazıları geçmişe, bazıları da geleceğe kaçmış ve böylece kendilerini ve hayal dünyalarını tatmin yollarını araştırmışlardır. Materyalist ve pozitivistler, geleceği düşünüp geleceğin pembe dünyalarının hayaliyle, hâli değerlendirmeye çalışırken, biraz inancı olanlar da, hâli geçmişin sağlam temelleri üzerine bina ederek, ümitle azmin verdiği enerji ve kuvvetle geleceğin hülyalı maviliğine doğru koşmuşlardır. İşin en realistçesi ve dengeli olanı da bu olsa gerek. Zira biz, ne geçmişten, ne de gelecekten kopuk tek taraflı bir dünya kuramayız. Gelecek çok önemlidir ve onun bu önemine binaen, hâlin değerlendirilmesi de ayrı bir önem kazanır. Fakat geçmişi olmayan milletler için bunların ikisinin de önemi kalmaz, hatta söner-gider.

Zamanın bereketsizleşmesi bir mânâda duygu, düşünce ve ideallerde bereketin kapısını aralamaktadır. Çünkü insanlar, zamanın sıkıştırması ve darlığı nispetinde, düşünce ızdırabı çekmekte ve kendilerini zorlamaktadırlar. Bu zorlama ve ideallerdeki şeyleri gerçekleştirme adına çekilen ızdıraplar, yerinde bir ihtiyaç duası hâline gelmekte ve bu zaruretin verdiği ruh hâleti, değişik ifade şekillerine vesile olmaktadır. İfadelerdeki değişiklik ve renklilik ise edebiyatımız adına ciddî bir zenginliğe vesile olmaktadır. Bu zenginlikten sonra bir baygınlaşma dönemi başlamakta ve insanlar kendilerini yeniden rehavete salmaktadırlar. Bu rehavet dönemi, kırk-elli sene hatta Osmanlı’da olduğu gibi daha fazla sürebilmektedir. İnsanların, zamanın boşluklarına ve eriticiliğine karşı koyup, fikrî büzüşmeye maruz kalmamaları için; ruh, beyin ve kabiliyet güçlerinin tamamını o düşünce aralığında sabit tutmaları ve kendilerini rehavete salmamaları hayatî önem arz etmektedir.

Bir diğer önemli husus da, insanın durup dururken düşünce insanı olamayacağıdır. Düşüncede belli bir seviyeye gelebilmek için, ülke ve milletin problemleri üzerinde sürekli düşünülmesi gerekir ki, bu da bir bakıma o işin fiilî duası demektir. Bundan sonra istidadının açık olması ölçüsünde, Cenâb-ı Hak herkese, değişik problemleri çözme, insanların onların fikirlerinden istifadesi ve onların vesilesiyle, insanlara yol gösterme gibi lütuflarda bulunabilir. İnsanlar, değişik kaynaklardan istifade ederek, çok enfes ve enteresan düşünceler ortaya koysalar bile; düşünce üretmekten uzak tipler, kendilerinden daha çok, başkalarının düşüncelerini naklederler. Herkesin ulaşamadığı, kendilerine orijinal gelen fikirlerin nakilciliğini yapan bu insanlar, belki takma kanat kullanarak belirli bir dönem uçabilirler. Ancak bir gün mutlaka külâh düşer, kel de meydana çıkar. O bakımdan, okuma ciddî bir disiplin işidir ve herkes okurken kendi düşüncesini yakalamaya ve kendi düşünce yapısını kurmaya çalışmalıdır.

Sonsuz ve Sıfır

Fikir işçileri arasında zâhiren bir disiplin olsa da, esas itibarıyla onlar kendi aralarında müdür, amir, şef… vb. gibi herhangi bir makam, mevki ve rütbe mülâhazası olmayan kimselerdir. Bu mülâhazaya sahip kimselerden her bir fert, kendisini, “İnsanlardan bir insan ol” düsturu gereği basit bir fert olarak kabul etmeli ve değer itibarıyla da ancak, soluna konulacak herhangi bir rakamla kıymet kazanmayı bekleyen “sıfır” görünümünde olmalıdır. Sıfırların kendi aralarında herhangi bir üstünlüklerinin bulunması bahis mevzuu değildir. Zira bunların birbirleriyle toplanmaları-çıkarılmaları-çarpılmaları-bölünmeleri onları kat’iyen farklılaştırmaz. Sıfır, ancak tam bir mânâ-i harfî ile soluna konulacak rakam ya da rakamlar sayesinde birdenbire on, yüz, bin veya milyonlarca.. kat büyüyüp değer kazanır. Bu itibarla da, makam ve mansıba talip olmamayı, en akıllıca bir iş kabul ediyoruz. Düz yerde yürümek her zaman için emniyetli; zirvelerde dolaşmak ise tehlikelidir. Çünkü zirveden düşmekle meydana gelecek sonuç, çok defa düz yolda tökezleyip düşmekten daha vahim neticeler doğurur.

Ayrıca burada, istidradî olarak bir hususu daha arz etmek istiyorum: Ben, “.” şeklindeki sıfırı bu espriye bağlı olarak Lâtince’deki içi şişirilmiş boş bir yuvarlak olan “0”dan daha elverişli görüyorum. Çünkü eski sıfır, Lâtince’deki sıfırdan çok daha fazla acziyet ve mahviyet ifade etmektedir. O eski sıfırın ifadesi diyeceğimiz “.” , varlığın en küçük parçasını oluşturan zerrecikler gibi kendisinden daha küçük herhangi bir şey olmayan işaretçiktir.

Evet insan, Allah (celle celâluhu) karşısında gerçek konumunu ifade edebilmesi için her zaman ve her şeyde O’nu bilip O’nu duymalı, kendisini de koca bir “hiç” görmelidir. Hasan Ali Yücel’in başından geçen şu hâdise, mevzuumuza güzel bir misal teşkil etmektedir: Bir gün Paşa, Hasan Ali Yücel’e “sıfır” ve “sonsuz”un ne olduğunu sorar. Hasan Ali Yücel, Paşa’nın bu sorusuna, “Paşam! Sonsuz siz, sıfır da benim.” cevabını verir. Kanaat-i âcizanemce bu sözü insanlar, kendilerini hiç yoktan var eden ve sonsuz nimetlerle perverde kılan Rablerine karşı duymalı, kabullenmeli ve engin bir kulluk şuuru içinde “Allahım! Sen sonsuzsun biz ise birer sıfırız.” demelidirler.

Evet, herkes kendisini bir “sıfır” olarak görmeli, Allah’ın lütfettiği değişik muvaffakiyetlerin hepsini O’ndan bilmeli, kendisine verilen değişik pâyeleri, bir vazife taksimi olarak telâkki etmeli ve kendisi gibi birer nefer olan diğer arkadaşlarına karşı da kesinlikle herhangi bir gurur, kibir ve üstünlük taslama tavırlarına girmemelidir. Çünkü bütün muvaffakiyetleri lütfeden ve bizleri çeşitli istidat ve kabiliyetlerle donatıp dinine hizmet yolunda değişik makam ve mevkilerde istihdam eden Cenâb-ı Hak’tır. Öyle ise minnet O’na, şükran O’nadır. Ayrıca, mazhar oldukları nimetleri kendilerinden bilen talihsizlerin takılıp yollarda kaldıkları da unutulmamalıdır. Onun için bizim yolumuz, “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çîz: Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz! ifadeleriyle çerçevesi çizilen acz, fakr, şevk ve şükür yoludur3 ki, bu yol, insanın kendisini sonsuz güç ve kudret sahibi Rabb’i karşısında bir “sıfır” olarak görüp, mazhar olduğu bütün nimetleri O’ndan bilmeyi ve şükürle mukabelede bulunmayı gerektiren bir yoldur.

İlim, Edeb ve Takva

Bir gün İmam A’zam Ebû Hanife, bir mecliste vaaz ederken yanına bir kadın gelir. Kadın, yanında getirdiği bıçak ile bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı Ebû Hanife’nin önüne bırakıp geri çekilir. Bir firaset âbidesi olan koca imam, elmayı bıçakla ortasından kestikten sonra elmanın içini kadına gösterip geri verir. Kadın gittikten sonra bu hâdisenin izahını isteyen cemaate Ebû Hanife, şu cevabı verir: “Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temiz olacağını sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”

Bu muhteşem tablo, ilim, edeb ve takva konusunda zirveyi tutmuş o yüce şahsiyetlerle bizim aramızdaki farkı gözler önüne seren ibretâmiz bir misaldir. Onlar, ulaştıkları bu yüce makama ilim, edeb ve takva hususunda gösterdikleri üstün performansla geldiler. Bu devâsâ kametler karşısında büyüklük taslayıp onlara bu nazarla bakmayanlar, hayatları boyunca hep küçük olarak yaşar ve onlar gibi diğer büyüklerin hayat ve eserlerinden de gerektiği şekilde istifade edemezler.

Büyükler Hakkında Konuşmak

Bir gün bir şahıs, Sa’d İbn Ebî Vakkas’ın (radıyallahu anh) da içinde bulunduğu bir toplulukta Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallahu anhüma) hakkında ileri-geri konuşup duruyordu. Her ne kadar Sa’d (radıyallahu anh) adama susmasını söyledi ise de, adam onu dinlemeyerek güft u gûsuna devam etti. Onun bu vurdumduymaz tavrı karşısında, Allah’ın Mucîb ismine mazhar ve bunu da hayatında bir iki defa kullandığı bilinen Hz. Sa’d, bu edepsizlikten ötürü hemen ellerini açıp: “Allahım! Eğer bu adam doğru söylüyorsa.. söylüyor; ama eğer doğru söylemiyorsa…!” diyerek o şahsı Allah’a havale etti. Hz. Sa’d daha ellerini indirmemişti ki, nereden çıktığı belli olmayan bir deve, orada bulunan cemaati yararak onlara hiçbir zarar vermeden gelip o haddini bilmez adamı ayaklarının altına aldı ve çiğnedi..4

İşte bu hâdise, büyük şahsiyetler hakkında konuşurken dikkatli olmamız ve onları kendi kriterlerimizle değerlendirmememiz gerektiğini ne güzel anlatır..!

İki Anekdot…

Hz. Hüseyin’in (radıyallahu anh) şehadetinden kısa bir zaman sonra, bir gün, tâbiînin büyük imamlarından Hasan Basri’nin (radıyallahu anh) yanına bir Iraklı gelir ve ona elbisesindeki pire kanının namaz kılmaya mâni olup olmadığını sorar. Hasan Basri (radıyallahu anh) bu adama şu cevabı verir: “Şu Iraklıların hâline bakın! Peygamberin ciğerpâresi Hüseyin’in kanını döküyor, sonra da gelip pire kanının hükmünü soruyorlar!.”

Bu hâdise bana köyümüzdeki bir adamı hatırlatır: Bu adam, kurbağayı alarak ayaklarından tutup ikiye ayırdıktan sonra ağzına atar ve bunu mârifet sayarmış. İşte bu şahıs bir gün babamın yanına gelerek seccadesinden bir fare geçtiğini söyleyip, bu seccadenin üzerinde namaz kılıp kılamayacağı hususunda fetva isteyince babam ona yukarıdaki hikâyeyi anlatarak cevap vermiş. Daha sonraları babam, büyük kabahatler işledikleri hâlde bunları görmezlikten gelerek küçük hâdiselerle uğraşan kişilerin hallerini her dile getirişinde bu iki hâdiseyi beraberce anlatıp çevresindekileri düşündürürdü.

Hz. Yuşa

Hz. Yuşa (aleyhisselâm), üç dine mensup insanların da sahip çıktığı bir kişidir. Ona, hem Yahudiler hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar sahip çıkmış ve İstanbul’a geldiğini iddia ederek uğradığı zannedilen bir yere mezarını yapmışlardır.

Büyük insanların çok yerde makamları vardır. Meselâ, Ashab-ı Kehf’e ait dünyanın yedi-sekiz yerinde mağara tespit edilmiştir. Hatta Ahmet Akgündüz Bey, bir kısım dokümanlardan yola çıkarak Tarsus’taki mağaranın onlara ait olduğunun kat’iyeti üzerinde durur. Ama Ebû Hayyan gibi önemli bir tefsirci, Ashab-ı Kehf ve onların mağarasının Endülüs’te olduğunu söyler ve buna dair bazı işaretler gördüğünü haber verir.5 Bunlar, müstakillen üzerinde durulması gereken konulardır. Ben Ashab-ı Kehf için kat’î bir şey diyemediğim gibi Hz. Yuşa’nın (aleyhisselâm) İstanbul’a gelmiş olacağı hususunda da bir şey söyleyemeyeceğim. İhtimal o kabir de ona ait değil, ona atfen yapılan bir mezar. O, Hz. Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın başına geçmiş, Filistin, Mescid-i Aksâ ve çevresini kendi hâkimiyeti altına almış bir zattı ve İstanbul’la ve çevresiyle de hiç münasebeti olmamıştı.

Tarihî Hâdiselerin Tespiti

Millet olarak daha ziyade menkıbelerden hoşlandığımız için bugüne kadar hep harp ve kahramanlık tarihimiz yazılmış, buna mukabil siyasî tarihimiz üzerinde çok ciddî durulmamıştır. Bu yüzden de, meselâ Devlet-i Âliye döneminde diplomasi nasıl işliyordu, hariciye nasıl çalışıyordu, eğitimde metot nasıldı ve milletlerarası münasebetlerimizde politikalarımız nelerden ibaretti.. bütün bunların bugünkü nesillere çok iyi anlatıldığı kanaatinde değilim. Ayrıca bu mevzularda bilinen şeyler de, ya yabancı kaynaklardan alınmış ya da hiçbir tarihî belgeye dayanılmadan kaleme alınmış gayr-i ilmî bir kısım evrak-ı perişan.. kasıtlı çarpıtmaların olduğu da ayrı bir konu: Meselâ tarihte Türklerin Müslüman olmasını, tamamen jeopolitik sebeplere dayandıran ve onunla izah edenler var ki, onlara göre Türkler, samimî olarak Müslüman olmamış, bulundukları yer itibarıyla, âlem-i İslâm üzerinde hâkimiyetleri Müslümanlıktan geçtiği için Müslüman olma lüzumunu duymuş ve İslâm’ı seçmişlerdir. Aslında, meseleyi bu kabîl gerekçelere dayandırmak, Türkleri münafık konumuna düşürme demektir. Oysaki onların Müslümanlığı seçmeleri, böyle bir hâkimiyetten hiç haberleri olmadığı bir dönemde gerçekleşmiştir.

Bu yüzden de tarihi tetkik edip araştırmadan bu tür iddialar ortaya atan insanların yanında, bir sürü de bunlarla aldananlar olduğu kanaatindeyim. Bir tarihin yazılabilmesi için, her şeyden evvel vak’aların tespiti çok önemlidir, yoksa burada da görüldüğü gibi, tarih yazma yerine ukalâca laflar edilmiş olacaktır.

Ayrıca ben günümüzdeki hâdiselerin anlaşılmazlığından hareketle, tarihî hâdiselerin biraz da o mülâhaza ile değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Meselâ, günümüzde bir kısım insanlar eğitim ve kültürel faaliyetlerle dine, vatana, millete hizmet ediyorlar. Ve kesinlikle bunların hüsnüniyetlerinde şüphe yok. Yapmış oldukları hizmetin selâmeti için de hiçbir siyasi partiyle bağlantı kurmayı düşünmüyorlar; sadece işi âhenkle götürme adına o yolda bir kısım manevraları olabiliyor. Şimdi böyle bir hareket karşısında, milletimizin dinî değerleri adına yola çıktığını iddia eden bir parti ile gönül bağı olan bir tarihçi düşünelim; bu zat eğer bir tarih yazsa, siyasî faaliyetlere katılmaksızın yurt yapıp, talebe yetiştiren ve çeşitli kültürel faaliyetlerde bulunan bu insanları, İslâmî faaliyetleri engelleyen kimseler olarak gösterecektir; gösterecektir, bu kimseler Bediüzzaman gibi evliyadan seçkinler bile olsa. Zira bunlar daha baştan “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” deyip yola çıkmışlardır. O tarihi okuyan insanlar ise “Vay hainler!” deyip, onlar aleyhinde atıp tutacaktır. Çünkü hâdiseler çok farklı plâtformlarda cereyan etmektedir ve tarihçi de işin içinde olmadığından meseleyi avamî nakillere dayandıracaktır.

Farklı bir örnek; biz 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı beraber yaşadığımız hâlde bu hareketlerle alâkalı kayıtlar çok farklı tutulduğundan ya da vesikalar yok edilip her şey çarpıtıldığından tarihin sayfalarına dökülenler de farklı olacaktır. Meselâ bir dönemde birileri ihtilâl yapmak istiyor, onlara karşı muhtıra veriliyor ve bu hengâmede sizin hiç alâkanız yokken, gelip sizi de götürüyor ve mahkûm ediyorlar. Bir af çıktığında da onları salıp sizi tutmaya devam ediyorlar. Şimdi siz tarihçi olsanız bunları nasıl değerlendirirsiniz..?

İşte, bu kadar hâdiselerin içinde olduğumuz hâlde, olayları yerli yerince değerlendiremiyorsak, tarihteki hâdiseleri –ki, tamamen bizim dışımızda cereyan etmiş, biz ne o işin sebeplerine ne de müsebbeplerine nigehbân değiliz– nasıl doğru değerlendireceğiz ki!..

Devlet Kuşu

Bazen devlet kuşları, kocaman kocaman, heybetli sarıklar dururken gelip keloğlanların başına konuyor, onlar da öylece padişah oluyorlar. Aslında oğlanın kel olmasına değil, Allah’ın rahmetinin enginliğine bakmak lâzım. Fakat insanın kendini keloğlan görmesinde yarar var. Çünkü ancak o zaman devlet kuşunun başına konmasındaki kader sırrını kavrayabilir. Değilse, kendini hep hoca kavuğu, sırmalı kaftanlarıyla görürse yanılabilir, hatta kendi üzerindeki nimetleri dahi idrak edemeyebilir.

Evet, kellere laf yok. Çünkü Hz. Ömer de, Hz. Ali de –o deha kelliğine canım kurban– keldi. Tabiî kel tabiri tahkir ifadesi olması sebebiyle onlar için kullanılmaz. Ancak fizikî yapıları itibarıyla bir dehanın emaresi olması açısından başlarının mübarek saçlarının döküldükleri yerlere değer kazandırmak için, onlar etrafa saçılınca, tepeleri açılmış deriz.

Yaklaşım mevzuu; biri Ali, diğeri Ömer. İkisi de birbirinden aslan.. ama ne acıdır ki, günümüzde bu aslanları birbirinden ayrı gösteren tilkilerin silik sözleri revaçta…

Tarihin Oluşum ve Tespiti

Bir tarihin büyüklüğü, tarihçiler tarafından yazılıp ortaya konuncaya kadar gerçek mânâsıyla anlaşılamaz. Bu yüzden tarih yapanlar, çok defa ne yaptıklarının farkına varamamışlardır. Ancak arkadan gelenler, onların o dasitanî tarihlerini ortaya koyunca, ne büyük iş yaptıkları ortaya çıkar. Bu mânâda, meselâ Hz. Ebû Bekir’e kendi döneminde, “Ne yaptınız ve inşa edip arkada bıraktığınız şey nedir?” diye sorsaydınız, zannediyorum çok fazla bir şey söylemezdi. Ancak asırlar sonra gelen insanlar, değişik usûllerle o döneme ait vak’aları toplayıp belli bir kritiğe tâbi tutarak yorumlayınca, dünyayı yeniden onarma, inşa ve ihya etme adına çok büyük işlerin yapıldığı ortaya çıkmıştır.

Yine eğer bir Sırpsındığı’nda, bir Niğbolu’da veya son dönem itibarıyla Çanakkale Savaşında insanların hasımlarıyla nasıl göğüs göğüse gelip yaka-paça olduklarını, onların ölümü nasıl gülerek karşıladıklarını, ukbâ aşkıyla nasıl koştuklarını görüp de size nakleden tarihçiler olmasa idi, bu mücerret hâdiseler sizde çok fazla etki uyarmayacaktı. Ama onlar belli bir anlayışla ve mücadele felsefesine göre alınıp tahlil edilince, neticede koskocaman bir tarihle karşılaşma imkânı doğmuştur.

Bugün de dar dairede milletini, geniş dairede ise bütün insanlığı ihya işine gönül vermiş hakikî mü’minler, ciddî bir tarih yapıyorlar. İnanıyorum ki bunu gelecek tarihçiler çok büyük bir hâdise olarak kaydedeceklerdir. Ve bence yapılan bu tarihin en önemli yanı da, en büyük işleri yaparken bile onları küçük görme, sonra nisyan-ı nefs içinde olma, yani yapılan şeyleri unutup bir daha hatırlamama, “kim hatırlarsa hatırlasın” deyip, sadece hizmet söz konusu olduğu zaman önde koşma; pâyeler, mansıplar dağıtıldığı zaman da saklanma, görünmeme vb. gibi meseleler olacaktır.

Tenkit ve Tahrip

Tenkit ve tahrip kolaydır; ancak öyle meseleler vardır ki, onların hiç mi hiç tahribe tahammülü yoktur. Meselâ, işleyen bir devlet yapısı bunlardan biridir. Siz kendi kulübeciğinizi yıkıp onun yerine yenisini yapabilirsiniz, ama kalkıp aynı anlayışla, yapacağım diye devleti tahrip ederseniz, arada öyle ciddî boşluklar ve rahneler meydana gelir ki onları bir daha da tamir edip dolduramazsınız. Bir devletin bazı kararları yanlış ve bozuk olabilir, milletin meselelerini dünyaya anlatmada ve dış politikada yetersiz kalabilir. Ancak sizin bu yanlış karar ve politikalar yerine teklif edeceğiniz tutarlı alternatif kararlarınız yoksa ve dış politika adına sunacağınız makul bir teklifiniz, sonra onu sağlam bir zemine oturtma plân ve projeniz mevcut değilse, ulu orta konuşmanız ve onların tahribine teşebbüs etmeniz hainlik olur. Ve bu millete karşı hainlik sayılır.

Ben günümüzdeki, devletin yapısına yönelik bu tür tenkitleri, çeşitli dönemlerde Osmanlı padişahlarına karşı tavır alınıp, onların alaşağı edilmesine benzetiyorum. Hep “Hele bir indirelim, sonra yerine yenisini buluruz.” denmiş, devlet tahrip edilmiş, ehil birisi bulunamayınca da, koskoca devlette uzun süre kaoslar yaşanmıştır. Ne acıdır ki bu mantıksızlık ancak Devlet-i Âliye’nin gümbür gümbür yıkılmasıyla idrak edilebilmiştir. Meselâ Rıza Tevfik böyle bir sürece katkıda bulunanlardan biridir. Koskocaman ülke tarumar olup, İngilizler İstanbul’u, Yunanlılar İzmir’i işgal edince ve “el elden üzülüp yâr elden gidince”, işte o zaman bir şadırvan başına oturup, âdeta bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış ve hepimizin bildiği “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” şiirini yazmıştır. Dahası koskoca bir milleti maceraya sürükleyen Talat, Enver, Cemal Paşalar adına da, dile alınmayacak acı sözler sarfetmiştir. Mehmed Âkif gibi Müslüman aydınlarda da aynı şeyi görmek mümkündür. Bu mübarek zevat, devleti idare edenleri sürekli çeşitli sıfatlarla suçlamış; gün gelip devlet yıkılıp her şey hâk ile yeksan olunca da, bu milleti yeniden toparlama, ya da ölümüne mersiyeler dizmeye başlamışlardır. Bu mübarek insanların tam göremedikleri bir şey vardı; o da devletin bölgedeki konumuydu. Evet, Devlet-i Âliye bölgede hatta bütün dünyada bir muvazene unsuru idi. O yıkılınca huzur da kayboldu.

Bir dönemde küheylanını Anadolu’ya süren Alparslan, milleti arkasında toplamayı başarmış; Fatih, milletine ve bölgeye ümit vaad etmiş; Yavuz –cennetmekân– milleti içinde bir birlik remzi olmuş; evet, millet, işte bu insanların arkasında toplanmış; toplanmış da altı asır boyunca bu altın kuşakta kat’iyen kalıcı bir huzursuzluk, anarşi ve kargaşa görülmemiştir. Şimdi de o ulu çınardan doğan şu milletin, kabuğunu yırtıp, yeniden kendi olması ve kendi ayakları üzerinde durması beklenmektedir. Bu da şimdilerde onun yıpratılmamasına bağlıdır.

İşte bu yüzden ben her zaman, devletin bazı yanlışları karşısında, “Hele bir yıkalım, sonra nasıl yapılacaksa yaparız..” mülâhazasının, kocaman Devlet-i Âliye’yi bir macera hesabına yıkanların mülâhazalarından farklı olmadığı şeklinde değerlendirmişimdir. Bizim şimdiye kadar bu yanlış hesapları yapanlarla hiç alâkamız olmadı. Aksine var olduğumuz günden beri, bazen ağlayarak bazen de ümitle gönülleri şahlandırarak, bu milletin kaderi etrafında destanlar söyledik. Ben bu milletin, bir sarsıntı yaşamaması için hep kalbimin korunması gibi bir ihtimam göstermiş ve tehâlükle çırpınmışımdır. Hatta o devlet erkânının, beni Sefiller’deki şaki gibi senelerce köy köy, kasaba kasaba koşturtması, yakın takibe alması ve soluklarımı bile tespit etmeye çalışması, beni hiçbir zaman devletimize karşı bir kötülüğe sevk etmemiştir ve etmeyecektir de…

Kâbe’nin Yaşlılığı

Kâbe, dünyaya bakan yönüyle yaşlanmıştır. Zaten Efendimiz’in son peygamber olması da onun yaşlandığını gösteren bir işarettir. Peygamber Efendimiz’in, nübüvvet zincirinin son halkasını teşkil etmesi, Kâbe’nin döl yatağında da bir çeşit kısırlaşmanın olduğunu göstermektedir. Yani artık Kâbe peygamber doğurmamaktadır. Evet yaşlanan insanın, zamanı geldiğinde ruhunu teslim etmesi gibi, yaşlanan Kâbe de bir gün, mânâsını yitirecek, aslına dönecek ve özüne kavuşacaktır.

Kur’ân Atlası

Kur’ân’daki coğrafî merkezleri ve vak’aların geçtiği yerleri gösteren bir Kur’ân atlasının hazırlanması, Kur’ân’ın daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bu çalışma sayesinde Kur’ân’da ifade edilen yerler bütün yönleriyle bilinecek ve Kur’ân’daki bazı vak’aları değerlendirmemiz de daha isabetli olacaktır. Zira Kur’ân’da anlatılan hâdiseleri değerlendirirken, zamanın olduğu gibi, mekânın bilinmesinin sağlayacağı faydalar da büyüktür.

Kur’ân-ı Kerim’in bahsettiği coğrafî yerlerin büyük bir bölümü, sahabe-i kiram efendilerimiz ve hayatlarının geçtiği yerlerdir. Bu açıdan kolay gibi görünse de zamanla meydana gelen değişiklikler araştırmayı güçleştirmiştir. Meselâ, Mekke’de bazı yerler, Medine’de Uhud ve Hendek gibi birçok yerleşim biriminin yeri belli olmakla birlikte günümüzde bu yerler kısmen kılıf değiştirmiş yani binaların şekli değişmiş, gerçek hüviyetlerini tedaî ettirecek pek çok alâmât da yok olmuştur. Dikkatli araştırmacılar bu mülâhazaları da göz önüne alarak bu sahada bir araştırma yaparlarsa, ilim hazinemize güzel bir eser kazandırmış olurlar.

Osmanlı’da Gayrimüslimlerin Askere Alınmaması

Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimler askere alınmamışlardır. Osmanlılar, onların askerî sırlara muttali olabilme ihtimaline karşı böyle bir davranış içine girmiş olabilir. Zira askerlik gibi devletin bekasının teminatı olan bir müessesede, düşmanların kötülük yapma adına her vesileyi değerlendirmeleri ihtimal dahilindedir. Ne var ki, onların herhangi bir hıyanette bulunamayacakları vazifelerde çalıştırılabileceğini düşünüyorum.

Meseleye dinî açıdan bakılacak olursa onların askere alınmalarının hiçbir mahzuru olmasa gerek. Çünkü Tağlib Hıristiyanları Kadisiye Savaşında Müslümanlarla beraber savaşmışlardı. Daha sonraları Bizans’a karşı yapılan savaşlarda da Hıristiyanlar Müslümanların cephesinde yer almışlardı. Bu örnekler de onların, savaşa alınmasının bir içtihat mevzuu olduğunu ve maslahatın gerektirdiği durumlarda savaşa katılmalarının mümkün olabileceğini göstermektedir.

1Bkz.: Bediüzzaman, Muhâkemat s.26.

2Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4; Müslim, îmân 231.

3Bediüzzaman, Mektubat s.17 (Dördüncü Mektup), 414 (Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele).

4İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 20/346; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 8/77.

5Bkz.: Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît 6/98.

-+=
Scroll to Top