BİTİRİRKEN

Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre, mü’min, yeri ve zamanı geldiğinde farz olan zekâtının dışında da bazı mükellefiyetlerle mesul tutulabilmektedir.416 Bu, bazen inananların bir araya gelerek himmetlerini birleştirmeleri şeklinde tahakkuk edeceği gibi, bazen de ihtiyaç hâsıl olduğunda devletin, raiyyetinden infakta bulunmalarını talep etmesi suretiyle gerçekleşir. Bazı durumlarda vermeyenlerden zorla da alınabilecek bu vergiyle, toplumdaki yaraların sarılması, zaruri bir kısım maslahatların tahakkuku hedeflenir.

Öyle yer ve zaman olur ki orada siz, bırakın bütün mal-mülkünüzü, canınızı bile verseniz yapılması gerekenler açısından oluşan gediği dolduramazsınız. Mesela Uhud gününde sahabe, tüm imkânlarını seferber etmenin yanında, canını da pazara dökmeyi yeterli görmüyor, ölümlerini geciktirmeyi bile bir vefasızlık olarak değerlendiriyorlardı. Resûl-i Ekrem’in öldürüldüğü şayiası ortalığı sarınca, içlerinden bir çoğu, “O’nun öldüğü yerde siz niçin yaşıyorsunuz?” deyip düşman saflarına dalmış ve O’na olan bağlılıklarını bir kez daha göstermişlerdi.

Meseleyi günümüze getirecek olursak bugün, şayet bugün dünya İslâm’ın dirilten soluklarına muhtaçsa, Ruh-i Revân-ı Muhammedî’nin hayatbahş nefesine hasretse, insanlık fitnelerle, fesatlarla, harplerle boğuşuyorsa, Müslümanlar adına yapılacak çok şey var demektir. İnanan insanlar olarak her şeyimizle ortaya dökülmemiz ve bu uğurda bütün cehd ü gayretimizi ortaya koymamız gerekmektedir. Böylelikle yeryüzündeki zulümlerin, fitne ve fesadın önü alınacak ve Müslümanlar, “ümmet-i vasat” (en hayırlı, dengeli, adaletli ümmet)417 olmanın hakkını vermiş olacaklardır.

Evet siz, ümmet-i vasatsınız; ahirette diğer ümmetler için şehadet edeceksiniz. Allah da o gün sizin şehadetinize kıymet verecektir. Aynı zamanda bunun mânâsı, “Siz dünyaya muvazene unsuru olarak gönderildiniz.” demektir. Bu dengede sizin ağırlığınız hissedilecek ve himmetlerinizle nice mazlumların iniltisi dinecek, nice mağdurlar mağduriyetten kurtulacak ve nice zalim, cebbar, hodfuruş ve firavun karakterli mütekebbirlerin tecavüzleri duracaktır. Bütün bunlar, yeryüzünün beklediği umumi sulhu ikame etme adına çok önemlidir.

Bir başka yaklaşımla siz, mahruti bir bakışla cihanın dört bir yanına uzanacak ve birinci asrın insanının 25-30 sene gibi kısa bir sürede dünya muvazenesindeki muallâ mevkiine yükselmesi gibi, size ihtiyaç duyan bir dünyaya el uzatacaksınız. Bunun gerçekleşmesi, ihlâs ve samimiyetle bu davaya gönül vermenin yanında maddenin de seferber edilmesine dayanıyorsa, “cimri zekâtı” diyebileceğimiz ince hesaplarla ortaya konan miktarlarla tahakkuku mümkün olmayacaktır.

Ümmet-i vasat olmanın gereği içinde meseleye baktığımızda, hem Allah katındaki mesuliyetimiz hem de gelecek nesiller ve dünya sulhu adına yapmamız gereken vazifenin ağırlığı, bütün imkânlarımızı seferber edip yapacağımız hamle ile aydınlık ufuklara yelken açmayı zaruri kılmaktadır. Öyleyse dûn-himmetlik yaparak asgari sınırdan zekât vermektense himmetimizi âli tutmalı, güç ve zamanımızı rantabl olarak değerlendirmeliyiz ki üzerimize düşen mükellefiyetleri bihakkın eda etmiş olalım. Dolayısıyla bugün Müslümanlar bu uğurda ne kadar çok verirlerse, Allah katında o kadar hora geçecek ve Resûlullah nazarında makbul olacak bir hareket sergilemiş olacaklardır. Canla başla, malla mülkle Allah yoluna baş koyarak, bir adanmışlık ruhuyla insanlığın problemlerini çözmeye namzet olduklarını hem kendilerine hem de âleme göstermiş olacaklardır.

Öyleyse mesele inanmaya bağlıdır ve herkes, inandığı ölçüde meseleye sahip çıkacaktır. Müşahhas ve mücessem olmaması yönüyle bunun ölçüsü de yoktur. Allah adının, cihanın dört bir yanında bayraklaşmasını, Resûlullah’ın yâd-ı cemilinin sinelerde derman olmasını ve topyekûn cihanın huzur soluklamasını arzu eden bir mü’min, canını dahi verse az görmeli ve “Keşke kırk canım olsaydı ve ben de kırkını birden bu uğurda verseydim.” diyecek bir duyarlılık sergilemelidir. Tıpkı Bizanslıların bin bir çeşit işkenceleri karşısında başındaki saçları kadar canı olsa ve her gün birini koparsalar bile yine de Allah ve Resûlü’nün yolunda kendine düşeni yapmış olmayacağı inancını taşıyan Abdullah İbn Huzâfetü’s-Sehmî ve Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silah edip vatan, millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem, hakikat-ı Kur’ân’a feda olan bu başımı zalimlere eğmem.” 418 diyen asrımızın fikir mimarı gibi.

Bu itibarla biz, bütün mâmelekimizi Allah yolunda infak etsek, yine de ikame etmeyi düşündüğümüz hakikat karşısında bunu az görecek ve “Keşke yüz canımız olsaydı da hepsini feda etseydik.” demeyi bir vazife bileceğiz. Böylelikle, asrın büyük çilekeşi, muzdarip ve dertlisinin rampaya yerleştirdiği bu hareketi, yine onun verdiği ölçülerle hedefine ulaştırma adına önemli mesafeler katedecek, ümmet-i vasat olduğumuzu Allah’ın ve Resûlullah’ın ve Mele-i A’lâ’nın sakinlerinin şehadetine arz etmiş olacağız.

Nisapların hesaplanmasındaki rakamlar, altına düşülmemesi gereken en düşük, minimum miktarlardır. Bunda, “Hiç olmazsa bu kadarını vererek nimetin şükrünü eda edin, malınızın hakkını ifa edin ve Allah davasına omuz verin, fedakârlıkta bulunun ki, O’na karşı vefa sözünüze muhalefet etmiş olmayasınız.” mânâsı vardır. Sadece farzlarına riayetle kılınan namazın, mü’min üzerinden farz mükellefiyetini kaldırmasına rağmen, âyetin ifadesiyle “fuhşiyat ve münkerattan alıkoyma”nın,419 ancak kâmil mânâda eda edilen bir namazla gerçekleşmesi gibi; nisaplarına riayetle eda edilen zekât, mü’min için umumi mükellefiyet noktasında yeterli olurken, ferdî ve içtimaî tüm yaraları sarma ise, insanın kendi malına ait nisapların ötesinde, toplumda açılmış gediklerin gözetilmesine ve bunların onarılması için ne kadarına ihtiyaç varsa herkesin elinden geldiğince onu hedefleyerek bir “verme” seferberliğine girişmesine vabestedir.

Bugün Allah’a binlerce hamdolsun ki O (celle celâluhu), elindeki imkânları bütünüyle seferber eden civanmert insanların varlığını bize gösterdi. Tek mameleki olan evinin tapusunu, arabasının anahtarını Allah yolunda infak etmek isteyen insanların varlığına şahit olduk ve Sahabe ruhunun tekrar canlandığını gördük. Allah’tan temenni ve dileğim, başlattığı bu bezmi sonuna kadar devam ettirmesidir. Böyle bir civanmertlik, insanlık âleminde büyük yankılar uyandıracaktır. Yeter ki biz, başlatılan bu bezmi, önümüze çıkan basit engellerle, –dinamizmimizi koruyamayıp iç deformasyona maruz kalmakla– kendi ellerimizle bozmayalım.

Allah’ın vaadinden ve bugüne kadar insanlara olan muamelesinden biliyoruz ki O, “insanlar duruşlarını değiştirmediği sürece, onlara verdiği nimeti ellerinden almaz.”420


416 Tirmizî, zekât 27; Dârîmî, zekât 17.

417 Bkz.: Bakara sûresi, 2/143.

418 Bediüzzaman, Şuâlar, s.439 (On Dördüncü Şuâ, Üçüncüsü).

419 Bkz.: Ankebût sûresi, 29/45.

420 Enfâl sûresi, 8/53; Ra’d sûresi, 13/11.

-+=
Scroll to Top