“Biz” Sözünün Hikmetleri

Soru: Allah Teâlâ’nın, bazı âyet-i kerimelerde, Zât-ı Zülcelâl’iyle alâkalı bir kısım fiilleri nazara verirken “mütekellim-i maalgayr” (birinci çoğul şahıs) zamiri kullanmasının ve “…indirdik”, “…gönderdik”, “…verdik” diyerek birden fazla fâil varmış gibi beyanda bulunmasının hikmetleri nelerdir?

Cevap: Her şeyden evvel, Kur’ân’ın yeryüzüne iniş gayesi, tevhid (Allah’ın birliği, eşi ve benzeri olmadığı) inancını fert ve toplum plânında hâkim kılmaktır. Bu açıdan, dikkatle bakıldığında, Kur’ân-ı Kerim’in hemen bütün âyetlerinde tevhidin bir yönünün anlatıldığı görülür. Onun bazı âyetleri tevhid-i ulûhiyeti, bazıları tevhid-i rubûbiyeti ve bazıları da tevhid-i ubûdiyeti gösterir.

Kitab-ı Hakim, “Allah’tan gayri göklerde ve yerde bir kısım ilâhlar bulunsaydı, yer-gök fesada uğrar, bozulur ve her yeri bir kaos alırdı.”1 buyurarak, “Kahhâr” kudretiyle küçük büyük her şeye tek başına hâkim bir İlâh’ın varlığını vurgular; bu gerçeği baştan sona bütün surelerinde âyet âyet işler ve tevhid hakikatini şüpheye mahal kalmayacak ölçüde zihinlere yerleştirir. Tevhid hakikati, Kur’ân-ı Kerim’de o ölçüde sağlam kaideler üzerine oturtulmuştur ki, münkirler ve müşrikler dahi onda tevhide muhalif bir husus olduğunu iddia edememişlerdir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın, kendi Zât-ı Akdes’ini bazen “mütekellim-i maalgayr” yani “birinci çoğul şahıs” zamiriyle nazara vererek “Biz” ifadesini kullanmasında hiç şüphesiz muhtelif hikmetler ve bir kısım nükteler mevcuttur.

Azamet Nûnu ve Çoğul Kalıbı

Bu hikmetlerden bazılarını anlayabilmek ve o latîf nükteleri kavrayabilmek için öncelikle Arap dilinin karakteristik hususiyetlerine bakmak gerekir. Bazı lisanlarda olduğu gibi, Arapçada da tevazu ve mahviyet sadedinde “Ben” yerine “Biz” denmesi ya da bazen başkalarını tezkiye ve tenzih için “Biz” denilecek yerde “Ben” sözünün tercih edilmesi çok vâkidir. Şu kadar var ki, izzet, itibar, şan ve şöhret sahibi birisi “Biz” dediği zaman Araplar bunu belâgata uygun görürler; aksine sıradan bir insan “Biz” dediğinde ise, onu gurur ve kibir emaresi sayarlar.

Ayrıca, Arapçada fiil sîgalarına eklenip çoğul (cem’) mânâ ifade eden “nûn” harfine “azamet nûnu” da denilir; çünkü bu harf, genellikle çokluk ifade etse bile, kimi zaman da azamet, ululuk ve yücelik bildirir; sözü söyleyen kimsenin hürmete değer bir kimse olduğunu gösterir. O türlü beyanlardaki “Biz” ifadesinden maksat, adet bakımından kesreti değil, güç ve kudretin büyüklüğünü belirtmektir.

Aslında, biz de çoğu zaman kendi şahsımızdan bahsederken “tek” olduğumuz hâlde, “Ben” yerine, “Biz” demeyi yeğleriz; çünkü, “Biz” sözü, daha mütevâzı, daha nâzik, daha müşfik ve kendini nefye daha münasip bir beyandır. Dahası, bazen muhatabımız tek kişi de olsa, ona hürmeten ve nezaketen “siz” diye hitap ederiz. Mezkûr maksatları gözeterek ister “Biz” diyelim ister “siz”, hiç kimse bu türlü bir beyanı yadırgamaz ve ondan çoğul mânâsı çıkarmaz.

Nerede “Ben” ve Nerede “Biz”?

Haddizatında, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, her zaman “Ben” yerine “Biz” diye hitap etmemektedir; bir meselenin anlatılışına ve konunun akışına göre ilâhî hitap tarzı da değişmektedir. Sadece Zât-ı Akdes’in mevzuubahis olduğu yerlerde hem hitap şekli hem de fiil sîgası müfret (tekil) gelmektedir. “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabette bulunsunlar ve hakkıyla inanıp Beni tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.”2 “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.”3, “Muhakkak ki Ben’im gerçek İlâh. Benden başka yoktur ilâh. O hâlde sen de yalnız Bana ibadet et. Beni anmak için namazı ikâme et.”4

İşte, sadece birkaç misal olması bakımından meallerini verdiğim bu âyet-i kerimeler misillü pek çok beyan-ı ilâhîde mütekellim-i vahde (konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sîgası, birinci tekil şahıs) kalıbı kullanılmaktadır. Çünkü, bu ifadelerde, tevhid, ibadet ve ihlâs gibi hususların doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ıyla alâkalı olduğuna ve bu konularda arada hiçbir vasıta kabul edilemeyeceğine dikkat çekilmektedir.

Evet, Allah Teâlâ’nın Zât-ı Zülcelâl’ine mahsus mevzular anlatılırken büyük ekseriyetle mütekellim-i vahde sîgası seçilmekte ve “Ben” diye hitap edilmektedir. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın saltanat-ı âmme hesabına hitapta bulunduğu hususlarda, azamet ifade eden “Biz” sözüyle mesele ele alınmaktadır. Mevlâ-yı Müteâl’in mahlûkatla konuşması, ya hususî olarak vicdanlara ilham etme yoluyla ya da nübüvvet sahibine bütün insanlığı ve mahlûkatı ilgilendiren bir vahiy gönderme şeklinde olur. Bu konuşmalar ya saltanat-ı âmme hesabına umumî bir hitap veya hususî bir fertle has dairede bir konuşma şeklinde cereyan eder.

Şöyle ki, devlet adamlarından biri, yetkili bir memuruna, “Halkına karşı davranışın şöyle olsun!” der ve bunu hususî bir telefonla, hususî bir iltifat tarzında, hususî bir emirle yapar. Buradaki konuşma “Ben, senden şunu şöyle yapmanı istiyorum.” şeklinde özel bir hitap olarak gerçekleşir. Bazen de aynı şahıs, radyo veya televizyon vasıtasıyla bütün halka seslenir ve “Biz hükümet olarak şöyle kararlar aldık.” der. Burada kullandığı üslûp, hakimiyetin, hakimiyet-i âmme adına dili ve ağzıdır; dolayısıyla, bu defaki konuşma umumi olur.

–Teşbihte hata olmasın– Yüce Yaratıcı da, mahlûkatına bazen hususî bazen de umumi bir tarzda hitap etmektedir. Meselâ, Hazreti Musa’nın hususî kurbiyet istemesi ve müşâhede arzusu üzerine Cenâb-ı Hak ona, “Senin Rabbin Benim! Pabuçlarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ’dasın!..”5 buyurur. Bu sözde bütün İsrailoğulları’nı veya umum beşeri ilgilendiren bir emirnâme yoktur; dolayısıyla, bu muhaverede mütekellim-i vahde sîgası seçilmiş ve “Ben” diye seslenilmiştir.

Fakat, Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Ey Habîb-i Zîşânım! Biz seni –başka değil– bütün âlemlere rahmet olarak gönderdik.”6 derken, “mütekellim-i maalgayr” sîgasını kullanmış ve “Biz” diye hitap etmiştir; çünkü, Rahmet Peygamberi’nin gönderilişi bütün mahlûkatı ilgilendiren bir hâdisedir.

Evet, Kainâtın Medar-ı Fahrı’nın âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, bütün varlığı alâkadar eden bir husustur; zira, inananlar O’nun sayesinde dünyevî ve uhrevî hayatlarını tanzim eder ve ebedî huzuru kazanırlar. İmanın lezzetini tadamayanlar da, hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan kurtulur, küfürlerini tereddüte ve şekke dönüştürürler; İslâm’ın prensiplerinden istifade eder, hayatlarına bir ölçüde de olsa dengeyi, düzeni hakim kılarlar ve böylece dünyevî lezzetlerin kendileri için bütün bütün acılaşıp zehir hâlini almasından kurtulmuş olurlar.

Habîb-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir peygamber olarak gönderilmesi ins ü cinnin yanı sıra bütün hayvanları ve bitkileri, hatta canlı-cansız topyekün varlığı alâkadar eder. Çünkü o, bütün canlıların haklarına dair prensipler getirmiştir. Küfür sebebiyle umumi bir mâtemhâne hâlini alan kainât, Seyyidü’l-Enâm sayesinde mektubat-ı samedânî keyfiyetine bürünmüş ve her varlık kendi seviyesine göre Hâlık-ı Kâinât’a bir ayna olmuştur. Evet, bütün mahlûkat, Resûl-i Ekrem’in gelişiyle şereflenmiş ve değer kazanmıştır. Dolayısıyla, O’nun peygamber olarak gönderilişi bütün mahlûkatı ilgilendiren bir mevzudur; bu itibarla da, O’na “Ey Resûlüm, Biz seni bütün âlemlere sırf bir rahmet olarak gönderdik!”7 şeklinde hitap edilmiştir. Cenâb-ı Hak, O’nunla saltanat-ı âmme hesabına umum beşerin duyabileceği bir tarzda konuşmuş ve “Biz” ifadesini kullanmıştır.

Allah Resûlü, (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecessüm etmiş bir rahmet olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim de O’nun tercümanlık yaptığı hakikatleri dile getiren, bütün mahlûkatın mânâ-yı harfî cihetinden kıymetini gösteren ve topyekün kainâtın mânâsını tercüme eden bir kitab-ı rahmettir. Bu yüzden Hazreti Mevlâ, “Biz, Kur’ân-ı Kerim’i Kadir Gecesi ceste ceste indirdik.”8 buyururken de yine saltanat-ı âmme hesabına hitap etmiş ve bütün varlığı ilgilendiren böyle bir haberi verirken “mütekellim-i maalgayr” sîgasıyla “Biz” demiştir.

Müfessirler, bu çeşit âyet-i kerimelerde Cenâb-ı Hakk’ın, Esmâ-yı Hüsnâsı ve sıfât-ı sübhaniyesi zaviyesinden ulûhiyet ve kibriyâsı ile hitap ettiğini ve kendi azametini, kudretini, büyüklüğünü ve celâlini nazara verdiğini belirtmişlerdir. Meselâ, “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.”9 mealindeki âyet-i kerimenin metninde cem’ (çoğul) ifade eden ve “Biz” mânâsına gelen dört kelime vardır. Burada, hem Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanması bahis mevzuudur, hem de meselenin ehemmiyeti zamirlerle kuvvetlendirilmektedir. Kur’ân’ın indirilişinin ve hıfzının her kuvvetin üstünde ilâhî kudretin inayetiyle ve her kemâlin ötesinde Mutlak Kemal Sahibi Zât’ın himayesinde gerçekleşeceğini beyan sadedinde “azamet nûnu” ile “Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” buyurulması, indirenin büyüklük ve kudretini ifade ederken, indirilenin şanına ve kıymetine de dikkat çekmektedir. Ebu’s-Suûd Efendi de, bu âyetin tefsirini yaparken, “Azamet-i şânımız ve uluvv-i cenabımızla Kur’ân’ı Biz indirdik.” mânâsı üzerinde durmaktadır.10

Fahreddin Râzi Hazretleri de, Kevser sûresindeki “Muhakkak Biz sana Kevser’i verdik.”11 mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken, bu ilâhî beyandaki “Biz” sözünden muradın, Cenâb-ı Hakk’ın azametini göstermek olduğunu belirtmiştir.12 Kevser’i, Mahbub-u Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e hediye olarak veren yerin ve göklerin sahibi Cenâb-ı Hak’tır; ayrıca, hediyenin onu verenin büyüklüğüne göre bir kıymet ve azamet kazanacağı da muhakkaktır. Dolayısıyla burada da saltanat-ı âmme hesabına bir hitap söz konusudur.

Müsebbibü’l-Esbab ve Sebepler

Bundan başka, “Biz” diye hitap edilen âyet-i kerimelerde umumiyetle, diğer mânâların yanı sıra, bir de arada bir vasıta, bir vesile ve bir sebep bulunduğuna işaret vardır. Meselâ, Kur’ân’ın indirildiğini haber veren âyet-i kerimelerde “Biz indirdik!” buyurulur ve âyetlerin vahiy kanalıyla indirildiğine, Vahiy Meleği olarak Cebrâil (aleyhisselâm)’ın vahye vesilelik ettiğine imada bulunulur. Binaenaleyh, az önce kısaca değinilen “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz!” mealindeki beyan-ı ilâhîde, Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanmasıyla beraber, Müsebbibü’l-Esbab’ın bazı icraatına sebepleri vesile kıldığına da işaret edilmektedir. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Fakat, Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, Yüce Kitab’ını korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vakıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır.

Nur Müellifi, İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinde, Cenâb-ı Hakk’ın, Bakara sûresinin 30. âyetinde “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” derken mütekellim-i vahde sîgasıyla “Ben” şeklinde hitap ettiğini, ama hemen akabindeki 34. âyette “O vakit meleklere, ‘Âdem için secde edin!’ dedik” ifadesinde ise mütekellim-i maalgayr kalıbıyla “Biz dedik” mânâsına gelen قُلْنَا kelimesini kullandığını hatırlatır ve şöyle der: “Cenâb-ı Hakk’ın halk ve icat fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtanın bulunduğuna işarettir.” Hazreti Üstad, bu değerlendirmesini başka bir misalle daha şerh ve tekit etmektedir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik.” mealindeki Nisa sûresinin 105. âyetinde “Biz” mânâsına gelen نَا zamirinin tefsirinde şu hususa değinmektedir: “Bu âyette azamete delalet eden نَا zamir-i cem’i, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, “Allah’ın sana bildirdiği” mealindeki ifadede müfred hükmünde olan Lafza-ı Celâl, mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.”13

Âlûsî de, “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik.”14 mealindeki âyette “azamet nûnu” kullanılıp “Biz” dendikten sonra, “Bu da Allah’ın, senin geçmiş-gelecek bütün kusurlarını bağışlaması… içindir.”15 ifadesinde mağfiretin sadece İsm-i Celâl’e isnat edilmesini nazara verirken şu inceliği dile getirir: “Allah Teâlâ, fetih ve zaferi pek çok vasıta ile mümkün kılarsa da “mağfiret” doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e aittir, Gafûr u Rahîm bizzat bağışlar. Burada fetih için vesileler bulunduğuna ama mağfiretin vasıtasız olduğuna işaret vardır. Büyüklerin şahıslarıyla alâkalı meseleleri “Biz” diye mütekellim maalgayr sîgası ile ifade âdetleri, kendilerinden meydana gelen fiillerin çoğunlukla hizmetkâr çalıştırmak şeklinde olmasındandır.”16

Aslında, insanlar arasında bulunan makam ve mansıp sahiplerinin bile bir izzet, azamet ve haysiyetleri vardır ve bundan dolayıdır ki, perde arkasından ve birtakım vasıtalarla icraatta bulunurlar. Meselâ, bir devlet başkanı, belediye zabıtası gibi elinde makbuz çarşı-pazarı bizzat denetlemez. –Teşbihte hata olmasın– aynen bunun gibi, bütün mevcudâtın tek sahip ve hâkimi Yüce Yaratıcı (celle celâluhu) da, kainâtta cereyan eden bütün hâdiseleri, kanun ve sebepleri perde yaparak sevk ve idare etmektedir. Zira, izzet ve azamet bunu gerektirir. “Üzerinize bulutları gölge yaptık.”17 mealindeki âyette ve benzerlerinde de ima edildiği gibi, işi yaptıran Allah Teâlâ, vesilelik açısından işi yapan “Allah’ın memurları” mesâbesindeki melekler ve sair esbabdır; dolayısıyla âyette “yaptık” denilmektedir. Evet, Cenâb-ı Hak, kainâtta câri kudretinin icraatını ilan etmek ve onlar vasıtasıyla azametini bildirmek için sebepleri istihdam etmektedir. Hazreti Üstad bu hakikati ne güzel dile getirir: “İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola (hakikî tesirden elini çeke, icada karışmaya) kudret eserinde.”18

Bu arada, Cenâb-ı Hakk’ın, bazı âyetlerde böyle vasıtaları da sözün ihâtası içine alması, “Biz” ifadesinin kullanıldığı yerlerde bu şekildeki bazı aracı ve vesilelerin istihdam edildiğine işarette bulunmanın yanı sıra, O’nun emre mutî ve vazifeye düşkün kullarına ne derece müşfik ve merhametli olduğunu da gösterir. Mevlâ-yı Müteâl’in, o muvazzaf memurlarına da değer vererek “Biz” demesi, onların vazîfelerinden hoşnut bulunduğunu da ima etmektedir.

İlâhî İsimlerin Tecellîleri

Diğer taraftan, Allah’ın sonsuz isimleri vardır. Her isim, kendi tecellîsine mâkes olacak aynaların vücudunu gerektirir. Meselâ, Rezzâk ismi, rızka muhtaç olanların varlığını iktiza ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkların ve o hastalıklara giriftar olanların mevcudiyetlerini ve var olmalarını ister. Bu tecellî keyfiyetini bize bakan yönüyle tevil ederken, buna “isimlerin imdada koşması” deriz. Allah (celle celâluhu), Mucîb ismiyle darda kalanların, Kâbız ismiyle gaflete dalanların, Bâsit ismiyle de sıkıntıda boğulanların imdadına koşar.

Cenâb-ı Hak, Kendisini bu güzel isimleriyle tanıtmakta ve bize celâlî ve cemâlî tecellîlerini göstermektedir. Bir gülün dikenine Celâlî isimleriyle tecellî edip bize celâlini tattırdığı gibi, gülün nazik yapraklarına da Cemâlî isimleriyle tecellî etmekte ve bize Cemâlini tanıttırmaktadır. Bu sırrı anlamayan bazı felsefi akımlar ve din kisveli cereyanlar Cenâb-ı Hakk’ın her bir sıfat ve ismine karşılık bir Tanrı uydurma ihtiyacını duymuş, “gazap tanrısı”, “rızık tanrısı”, “yağmur tanrısı”, “şifa tanrısı”, “ölüm tanrısı”… gibi sayısız tanrılar edinmişlerdir. Oysa, İslâm’da tevhid hakikati esastır. İşte Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın birden fazla isim ya da sıfatına işaret edildiğinden “Biz” ifadesi kullanılmıştır.

Bu hususa bir misal olarak, “Biz gerçekten insanı en güzel biçimde, en mükemmel sûrette yarattık.”19 mealindeki âyet-i kerime hatırlanabilir. Bu âyette, Allah Teâlâ, insanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattığını anlatırken “Biz” ifadesini kullanmaktadır. Çünkü, insanın üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın pek çok ism-i şerifi tecellî etmektedir; insan, bütün yüce mânâlar kendisinde toplanmış bir fihrist gibidir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Ali (radıyallâhu anh) insanın mahiyetindeki ulvîliğe bakarak ona seslenir ve “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; hâlbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün hakâike bir fihristsin.”20 der. M. Âkif, Hazreti Ali’ye isnat edilen bu sözü serlevha yaptığı bir şiirinde insana şöyle seslenir:

“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

‘ Muhakkar bir vücûdum!’ dersin ey insan, fakat bilsen.

Senin mâhiyyetin hatta meleklerden de ulvîdir:

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:

Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i rabbânî,

Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ nûr-i Yezdânî.

Musaggar cirmin amma gâye-i sun’-i ilâhîsin;

Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin!”

Evet, insan böyle mükemmel yaratılmış bir varlıktır ve o, Hâlık-ı Kerim’in pek çok isminin aynasıdır. Bu açıdan, Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışını Zât-ı Zülcelâl’inin kemâl-i azâmetini ifade eden “Biz” sözüyle anlatmaktadır. Ayrıca, bu hitapta, insanın hilkatinde de bir vasıta ve vesileden bahsedilebileceği ima edilmektedir. İzzet ve azamet sahibi Mevlâ-yı Müteâl, insanın yaratılışında da anne-babayı vasıta kılmış, onları dest-i kudretine perdedar yapmıştır.

Son bir husus da şudur ki, Cenâb-ı Hak bütün azamet ve izzetiyle beraber “Biz” ifadesini kullanarak bize bir de edep öğretmektedir. Hiç ihtiyacı yokken, vesile ve sebeplere de söz hakkı verdiğini beyan buyurmakta, “ben, ben” deyip duran egoist nefislere benliği bırakıp “Biz” demenin gereğini talim etmektedir. “Yaptım”, “ettim”, “çattım”, “kurdum”… demek suretiyle sürekli kendisini nazara veren kimselere, şahs-ı mânevînin bir ferdi olma ve kolektif şuurla hareket etme ufkunu göstermektedir. Malûm olduğu üzere, Hâlık-ı Kerim, Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılması hususunda meleklerle âdeta istişare etmiştir; oysa meşveret etmek, aklı ve ilmi sınırlı olanlara mahsustur. Bu meseleyi değerlendiren Hazreti Üstad, “Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle istişare etmesi, insanlara istişare yapmaları hususunda bir ders vermek içindir; yoksa, Allah müşavereden münezzehtir.”21 buyurmaktadır. İşte, Allah Teâlâ’nın meleklerle istişare etmesinde istişareyi talim buyurması söz konusu olduğu gibi, bazı âyetlerde “Biz” demesinde de kullarına kendini nefyetme ve tevazuu esas edinme dersi verdiği düşünülebilir.

Her meselenin en doğrusunu ve hakikatini Allah bilir…

1 Enbiyâ sûresi, 21/22.

2 Bakara sûresi, 2/186.

3 Zâriyât sûresi, 51/56.

4 Tâhâ sûresi, 20/14.

5 Tâhâ sûresi, 20/12.

6 Enbiyâ sûresi, 21/107.

7 Enbiyâ sûresi, 21/107.

8 Kadir sûresi, 97/1.

9 Hicr sûresi, 15/9.

10 Ebu’s-Suûd, Tefsîru Ebi’s-Suûd 5/68.

11 Kevser sûresi, 108/1.

12 er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 32/114.

13 Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.202.

14 Fetih sûresi, 48/1

15 Fetih sûresi, 48/2.

16 el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 26/91.

17 Bakara sûresi, 2/57.

18 Bediüzzaman, Sözler s.312 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, İkinci Lem’a).

19 Tîn sûresi, 95/4.

20 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 5/366.

21 Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.203.

-+=
Scroll to Top