Bizim Milletimiz
Bizim toplum yapımız, işte tâli’ deyip öğüneceğimiz, başkalarının da imreneceği seviyeler üstü ve hiçbir içtimaî sistemin bugüne kadar arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı bir güzellikler meşheriydi. Kendi ruhundaki dinamiklerden güç alan, kendi öz kaynaklarından beslenen.. vesâyâ bilmeyen, kimseye ve hiçbir şeye tâbi olmayan; kendi olarak asırlar ve asırlar ayakta durmasını başaran bu muhteşem içtimaî meşher, bu göz kamaştıran sistemin, bütün bir hasım dünya ile hesaplaşa hesaplaşa, çağlar boyu mevcudiyetini devam ettirmesi âdeta bir harikadır. Kim bilir liyakatli temsilcilerini bulsaydı, belki daha asırlarca yaşayabilirdi…
Evet, dünden bugüne bu içtimaî bünyenin en ideal bir âhengin ifadesi olarak, mevcut sistemlerden hiçbirinin ulaşamayacağı en göz kamaştırıcı neticeleri hâsıl edip ortaya koyması fevkâlade bir hâdisedir. Hele yeryüzündeki mevcut sistemlerden hiçbirine dayanmadan; Türk sosyalizmi, Türk komünizmi, Türk masonizmi gibi utandırıcı izafetlere girmeden, aldatan nispetlere sığınmadan…
Aklın bir hikmet-i vücudu1 olması itibarıyla, insan düşüncesinden kaynaklanan en bâtıl sistemler içinde dahi bir dâne-i hakikat2 vardır. İhtimal ki, o bâtıl sistemin orta direği, “ukde-i hayatiye”si3, şahdamarı da o hakikattir ve o sistem de mevcudiyet ve devamını o hakikat ve hakikatçiğe borçludur. Bizim, tarihin derinliklerinden yapılanıp gelen içtimaî sistemimiz ise, tıpkı, arının, çiçek özlerini alıp, petekte en güzel hendesî şekillerle şekillendirip ortaya koyduğu gibi, bütün yeryüzü sistemlerinin güzelliklerini özünde toplamış bir harikalar galerisidir.
Bugünün insanlarının ızdırap ve buhranlarına büyük ölçüde esas teşkil eden, dengesiz ferdî mülkiyet ve nasıl olursa olsun kazanma hakkı ile; insanlarda çalışma şevkini artırma yerine, başkalarının kazancını yağmalamaya iştihâları kabartma gibi birbirine zıt sistemler arasındaki çatışmaları yok edip cihanşümûl bir âhenk kurmak, ancak bu sistem ve onu temsil eden kudsîlerle mümkün olabilmiştir. Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da, ahd ü peymânına sadık kalmaya azmetmiş kudsîlerle…
Ruh dünyasında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, dava ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicap, iffet, ahlâk, safvet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyası itibarıyla sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık; feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan “altın çağ insanı” dediğimiz, saadet asrının Kur’ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun mânâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhanî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.
Bu mübarek dünyada idareci kadro, nefis murakabesi, dava düşüncesi ve fikir çilesiyle pişe pişe olgunlaşmış ve tıpkı sütün kaymağı gibi, kaynaya kaynaya tabiî ve fıtrî yollarla zirvelerdeki yerini almış.. herkesi ve her şeyi aşmaya azimli, hak ve hakikat adına hareket etmeye kararlı; birbirinin murakıbı ve yönlendiricisi.. bütün kıymet unsurları iç içe tam bir mükemmeliyet, asalet ve şahsiyeti aksettiren; alabildiğine muhteşem, mehib, mevzun birer ehram gibiydi. Her tarafta görülen yüzler ve gözler, soylu bir millete ait çizgileriyle imrendirici ve pırıl pırıldı…
O günkü nesiller, bu temiz çehre ve temiz bakışların uyardığı hatıralarda yüzerken, lezzetten lezzete konar kalkar; sınırsız bir aydınlık, sınırsız bir haz içinde kendi derinliklerine doğru kayar ve her lahza, böyle bir millet içinde var olmanın hâsıl ettiği hislerle iki büklüm olurlardı.
Bu anlayış sayesinde, yeryüzünün bitebilen ve sınırlı saadetleri hülyalaşır, derinleşir ve sonsuzlaşırdı. Ve yine bu sayede, bura ve öteler hesabıyla yaşama arzusu hararetlenir; genç-ihtiyar herkes varlığa karşı derin bir alâka duymaya başlar.. hayatı bir lezzet gibi yaşar ve var olmanın zevkleriyle gerinirdi.
İhtimal ki, bu harikulâde dönemde, sema daha bir parlak, daha bir büyüleyici; yeryüzü daha renkli ve daha çarpıcı; eşya daha mânâlı, daha tılsımlı ve tabiat daha okunaklı bir kitap, daha talâkatli bir hatip gibiydi. O günün ruhlarının istidat ve genişlemesi ölçüsünde, hayat, varlık kadar güzelleşiyor, emeller kadar ebedîleşiyor ve inançlar kadar da sonsuzlaşıyordu.
O nurlu dönemde, tıpkı hayatın tabiî birer semeresi gibi, o güzel günlerin letafeti, havası, suyu içinde doğmuş bir kısım yüksek değerler, o günün insanını, tabiat, temayül ve zevklerini hem de onun cismaniyet ve nefsanîliğine rağmen, fizik ötesi âlemlere yönlendirir ve onu ölümsüzlüğe uyarırdı.
O günlerden gönüllerimize sızan bu mânâlar, bir mutlu dönemi hem bütün rikkat ve letafetiyle, hem de hasret ve burkuntularıyla ruhlarımıza aksettirdiğinden, bir yandan zevklere uyanıp zevkle gerinirken, diğer yandan da içimize bir düzine sızıların aktığını hissederiz. Bir attar dükkânının içinde ıtriyat bulunmadığı zamanlarda dahi, oraya uğrayanları, eski günlerden kalma kokularla mest ettiği.. ve hazana uğramasına rağmen, mevcudiyetini devam ettirebilmiş bir gülün, bütün bir gül bahçesinin özünü, esasını, rikkat ve hasretini gönüllerimize boşalttığı gibi, bu mânâ ve bu hülyalar da, yaşandıkları zamanların bütün çeşnilerini ruhlarımıza öyle tattırıp duyurmaktadırlar. Bu itibarla, kâh eskilerle beraber aynı zevk, aynı hazları paylaşarak köpürür, kâh o eski günlerde bir kısım dinamikleri yerinde kullanamayıp itile kakıla bu günlere sürüklendiğimizden dolayı iç geçirir ve yutkunuruz.
Fert olarak ölmezlik elimizden gelmediği gibi, sonsuza kadar millî ihtişamımızı sürdürmemiz de mümkün değildi ve düşünülemezdi. Önemli olan, milletçe, millî hasletlerimizle çeşit çeşit ölümleri atlatarak bugünlere kadar ayakta kalabilmemizdir; kanaatimce soylu milletimiz, bunca asimilasyona rağmen hâlâ yeni yeni nesiller doğurabilme velûdiyetini korumaktadır ve mevsimi gelince doğuracaktır da.
Aslında bizim, sık sık geçmişin kapılarını aralayıp yeni nesillerin onunla tanışmasını temine çalışmamız da işte o doğurganlığı hızlandırmaya yöneliktir ki; ne kadarını yapmaya muvaffak olduğumuzu, yaptıklarımızın da ne kadarının ihlâsla yapıldığını Allah bilir.
Evet, bizim mazi tutkumuz, sadece bir nostalji değil; geçmişe ve geçmişlerimize karşı bir kadirşinaslık ifadesi ve geleceği onun üzerinde nakşedip şekillendireceğimiz muhteşem kanaviçeyi araştırma gayretidir.
* * *
Geleceğin emniyet ve güven üzerine kurulması, geçmişin iyi bilinip tanınmasına, hissedilip ruhlarda korunmasına bağlıdır. Geçmişimizi bize en iyi duyuranların başında da şüphesiz, mescidlerimiz, ezanlarımız, ilâhîlerimiz, serhad türkülerimiz, mehterlerimiz ve bu kaynaklardan fışkıran sanat ve edebiyatımız gelir. Bugün o koskoca geçmiş büzülüp sıkışmış ve bunların içine sinmiş gibidir. Ne zaman mescidler, ezanlar, ilâhîler, mehterler kurcalansa, özlerinde geçmişin buğusu ve şanlı milletimizin kokusu duyulmaya başlar. Bunlar, bizlerle cedlerimizin gönüllerinin ortak duygu ve düşüncelerinin mahsûlü; müşterek hislerinin birer ifadesi, geçmişe ait aşkların, şevklerin kaynağı ve hatıralarımızda yaşayan, kan ve damarlarımızla bütünleşen birer ruh gibiydi. Kendi derinliklerimize dalarak sinelerimizdeki cennetleri görmek, mahrem duygularımızı coşturarak ebedî vuslata hazırlanmak için bunlar âdeta birer sihir, birer füsundu.
Mazinin derinliklerinden gelen ses ve solukları dinlemek, bu çığlıkların yükseldiği o uhrevî âlemlerin koridorları sayılan mescidler, tekyeler, zaviyelerle ötelerin kapılarını zorlamak ibadetin aynı zevk hâline gelmesi, vazifenin aynı mükâfat olması gibiydi. Evet, inanan gönüller bu yerlerde, aşkın, imanın ruhunu bulur ve içlerinde öbür âlemin aks-i sadâsını duyarlardı.
Minarelerin alevden sesleri dört bir yandan duyulunca, ezan bir mûsıkî gibi ruhlara siner, dinleyenlerin heyecanları mûsıkîleşir ve artık aşkla coşan binlerce ruhun, bakışları derinleşen binlerce gözün, ışığa koşan binlerce pervanenin derin bir haşyet ve saygı ile O bilinmeze doğru akıp gittikleri görülür ve âdeta bütün dünyalar, onların duydukları seslerden, koştukları aydınlık iklimlerden ve soluk soluğa yaşadıkları heyecanlardan ibaret kalırdı. Bu ilâhî sesler, bu lâhutî nağmelerle lâl kesilen binlerce insanın sükûtu, inançlı gönüllerde bulunan aşk, şevk ve sevda dolu hisler namına da söylemek niyet ve mükellefiyetiyle Arş ve ferşi çınlatan bir şive ile eda edilirdi. Bazen umumî teveccühün tabiî bir hâl aldığı öyle zamanlar olurdu ki, kendilerini mânânın çağlayanlarına salıp bütünüyle mânevîleşen bu insanlar hissiyatlarını ancak ezanlar ifade edebilirmiş gibi, bütün bütün susar ve ruhun derinliklerine ışıktan kıvılcımlar saçan o kelimelerin sihriyle büyülenir, sinelerinden yükselen heyecanlara, aşk ve şevklerinden fışkıran seslere kendilerini kaptırırlardı ve artık gözleri hiçbir şey görmezdi.
Ezan sesleri, mâbed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar; açar da kendilerini bu ilâhî mûsıkî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O’na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, dualarla, ricalarla sık sık gidip O’nun kapısını vuranlar; imanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu “lisan-ı Muhammedî”de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı…
Mâbedlerde, sinelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferahfeza hariminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı’ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O’na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir eda ile yerine getirirdi. Sanki mâbed her zaman, hep aynı ruhla imanın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibiydi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime “arz-ı hâl” ve yaraya neşter vurma mânâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyaların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibadet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. Nasıl olmasın ki, ibadetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah’ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semavî bir sofradır ki, o sofradan istifade etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O’nunla halvet olabilirler.
Zaviye ve zikirhaneler, gönüllerde uyuyan aşk ve şevk ateşini rüzgârlar gibi körükler, tutuşturur, kızıştırır; tepeden tırnağa bütün ruhları sarar ve herkesin iç dünyasında büyük yangınlar meydana getirirdi. Binlerce mahrum ve görgüsüz ruh bu âteşînî iklime girince kor kesilir, üzerindeki isi-pası atar, saykıllanır4 ve pırıl pırıl olurdu. Herkes derin bir aşk hummasına tutulmuş, derin bir hamâsetle şahlanmış gibi, beşerî kayıtların cidarlarını zorlar, cismaniyetin hudutlarından dışarıya çıkar ve namütenâhîliğe yelken açmışçasına sonsuzluğa, hudutsuzluğa doğru heyecanla çırpınırdı.
Uhrevî âlemlerin sofaları sayılan zaviye ve zikirhaneler, ötelere ait rüyaların tahakkuk edeceği, ilâhî aşkların vuslatlara açılacağı; ruhların yer çekiminin olmadığı kuşağa ulaşacakları ve herkesin sevme ihtiyacını, sevilme arzusunu; mutlu olma emelini gerçekleştirebileceği gönüllerin buluşma ve halleşme yerleriydi. Bu tatlı rüyada, herkesin kendi hayatı, gönlünün hususî iklimiyle bütünleşir, ruhlardaki vahşetler zâil olur gider, yabancılık bütün bütün silinir, yok olur ve her yanda, dost ikliminden gelen esintiler, “üns esintileri” hissedilmeye başlardı. Aklın, verâların, verâların… verâsında diye hükmettiği gerçek, kalbin yaklaştırıcı dünyasında kemmiyetsiz, keyfiyetsiz yakınlardan daha yakın olurdu.
Yeryüzünde Hak evleri olmaya şâyeste bu mübarek yerler, bizim için imkânsız gibi görünen şeylere imkân kapılarını açar, aşılmaz sanılan engelleri parçalar, dağıtır, mürîdi murada ulaştırma yollarını kolaylaştırır ve aklın takılıp kaldığı yerlerde, müdavimlerini gönlün ışıktan kanatlarıyla sonsuzluğa uçururlardı.
Bu aydınlık atmosferde, toplum birbirini muhabbetle kucaklar; onun her kesiminde tatlı bir bahar havası esmeye başlar ve her yanda âdeta Cennet kokuları duyulurdu. Hatta, maddiyâtın boğucu ikliminden kurtulamamış beden insanları bile, bu iman ve aşk devrinin cûş u hurûşu içinde böyle bir topluma mensup olmanın hazzını duyar, böyle bir devri idrak etmekle başlarının semalara ulaştığını hissederlerdi. Evet, bu iptidaî insanlar bile, şimdikinden çok başka, oldukça derin idiler; hiç olmazsa zirvelerde yaşanan hayattan habersiz ve nasipsiz değillerdi. O gün, mâbed ve zaviye her insanın anlayabileceği bir dil kullandığı gibi, örf, âdet, töre ve millî kültür de sıkı bir korunma altında ve herkese bir şeyler anlatabilecek mahiyetteydi. Toplumu dört bir yandan kuşatan mânâ ve ruh, herkese, mutluluğun sihirli kapılarını açıyor ve gönüllere saadetlerin en erişilmezini duyuruyordu.
Evet, esnafıyla-memuruyla, siviliyle-askeriyle, beyiyle-çobanıyla, bütün bir millet, binlerce duygu ve düşüncenin yerleşip meydana getirdiği mübarek bir telakki ve itikat ırmağında yüzüyor gibi, sefaya, huzura açık yaşıyor ve yarınları hep ümitle süzüyordu. Bu insanların kurdukları medeniyet, dünya-ukba düşüncesini birden kucaklıyor; bura ve öteler muvazenesine bağlılığı elden bırakmıyor ve her işinde Allah’la beraber olmayı esas alıyordu. Asırlarca insanımızı hava gibi saran, nur gibi ruhlarına nüfuz eden bu medeniyet sayesindeydi ki, bu insanlar tâli’lerini seviyor, kabulleniyor, ona baş eğiyor ve streslere, hafakanlara girmeden, huzur içinde yaşıyorlardı. Bu medeniyet ahiret ve ebediyete inanan, dünya ile alâkalı olduğu kadar, semalara da açık bulunan bir medeniyetti. Ruh ve maddenin birleşik âleminde bütün kanaatler, gönüllere öteleri rasat ettirdikleri için, bu medeniyet, en sağlam temeller üzerinde, en sarsılmaz ehramlar gibi yükseliyordu.
Bu duygu, bu düşünceyi paylaşanlar için o yine öyle yükselebilir; tekrarı muhal değil…
1 Hikmet-i vücudu: Varlık sebebi.
2 Dâne-i hakikat: Hakikat çekirdeği.
3 Ukde-i hayatiye: Hayat düğümü.
4 Saykıl: Cila.