BİZİM MİLLETİMİZ
Geleceğin emniyet ve güven üzerine kurulması, geçmişin iyi bilinip tanınmasına, hissedilip ruhlarda korunmasına bağlıdır. Geçmişimizi bize en iyi duyuranların başında da şüphesiz, mescidlerimiz, ezanlarımız, ilâhilerimiz, serhad türkülerimiz, mehterlerimiz ve bu kaynaklardan fışkıran sanat ve edebiyatımız gelir. Bugün o koskoca geçmiş büzülüp sıkışmış ve bunların içine sinmiş gibidir. Ne zaman mescidler, ezanlar, ilâhiler, mehterler kurcalansa, özlerinde geçmişin buğusu ve şanlı milletimizin kokusu duyulmaya başlar. Bunlar, bizlerle cedlerimizin gönüllerinin ortak duygu ve düşüncelerinin mahsûlü; müşterek hislerinin birer ifadesi, geçmişe ait aşkların, şevklerin kaynağı ve hatıralarımızda yaşayan, kan ve damarlarımızla bütünleşen birer ruh gibiydi. Kendi derinliklerimize dalarak sinelerimizdeki cennetleri görmek, mahrem duygularımızı coşturarak ebedî vuslata hazırlanmak için bunlar âdeta birer sihir, birer füsundu.
Mazinin derinliklerinden gelen ses ve solukları dinlemek, bu çığlıkların yükseldiği o uhrevî âlemlerin koridorları sayılan mescidler, tekyeler, zâviyelerle ötelerin kapılarını zorlamak ibadetin aynı zevk hâline gelmesi, vazifenin aynı mükâfat olması gibiydi. Evet, inanan gönüller bu yerlerde, aşkın, imanın ruhunu bulur ve içlerinde öbür âlemin aks-i sadâsını duyarlardı.
Minarelerin alevden sesleri dört bir yandan duyulunca, ezan bir mûsıkî gibi ruhlara siner, dinleyenlerin heyecanları mûsıkîleşir ve artık aşkla coşan binlerce ruhun, bakışları derinleşen binlerce gözün, ışığa koşan binlerce pervanenin derin bir haşyet ve saygı ile O bilinmeze doğru akıp gittikleri görülür ve âdeta bütün dünyalar, onların duydukları seslerden, koştukları aydınlık iklimlerden ve soluk soluğa yaşadıkları heyecanlardan ibaret kalırdı. Bu ilâhî sesler, bu lâhutî nağmelerle lâl kesilen binlerce insanın sükûtu, inançlı gönüllerde bulunan aşk, şevk ve sevda dolu hisler nâmına da söylemek niyet ve mükellefiyetiyle Arş ve ferşi çınlatan bir şive ile edâ edilirdi. Bazen umumî teveccühün tabiî bir hâl aldığı öyle zamanlar olurdu ki, kendilerini mânânın çağlayanlarına salıp bütünüyle mânevîleşen bu insanlar hissiyatlarını ancak ezanlar ifade edebilirmiş gibi, bütün bütün susar ve ruhun derinliklerine ışıktan kıvılcımlar saçan o kelimelerin sihriyle büyülenir, sinelerinden yükselen heyecanlara, aşk ve şevklerinden fışkıran seslere kendilerini kaptırırlardı ve artık gözleri hiçbir şey görmezdi.
Ezan sesleri, mâbed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar; açar da kendilerini bu ilâhî mûsıkî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O’na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, dualarla, ricalarla sık sık gidip O’nun kapısını vuranlar; imanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu “lisân-ı Muhammedî” de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı…
Mâbedlerde, sinelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferahfezâ harîminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı’ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O’na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir edâ ile yerine getirirdi. Sanki mâbed her zaman, hep aynı ruhla imanın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibiydi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime “arz-ı hâl” ve yaraya neşter vurma mânâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyaların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibadet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. Nasıl olmasın ki, ibadetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah’ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semavî bir sofradır ki, o sofradan istifade etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O’nunla halvet olabilirler.
Zâviye ve zikirhâneler, gönüllerde uyuyan aşk ve şevk ateşini rüzgarlar gibi körükler, tutuşturur, kızıştırır; tepeden tırnağa bütün ruhları sarar ve herkesin iç dünyasında büyük yangınlar meydana getirirdi. Binlerce mahrum ve görgüsüz ruh bu âteşînî iklime girince kor kesilir, üzerindeki isi-pası atar, saykıllanır ve pırıl pırıl olurdu. Herkes derin bir aşk hummâsına tutulmuş, derin bir hamâsetle şahlanmış gibi, beşerî kayıtların cidarlarını zorlar, cismaniyetin hudutlarından dışarıya çıkar ve namütenâhîliğe yelken açmışçasına sonsuzluğa, hudutsuzluğa doğru heyecanla çırpınırdı.
Uhrevî âlemlerin sofaları sayılan zâviye ve zikirhâneler, ötelere ait rüyaların tahakkuk edeceği, ilâhî aşkların vuslatlara açılacağı; ruhların yer çekiminin olmadığı kuşağa ulaşacakları ve herkesin sevme ihtiyacını, sevilme arzusunu; mutlu olma emelini gerçekleştirebileceği gönüllerin buluşma ve halleşme yerleriydi. Bu tatlı rüyada, herkesin kendi hayatı, gönlünün hususi iklimiyle bütünleşir, ruhlardaki vahşetler zâil olur gider, yabancılık bütün bütün silinir, yok olur ve her yanda, dost ikliminden gelen esintiler, “üns esintileri” hissedilmeye başlardı. Aklın, verâların, verâların… verâsında diye hükmettiği gerçek, kalbin yaklaştırıcı dünyasında kemmiyetsiz, keyfiyetsiz yakınlardan daha yakın olurdu.
Yeryüzünde Hak evleri olmaya şâyeste bu mübarek yerler, bizim için imkânsız gibi görünen şeylere imkân kapılarını açar, aşılmaz sanılan engelleri parçalar, dağıtır, mürîdi murâda ulaştırma yollarını kolaylaştırır ve aklın takılıp kaldığı yerlerde, müdâvimlerini gönlün ışıktan kanatlarıyla sonsuzluğa uçururlardı.
Bu aydınlık atmosferde, toplum birbirini muhabbetle kucaklar; onun her kesiminde tatlı bir bahar havası esmeye başlar ve her yanda âdeta Cennet kokuları duyulurdu. Hatta, maddiyâtın boğucu ikliminden kurtulamamış beden insanları bile, bu iman ve aşk devrinin cûş u hurûşu içinde böyle bir topluma mensup olmanın hazzını duyar, böyle bir devri idrak etmekle başlarının semalara ulaştığını hissederlerdi. Evet, bu iptidaî insanlar bile, şimdikinden çok başka, oldukça derin idiler; hiç olmazsa zirvelerde yaşanan hayattan habersiz ve nasipsiz değillerdi. O gün, mâbed ve zaviye her insanın anlayabileceği bir dil kullandığı gibi, örf, âdet, töre ve millî kültür de sıkı bir korunma altında ve herkese bir şeyler anlatabilecek mahiyetteydi. Toplumu dört bir yandan kuşatan mânâ ve ruh, herkese, mutluluğun sihirli kapılarını açıyor ve gönüllere saadetlerin en erişilmezini duyuruyordu.
Evet, esnafıyla-memuruyla, siviliyle-askeriyle, beyiyle-çobanıyla, bütün bir millet, binlerce duygu ve düşüncenin yerleşip meydana getirdiği mübarek bir telakki ve itikat ırmağında yüzüyor gibi, sefaya, huzura açık yaşıyor ve yarınları hep ümitle süzüyordu. Bu insanların kurdukları medeniyet, dünya-ukbâ düşüncesini birden kucaklıyor; bura ve öteler muvazenesine bağlılığı elden bırakmıyor ve her işinde Allah’la beraber olmayı esas alıyordu. Asırlarca insanımızı hava gibi saran, nur gibi ruhlarına nüfuz eden bu medeniyet sayesindeydi ki, bu insanlar tali’lerini seviyor, kabulleniyor, ona baş eğiyor ve streslere, hafakanlara girmeden, huzur içinde yaşıyorlardı. Bu medeniyet ahiret ve ebediyete inanan, dünya ile alâkalı olduğu kadar, semalara da açık bulunan bir medeniyetti. Ruh ve maddenin birleşik âleminde bütün kanaatler, gönüllere öteleri rasat ettirdikleri için, bu medeniyet, en sağlam temeller üzerinde, en sarsılmaz ehramlar gibi yükseliyordu.
Bu duygu, bu düşünceyi paylaşanlar için o yine öyle yükselebilir; tekrarı muhal değil…