Bugünkü şartlarda dünyayı değerlendirme nasıl olmalıdır? Dünya-ahiret muvazenesi kuramıyoruz, Asr-ı Saadet’te nasıl kurmuşlardı?
Dünya, uğranılıp geçilen birçok menzilden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet ve Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerefsudur olmuş pek çok hadis bize bunu anlatmakta ve ihtar etmektedir. İnsan ruhlar âleminden anne karnına, oradan dünya hayatına ve derken çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık devrelerini aşarak, kabre, berzah ve haşir âlemine, oradan da ebediyete intikal eden upuzun bir yolda sadece geçici birkaç günlüğüne dünyaya uğramaktadır.
Evet, dünya, onun geçtiği menzillerden sadece biridir. Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde bunu, “Bir ağaç altında gölgelenme”1 olarak tasvir eder. İnsan bir yolcudur ve gideceği bu uzun yolda biraz istirahat etmek gayesiyle, işte böyle bir ağacın gölgesinde biraz dinlenmek istemiştir. Yoksa bu dünya onun için daimî kalınacak bir konak, bir menzil değildir. Aksine, kısa bir müddet misafir edileceği bir konaklama yeridir.
Asıl vatanımız, ruhlar âlemidir. Biz oradan ceset urbasını giyip dünyaya geldik. Burada ebedî hayatımızı şekillendirecek ve tekrar asıl vatanımıza döneceğiz. Dünyanın, bizim yanımızdaki kıymeti işte bu zaviyeden değerlendirilmelidir.
Mü’min denge insanıdır. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da ifrat ve tefritin öldürücü darbelerinden kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, ahirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme, her hâlde dengeyi bulmanın mihengi olacaktır. İşte bu muvazeneyi Kur’ân bize şöyle talim etmektedir: “Allah’ın (celle celâluhu) sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet; ancak dünyadan da nasibini unutma.”2
Rabbimiz bize neler vermiştir? Akıl, kalb, ruh, ceset, sıhhat, sağlık, gençlik ve daha binlerce nimet… Bütün bunlar birer anapara ve sermayedir. Ahiret de işte bunlarla satın alınacaktır.
Başka bir âyette bu husus şöyle ele alınır: “Allah (celle celâluhu) mü’minlerden, mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır.”3
Bu mevzuda fâni ve zâil emtiayı veren, insan oluyor, bâki ve lâyezal şeyleri bahşeden de Allah (celle celâluhu). Böyle bir akit ve anlaşmadan ötürüdür ki, Kur’ân bize ahiret yurdunu araştırmamızı tavsiye eder. Evet, bizim perspektifimizde olması gereken ve bütün hareketlerimize mihrak nokta teşkil etmesi şart olan, ancak ahireti kazanma cehd ve gayretidir. Çünkü orada ebedî kalacağız. Ve ahireti kazanma adına açılmış biricik zemin de dünyadır.
Âyette, dünyadan da nasibimizi unutmamamız tavsiye ediliyor. Ancak, buradaki eda ve ifade üslûbu da, yine esas gaye ve hedef olarak seçmemiz gereken tarafın ahiret yurdu olduğunu ihtar mahiyetindedir. Zira insan bütünüyle orada inkişaf edecektir. Dünya hayatı itibarıyla onu, bir tohum ve çekirdeğe benzetecek olursak, ahiret itibarıyla o, semaya doğru ser çeken ve ihtişamla esip duran bir ağaç gibidir.
Evet, Cennet’te bütün duygular nâmütenâhî inkişaf edecektir. Görme, tatma, zevk alma o denli inbisat edecektir ki, bu, belki de binde binlere ulaşacaktır. Hâlbuki dünyada bu oran ancak binde bir-ikidir. Ayrıca mü’minler Cennet’ten Cemâlullah’ı da seyredebileceklerdir. Ve O’nun cemalinin bir an görülmesi, binlerce sene Cennet hayatından daha lezzet vericidir. Öyleyse insan, her iki hayattan hangisini tercih etmesi gerektiğini bu ölçüyle değerlendirmelidir. Bir kul için kendi Hâlık’ını görme bahtiyarlığı, başka neye değiştirilebilir ki? Hele, Rabb’in rıza ve hoşnutluğunu kazanmak bir insan için hiçbir pâye ve mansıpla değiştirilmeyecek kadar öyle büyük bir nimettir ki, Cennet bile bütün ihtişamıyla bu büyük nimetin yanında sönük kalır.
Kur’ân-ı Kerim de bunu en büyük nimet ve lütuf olarak bildirmektedir. “Rabbinin rızası ise en büyüktür.”4 Hatta hadiste şöyle anlatılmaktadır: Allah (celle celâluhu) mü’minleri Cennet’e, kâfirleri Cehennem’e koyduktan sonra mü’min kullarına hitaben soracaktır: “Kullarım, Benden razı mısınız?” Cevap verecekler: “Bu kadar nimete mazhar kılınmışken nasıl olur da Senden razı olamayız?” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) şöyle buyurur: “Bundan böyle size daha büyük bir lütufta bulunacağım: Sizden ebediyen razı olacak ve size hiç gazaplanmayacağım…”
Hayat bu şekilde düzene konursa, dünya da ihmal edilmemiş olur. Çünkü bu durumda, dünya bizzat kendisi için değil, bizi ahirete götüren bir vasıta olması açısından sevilmiş veya onunla ilgilenilmiş olacak ki, esasen böyle bir alâkanın hiçbir mahzuru da yoktur. Zaten hadiste de, bu ifade edilmekte ve “Dünya ahiretin tarlasıdır.”5 denmektedir.
Meseleyi biraz daha ileriye götürerek şöyle de diyebiliriz: Ahirete ehil hâle gelme ancak dünya ile mümkündür. Zira bütün his, duygu ve latîfelerimiz burada inkişaf ve inbisat etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ı (celle celâluhu) görmeye de ancak bu şekilde ehil hâle gelebileceğiz…
İnsan dünyada iken, böyle bir mahiyetle hazır olmadığı için Cenâb-ı Hakk’ı (celle celâluhu) göremiyor. Çünkü henüz bu istidadı kazanmış değildir. Meselenin zaman, mekân ve diğer buudlarla bir alâkası yoktur. Allah (celle celâluhu) bize daima şah damarımızdan daha yakındır.6 Lütuflarıyla başımızı okşamakta ve iradesiyle bizim işlerimize müdahale etmekte ve sonsuz kudretiyle tasarrufta bulunmaktadır. Tasavvufî bir eda ile söyleyecek olursak,
“Hak’tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.”
Bir görmeme işi varsa, o, bizdeki kusurdan dolayıdır. Bu kusuru giderme de Allah’ın (celle celâluhu) elindedir. Orada, bu kusuru giderecek ve insanlar da O’nun cemalini seyrederek asıl muratlarına ereceklerdir.
İşte dünya böyle neticeleri meyve veren bir tarladır. Dünyadan ukbâya intikal edince, nurdan perdeler bir bir açılacak ve insan Rabbini müşâhede edecektir.
Dünya Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) isimlerinin tecellîsinden ibarettir. Bu mânâda dünyanın hiçbir şeyini hor ve hakir göremeyiz. Çünkü hakikî “hakâik-i eşya” Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) isimlerinin cilvelenmesinden ibarettir. Mevlâna’nın ifadesiyle, olup biten her şey, bizler ve iradelerimiz, Hak (celle celâluhu) tarafından çok yüksek bir direğe asılmış bayrak gibidir. O bayrakta yazılar vardır ve o bayrak dalgalanmaktadır. Dalgalandıran da bizzat Ezel ve Ebed Sultanı Hz. Allah’tır (celle celâluhu). Binaenaleyh, biz eşya ve hâdiselere tamamen Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) tasarrufunda, esmâ ve sıfatlarının cilvelerinden ibaret bir bostan nazarıyla bakar, baktığımız her çiçekte, çiçek üzerinde her şebnemde, O’na ait güzellikleri seyrederiz. Mevlâna, biraz da, başkalarına pek açık olmayan bir ifadeyle bu hususu şöyle anlatır:
Evliyânın ayağına zincir, beyinlerine pranga vuran şey, onları Hakk’a (celle celâluhu) dilbeste eden, bağlayan ve onları derdest eden husus, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) bostanında gezip dolaşan ay yüzlülerin akislerinden ibarettir…
Vâhidiyet tecellîsiyle Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), Kendi zâtında, bir kısım güzellikleri meşher hâlinde önümüze sergilemiştir. Daha sonra ehadiyet sırları gereğince, bahşettiği hususî lütuflar sayesinde de, kamet-i kıymetimize göre bir şeyler alma liyakatine ulaştırılmışızdır. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) esas bostanı olan vâhidiyet bağ ve bahçesinde tecellî eden o ay yüzlüler, görebildiğimiz şu âlemde bizim nazarımıza arz edilmiştir ve biz onlarda Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) isimlerinin cilvesini görüyoruz. Vurulanlar, O’na vuruluyor, dilbeste olanlar yine O’na dilbeste oluyor; ve Mecnun olup sahraya düşenler -Yunus’un dediği gibi- deryalarda mâhinin, sahralarda âhunun diliyle hep O’nu çağırıp duruyorlar. Hz. Musa’nın asâsı gibi hep Hakk’ı (celle celâluhu) gösteren işaretler, O’nun bostanında bizim ruh aynamıza akseden hakikatlerden ibarettir.
Burada, bu derin ve ince meselenin şerhini yapma niyetinde değildim. Dolaylı olarak girdiğimiz bu husustan arz etmek istediğimiz husus şudur: Dünya Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) bir bostanıdır. Ve bu bostanda ay yüzlülerin akisleri bizim mir’ât-ı ruhumuza tecellî etmektedir. Durum böyle olunca, bizim dünya adına gördüğümüz şeyler de, değişik boyda O’ndan gelen tecellî dalgalarından ibarettir. Elbette meseleyi bir vahdet-i vücudçu ve bir vahdet-i mevcudçu gibi ele almıyoruz. Almıyoruz ama bir mânâda İmam Rabbânî’nin; “Hakikî hakâik-i eşya, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) isimlerinin cilvelenmesinden ibarettir.” sözüne de aynen iştirak ediyoruz.
Evet, biz dünyayı terk edemeyiz. Çünkü ahiret namına bulacağımız pek çok şeyi, dünya vasıtasıyla elde edeceğiz. Doğrudur, o bir erâcif ve pislik yığınıdır; ancak nice hakikat cevherleri de o erâcifte saklıdır. Hani, Mahmud Gaznevî Hazretlerine ait, Mesnevi’de bir kıssa anlatılır. Tabiî ki bu ve benzeri kıssalar kıyas-ı temsîlî olarak nakledilmektedir. Esasen, La Fontaine’den evvel Beydaba, hayvanları hikmet diliyle konuşturmuş ve daha sonra birçok İslâm âlimi de bu usûlü eserlerinde sıkça kullanmışlardır. Mevlâna da bunlar arasındadır. O, Gazneli Mahmud’la O’nun kapısının eşiğindeki bir köpeği konuşturur:
Köpek durmadan sarayın önündeki mezbelelikte eşinip durmaktadır. Bazen hiçbir şey bulamamasına rağmen ertesi gün yine gelmekte ve yine akşama kadar orada eşinip durmakta. Bir gün Sultan Mahmud bu köpeğe sorar: “Günlerdir bu çöplükte eşinip duruyorsun; hâlbuki bir şey de bulamadın, bıkıp usanmadın mı ki hâlâ, aramaya devam ediyorsun?” Köpek kendi diliyle cevap verir: “Ben, bir gün bu çöplükte eşinirken bir kemik bulmuştum. İşte onun hatırına her gün buraya uğrar ve bir şeyler ararım. Belki bir gün yine bir kemik bulurum…”
İşte hakikat ehlince dünya böyle bir erâcif yığınıdır. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) burada iyiyi kötüyle, güzeli çirkinle hallaç edip karıştırmıştır. Eşyanın çirkinlikleri doğrudan kendisine isnat edilmesin diye, araya sebepler perdesini koymuş ve zâhiren akla çirkin gibi görünen hususlar hep o perdelerin arkasında kalmıştır. Fakat bütün bunları yaratan yine Allah’tır (celle celâluhu). Orada da yine O’nun, sayısını bilemediğimiz isimleri tecellî etmektedir. (Esmâ-i ilâhiye sonsuzdur, onun için sayısını ancak Allah (celle celâluhu) bilir. Bazı isimler vardır ki, onları Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) sadece kendi ilminde saklamış ve peygamberlerine, hatta mukarreb meleklerine dahi o isimleri talim etmemiştir.) İşte biz dünyanın bu yüzünde eşinirken, bulduğumuz hakikatler adına, acaba daha bulabilir miyiz düşüncesiyle, başkasının çöplük gördüğü yerlerde dolaşıyor ve yaptığımız işi de severek yapıyoruz.
Dünyanın bir diğer yüzü daha var ki, doğrusu, ondan biz de nefret ediyor ve kaçıyoruz. O da dünyanın kendine bakan yönüdür ki, fânidir, geçicidir, bir üzüm yedirse yüz tokat vurur. Onun bu yüzü sadece oyun ve oyuncaktan ibarettir. Ehl-i dünyanın perestiş ettiği bu yüz, bizim için menfurdur ve ne kadar nefret edilse yeridir.
Dünya ve ahiret muvazenesini bu açıdan kuracağız. Dünya muvakkat, ahiret ise ebedîdir. Allah Resûlü dünyayı hiç terk etmemiştir; ama halk içinde daima Hak’la (celle celâluhu) beraber olmuştur. Zaten nurlu beyanlarında da şöyle buyurmuştur: “İnsanların içinde bulunup onlardan gelecek sıkıntılara katlanmak, bir dağ başında inzivaya çekilmekten daha hayırlıdır.”7
Biz de öyle davranmalıyız. Irmak ırmak erâcif yığınlarının aktığı çarşı pazarda dolaşacak.. hoca ve talebe olarak okul ve üniversitelere gidecek.. bir kısım mânevî sıkıntılara katlanacak, maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunacak, hatta çok defa Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) yakınlık ve kurbiyetin mânâsı olan, vilâyet yollarını iradî-gayri iradî kendi hesabımıza tıkayacak ve öyle diğergâm olacağız ki, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cennetlere dahi cezbedilip kalmadığı, halkın içine döndüğü gibi, biz de O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanacak ve Allah Resûlü’nün getirdiği büyük hakikati temsil etmeye çalışacağız. Böyle, ateş üzerinde duruyorcasına dünyada duranlar, hiçbir zaman dünyanın fena ve fâni yüzüne gönül kaptırmaz ve onunla meşgul olmazlar. Onlar daima halk arasında durur; ama hep Hak’la beraber olurlar…
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cihan, ayağının altına serilirken dahi dünyadan istifadeyi düşünmemişti. Dünyaya teşrifiyle dünyadan ayrılışı aynı çizgide olmuştu.. teşriflerinde bir beze sarıp sarmalayıp beşiğine koymuşlardı.. irtihalinde de kaba bir beze…
Allah Resûlü, bütün hayat-ı seniyyelerinde medeniyetlere medeniyet dilendirecek bura ve öteler dengeli bir dünya kurma gayretinde oldu ve ömrünün sonuna kadar da bu yüce davadan zerre kadar taviz vermedi. Bütün hayatı boyunca nefsini Allah’a (celle celâluhu) teslim etmiş olmanın huzur ve itminanı içinde, O’nun rızasını kazanma ve insanlığı kurtarma yolunda oldu. Ne dünyanın zevk u safası, ne de yaşama sevdası hiçbir zaman O’nun bakışlarını bulandırmadı.
Evinde, ailesinde aynı disiplinleri yerleştirdi. Hanımlarından, küçük dahi olsa, dünya ile alâkalı talepler gelince rahatsız olmuş ve onlardan muvakkaten uzak kalma yemininde (îlâ) bulunmuştu. Hatta, Kur’ân’ın emriyle, bir aralık, Resûlullah’ın yanında kalma veya gitme mevzuunda muhayyer bırakıldıkları da oldu: Ya Allah Resûlü’nün verdiği ile iktifa edecek veya bu haneyi terk edip gideceklerdi. O zaman bütün hanımları Allah Resûlü’yle en ağır şartlar altında yaşamayı dünya nimetlerine tercih etmişlerdi.8
Tam o esnadaydı ki, Hz. Ömer hücre-i saadete girdi ve İki Cihan Efendisi’ni bir hasır üzerinde yatıyor gördü. Rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü, niçin ağladığını sorunca da şöyle cevap verdi: “Bizanslar, Kisralar kuş tüyünden yataklarda yatarken, sen, Allah Resûlü olduğun hâlde böyle hasır üstünde yatıyorsun, işte buna ağlıyorum.” Bunun üzerine Allah Resûlü şu ölümsüz ifadeleriyle meseleyi izah etti: “İstemez misin yâ Ömer! Dünya onların ahiret de bizim olsun..!”9
Allah Resûlü dünyayı terk etmemişti. Gül gül, çiçek çiçek her şeyin simasında hakikati görmüş göstermiş; duymuş duyurmuş.. teşkil ettiği ordularla dünyanın dört bir bucağında İslâm’ı bayraklaştırmış ve kendi hakikatini bütün ruhlara duyurmuştu.
Günümüz sosyologlarının vardığı bir neticeyi burada zikretmeden geçemeyeceğiz:
Beşeriyet, Hz. Muhammed’e (aleyhisselam) kadar yüzde yirmi beşlik bir terakki kaydetmiştir. O’nunla birlikte, yani yirmi üç sene gibi kısa bir zaman içinde bu rakam yüzde elliye ulaşmıştır. Günümüze kadar buna ancak yüzde yirmi beşlik bir ilâve yapılabilmiş ve yüzde yüze de ancak bundan sonra ulaşılabileceği beklenmektedir. Düşünün: İnsanlığın asırlarca uğraşarak katedemediği bir mesafeyi O çeyrek asırda kat ediyor ve böylece kıyamete kadar gelecek nesillere mutlak rehber olduğunu gösteriyor.
O, dünyayı terk etmiyordu. Bu sözümüzü bir daha tekrar etmiş olalım. Sadece neye ne kadar ehemmiyet verilmesi gerektiğini biliyor ve ümmetini de bu doğrultuda yönlendiriyordu…
1 Buhârî, rikak 3; Tirmizî, zühd 44; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/391.
2 Kasas sûresi, 28/77.
3 Tevbe sûresi, 9/111.
4 Tevbe sûresi, 9/72.
5 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/495.
6 Bkz.: Kaf sûresi, 50/16.
7 Tirmizî, kıyamet 55; İbn Mâce, fiten 23.
8 Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/28-29.
9 Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talâk 31.