C. BESMELE İLE ELHAMDÜLİLLÂH ARASINDAKİ MÜNASEBET

Besmele’de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir câzibesi vardır. Hiçbir şey kendini bu câzibeden kurtaramaz. Öyle ise Fatiha sûresi de bu câzibeden uzak kalmayacaktır. Zaten biz, bütünüyle Kur’ân okumaya başlarken Besmele ile başladığımız gibi, Fatiha’ya da Besmele ile başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize ister istemez şu sorular yöneltilmektedir: Besmele’de, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle anlatan Cenâb-ı Hakk’a karşı siz nasıl mukabele etmelisiniz? Bismillâh’da, Celâliyle, Cemaliyle tecellî eden bu câzibe-i Rahmet’e karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz?

İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ şeklinde oluyor. Bununla, bizi bu kadar rahmetiyle kuşatıp besleyen Zât’a hamd ve senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’le Cenâb-ı Hak, küllî ve umumî olarak tecellî ediyor ve Rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bir şeyler alma yolunu açıp bize hidayet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa, sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve Besmele’nin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet câzibesiyle çepeçevre bizi saran Allah’ın rahmeti, bize اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor: Allah’a hamd olsun bizi var etti. Allah’a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah’a hamd olsun bizi Müslüman kıldı. Allah’a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ (en büyük insanlık) sayılan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olma şerefiyle şereflendirdi…

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’de henüz doğrudan Allah’a yönelmeksizin dolaşıyor ve Allah’ın eserlerinde Allah’a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (celle celâluhu) Rabbü’l-âlemîn olarak kâinatı tesbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklüğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fatiha’da da “er-Rahmâni’r-Rahîm” isimlerini mütalâaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat âdeta er-Rahmâni’r-Rahîm’le kaynayan bir şefkat dalgasıdır; dalgalar birbirini takip edip gitmekte, peş peşe merhamet dalgaları oluşmakta ve bütün bunların ötesinde de Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize rahmetiyle böyle hissettiren Allah’ın sonsuz rahmetine karşı, bütün mahlukatın ağızlarıyla, duyuşlarıyla ve kalbî hissedişleriyle اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyoruz. İşte اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ile بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ arasında böyle münasebetler var.

Biz araştırmalarımızı gaib (henüz Allah’a yönelmeksizin; üçüncü şahıs olarak) ve Allah’tan uzak olarak yapıyor ve bir mânâda Allah’tan uzak bulunuyoruz. Bismillâh’ın başında da gaybûbet ve fark makamı olduğunu tasavvufî bir edayla arz etmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybûbet ve fark makamıdır. Hâlbuki “cem” makamı, insanın kâinattaki bütün hakikatleri, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah’ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arz edebiliriz:

Allah’ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah’a kulluk ancak bütün kâinatın mânâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de o sonsuz makamı görecek bir teleskop lâzımdır ki, bu geniş dairede Allah’ın icraatını müşâhede edebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi اَللّٰهُ أَكْبَرُ diyebilsin veyahut da Allah’ı tesbih ve takdis edebilsin. Hâlbuki bütün bunlara kâmil mânâda ulaşamadığımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba iman ediyoruz.

İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah’a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzları çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra كُلُّ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَاللّٰهُ وَرَاءَ ذٰلِكَ hakikatine yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsında Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinizde “Onu o vaziyette tanzim eden Allah’tır.” hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğünüz zaman, “Bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvama getiren Allah’tır.” hakikati içinizi sarıverir. Ve kendi nev’inizin simasında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm’in tecellîsini müşâhede edersiniz.

İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybûbet (uzakta ve üçüncü şahıs olma) makamından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalb ve vicdanında Cenâb-ı Hakk’a karşı “Sen” diyebileceği bir “Sen” hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ’nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle, kendini Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin halitası önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle: إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Yalnız Sana kulluk yaparız.” der ve Allah’a “Sen” diyebileceği makama erer.

Sultanın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah’a vereceğimiz hediye ise, Cenâb-ı Hakk’ın bizi yaratmada tuttuğu maksat olacaktır. O da mârifet-i ilâhîdir. Biz, O’nu bildiğimizi O’na takdim edecek, zimamın O’nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız “Sen” diyeceği muhatabını bulmuş olacaktır. Esasen vicdanımızdaki Allah’a ait bu duygu yaratılıştandır. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani “Rabbü’l-âlemîn”in icraatını ve rahmetle tecellî ettiğini gördükten sonra içimizdeki toz toprak silinecek ve apaçık “Sen” ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra “sadece” mânâsını ifade eden إِيَّا ’ya “Sen” mânâsına gelen ك ’i ekleyecek ve وَإِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yapıyoruz.” diyeceğiz.

Kul bu yakınlığı kazandıktan sonra وَإِيَاكَ نَسْتَعِينُ der. Zira o, kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına yükseldiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah’tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini müşâhede etmiş ve gayb makamından hitap makamına da ancak bu sayede ermiştir.

Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve salâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu itibarla istenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidayeti talep sadedinde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ der ve Rabbinden kendini sırat-ı müstakîme ulaştırmasını ister.

Demek oluyor ki, ezelde ve Besmele’de gizli olan hakikat, Fatiha’da ve şu anda bizim hâlihazır durumumuzda açık bir konuşan olmuştur. Bu muammaya parmak basan Cafer-i Sâdık hazretleri: “Allah, Kendi kelâmında kullarına zuhur etmiştir. Fakat onlar O’nu göremezler.”1 sözüyle bunu ifade etmektedir.

Bütün bu anlattıklarımız “Bismillâhirrahmânirrahim” ile Fatiha’nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki, bu ikisi bir şiir âhengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmele’nin siyakıyla alâkalı münasebette de birçok nükteler vardır: Nasıl ki biz, Besmele’ye dayalı Fatiha’da tam huzura erebiliyorsak, öyle de Fatiha’nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.

Zira Fatiha ile “Rabbü’l-âlemîn” unvanının Sahibi, bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu “Rabbü’l-âlemîn” unvanı altında kavrar ve idrakına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk’ın bu unvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hâdiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu unvana bakan insan hayret ve dehşetten dona kalır.

İşte burada, “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki, sonsuz bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O’nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir. Aynı zamanda O, Din Günü’nün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. “Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. Huzur, bizzat var olmalıdır.” Bu var olma ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir Zât’ın öyle bir güne sahibiyetiyle mümkündür. Ve işte insan, Fatiha’nın içinde dolaşırken, onda, siyak itibarıyla böyle bir huzura erer. Erer çünkü o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyecek ve Cenâb-ı Hakk’a bizzat muhatap olacak bir makama yükselmiştir.

Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem siyak hem sibak itibarıyla bir bütünlük arz ediyor. Zira Fatiha’nın Kur’ân’la öyle bir alâkası var ki, sanki tek başına bir yıldız gibi ve diğer gezegenlerle hiçbir bağı yok ve âdeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler. Zira Kur’ân âyetlerinin bir mânâsı da “necm”dir. Necm, aynı zamanda yıldız demektir. Semanın yıldızları nasıl hem aynı hem gayrı, hem bağlı hem kopuk; öyle de Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetleri dahi sanki müstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizam ve âhenk içindedir.

1 ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân 1/452

-+=
Scroll to Top