Çağa Uygun Yol

Dün oklar ve yaylar ne müthiş silâhlardı. Mancınıklar ve hele toplar ne korkunç ve baş döndürücü harp vasıtalarıydı. Ama bugün, onların pek çoğunu ancak müzelerde temaşa ediyor ve bir kısmını da fantezi kabilinden spor aletleri arasında görüp tanıyoruz.

Bugün silâhlar değişiyor; silâhların değişmesi ölçüsünde korunma şekilleri de değişiyor. Artık kurşun geçirmesin diye kalın zırhlar giymeye gerek yok. Kurşun geçirmeyen ipek inceliğinde yelekler var.

İşte müceddid de, manevî sahada bunu belirleyen insan demektir. Mes’eleyi bulunduğumuz çağ açısından değerlendirecek olursak, insanlar alabildiğine madde ile içli dışlı olmuştur. Evet, insanlar dünyaya o denli dalmıştır ki; âdetâ ukbaya karşı bütün bütün dalgınlaşmış gibi bir halleri var. Şimdi taarruz silâhları önceki asırlara göre çok değiştiği gibi, tahassun (sığınma, korunma) şekilleri de elbet değişmelidir.

Dünyayı, ukbayı, kendini ve neticede terk-i terk mesleğinin günümüzde tatbiki bir hayli zorlaşmıştır. Benliği pompalana pompalana şişirilmiş insanları, birden böyle ulvî bir zemine çekmek, onlar için muhali teklif manâsına gelir. Bu sebepledir ki, dünün bu en geçerli yolu günümüzde mutlaka yenilenmelidir. Bu o yolu kabullenmeme manâsına da gelmez. Sadece insanımızın o yolda gitmeye ve fiilen o yolu temsile bile tahammülü olmadığını görmek ve sezmek demektir. İşte, günümüzde teklif edilen alternatif yolu böyle bir anlayış içinde ele almak gerekir. Bu yeni yol: Acz, fakr, şefkat (şevk), şükür ve tefekkür yoludur.

Şimdi isterseniz mes’eleyi biraz daha açalım:

Acz, insanın Allah karşısındaki acizliğini idraki, kabulü ve ilan etmesidir. Kâinâttaki umumî tasarrufu, çağın ulaştığı ilim ve teknik perspektifinden seyreden insan, neticede kendisinin hiçliğini ve Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetini görür, müşahede eder. Ancak, bu bir seviyedir, böyle bir bakış seviyesini de insan kendi kendine elde edemez. Eğer günümüzde, Risale-i Nur ve benzeri eserler, kâinâtta bütün tasarrufun Allah’a âit olduğu hakikatini, böylesine açık-seçik önümüze sermiş olmasalardı, bizler hiçbir zaman acz-i mutlak şuuruna ulaşamazdık.

Evet, şayet bizim önümüze böyle bir ufuk açılmamış olsaydı, ne biz ne de başkaları Acz-i Mutlak’ hakikatini kavrayamaz, dolayısıyla da böyle bir düşünce hep havada kalırdı. Halbuki şimdi ulaşılan nokta itibariyle, mutlak acizliğimizi, hem de bütün benliğimizle duyuyor ve kabul ediyoruz.

‘Fakr-ı mutlak’ sermayesi olmamak demektir. İnsan kendisine bakan yönüyle bir ‘hiç’tir. İradesi hiçtir, benliği hiçtir manevî sermayesi ise ona ahirette verileceklere kıyasla hiç ender hiçtir. Ama o insana, öyle bir kredi kartı verilmiştir ki, o, kendisine verilen bu kredi kartı ile en zenginlerin bile teşebbüs edemeyeceği yatırımlara teşebbüs eder ve hiç kimsenin yüklenemeyeceği vazife ve sorumlulukları yüklenir.

İşte bu şuura ulaşma, insanın fakir olduğunu idrak ve kabullenme ile olur. Risaleler, insanı bu idrake ulaştırabilecek ışıktan düsturlarla doludur.

Bazen şevk, bazen şefkat olarak anlatılan üçüncü ‘hatve’ esas itibariyle birbiriyle içli-dışlıdır. Ancak, buradaki şevki, şen-şakrak olmak, keder, hüzün ve üzüntüyü bir tarafa atmak manâsına anlamak da yanlıştır. Zira hüzün, bir peygamber tavrıdır. Onun için bazıları O’na (sav) ‘Hüzün Peygamberi’de demişlerdir ki, bana göre bu çok isabetli bir yaklaşımdır. Zira Efendimiz bütün ömrü boyunca kahkaha ile üç defa gülmüştür. Evet, hüzün onun mübarek çehresinin ayrılmaz bir derinliğidir. Durum böyle olunca ‘şevk’e yeni bir yorum ve yeni bir yaklaşım getirmek icap eder. Şevk, ümitsizliğe düşmeme, paniğe kapılmama ve falso endişesiyle yaşamama demektir. Bu manâ iledir ki o, acz ve fakrın ayrı bir buudunu teşkil eder. Aksi halde şevki, acz ve fakr ile te’lif etmek imkânsızdır.

Şükür, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlere mukabele manâsına gelir. ‘Her nimetin şükrü kendi cinsinden olması’ esasına binaen şükür, kâinâtta carî fıtrat kanunlarına uygun hareket etmek, olur ki, selim bir akla sahip herkes, hiç yadırgamadan ve garip bulmadan böyle umumî bir caddede yürüyebilir. Bu da çağımızın anlayış ufkuna uygun bir tekliftir. Bize gelen nimetleri değerlendirmek ve bu nimetleri vereni bulmak şükrü gerektirir.

Bediüzzaman Hazretleri ‘tahdis-i nimet’ üzerinde ısrarla durmuştur. Onun geliştirdiği sistemde, Allah’ın icraatini sezmenin gereği bütün varidleri ilan etme bir esastır.. ve bu esas bize hep şükrü hatırlatmaktadır.

Tefekkür, aklı işlettirerek çiçek çiçek marifet balı devşirmenin adıdır. Bazen insanın bir saatini, senelerce ibadete denk hale getiren tefekkür, bu geniş yolun ayrı bir derinliği ve ayrı bir buududur.

Bununla beraber düsturlarda, azami ihlas, azami takva ve hikmete ram olarak hareket etme gibi hususlara da yer verilmiş ve bu mevzuda oldukça ciddi tahşidat yapılmıştır.

İster dört hatve (adım)’de anlatılan, isterse üzerinde durulan diğer hususlar, esas itibariyle bir bütün olarak ele alındığında, bu yolun ne kadar geniş ve ihatalı olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkacaktır.

-+=
Scroll to Top