Çarşının Yiğitleri

Soru: Bir hadis-i şerifte, doğru ve güvenilir tâcirlerin ötede nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşredileceği belirtiliyor.1 Peygamber Efendimiz’in bu müjdesini nasıl anlamalıyız? Alışveriş, para pul gibi dünya işleriyle meşgul olan ticaret erbâbının ahirette böyle büyük bir mükâfat elde edebilmeleri hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı kimseler, dünyevî hazları terk edip, cismanî meyillere karşı koyma mânâsına gelen “zühd” mesleğini esas alarak, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalır ve ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşarlar. Böyleleri, “takva” yolunu tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı sürekli müstağni ve müstenkif davranırlar. Dünyayı ve dünyevîliği bütün bütün terk ederek Cenâb-ı Hakk’a yönelir ve bu teveccühü korumak için dünya işleriyle meşgul olmamaya, hatta kalabalıklardan bile kaçmaya ve bir çeşit halvet yaşamaya çalışırlar. Bunlar, ulaşmaları gerekli olan Zât’a ancak mâsivâyı terk etmek suretiyle ulaşabileceklerine inanırlar. Böyle olunca da, alışveriş, çarşı-pazar, para pul gibi dünyayı hatırlatan şeyleri Mevlâ-yı Müteâl ile kendi aralarına girebilecek birer engel gibi görürler; kalb ve ruh selâmetini bu dünyalıklardan kaçmada ve bir kenarda ibadete koyulmada ararlar. Dolayısıyla, ticarete de sıcak bakmaz ve elden geldiğince ondan uzak dururlar.

Aslında, bir insanın zühdü tercih etmesinde ve hayatını zâhidâne bir çizgide götürmesinde bir mahzur yoktur. Bilâkis, lüks hayatın, rahat ve rehavetin tehdit edici yanları vardır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar dinlemez, fısk u fücura devam ederler. Bu sebeple, o belde hakkında cezalandırma hükmü kesinleşir. Biz de orayı yerle bir ederiz.”2 buyurmaktadır. Demek ki, lükse alışmış, sefâhate düşmüş, keyif sürmeye müptelâ, hayvaniyet ve cismaniyet hapsinde mahkûm kimselerin varlığı, içinde bulundukları toplum için bir sebeb-i felâkettir. Çünkü, onlar sadece son model arabalar, yatlar, villalar ve yalılar hayal etmek, bunlara sahip olmak ve zevkten zevke koşmaktan başka bir şey yapmazlar. Hatta cismanî ve hayvanî zevklerini tatmin yolunda olmadık tavizler verirler. Tabiî, böylelerinin milleti ve ülke menfaatlerini düşünmeleri de mümkün değildir. O mevzuda söyledikleri sözlerin tamamı –bağışlayın– yalanın daniskasıdır. Evet, ömrünü, yeme, içme, eğlenme ve sonra da yan gelip kulağı üzerine yatma gelgitleri arasında berbat eden kimselerin “millet, vatan, ülke, ülkü, bayrak” ihtiva eden sözleri sadece koca birer yalandan ibarettir.

Esaretimizin Sebeplerinden Biri

Evet, insan şahsı adına zâhidâne bir hayatı tercih edebilir; kût-u lâyemûtu (hayatını devam ettirecek, belini dik tutacak kadar bir yiyeceği) ve eski püskü, yamalı bir hırkayı kâfi görebilir. Nitekim, bu anlayışı meslek edinen insanlar da olmuştur. Dahası, böyle bir hayat felsefesi, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bazı ifadelerine de dayandırılabilir. Meselâ, Beyan Sultanı, “Dünyada bir garip, yahut bir yolcu gibi ol, nefsini kabir ehlinden say!”3 nasihatinde bulunmuş ve “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun hâline benzer.”4 buyurmuştur. İşte, bazıları, meseleyi sadece bir yanıyla değerlendirerek, burada bir misafir gibi yaşama ve dünyanın cazibedâr güzellikleriyle hiç oyalanmama esasını benimsemişlerdir. Belki Cenâb-ı Hak’la münasebetleri açısından istidat ve kabiliyetleri, idrak ve ufuk seviyeleri de öyle bir meşrebe meyletmelerini gerektirmiştir. Fakat, onların bu hâli sübjektiftir (şahsî, ferdî ve dar bir daireye aittir). Objektif (küllî, afakî ve kuşatıcı) olan Seyyidü’l-Mürselîn’in hâli ve yoludur; Hulefâ-i Râşidîn (radıyallâhu anhüm ecmaîn) efendilerimizin meslekleridir. Bu geniş caddenin sâlikleri, şahısları adına az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma ve böylece O’nu bulma istikametinde hareket edebilirler; ancak, hey’et-i umumiyeye bakan yanları itibarıyla, fakr ü zarureti, yokluk ve sefaleti, güçsüzlük ve acizliği asla kabul etmezler. Milletin geleceği söz konusu olduğunda, ehl-i küfrün vesâyetine düşmemek için siyasî, askerî, iktisadî ve kültürel sahaların hepsinde azami gücü, kuvveti, zenginliği yakalamanın gereğine inanırlar; aksi hâlde, başkalarının mahkûmu olmayı kaçınılmaz görür ve bunu da İslâm’ın kaybı sayarlar.

Şüphesiz, Allah Teâlâ, ehl-i küfrün mü’minler üzerinde sultasına razı değildir. Bu itibarla, hayatın herhangi bir sahasında başkalarının eline teslim olmak ve onların tahakkümü altına girmek Allah’ın rızasından uzaklaşma mânâsına gelmektedir. Öyleyse, inanan insanlar, ne yapıp edip kendi ekonomilerini ayakta tutmalı, iktisadî zenginliği sağlamalı, siyasî istikrara ulaşmalı, kendilerine yönelen kem gözleri, hain bakışları kesecek, kötü niyetlilerin içlerine korku salacak kuvveti elde etmeli ve böylece dünya muvazenesinde söz sahibi olmalıdırlar. Yoksa, başkaları geniş imkânlarıyla bazılarını satın alır, size musallat ederler; ekonominizin altını üstüne getirir, asayiş ve huzurunuzu bozar ve sizi belinizi doğrultamayacağınız bir hâle sürüklerler. Bu açıdan, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanı sıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kâinatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun davranmak takvanın önemli bir buudu sayılmıştır.

Maalesef, biz, takvanın çok önemli bir yanı olan “tekvinî emirleri gözetme” esasına gereken değeri vermediğimizden zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, onlarca sene devam eden bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir yanlışlığa düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, “Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz” demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız. Takvayı bu iki kanadıyla beraber ele alıp değerlendiremediğimiz için Kur’ân’dan tam istifade edemediğimiz gibi, çağımızı da iyi okuyamamış ve bazı sahalarda Batılı toplumlara avuç açmaya mahkûm olmuşuz.

Bu itibarla, zühd ve takvayı ele alırken meselenin millete ve topluma bakan yanları da gözden kaçırılmamalıdır. Aksi hâlde, insan halvet ve inzivada geçireceği zâhidane bir hayatla belki kendi nefsini kurtarabilir ama mü’minlerin ekseriyetinin bu şekilde düşünüp ona göre bir gidişat tutturduğu bir toplumda umumi mânâda milletin ve İslâm’ın ihmal edilmesi de söz konusu olur. Böyle bir ihmalin vebali de o mü’minlerin bütününün defterlerine kaydolur.

Aslında, ne zenginlik ne de diğer dünyevî imkânlar zühde mani değildir. Elverir ki, insan dünyanın mahkûmu olmasın ve dünyevîliklere karşı hâkimiyetini korusun. Zaten, zühdün özü ve usaresi, –Nur Müellifi’nin ifadesiyle– dünyayı kesben değil, kalben terk etmek ve dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına da sevinmemektir.5 Bu açıdan çok varlıklı ama aynı zamanda zâhid bir kul olmak her zaman mümkündür.

Zühdün Peygambercesi

Medîne’nin Gülü Varlığın Özü Efendimiz, fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmişti. Zirâ O, ümmetine ve hususiyle de irşad erlerine misâl olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla hem tebliğ ve temsil vazifesinin dünyaya alet edilmemesi gerektiğini eşsiz yaşantısıyla göstermiş, hem bu yüce vazifede “Benim mükafâtım ancak Allah nezdindedir.”6 diyen bütün peygamberlerin duygularını yeniden seslendirmiş, hem de Kur’ân hadimlerine bir nümûne, bir rehber olma sorumluluğunun hakkını vermişti. Bundan dolayı, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürmüştü.. sürdürmüştü ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamış; ashabını çalışıp kazanmaya, güçlü bir toplum meydana getirmeye teşvik etmiş ve onları el açan değil el uzatan insanlar olma ufkuna yönlendirmişti.

Rehber-i Ekmel’den derslerini alan Ashab-ı güzîn de aynı çizgiyi takip etmişlerdi. Mevlâna Şiblî’nin anlattığına göre; Hazreti Ömer (radıyallahu anh), dört bir cephede hasımlarıyla hesaplaşırken, onca at ve onca deveyi harp meydanına sevkediyor ama bununla beraber harbe iştirak etmeyen binlerce atı da hazır bekletiyordu. Meselâ, Medine civarındaki çiftliklerde savaşa hiç katılmamış asil Arap atlarından tam kırk bin tane, Suriye civarında da yine aynı sayıda at besleniyor ve yedekte tutuluyordu.7 Fakat, milletinin selâmeti ve istikbali için askerî gücünü bu denli kavî tutan ve o büyüklükte bir sermayeye sahip olan Seyyidina Ömer, günde belki sadece bir defa ekmeğini zeytinyağına banıyor, yiyecek olarak onunla iktifa ediyordu.8

Adalet timsali Ömer Efendimiz, bir gün hanımının, saçlarına zeytinyağı sürmüş olduğunu görüyor. Saça sürülen zeytinyağı kaç para eder! Fakat bu, Ömer hassasiyeti.. sormadan duramıyor: “O zeytinyağını nereden aldın?” diyor. Hanımı, “Hani, fakirlere yağ dağıtmak için kullandığın kazanlar vardı ya.. işte onlardan biri henüz yıkanmamıştı; o kazanın dibinde kalan yağı kullandım” cevabını veriyor. Hazreti Ömer, bu cevaptan hiç memnun olmuyor ve “Millete ait zeytinyağını nasıl kullanabiliyor, onu saçlarına ne hakla sürüyorsun?” diyerek bu hoşnutsuzluğunu dile getiriyor. –Milletin malını “hortumlayıp” duran modern kırk haramilerin kulakları çınlasın!..–

Tertemiz yaşantısıyla ilk halifelere ve hususiyle de adaletin temsilcisi Hazreti Ömer’e çok benzeyen Ömer İbn Abdülaziz de, ekonomisi ve siyasî istikrarı bozulmuş bir devletin başına halife seçiliyor. Allah’ın izni ve inayetiyle, ikibuçuk senede başkalarının otuz yılda yapamayacakları hizmetleri yapıyor. Öyle ki, onun icraatları neticesinde Türkiye’den kat kat büyük bir devletin hazinesi dolup taşıyor. Bir gün, maliye nâzırı gelip “Efendim, hazinemiz haddinden fazla dolu; harcamalarımızın çok üstünde gelirimiz var. Bu imkânı nasıl değerlendirmemizi istersiniz?” deyince, “Halka zekât dağıtın ve muhtaç kimse bırakmayın.”9 diyor. Bir süre sonra maliye nazırı tekrar gelip “Efendim, neredeyse herkes zekât verecek hâle geldi ama hâlâ fazlamız var; yapmamızı istediğiniz bir iş varsa emrinize âmâdeyiz!” diyor. Ömer İbn Abdülaziz “On beş yaşına girmiş, rüşt çağına ermiş herkesi evlendirin; gençlere ev kurmalarında yardımcı olun.” mukabelesinde bulunuyor. İşte, ülkesini ve halkını öyle bir zenginlik ve refah seviyesine yükselten insan, kendi adına ise zühd yolunu tercih ediyor. Velid döneminde on bin dinar maaş alan halasının tahsisatını bile kesiyor ve halacığım “Hak ettiğimiz kadarını alalım, gerisi bize haram olur.” diyor. Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytinyağı biraz da ekmek getiriyor ve “Halacığım yemek istemez misin?” diyor, ekmeği yağa banıp yiyor.10 İşte, bu sayede tefessüh etmek üzere olan bir toplumun bağrında yeniden zühd anlayışını, Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini yeşertiyor.

Çarşı-Pazardan Nebiler-Sıddıklar Arasına

İşte, zühdün ferde ve topluma bakan yanlarını tefrik edemeyen, takva ile alâkalı arzetmeye çalıştığım hakikatleri ve incelikleri kavrayamayan bazı kimselerin ticareti, çok çalışıp çok kazanmayı ve zengin olmayı gereksiz, hatta zararlı görmelerine karşılık, Allah Resûlü, “Sâdık ve emin tâcir şehitlerle, sıddıklarla ve nebilerle beraberdir.”11 diyerek bir mânâda mü’minleri ticarete teşvik etmektedir. Şu kadar var ki, Allah’ın en sevgili kullarıyla beraber haşredilmesi için ticaret adamının mutlaka doğru, dürüst ve güvenilir bir insan olması gerektiğini de nazara vermektedir.

Evet, İslâm’ın ticaret ahlâkını esas alan bir tâcir, dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ve güvenilirliği ile muhatabına güven vermelidir. Müşterinin bilgisizliğini, gafletini ve ihtiyaç içinde olmasını suistimal etmemeli ve asla kimseyi aldatmamalıdır. Hatta aldatan ve kandıran bir insan olmayı, İslâm dairesinin dışına çıkma gibi saymalı ve böyle bir akıbetten ürkmelidir. Evet, mü’min aldansa da aldatmaz. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, bir satıcının, ıslandığı için tartıda normal ağırlığından daha fazla gelen bir miktar buğdayı satmaya çalıştığını görünce, “Niçin ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diyerek onu ikaz ettikten sonra, “Bizi aldatan bizden değildir.”12 buyurmuş; kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmanın bir Müslümana yakışmayacağını ve ondan gelen paranın da helâl olmayacağını belirtmiştir.

Mahşerde nebilerle beraber olacak tâcirin en önemli vasfı sıdktır. Yalan söylemek ve hele yalan yere yemin etmek büyük günahlardandır. Allah Teâlâ, çok küçük menfaatler elde etmek için Nam-ı Celîlini kullananların ve yeminler ederek insanları aldatanların ötede yüzlerine bakmayacaktır. Bu hakikati dile getiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, “elbisesini yerlerde sürüyerek kibirle yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını fâhiş bir fiyatla satmaya çalışan” kimselerle Cenâb-ı Allah’ın konuşmayacağını, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağını ve onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermiştir.13

Ticaret erbâbı için en az sıdk kadar önemli olan emniyet vasfı, alışverişte âdil davranmayı, ölçü ve tartıyı tam yapmayı ve hileden uzak durmayı gerektirmektedir. Kur’ân-ı Kerim, geçmiş toplumların gerileyiş, çöküş ve yıkılış sebepleri arasında ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarını da saymakta; meselâ, Hazreti Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halklarını helake götüren sebeplerden birisinin de ölçü ve tartıda hile yapmaları olduğunu hatırlatmaktadır.14

Diğer taraftan, ticaret akdinde bulunan hiç kimsenin aldatılmaması için dinimizin emirleri istikametinde bir dizi tedbirler tavsiye edilmiş; meselâ, alışveriş ve borçlanma anlaşmalarının kayıt altına alınması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, bir ticarî malı pahalanması gayesiyle stoklayıp daha yüksek bir fiyatla satmak için piyasaya arzını geciktirmek anlamına gelen “ihtikâr” ve gerçek alıcı olmayan bir kimsenin satış bedelini arttırmak maksadıyla fiyat yükselterek müşteri kızıştırması diyebileceğimiz “neceş” gibi haksız rekabet çeşitleri de yasaklanmıştır. Dolayısıyla, bir tâcirin, söz konusu hadis-i şerifin şemsiyesi altına girebilmesi için ticaretteki bu türlü gayrimeşru muamelelerden de kaçınması gerekmektedir.

Çarşı Cephesindeki Kahramanlar

Zannediyorum, sohbetimize mevzu teşkil eden nebevî beyanı anlayabilmek için بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir.”15 darb-ı meselini de göz önünde bulundurmamız icap ediyor. Evet, bir iş ne kadar zor elde ediliyorsa ve o uğurda ne ölçüde meşakkatlere tahammül göstermek gerekiyorsa, onun sevabı da o kadar çok olur. Nitekim, cephede düşman tarafından gelebilecek saldırıları gözetlemek için bir saat nöbet bekleme bir sene ibadete denk tutulmuştur. Düşman karşısında savaşıp şehit olma ise, bambaşka bir hayat mertebesine yükselmeye ve ötede nebilerle ve sıddıklarla beraber Cennet’e yürümeye vesile sayılmıştır. Şayet, sâdık ve emin tâcire, ahirette en kutlulardan müteşekkil olan o üç zümre ile beraber bulunma vaad ediliyorsa, demek ki onu da bekleyen bazı zorluklar vardır. İşte, ticaret hayatında karşı karşıya kalacağı zorlukları aşabilmesi için ahirette nâil olacağı o büyük mevki ve mükâfat müjdelenerek dürüst tâcirin iradesi takviye edilmektedir.

Evet, bazı kimseler cismanî arzuları ve şehevanî duygularının altında kalır ve aldanırlar. Bazıları rahat-rehavet, yurt-yuva ve ev-bark gibi dünyalıklara takılır, yolda kalırlar. Diğer bazıları da dünyaya bütün bütün meftundurlar; mala-mülke, servet ü sâmâna asla doymaz ve hep daha çok zenginlik arzularlar. Bu arzularını gerçekleştirmek için de gayrimeşru işlere bile tevessül eder ve burası adına ard arda yatırımlar yaparken ahiret hesabına sürekli kaybederler. Sâdık, iffetli ve helâlinden kazanan bir ticaret adamı ise, pek çok insanın ayağının kaydığı bu hususlarda temkinli davranır, kaygan zeminleri dikkatli adımlar ve hep ahiretin yamaçlarını düşünerek hileden, yalandan, müşteriyi kandırmaktan ve haksız kazançtan ısrarla uzak kalır. Ayrıca, böyle biri, çarşı pazarda cirit atan binlerce şeytanın hücumlarına rağmen, haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alışveriş yaptığı sürece, onun işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar da ibadet sayılır.

İşte, bu kayma noktalarında iradesinin hakkını verip mü’mince duruşunu koruyabilen ve kendini zorlayarak istikamet çizgisinde işini devam ettirebilen sâdık ve emin bir tâcir, buradaki cehd ü gayretine ve hâlis niyetine mükâfat olarak ötede nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolur. Böylece o, ticaretten vazgeçmediği ve dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti göstermiş ve ebedî saadete vesile uhrevî ücretini de elde etmiş olur. Zaten, bir açıdan sırat-ı müstakim, dünyayı ihmal etmemenin yanında, insanın kendisini ve ahiretini de gözetmesinin farklı bir unvanıdır.

Hâsılı; ticaretini güzel bir niyet, doğruluk ve emniyet üzere götürebilen, helâlinden kazanıp başkalarına el açmadan ailesinin nafakasını temin etme gayesiyle çarşı pazar dolaşan, kazancında diğer muhtaç mü’minlerin de hakları olduğunu düşünerek darda kalmışlara gücü nispetinde el uzatan ve elde ettiği kârın bir kısmını dinin i’lası yolunda ebediyet yatırımı olarak değerlendiren tâcirler hadiste müjdelenen bahtiyarlardır. Dahası onlar, “… öyle yiğitler vardır ki, ne ticaret, ne alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalblerin ve gözlerin dehşetten hâlden hâle döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler.”16 mealindeki âyet-i kerimeyle vasfedilen kahramanlardır.

1 Bkz.: Tirmizî, buyû’ 4; Dârimî, buyû’ 8.

2 İsrâ sûresi, 17/16.

3 Buhârî, rikak 3; Tirmizî, zühd 25; İbn Mâce, zühd 3.

4 Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/301, 391.

5 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.113 (Habbe).

6 Yûnus sûresi, 10/72.

7 Mevlâna Şiblî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi 2/144-146.

8 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/48; el-Vâkıdî, Fütûhu’ş-Şâm 1/93.

9 Bkz.: Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, el-Emvâl s.666; Abdullah b. Abdülhakem, Sîretü Ömer b. Abdülaziz s.65.

10 Bkz.: Abdullah b. Abdülhakem, Sîretü Ömer b. Abdülaziz s.79-80.

11 Tirmizî, buyû’ 4; Dârimî, buyû’ 8.

12 Müslim, îmân 164; Tirmizî, buyû’ 74; İbn Mâce, ticârât 36.

13 Müslim, îmân 171; Tirmizî, buyû’ 5; Nesâî, zekât 69.

14 Bkz.: Hûd sûresi, 11/84-95.

15 İmam eş-Şâfiî, Dîvân s.90.

16 Nûr sûresi, 24/37.

-+=
Scroll to Top