Cedlerimizle Yüz yüze
Şanlı devirlerimizi bütün ihtişamıyla ihya edip geriye getirmek, “dün”ü bir kere daha yaşamak gibi imkânsızdır. Ne var ki, milletçe varlık ve bekamız, bu muhteşem devirlerle çok alâkalı ve içli dışlıdır. Bizim de ona karşı lâkayt kalmamız mümkün değildir.
Bu önemli hususu çok iyi bilen düşmanlarımız, dünden bugüne, bize olan düşmanlıklarını bütün bir tarih boyu bizi ayakta tutan hayatî dinamikleri yıkmak ve millete millet ruhunu unutturmak istikametinde teksif etmişlerdir.
Evet, asırlardan beri millet düşmanlarının, bu millete karşı en sinsi, en şeytanî planları daima onun ruh ve vicdanını şanlı geçmişinden koparma, onu millî değerlerine karşı yabancılaştırma ve özünden uzaklaştırma istikametinde olmuştur. Zira, millî ve dinî değerlerinden mahrum edilen milletlerin, en emin kuvvet kaynaklarını, en müstahkem siperlerini kaybedeceklerini onlar da çok iyi biliyorlardı. Onun için öteden beri, sürekli olarak, ruh kökümüze, mukaddeslerimize, geçmişe ve geçmişlerimize hücum edip, onları karalamadan geri kalmadılar.. kalamazlardı da; çünkü bizler, o kök, o değerler ve o ölülerin semereleri ve devamlarıydık…
Her milletin, asırlar boyu, varlığını onlara borçlu bulunduğu değerlere saygı duyması; onları, yerinde tazim, yerinde de hasretle anması gayet tabiîdir. Hele bu değerler, o milletin rüyaları ve hülyaları hâline gelerek nesiller ve nesiller boyu onların hatıralarında yaşamış; iradelerine fer, ruhlarına şevk, ümitlerine de payanda olmuşsa…
Bizler, bugüne kadar hatıralarımızda devam edegelen, çağlar ve çağlar boyu gönüllerimizde yaşayan dinî ve millî değerlerle ayakta kalabildik ve bugünlere gelip ulaştık. Bu itibarla, kaç asır sonra gelirsek gelelim kendimizi onlardan hiç mi hiç uzak hissetmedik. Onlar da bizden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, duygu ve düşünce dünyalarımızda hep dipdiri ve taptaze kaldılar.
O devirler, her şeyimizle bizlere, ruhlarımıza, güç kaynaklarımıza, göz kamaştırıcı ihtişamlarımıza dâyelik yapmış mübarek zamanlardır. Onun için her millette olduğu gibi bizim için de, soyunda muhteşem devirlerin temsil edildiği mazi, elbette pek çok yönleriyle cazibedar ve büyüleyici olacaktır. Ve elbette ona karşı lâkayt kalınamayacaktır. Kışlar, karı-soğuğu; geceler, karanlığı-yalnızlığı; gündüzler, aydınlığı-renkliliği; tabiat, rengârenk manzaraları-meşherleri; şehirler, köyler sihirli iklimleri-gelin endamları; ufuklar, sonsuza açık buğuları-hüzünlü atmosferleri; düzlükler, hülyalı güzellikleri-gönüllerimizi çalan büyüleriyle ruhlarımıza bir şeyler mırıldanarak, sık sık bizleri, içinde bulunduğumuz zamandan uzaklaştırıp, geçmişin ferahfeza yamaçlarında ve onun hülya dolu iklimlerinde gezdirirken, ona karşı nasıl lâkayt kalınabilir ki..!
O devirler, kendi çocukluk ve gençliğimizi yaşadığımız aynı anda, şanlı geçmişimizi omzunda bayraklaştıran soylu şehit ve gazilerimizle buluşup kaynaştığımız mukaddes diyarlar ve mübarek zamanlardır. O devirler, analarımızın sevgi ve mehabet tüten yüzleri, atalarımızın sarsılmayan ümit ve emelleriyle tımar edilmiş öyle mübarek bir bahçedir ki, her an ayrı ayrı güzellik ve ihtişamları, her mevsim başka başka çiçek ve meyveleriyle hâlâ başlarımızı döndürmekte, hâlâ gönüllerimize Cennet rayihaları salmaktadır.
Bizler, o eski günlerin ve o eski güzelliklerin, yeni bir eda ile esip ruhlarımızı okşamasından anlıyoruz ki, meğer o ilâhî günlerin sesi de sükûtu da, ızdırabı da zevki de, hâlin mânâsız zevkine-safâsına nispeten âdeta bir cennetmiş…
Yakın geçmişimizde bizler, bir hayalî gelecek adına mazideki bütün güzellikleri hafife aldık ve nicelerini tahrip ettik. Kim bilir, bu sorumsuzca davranışlarla ne değerler yıkılıp gitti; ne hayatî dinamikler nesillere unutturuldu..! Bari şimdi olsun, vaad edilen şeylerin birer vehimden ibaret olduğunu anlayıp, heder olan bunca zaman, bunca sa’y için oturup ağlayabilseydik..! Ama ihtimal ki, henüz yitirdiğimiz bunca tarihî değerin kıymetini idrak edemedik…
Bizim için hep değerler dünyası olan geçmiş, daima taze, daima enfes ve daima en büyüleyici bir zaman dilimi olmuştur. Onun bu eskimeyişi, tazeliği ve büyüleyiciliği içindir ki, hep ona itimat eder ve onu severiz. Bizler, zaman zaman sarsılırız; zaman zaman kuvvetlerimiz zaafa uğrar, cesaretlerimiz kırılır; ama o, solmadan, pörsümeden, bütün ihtişam ve debdebesiyle hep devam eder. Evet, o ihtiyarlayıp yıkılma, hazana uğrayıp savrulma bilmez. Yeryüzü zaman zaman şekil değiştirir; karalar deniz, denizler kara, bağlar dağ, dağlar da bağ olur; ama kendi güzellikleriyle geçmiş, olduğu gibi kalır. İşte, bizler de onu, böyle hiçbir gücün yerinden kımıldatamadığı bu yönleriyle sever, bu yönleriyle kalbimizin en mutena yerinde muhafaza ederiz.
Civanlar yaşlanır, yaşlılar ölür, ölüler çürür.. sevgiler gider, aşklar söner, neşeler bulanır.. iradeler felç olur, ruhlar yıpranır, gönüller kararır; ama zihinlerde birer “yâd-ı cemîl” olarak yaşayan geçmişin ibret dolu, ders dolu, hayat ve canlılık dolu cennetleri ne sararır, ne de solar.
O, yamaçlarının güzelliği, zirvelerinin vakûr ve mehabetli duruşu, bahçelerinin cennetleri andıran renkliliği, çiçeklerinin hazan bilmeyişi ve insanının kendi özüne, kendi ruh köküne sımsıkı bağlı kalışıyla daima güzel ve daima sevimli olmuştur.
Bu sevimli dünya, bize ait bütün zamanlar ve o zamanlar içinde elde ettiğimiz kıymetlerin akıp akıp meydana getirdiği öyle bereketli bir havuzdur ki; bizler, bu efsanevî zenginliğe sahip olduğumuz ve bu tükenmez hazinenin başında bulunduğumuz sürece ne yokluk görür, ne de sıkıntıya düşeriz. Bu hazine, asırlar boyu devam edegelen ve en değerli pırlantalardan daha değerli, daha sağlam, daha güzel dinî ve millî hayatımızın esasları sayılan cevherlerin mecmû’udur. Ve yeryüzünde onun kıymetine denk kıymet de yoktur.
Bizler, ne zaman samimi bir yürekle ona yönelsek, hemen onun o tılsımlı kapıları ardına kadar açılır; aradığımız her şeyi, onun o sihirli ikliminde bulur ve iliklerimize kadar âdeta, yeniden varlığa erdiğimizi duyarız ki, bir adım daha atsak şanlı cedlerimizle yüz yüze gelecek gibi oluruz.