Cehalet Çıkmazı

Yeni bir vazife dönemini daha idrak ederken, yüreklerimizde Zeliha’nın aşk u hicranı, Yakub’un âh u efganı; gözümüzü açacak, gönüllerimizi şâd edecek müjdeler bekliyoruz.

Ölü ve karanlık yılların, önüne katıp sürüklediği yığın yığın felâket molozu altında çırpınıp duran insanımızın yürekler acısı hâli karşısında azap çekmemek mümkün mü?

Gidiniz! Şu bizimle aynı çizgide olan ülkeleri birer birer geziniz! Eminim, yüreklerinize sızı inmeden geri dönemeyeceksiniz! En büyük merkezlerden en küçük şehirlere, en kalabalık kasabalardan en ücra köylere kadar hiçbir belde, hiçbir meskûn saha yoktur ki, cehaletin hükümran olduğuna, içtimaî sıkıntıların birer girdap hâline geldiğine şahit olunmasın. Vaktinde tedavi yollarına başvurulmayan, nice müzminleşmiş hastalıklar müşâhede edeceksiniz ki bugün artık, onulmaz birer kangren hâlini almıştır.

Ne var ki, bu hastalıklar arasında, en çok millî bünyemizi hırpalayan ve mevcudiyetimizi kemirip duran şifa bilmez dert, cehalettir. Bir şey bilmeme, bildiği şeyleri değerlendirmeme, Hak’tan ve hak düşüncesinden mahrum bulunma mânâsında cehalet, hemen her devir için felâket olmuştur. Her millet gibi, bizim de perişaniyetimizi hazırlayan bu uğursuz menbâ kurutulmadan, kitleler aydınlığa kavuşturulup, nesiller millî düşünce ve tarih şuuruna irşad edilmeden ve bu milletin “ruh köküne” uymayan bütün menfi akımların önü alınmadan cemiyetimizi çepeçevre saran buhranlardan sıyrılmamız ve bir fasit daire hâline gelen hastalıklardan halâs olmamız kabil değildir.

Cehalet sebebiyle değil miydi ki; dünyanın en verimli ovalarını, en bereketli obalarını ve yakuttan ırmaklarımızı değerlendiremeyerek, cennetlerden bir köşe, güzel vatanımızı viranelere çevirdik. Her tarafı “Bağ-ı İrem” ülkemizin sinesindeki çeşit çeşit hazinelerden habersiz yaşayarak, toprağımızı değerlendiremedik ve madenlerimizi işletemedik. Bundan daha kötüsü de kendi kendimize bir iş yapamayacağımız kanaatine gömülerek ümit ve irademizi yitirdik. Ve milletimizi, içten içe kemirip duran cehalet, en karanlık hâliyle bugüne kadar süregeldi.

Milletçe tam kurtulma ümidinin belirdiği, fen ve teknik düşüncenin gelişmeye başladığı bu yeni devrede, insanımız değişik bir cehalet girdabına kapıldı. Muasırlarımızın ilim ve teknolojisi karşısında, bir kısım dönen başlar, bulanan bakışlar, memleketi kurtarma düşüncesiyle, gönülleri inanç, dimağları ilim ve hikmetle, yurdun dört bir bucağını da sanat ve ticaretle mamur edip yükselteceklerine; millî düşünceyi çiğnemek, millî seciyeyi aşındırmak ve bütün bütün fazilet ve ahlâktan sıyrılmak suretiyle “çağdaş uygarlık düzeyi”ne çıkacaklarını zannederek, millî ruha en amansız darbeler indirdiler. Bir bakıma bu ikinci cehalet, ülkemiz ve insanımız için daha tahripkâr, daha tehlikeli oldu. Zira, birincisinin, ilim karşısında sönüp gitmesine mukabil; bu ikincisi ilim ve medeniyet adına her yere girebiliyor, her mahfilde “hüsnü kabul” görüyor ve her yerde alkışlanabiliyordu. İlki, memleketi baştanbaşa bir virane hâline getirerek, sadece baykuşları sevindirmişti. İkincisi ise, milletin topyekün faziletlerini, ruh necâbetini, fedakârlık hissini silip süpürdü ve kitleleri şaşkına çevirdi.

Geleceği hazırlamayı tekeffül etmiş mürşit ve terbiyeciler, bu her iki cehalete karşı da savaş ilân ederek, hatta bu yolda meşru her vesileyi kullanarak, ülkemizi ve insanımızı aydınlığa çıkarma gayretinden bir an geri durmamalıdırlar. Bunun için de, yuvadan okula, kahvehaneden kışlaya, bütün vatan sathı mektep hâline getirilerek, umum yurtta bir kültür seferberliği ilânına zaruret hâsıl olmuştur. Cehalete, fikirsizliğe, taklitçiliğe, millî kültür ve mefahirden habersizliğe karşı umumî bir seferberlik ilân edilmeli ve peşin hükümlerle verilmiş kararlar kritiğe tâbi tutularak, ilimlere yeni bir bakış kazandırılmalıdır.

Hiç şüphe yok ki böyle bir durumda, bu mübarek vazifenin öncüleri de ancak, muallimler olacaktır. İnsanı, ruh-beden bütünlüğü içinde ele alan; onun kâinat içindeki yer ve münasebetini görüp gözeten; yaratılışın gayesi istikametinde gönülleri şahlandıran, gayb ve şehadeti bir vâhidin iki yüzü gibi görmeye ulaşmış tali’li muallimler..!

Evet, insanın cismâniyetini inkâr eden ruhbanlık düşüncesi ve batı stili mistik anlayış, insanoğlu için ne kadar zararlı olmuşsa, onu sadece cismâniyet ve bedeniyle ele alan felsefî sistemler de o kadar, hatta daha fazla zararlı olmuşlardır. İnsanoğlunun müstesna bir yaratık olduğunu, kâinat içinde mühim bir yer işgal ettiğini ve yaratılışı itibarıyla bir kısım yüksek vazifelere, dolayısıyla da değişik makam ve derecelere namzet bulunduğunu sezmemek, idrak etmemek mümkün mü..?

İlimlerin her çeşidinden faydalanmaya istidâdı olan; eşyâ ve hâdiselere müdahale kabiliyetiyle şereflendirilen; güzelliğin her çeşidini idrak edip benimseme melekeleriyle donatılmış bulunan; lezzetlerin türlü türlüsünü seçip ayırmasını bilen; ruhu sonsuzluk sevdasıyla sarhoş, gönlü “ebed ebed!” diye inleyen bir varlık, nasıl vazifesiz ve geleceksiz olabilir ki..? Onu, vazifesiz ve mesuliyetsiz, dolayısıyla da upuzun mutlu bir gelecekten mahrum görmek, bu en şerefli varlığı diğer canlılar seviyesine indirerek, onun maddî-mânevî istidat ve duygularını inkâr etmek ve ona yolların en buhranlısını gösterip dünyalarını karartmak demektir. Bilmem ki insanoğluna bundan daha büyük zulüm ve haksızlık tasavvur edilebilir mi..?

Bize göre gerçek muallim ve mürşit, işte böyle her şey olma istidat ve melekeleriyle dünyaya gönderilen insana, doğruyu öğreten, doğru düşündüren, onun gönlünü coşturup ruhunu kanatlandıran, yolunu kesen bütün karanlıkları ve kara delikleri bertaraf edip onu aydın menfezlere ulaştıran tali’li insandır.

Vakti gelince, bu kutlu hakikat erinin elinde, taş-toprak, som-altın hâline gelecek; değersiz gibi görünen şeyler kıymet kazanacak; en kararmış ruhlar şafak aydınlığına ulaşacak; boynu tasmalı nefsin azat kabul etmez kulları ruhlarıyla bütünleşerek birer sultan kesilecektir.

Kendini irşad ve tebliğe adamış, çıraklarını adım adım takip eden; hayatın her dönemecinde onları, insanlığa yükseltme heyecanıyla dolup boşalan; ilimler adesesiyle onlara mutlak hakikati gösterebilen; yer yer yıldırımlar gibi gerilen, sonra ruhunda yumuşatıp uslulaştırdığı ışık huzmeleriyle talebelerinin gönüllerini aydınlatan muallim ne mübarektir..!

-+=
Scroll to Top