Cem

Toplanmak, toplamak, biriktirmek, biriktirilmek mânâlarına gelen “cem” tasavvuf erbabınca; zevkî ve hâlî olarak bütün dünya ve içindekileri (mâsivâ) görmeyecek, duymayacak ölçüde Hakk’a tahsis-i nazar, tahsis-i şuur, tahsis-i histe bulunarak, kalben bütün eşyaya karşı kapanıp sadece ve sadece O’nu bilmek, O’nu duymak ve mârifetinin derecesine göre, O’nu görmek ve kasdî olarak O’ndan başka şeyleri görüp onunla meşgul olarak dağınıklığa düşmekten kurtulmak demektir. Böyle bir yaklaşım vahdet mülâhazası şeklinde anlaşılırsa karşılığı kesret olur; Hakk’a tahsis-i nazarla kalbin mâsivâdan kat-ı alâkası mânâsına hamledilirse, o zaman da karşılığı “fark” olur ki, –inşâallah– ileride müstakil bir bahiste tahlil edilecektir.

Cem, müntehîlere ait bir hâl veya makamdır. Cem mevhibeleriyle şereflendirilen bir hak yolcusu, artık bil-asale hep Onu duyar, O’nu bilir ve bulunduğu ufuk ve zevk-i ruhanî seviyesine göre de, halkı tam sezer veya sezemez; ama her zaman Hakk’ı, hem de halksız olarak bir vicdanî sezişle sezer ve her yanda Hakk’a ait mânâların temâşâsıyla hep büyülenmiş gibi yaşar. Ufkunda doğup batan eşyada, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini görür; “Zât” iştiyakıyla pervaneler gibi O’nun sübühât-ı vechine koşar.. yer yer hayret ve hayranlık arası gelir-gider ve سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ der inler.

Böyle zevkî ve hâlî bir pâyenin iki adım ötesinde bir de “cem’ü’l-cem” vardır ki, bu hâl, sâlik için tamamen bir gaybûbet hâlidir. Kendini böyle bir duyma ve hissetme zemzemesi içinde bulan hak yolcusu, artık ne başkalarını ne de kendisini duyar ve hisseder. “Fark”tan bütün bütün uzaklaşarak Hak’tan gayrı her şeyi, –O’nun ziya-i vücudunun bir gölgesinin gölgesi olması itibarıyla– unutur ve bütün benliğiyle asla yönelir.

Tevhid mülâhazası içindeki bir sâlikin nazarında her şey, Hakk’ın ziya-i vücudunun gölgesi –bunlar kelime yetmezliğinden meydana gelen sakatât– cem’de gölgesinin gölgesi, cem’ü’l-cem’de ise, vicdanî olarak doğrudan doğruya “sübühât-ı vech”in şuaâtının hükmünü icra etmesi söz konusudur. Ayrıca bazıları, cem’ü’l-cem’den sonra; Hazretü’l-Cem diye bir üçüncü makamdan daha bahsederler ki, muhakkikîn bu makamı, farzlar üstü nafilelerle, bize bizden daha yakın olan Zât-ı Hakk’a yaklaşmanın bir unvanı saymışlardır. Bu seviyeyi ihraz eden sâlik, Hak’la bâki olduğunun şuuruna erer; her şeyi iç müşâhedeleriyle daha bir derince ve daha bir netçe temâşâ etmeye başlar; iç sezileriyle zâhirî havâssının önüne çıkar; ruhuyla duyar, basîretiyle görür, vicdanıyla değerlendirir ve keşfin araladığı kapı aralığından nazarî bilgilerinin gerçek yüzlerini müşâhede etme imkânını elde eder ki; bu mertebe 1 هُوَ الْأَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ hakikatinin eksiksiz bir mazhar-ı tâmmı ve sâlikin de bir mir’ât-ı mücellâ hâline gelmesi noktasıdır. Böyle zirveler zirvesinde seyahat eden bir hak eri, istidat ve kabiliyeti ölçüsünde, ya bir Kutup Yıldızı gibi “seyir fillâh” der ve kendi etrafında döner, Hakk’a koşar durur ya da kalbiyle asıl yörüngesinde kalır ve kalıbıyla halk içinde olur.

İster öyle-ister böyle cem mertebesini ihraz eden herkes aynı zamanda “bekâ billâh”a da mazhar olmuş demektir. Tevhid-i sıfâtta kendi sıfatlarından, tevhid-i zâtta kendi zâtından fâni olan bir müntehî, “bekâ billâh” unvanıyla yeniden varlığa erer.. ebediyetin neşvesini duymaya başlar; başlar ve kendi fiillerinin, Hakk’ın ef’âli içinde eriyip gittiği zevkiyle “cem” der.. sıfatlarının Hakk’ın sıfatları karşısında müzmahil olduğunu müşâhede ederek kıyam hâlindeki ubûdiyetin rükû ile derinleşmesi anlamında “cem’ü’l-cem” ezvâkıyla erir-gider.. ve zâtının Hazreti İlim ve Vücud muvacehesinde mütelâşî olup gitmesi sonucu tamamen bir iç müşâhede ve zevk-i ruhanî ile kendini “Hazretü’l-Cem” mülâhazasına salar ve hayret üstü hayretlere müstağrak olur.

Diğer bir yaklaşımla, kulluk vazife ve sorumluluklarının, tam bir edep, inkıyat ve şuurla yerine getirilmesine “fark”; şart-ı âdi planında ortaya konan bu “bidâat-i müzcât” ölçüsündeki mini sermayeye “min haysü lâ yahtesib” lütfedilen ilâhî ihsan ve vâridler sağanağına mazhariyet veya memerriyet keyfiyetine de “cem” denir. Bu mülâhazayladır ki, hâl ehli “Farkı anlamayan kulluğu bilemez, cem’i duymayan da mârifetten anlamaz.” demişlerdir.

2إِيَّاكَ نَعْبُدُ ferdî vicdanın mâşerî vicdana tercümanlığı sadedinde, fark makamının sesi ve kulluk pâyesinin soluğu, 3وَإِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ de cem mertebesinin ifadesi ve beşerî acz ü fakrın ilanıdır. Her sâlik için yolculuğun başında duyulan tek ses ve çizgi fark sesi, fark çizgisi, nihayetinde ise cem zevkidir. Bazı istidatlara göre nihayetler nihayeti ise “ehadiyet” mertebesinin remzi olan “cem’ü’l-cem” ve “vahidiyet” zirvesinin işareti olan “Hazretü’l-Cem”dir.

Kâşânî’ye göre fark, nazarî Hak mülâhazasını henüz inkişaf ettiremeyenlerin mârifet ve zevk-i ruhanîleri –burada aynı anlayışı paylaşmadığımızı belirtmeliyim– cem, halkı aradan çıkararak Hak mülâhazasıyla müstağrak hâle gelme; cem’ü’l-cem ise, halkı Hak’la kâim görme, duyma zirvesidir ki, bu makam aynı zamanda cem’den sonra gelen cem üstü fark makamıdır. Böyle bir makamda sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl, sıfât ve zâtî şe’nleri mülâhaza edildiğinden Hazreti Hak, bu mertebe kahramanlarının –keyfiyeti meçhul– gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olması itibarıyla, onların nisbî-kisbî fiillerine terettüb eden Kendi ef’âlini, o mertebenin mazhariyetine hitap sadedinde, esbab-ı âdiyeyi bütün bütün vazifeden azl ile Kendine nisbet eder ki; فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُم۞ْ وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى “Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın; ancak Allah attı.”4 âyeti mucizât-ı nebeviye hakkındaki sarahatinin yanında, bu mertebeye işaret ettiği de pek çok mutasavvifînin müşterek görüşüdür.

Bu mânâda bir cem, panteistlerin iddia ettikleri anlamda bir vücud birliği ifade etmediği gibi, fark da bunun aks-i tâmmı değildir. Kadîm kadîmdir; hâdis hâdistir. Hâlık Hâlık’tır; mahlûk da mahlûktur. İki husus arasındaki nisbet tezahür nisbeti değil yaratma ve tecellî nisbetidir. Böyle bir tecellîde her zaman iki durum söz konusudur: Bu tecellîlerden birinin kesif bir cisme, ikincisinin de latîf bir cevhere sebebiyet vermesi veya –yoruma açık bir tabirle– inkılâb etmesidir. İşte bu birbirinden uzak iç içe yanlarıyla insan كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ “Herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır.”5 fehvâsınca, yer yer cismine göre, zaman zaman da ruhuna göre davranışlar sergiler.. evet, kesif bir cisimden ibaret olması itibarıyla onun gözü hep tabiatta ve cismaniyettedir. Latîf bir ruhla memzûc bulunması açısından da ruhanî âlemlere ve meâlîye meyyaldir. Şer’in tayin buyurup garanti ettiği yükselme yolları sayesinde hak yolcusu, fâni ve zâil şeylerden alâkasını kesip bekâya yöneldiğinde, أَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzere değil midir?”6 mazmununca, fevkalâde bir temkin ve teyakkuzla, Rabbinin nuru rehberliğinde her zaman gönüllere inşirah veren ufuklarda dolaşır.. yer yer bazı hissî iltibaslara rastlasa da, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın aldatmayan pişdarlığı sayesinde onları rahatlıkla aşar.. hep mârifetin mişkât-ı nübüvvet kaynaklısına koşar; koşar ve panteistlerin düştükleri hatalara kat’iyen düşmez.

Diğer bir zaviyeden cem; cem-i ilim, cem-i vücud, cem-i ayn olmak üzere üç kategoride mütalâa edilegelmiştir:

Cem’ü’l-ilim; delil ve burhanlarla elde edilen ve mebdei itibarıyla seyr u sülûk-i ruhanî esnasında, mârifetin ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ayne’l-yakînden de –mecazen dahi olsa– hakka’l-yakîne yükselen enfüsî bir ilim ve bir ilm-i ledün şeklinde anlaşılmıştır ki, istidlâl yolunda yürümenin neticelerindendir; ama, ne enfüsî ne de âfâkî delillerle ulaşılan gerçeklerin aynı değildir; tabiî tam gayrı da değildir; şart-ı âdi planındaki istidlâlle Cenâb-ı Hakk’ın, bir meyelândan ibaret olan cüz’î iradeye –tenasüb-i illiyet prensibiyle izah edilmese bile– hususî bir atâsıdır. Zaten, onun lütuflarıyla bizim irademiz arasında ne zaman bir tenasüp olmuştur ki..?

Cem’ü’l-vücud; sâlikin vicdanî ve hissî şuhûduyla, eşya ve hâdiselerin ne ile kâim olduğunun tam zuhur etmesi ve bütün varlığın vicdanî müşâhedede eriyip gitmesi, hatta cihetlerin bile tuz-buz olup yoklara karışması makamıdır ki, bu makama kadem basan gönül sultanları sadece ve sadece Hazreti Vücud veya Hazreti İlim’in şuaâtını duyar ve bütün varlığı da bu şuaâtın gel-gitlerinden ibaret sayarlar. Tecellî mazhariyete, zıll de asla karıştırılmadığı takdirde, böyle bir ufka erenler için her vadide acz ü fakrını müdrik yüz bin gedâ 7 هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ der inler.

Cem’ü’l-ayn; âfâkî ve enfüsî bütün işârât ve delillerin, Cenâb-ı Hakk’ın, sâlikin kalbine attığı nur-u mârifet ve zevk-i ruhanîye nisbeten mütelâşî olup gitmesi demektir ki, bazıları bu noktaya hak yolcusunun seyahatinin sonu nazarıyla bakmışlardır. Onların bu mülâhazaları eğer, yakazadan temkine, temkinden tevbeye, tevbeden inâbeye, inâbeden evbeye yani sürekli Hakk’a müteveccih olmanın adı ve Hâlık-mahlûk, âbid-Mâbud, Rab ve abd münasebetinin unvanı ise, buna kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktur. Yok eğer, cem’ü’l-ayn derken, hakâik-i eşyanın nefy u inkârı, varlıktan Vareden’e istidlâlin gereksizliği; emr ü teklifin düşmesi, ben-sen-o mülâhazalarının hakikatte ve nefsü’l-emirde ortadan kalkması kastediliyorsa, bu bir fikir kayması, inanç inhirafı ya da fantastik düşüncelere kapılarak farklı bir şeyler söyleme gayretinden başka bir şey değildir. Bu mülâhaza, aynı zamanda mağrur bir kısım panteistlerin ve monistlerin mülâhazasıdır. Birinci tespit ise enbiyâ-i izâmın ve asfiyâ-i fihâmın ahvâlidir. Bu zevât, nâmütenâhîye müteveccih yolu nâmütenâhî görmüş, mebde ve müntehâyı aynı şuur ve teyakkuz içinde duymuş, yaşamış ve her zaman hak kapısının eşiğine baş koymayı hayatlarının en birinci gayesi saymışlardır. Bunlardan ekmelü’l-mükemmelîn olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a hitap sadedinde Cenâb-ı Hak: وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ “Sana yakîn gelinceye dek Rabbine ibadete devam et.”8 ferman buyurarak, her canlı için müteyakkan bulunan ölüm gelinceye kadar, kulluğa devam etmesini talep etmiştir ki, bir taraftan ölümün teklifte son sınır olması vurgulanırken, diğer yandan da, Efendimiz’e nisbeten, likâullahın, hakka’l-yakînin bir unvanı olması itibarıyla, maruz kaldığı belâ, musibet ve sıkıntılara karşı, onun için ayn-ı visal olan likâullah hatırlatılarak mudâyakaları hafifletilmek istenmiştir.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِص۪ينَ الْمُخْلَص۪ينَ الْمُتَّق۪ينَ الْوَرِع۪ينَ الزَّاهِد۪ينَ الْمُقَرَّب۪ينَ الرَّاض۪ينَ الْمَرْضِي۪يّنَ، وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّق۪ينَ وَقُدْوَةِ الْمُخْلَص۪ينَ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ الزَّاهِد۪ينَ الْمُقَرَّب۪ينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِي۪يّنَ، اٰمِينَ…

1 “Evvel O’dur. Âhir O. Zâhir O’dur. Bâtın O.” (Hadîd sûresi, 57/3)

2 “Yalnız Sana ibadet ederiz.” (Fâtiha sûresi, 1/5)

3 “Ve yalnız Senden medet umarız.” (Fâtiha sûresi, 1/5)

4 Enfâl sûresi, 8/17.

5 İsrâ sûresi, 17/84.

6 Zümer sûresi, 39/22.

7 “O, Hay’dır. (Her zaman var olan, ezelî ve ebedî hayat sahibidir.) O Kayyum’dur. (Bizatihi var olup başkasına muhtaç olmayan ve her şeyin varlık ve bekâsı Kendisine muhtaç bulunandır.)” (Bakara sûresi, 2/255)

8 Hicr sûresi, 15/99.

-+=
Scroll to Top