Cenâb-ı Hak hem bir tane hem de her yerde, izahı nedir?
Cenâb-ı Hak, hem bir tanedir, hem de her zaman ve her mekânda ilmiyle, kudretiyle hâzır ve nâzırdır. Biz böyle demekle, Allah’ın zâtıyla, bir cisim gibi yer tuttuğunu, bir hayyiz işgal ettiğini düşünmüyoruz. Allah bir tanedir derken, celâlinin ve azametinin ifadesini söylüyoruz. Allah her yerdedir derken de, rahmâniyetiyle, rahimiyetiyle, ilmiyle, kudretiyle yani -benzetmek olmasın- güneş şualarıyla başımızı okşadığı hâlde, biz ona yetişemeyecek kadar bizden uzak olduğu gibi, Cenâb-ı Hak da bu sıfatlarıyla bizi kuşattığı ve bize bizden yakın olduğu hâlde, bizim O’na ulaşmama buudumuzla da bizden nâmütenâhî muallâdır.
Evet, Cenâb-ı Hak, “Biz insana şah damarından daha yakınız.”1 buyuruyor. Bana şah damarımdan daha yakın olan Allah, demek ki keyfiyetsiz, kemmiyetsiz olarak her yerde hâzır ve nâzırdır. O, “İnsanla kalbi arasına girer.”2 Demek ki bana kalbimden de yakın. Eğer ben desem ki, “Kalbimde Allah vardır.” doğrudur. Çünkü O beni benden daha iyi bilir. Ben kendi kalbimi anlayamamış olabilirim.
Ve yine: “Attığın zaman sen atmadın, attığını Allah attı.”3 buyrulduğuna göre, demek ki Bedir’de ve daha başka yerlerde Efendimiz adına atan da Allah (celle celâluhu) idi. Öyleyse atmaya varıncaya kadar her şeye doğrudan tesir ediyor. Öyleyse Allah her yerde… Bu ve benzeri âyetler, Rabbimiz’in, rahmâniyet ve rahimiyetiyle, cemaliyle, celâliyle, kemaliyle, kudretiyle, ilmiyle, iradesiyle ve diğer sıfât ve isimleriyle her yerde hâzır ve nâzır olduğunu gösteriyor.
Ve Allah aynı zamanda da bir tanedir. Bir tane olması, hem kâinattaki hakikatlerin, hem de Kur’ân’ın nasslarının ifadesidir. Eğer -hâşâ!- kâinatta iki ilâh olsaydı, yer gök fesada giderdi. Zaten Allah Kelâmı da bundan başkasını söylemiyor: “Allah’tan gayri göklerde ve yerde bir kısım ilâhlar bulunsaydı, yer-gök fesada gider, her yeri bir kaos alırdı.”4 Yani yıldızlar müsademe eder, zerreler ve küreler birbiriyle çarpışırdı. Öbür taraftan güneşten gelen şualar ve radyasyonlar karşısında yeryüzündeki uranyum inkılaplara girer, zincirleme reaksiyonlarla her şey yok olur giderdi. Eski kelâmcılar buna “Burhan-ı temânu” diyorlar. Yani bu delile göre, Allah bir tanedir, iki olmaz. Çünkü en küçük bir şey dahi, meselâ bir vapurun dümenine iki el karışsa karıştırır. Bir arabanın iki tarafında iki tane direksiyon olup da iki şoför tarafından idare edildiğinde, yollara rağmen keşmekeşliğe girileceği gibi, kâinatın da, iki muhtar güç tarafından idare edildiğinde fesat ve kargaşaya gireceği kaçınılmazdır.
Binaenaleyh âhenk içinde devam eden şu kocaman kâinat mekanizması içinde, gizli bir kaderin işlediğini görüyoruz. Makro âlemden normo âleme, ondan mikro âleme kadar, her şeyde baş döndürücü bir nizam ve âhengin var olduğu seziliyor. Bu âhenk ve nizam, ilmî bir plan ister. Bunun, ilmî plandan varlık sahasına çıkması için de bir kudret ve irade gerekir. Sonra da devamlı görüp gözetme şarttır. Bunun için de bir tek elden başkasının karışmaması gerekir. Zira insanlar bile kendi işlerine başkasını müdahale ettirmek istemezken -ki buna “Redd-i müdahale kanunu” denmektedir- nasıl olur da Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinat çapındaki iç içe işlerine başkası karışabilir. Onun için diyoruz ki, şu kocaman kâinat kitabının, fabrikasının veya saatinin içine iki el birden uzansaydı mutlaka her şey karışacaktı. Karışmadığına göre, kâinatın sahibi, maliki, idarecisi bir tanedir.
Şimdi meseleyi bir de vicdan yönüyle ele alalım:
Çevremizde cereyan eden olaylar, hem bizim iç dünyamızda hem de realite planında, Allah’ın biricik dayanak, biricik sığınak ve biricik melce olduğunu ispat etmektedir. Çünkü meselâ, ben âciz ve fakir bir insan olarak, acz ve fakrımı idrak şuuru içinde, kırılmış bir tahta parçası üzerinde, denizin müthiş dalgaları arasında, ellerimi kaldırıp “Yâ Rabbi, yâ Rabbi!” diyorum. Vicdanımın derinliklerinde biliyorum ki beni duyacak birisi var.. beni duyması için de O’nun her yerde hâzır ve nâzır bir Rabbülâlemin olması lâzımdır. Öyle bir Rabbülâlemin ki, benim niyazımı işittiği aynı anda bir karıncanın kendisine has ızdırar diliyle yaptığı dua ve taleplerini de işitir.
Demek ki O, karıncaya da şah damarından daha yakın. Dünya çapında kabul olan bütün dualar bu gerçeği ifadede güçlü birer beyandır.
Allah Resûlü anlatıyor: Geçmiş peygamberlerden biri kavmini topladı, yağmur duası için yola çıktı. Yolda bir karınca gördü. Karınca sırtüstü yatmış el ve ayaklarını hareket ettiriyor ve kendine has diliyle dua ediyordu. O peygamber yanındakilere hitaben: “Artık geri dönebilirsiniz. Çünkü Allah sizden başkasının duası sebebiyle yağmur gönderecektir.” dedi. Sonra da ihtiyaç veya ızdırar diliyle o duayı yapanın karınca olduğunu bildirdi.5
En küçüğünden en büyüğüne kadar muztar kalan her varlık Allah’a karşı dua ve niyazda bulunur, Allah da bu dualara cevap verir. Cenâb-ı Hak “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden kimdir?”6 âyetiyle bize bu hakikati talim edip haber vermektedir. Zaten vicdanlarımız bunun şahidi değil mi?
Öyleyse Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. O, herkesin her hâlini görür, her sesi duyar, herkesin imdadına koşar, herkese rahmâniyet ve rahimiyeti ile tecellî eder. Binaenaleyh, azametlidir, başka yardımcıya ihtiyacı yoktur. O, her şeyi tek başına yapar; Cennet’i baharı yaratma kolaylığı içinde yaratır. Bu, O’nun azamet, celâl ve vâhidiyetinden kaynaklanan bir neticedir. Ve Allah her yerde, her mekânda hâzır ve nâzırdır, ama cisim olarak ve mekân tutarak değil; O, esmâ ve sıfatlarıyla keyfiyet ve kemmiyetten müberra ve münezzeh olarak hâzır ve nâzırdır. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyetinin, cemalinin, rahmâniyet ve rahimiyetinin cilvesidir.
Meselâ, işte şahid! Eğer benim gözümden suyu çekip kurutsa ve onu hiç sulandırmasaydı, bir hastalık olan göz kuruması gibi bir illete mâruz kalacaktım. Demek ki O, her dakika gözümü görüyor ki, hastalıktan korumak için onu sulandırıyor. Gözü bana veren ve eşyayı görmeme onu vesile ve vasıta kılan, aynı zamanda gözümü de, gözümün gördüklerini de bilen birisi olması lâzımdır ki, bu işler olsun.
Ve yine meselâ; yediğimi hazmedebilmem için, ağzımda lokmayı sulandıran, mideme şifre gönderen, kafamı harekete geçiren, vücudumdaki gıda maddelerini muhtaç olan hücrelere, hem de en âdil bir şekilde taksim eden bir zât olması lâzımdır ki, şu benim hayatım devam edebilsin. Onun içindir ki, “Rabbimiz’in isimleri bizim üzerimizde rahmâniyet ve rahimiyetiyle tecellî ediyor.” diyoruz. Eğer Rabbimiz her yerde hâzır ve nâzır olmasaydı, lokma ağzımızda kurur kalırdı, mideye inen şey taş gibi inerdi ve hiçbir şey hücrelere âdilane taksim edilemezdi.
İşte bütün bunlarla biz, Allah’ın bize bizden daha yakın olduğunu anlıyoruz. Evet, Cenâb-ı Hak isim tecellîleriyle bize şah damarımızdan daha yakındır. Fakat biz, bize ait hususiyetlerimizle O’ndan çok uzağız…
Şimdi, bunu nasıl tevfik edeceğiz, onu bir misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ güneş bize bizden yakındır. Ama biz ondan çok uzağız. Güneş haddizatında bir tanedir, fakat her gün çeşitli boydaki dalgalarıyla başımızı okşar, her gün ağaçların dallarında bizim hesabımıza meyveleri kendi kazanında pişirir durur.. Güneşin harareti, ziyası, ışığı, renkleri tıpkı onun sıfatları gibidir. Eğer harareti onun kudreti, ışığı ilmi, yedi rengi de görmesi, duyması vs. gibi duyguları olsaydı, bize bizden daha yakın olarak bizde tasarruf yapacaktı. Kaldı ki güneş, kesif ve maddî bir varlıktır. Onun bünyesinde her zaman hidrojen helyuma dönüşüp bundan hâsıl olan ve milyonlarca tona tekabül eden ışın ve radyasyonlar da gelip bize, küremize, küremiz gibi daha nice yerlere ulaşmaktadır. Kaldı ki, güneş, netice itibarıyla maddeden ibaret bir varlıktır. Hâlbuki Allah maddeden münezzeh ve müberradır. Allah; ışın, radyasyon veya atom değildir. O, bunları yaratandır. Onun için bunlardan başkadır.. Allah Teâlâ Münevvirunnur’dur. Nura fer veren O’dur; nuru tasvir eden, şekillendiren O’dur; nura kaynak olan O’dur; nuru yaratan O’dur. Bütün ziyalar, ışıklar, hararetler, renkler, O’nun kabza-i tasarrufundadır.
Allah’ın yarattığı güneş öyle olunca, elbette Allah (celle celâluhu) evveliyetle hem bir tane, hem de her yerde hâzır ve nâzır olacaktır. Kaldı ki Nur ismine mazhar ehlullahtan, “ebdâl” dediğimiz bir kısım zatlar, “vücud-u mevhibe-i rabbaniye”leriyle, yani ruh buudlu ikinci vücudla bir anda yüzlerce yerde bulunabiliyorlar. Sözlerine itimat edilir pek çok kişinin şehadetiyle bir zat, aynı günde hem İzmir’de hem Eskişehir ve hem de Ankara’da görülebilmektedir. Ve onu, kim bilir daha nerelerde görenler vardır!
Allah’ın maddeden mürekkeb âciz bir kulunun, ikinci varlığı olan dublesi, bir anda böyle yüz yerde görülürse, onu bu kadar kabiliyet ve istidatlarla donatan, maddeden münezzeh ve müberra olan Hâlık, birliğiyle beraber niçin isim ve sıfatları ile her yerde hâzır ve nâzır olmasın ki! Değil mü’min veliler ve onlardaki “vücud-u mevhibe-i rabbaniye”, bugün Avrupa’da ruhî tecrübeleriyle bir kısım spiritüalistler ve medyumlar aynı şeyi yapıyorlar. Gün geçmiyor ki, gazetelerde, mecmualarda bunlara dair pek çok enteresan hâdise neşredilmiş olmasın.
Evet, bunlara dair, her gün bir sürü şey duyuyor ve okuyoruz. Bunlardan birisi diyor ki: “Ben Londra’da bir seansta bulundum, aynı anda Fransa’da bulundum, aynı anda Belçika’da da bulundum.” Hakikaten o şahsı oralarda görüyorlar. Melâike-i kiram bir anda pek çok yerde bulunabiliyor, cinler bir anda birçok yerde görülebiliyor, büyük şeytan, büyük kimselerin hepsine tesir etme yolunda, bir tane olmasına rağmen, tahtını bir yere kuruyor.. ve bilhassa baştakilerin hepsine bir anda sinyaller göndererek, hepsini bir ölçüde tesir altına alabiliyor…
Allah’ın en âciz, en hakir varlıkları bu kadar harika şeylere mazhar olurlarsa, acaba bunları var eden, varlıklarını devam ettiren, O Hayy u Kayyum olan Allah (celle celâluhu), isim ve sıfat tecellîleriyle her yerde hâzır ve nâzır olamaz mı?
1 Kaf sûresi, 50/16.
2 Enfâl sûresi, 8/24.
3 Enfâl sûresi, 8/17.
4 Enbiyâ sûresi, 21/22.
5 Hâkim, el-Müstedrek 1/473.
6 Neml sûresi, 27/62.