Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna girerken ne gibi fikrî bir hazırlık yapmalı ve O’nun huzurunda neler düşünmeliyiz?

Huzur derken daha ziyade namaz gibi ibadetlerdeki huzur kastediliyor zannediyorum. Eğer sorudaki huzur bu mânâda sorulmuşsa, zaten namaz bizzat kendisi huzurdur. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, miraç gibi huzurun en mükemmel ve en münevveriyle şereflendirilmişti.. bu çok önemli hâlin bizim mahiyet menşûrumuza aksi, namaz şeklinde olmuştu. Evet O’nun miraçtan bize getirdiği en kıymetli hediye namaz olmuştur. Namaz bizler için mikro plânda bir miraç demektir. Bunu duyup doyabilmemiz için, bir rahmet eseri olarak, günde beş defa namazla huzura alınıyor ve Rabbimiz’e muhatap olma bahtiyarlığıyla şereflendiriliyoruz.

Efendimiz’in miraçta semaları dolaşması, Rabbimiz’le bizzat vicahî olarak, perdesiz konuşması ve kendi idraki vüs’atinde Cenâb-ı Hakk’ı, minvechin perdesiz hicapsız müşâhedesi ve ardından namazı, bir armağan ve hediye olarak bize getirmesi, evet bu iki hâdise birbiriyle o denli irtibatlıdır ki, namazı miraçtan ayrı düşünmek mümkün değildir. Evet, namaz, miracın ve herkes için bu kavs-i urûcun semere ve meyvesidir.

Tüccarlar, sağa-sola gider; alışveriş yapar ve gelirken de bir şeyler alır öyle dönerler. Allah Resûlü de tamamen ebediyet gamzeden bir mukaddes alış-veriş için Rabbinin huzuruna çıkmıştı. Kudsî yolculuğun daveti.. bu âdeta bir alış-verişti; Cenâb-ı Hak’tan gelmişti. Bu alışverişte Rabbimiz’in bizden istediği de sadece itaat ve kulluktu. Buna mukabil O da, namazımızı, Efendimiz’in miracı gibi kabul buyuracaktı. Biz O’nun yolunda olacaktık, O da bizim elimizden tutacak ve bizi zâyi etmeyecekti. Biz, görmeden O’na inanacaktık, O da bir mânâda namazımızda bize görünerek gözlerimizi aydın kılacaktı. Ortada böyle bir alış-veriş vardı; ama, hiçbir surette pazarlık yoktu. Çünkü verilenlerin hepsi bir lütuftu…

Allah (celle celâluhu) lütfuyla O’nu huzuruna aldı. Ve en çok sevdiği bu insanı bizim namımıza konuşturdu. Tahiyyatı ile O’na selâm verdi ve bize de selâm gönderdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istifade ettiği gibi, biz de o teveccühten istifade ettik. Namaz işte böyle bir huzuru sembolize eder.

İnsan namaza gelirken, bu anlayış ve bu düşünce ile gelmelidir. Böyle kudsî bir işe hazırlanma çok önemlidir. Her şeyden evvel namaza hazırlanırken abdest alınır. Bazı hâllerde de abdest yerine gusül yapılır. İnsan, abdestte her uzvunu yıkayışıyla ayrı bir mesafe alır, ayrı bir aydınlık idrak eder ve ayrı bir canlılığa ulaşır.. abdest içinde okunan dualarla da belli bir metafizik gerilim içine girer. Bu arada camiye giderken yapılacak bir kısım dualar da vardır ki, insan bunlarla adım adım Rabbi’nin huzuruna gelişini hisseder ve yaptığı dualarla âdeta semavîleşir. Bu kapı, herkese olmasa bile çoklara açıktır. Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi insanlar her namaz vakti sararıp solar ve âdeta bayılacak hâle gelirlerdi…

Zira namaz ilâhî huzura ermek ve âdeta, vicahî olarak Hak’la görüşmek demektir.

Bir insan düşünün ki, kendisine çok mühim bir meselede, seçkin bir topluluk karşısında, bir konuşma teklifi yapılmıştır.. ve o insan ilk defa böyle bir topluluk huzuruna çıkacaktır. Dinleyenler arasında her sınıfın en üst seviyedeki temsilcileri de bulunmaktadır. O insan böyle bir durum karşısında nasıl sararır, solar, bocalar, kem küm eder ve müthiş bir heyecan içine girer; öyle de kul, namazında bu kişinin durumundan bin misli daha fazla bir heyecan ve helecan içine girer.. tabiî ne yaptığının şuurunda ise… Çünkü biraz sonra onun konuşacağı meclis, sadece misal olsun diye sözünü ettiğimiz meclisten kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha mehâbetli ve daha yücedir.

Evet bu insan, her an ayrı bir şe’n ve tecellîde olan Rabb’in huzuruna girecektir. Ve daha önceki namazdan bir sonraki namaza ülfet adına intikal edecek heyecan yatıştırıcı müsekkinlere karşı dikkatli olmalıdır.

Düşünmeli ki, Hz. Musa (aleyhisselâm) gibi ulü’l-azm bir peygamber, Cenâb-ı Hakk’a ait mehâbetle dopdolu olduğu hâlde, yine de Firavun’un yanına girmeden evvel رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي1 demek suretiyle bir iç hazırlık yapıyordu; vicdanını konuşturuyor ve mukavemetini artırması için Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunuyordu…

Mü’minin abdesti ve mescide gidişi bir ilk hazırlıktır sanki. Hayalinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) temessül etmiş ve biraz sonra da namazında O’na cemaat olacaktır… Bu şuur ve bu iştiyak içinde namaza duracak ve namazında okuduğu Kur’ân’ı bizzat Cenâb-ı Hakk’a takdim ediyor gibi okuyacaktır. Belki yer yer, mescidin dışında bırakmaya çalıştığı uygunsuz düşünceler onu rahatsız edecek; fakat o böyle eşkıya ve yol kesicilere kat’iyen teslim olmayacak ve yoluna devam edecektir. Ayakta durmaya dermanı kalmadığını hissedince de, Rabb’in azameti karşısında iki büklüm olup rükûa varacak, rükûdan kalkarken de vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın kendisine rahmet nazarıyla bakışını yakalamaya çalışacak.. çalışacak ve o bakışı yakalamış gibi hayretinden dizlerinin bağı çözülecek, tam ve ciddî bir teslimiyet içinde, kulun Rabb’ine en çok yaklaşabileceği sınır nokta olan secdeye kapanacak. Ümmetlerin ahirette diz çöküp oturmasına mukabil, o, bu ızdırarî hâli ihtiyarî olarak dünyada yapacak ve diz üstü çöküp, yalvarış ve yakarışlarla Rabb’ine müracaatta bulunacak ve gönül dünyası huzurun ışıklarıyla dolup taşacaktır. O, böyle yapıp ve bunlara mazhar olunca, ahirette böyle bir duruma düşmekten de -inşâallah- kurtulacaktır. Zira Allah (celle celâluhu) iki korkuyu bir arada vermeyeceğini vaad etmektedir. İki emniyetin bir arada verilmediği ve verilmeyeceği gibi.2

Bu seviyeyi elde edebilmenin kendine göre yolları vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamamız mümkündür:

Birincisi: Âfâkî ve enfüsî tefekkürde ısrar… İnsan hiç durmadan âyât-ı tekvîniyeyi düşünmeli, âfâktan enfüse ve enfüsten âfâka düşünce mekiğini gezdirip durmalıdır. Evet, insanın tefekkürü, onu, bir taraftan semanın yıldızlarla yaldızlanmış ufuklarına götürmeli, diğer taraftan da mahiyetinin derinliklerinde seyahat ettirmelidir ki “kör ve sağırlar”ın yediği damgayı yemiş olmasın. Çünkü böyle olanlar, kalblerini terk ve rabbanî latîfelerini ihmal ettiklerinden dolayı, körler, sağırlar ve dilsizler gibi yaşamaktadırlar. Kendi mahiyetlerini görüp dururken de durumları daha farklı değildir.3

İnsan tefekkürle, bir saatlik ibadetini bin senelik ibadet hükmüne getirebilir ve bu seviyede sevap kazanabilir. Ve işte, bu tefekkür şuuruyla namaz onu, esmâ dairesinden sıfât dairesine, oradan da Zât dairesine sıçratır ve insan âdeta sonsuzluğa yelken açmış gibi olur.

İkincisi: “Rabıta-i mevt” dediğimiz ölümün düşünülmesidir. Bu yapılırken de ihtimal ve faraziyelerle değil, bizzat ölümle burun buruna gelmiş bir insan hâletiyle yapmalıdır. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ4 âyetiyle bu hakikate, arz edilen çizgide parmak basmaktadır. Bir kısım tefsir ve mealcilerin söylediği gibi âyetin mânâsı “Her nefis ölümü tadacaktır.” şeklinde ifade edilmesi oldukça eksik bir mânâdır. “Her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır.” şeklindeki ifade, öncekinden daha tutarlıdır. Çünkü Türkçe’de “Her nefis ölümü tadacaktır.” ifadesinin Arapça karşılığı كُلُّ نَفْسٍ سَيَذُوقُ الْمَوْتَ şeklinde olur. Hâlbuki âyetteki ifade yukarıda söylediğimiz şekildedir. Âyetin Türkçe’ye en yakın ve az kusurlu meali ise “Her nefis ölümü tatmaktadır.” şeklinde olmalıdır. Evet, her nefis her an ölümü tadıp durmaktadır ve burada başka herhangi bir mânâ da bahis mevzuu değildir.

Bu hususu da kısaca izah etmek uygun olacak:

Biz her an ölüp dirilmekteyiz. Zira bizler, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinin akislerinden ibaretiz. Bu tecellîler o kadar seri bir şekilde ve peşi peşine gelmektedir ki, biz, kendimizi inkıtasız ve devamlı kabul ederiz. Bu aynen sinema şeridindeki karelerin çok hızlı dönüşüyle, oradaki nesnelerin hareketli görünmesi gibidir. Aslında biz, her an -ki “an” kelimesiyle zamanın en küçük parçası neyse onu kastediyoruz- var olup yine yok olmaktayız. Bu tecellîler O feyz-i akdesten geliyor ve biz de daimî bir var ve yok olmayla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu durumda sanki biz, saatin akrep veya yelkovanı üzerindeymişiz gibi oluruz. Yani ilk hareketin bizi her an öbür tarafa atması ihtimaliyle karşı karşıya bulunuruz.. ve zaten sonunda da bu durum kaçınılmaz bir netice olacaktır. Öyleyse, ölümü, istikbalde vâki olacak bir hâdise gibi değil, her an yaşanmakta olan bir vak’a gibi değerlendirmeliyiz.

Bu değerlendirme bizi, daima ahirete hazır hâle getirecek ve namazımızı da, ahiret hazırlığı içinde olan bir insan edasıyla kılmaya vesile teşkil edecektir.

Üçüncüsü: Namazı huzur dolu insanların yanında kılmak da bir yoldur. Zira, başını secdeye koyduğu zaman, soluklarında Muhammedîlik esip duran birinin yanında kılınan namaz da insanın o havaya bürünmesine bir vesiledir. Ondandır ki, cemaat olma tavsiye ve emredilmiştir. Çünkü ferdin iç mukavemeti her zaman huzur temin etmeye yetmeyebilir. Bu durumda, cemaat içindeki fertlerin mânevî desteği onun imdadına yetişir ve ona da huzur kazandırır.

Gözyaşı içinde namaz kılan bir insanın hâl ve durumu, en azından, onun yanında namaza duran insanın da kalbini yumuşatır, hatta bazen ona da gözyaşı döktürür. Bir çoğunuz müşâhede etmişsinizdir. Ravza-i Tâhire’de ve Beytullah’ta öyle namaz kılan, secde ve rükûuyla öyle ubûdiyette bulunan insanlar vardır ki, bizler onları seyrederken kalbimiz duracak hâle gelir…

“Rükû edenlerle beraber siz de rükû edin.”5 âyetinin işaretinden biz bunu anlıyoruz. Kişi sevdiğiyle beraberdir.6 Onun için evvelâ bu türlü ibadetle Rabbi’ne kulluğunu takdim edenleri sevecek ve sonra da hep onlarla beraber olmaya çalışacağız. Bu arada namazlarımızı da onlarla beraber kılacak ve onlarla huzur-bahş olan bir iklimde bulunmaya çalışacağız.

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ), Allah Resûlü’nün namazını anlatırken şöyle der: “Allah Resûlü’nün iki rekât namazına şahit oldum. Öyle bir kıyamda durdu ve kıyamını öyle uzattı ki, o kıyamın güzelliğini ne sen sor ne de ben söyleyeyim. Sonra rükûu da böyle oldu. Ardından secde etti; secdesi de en az rükûu kadar güzeldi…”

İşte biz de bir taraftan namazımızı Allah Resûlü’nün bu namazına benzetmeye çalışacak, diğer taraftan da namazı Hak dostlarıyla beraber kılacak ve onların kulluk keyfiyetini gönüllerimizde yakalamaya çalışacağız.

Dördüncüsü: İrademize hürmet ve saygı duyarak ve iradeli bir varlık olmanın gereğini yerine getirerek, namazımıza biraz çekidüzen vermeliyiz. Evet, irademize temrinler yaptırmalı ve huzura giden yolda biraz da O’nun mevcudiyeti esasına göre yürümeliyiz.

Namaz, öyle dünyevî işlerimiz arasından geçiştiriliverecek kadar ehemmiyetsiz bir vazife değildir. O bizim için en mühim bir meşgaledir. Namaz ciddiyetle ele alınmalı ve öyle eda edilmelidir. Değil başka bir iş yüzünden onun ihmale veya aceleye getirilmesi, gerektiğinde her türlü işimiz ona feda edilmelidir.

Aynı zamanda cemaatin ehemmiyeti de unutulmamalıdır. Sadece Hanefî mezhebinde cemaat sünnet-i müekkededir. Hâlbuki diğer üç mezhebe göre cemaat farz veya vaciptir. Onlar وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ7 âyetinden bu hükmü çıkarmışlardır.

Son olarak şunu da ilave edeyim ki, huzur içinde ve erkânına riayet edilerek kılınan bir namazın mü’minde hâsıl edeceği haz ve zevki ona başka hiçbir mazhariyet kazandıramaz. Yeter ki insan, bu mazhariyetin şuurunda olabilsin ve namazın kıymet ve değerini idrak etsin!…

1 “Rabbim, sinemi aç, ruhuma genişlik ver.” (Tâhâ sûresi, 20/25)

2 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483.

3 Bakara sûresi, 2/171; A’râf sûresi, 7/179.

4 Âl-i İmrân sûresi, 3/185.

5 Bakara sûresi, 2/43.

6 Buhârî, edeb 96; Müslim, birr 165.

7 Rükû edenlerle beraber siz de rükû edin.” (Bakara sûresi, 2/43)

-+=
Scroll to Top