Cennet Yolunun Burakları
Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şerifte, يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَفْشُوا السَّلَامَ وَأَطْعِمُوا الطَّعَامَ وَصِلُوا الْأَرْحَامَ وَصَلُّوا بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ بِسَلَامٍ buyuruyor. Peygamber Efendimiz’in bu türlü sözleri, sadece o anki muhataplarına mı özeldir yoksa umûmî midir? Bu hadisi nasıl anlamalıyız?
Cevap: Bu hadis-i şerifi, Abdullah İbn Selâm (radıyallâhu anh) rivayet etmektedir. Kısaca meâli şöyledir: “Ey İnsanlar! Selâmı aranızda yaygın hâle getirin, sofranız herkese açık olsun, çokça ikram edin, sıla-i rahimde de kusur etmeyin… Bir de, insanların uykuya daldıkları anlarda, gecelerin karanlığını namazla delin… Böylece selâmetle Cennet’e girersiniz!”1
Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) bu kabîl sözlerini ilk akla gelen (zâhirî) mânâlarıyla ele almakta ve o şekilde amel etmekte hiçbir mahzur yoktur. Bilâkis, her biri güzel ahlâkın ayrı bir yanına işaret eden bu hususları tatbik etmek insana çok fayda ve sevap kazandırır. Bununla beraber, bu türlü hadis-i şerifleri tergîb (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb (sakındırma, uzaklaştırma) sadedinde îrad edilmiş sözler olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Tergîb ve Terhîbe Birer Misal
Meselâ; Allah Resûlü, “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.”2 buyurmuş; bazı rivayetlerde, hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostâne tavırlar içinde icra etmeyi de nifak emaresi olarak zikretmiştir.3 Bu nebevî beyan, sözünden dönen ya da yalan söyleyen herkesin münafık olduğu mânâsına gelmez. Her yalan, insanı mutlaka münafık yapmaz. Fakat, yalan, bir lafz-ı kâfirdir; yalan söyleyen bir insan küfre doğru bir adım yaklaşmış ve imanını ayakta tutan esaslardan da bir adım uzaklaşmış olur. Dolayısıyla, insan bir-iki yalanla münafık olmasa da doğru olmayan her beyanla tehlike sınırına biraz daha yaklaşmış sayılır. Keza, kendine bir emanet verildiğinde ona hıyanet eden kimse, emniyetten uzaklaşması ölçüsünde imandan uzaklaşmış ve o kadar da küfre açık hâle gelmiş olur. Evet, yalanın, ahde vefasızlığın ve emanete ihanet etmenin öyle çeşitleri vardır ki, onlar insanı tam bir münafık hâline getirir. Bu kötü fiilleri işleyenlerin hepsi münafık olmasa bile, hemen herkes bir yalan menfezinden nifaka düşebilir; bir emanete ihanet çukurundan küfre yuvarlanabilir; sözünde durmama ya da hayâsızca düşmanlık yapma gibi günahlar sebebiyle münafıklar safına kayabilir. Öyleyse, bu neticeye götürebilecek işlerin en küçüğünden dahi fersah fersah uzak durmak gerekir. İşte, Peygamber Efendimiz de münafığın alâmetlerini sayarken terhîb edalı bir ifadeyle bu hususlara dikkat çekmiştir.
Allah Resûlü, bir başka zaman da, “Cenâb-ı Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden (gölgesinden) başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zılli altında himaye edecektir.”4 buyurarak, âdil imamdan başlayıp yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan insanla bitirerek yedi zümreyi saymış ve bu yedi sınıf insanı misal vererek onların temsil ettiği yüksek hasletlere sahip olmamız için bizi teşvik etmiştir.
Tergîb ifade eden bu beyanda, âdil imam ilk sırada zikredilmiştir. Haddizatında, adaletli idarecilerin hepsi Allah’ın zıllinde değildir. Fakat, adil olan bir idarecinin Allah’ın zıllinde olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, hükümdarın ya da değişik kademelerdeki yöneticilerin ellerinde geniş imkânlar vardır. Bu geniş imkânlar, güç ve kuvvet genellikle despotluğa, tiranlığa ve zorbalığa götürür; sahibini çıldırtır ve ona sağlam muhakemede bulunma imkânı vermez. Kaba kuvvet aklın önüne geçer, şefkat duygusunu çiğner ve merhamet hissini öldürür. Dolayısıyla, güç ve kuvvetin temsilcileri çoğunlukla hak ve adalet tanımazlar; âdeta insanların hukukunu çiğneme hakkı kendilerine verilmiş gibi davranırlar. Koruma mecburiyetinde oldukları hukuk kurallarına en başta onlar riayet etmezler. Böylece, aslında bir hikmet-i vücudu bulunan kuvvet, bazı kayıtlar altına alınmadığı ve hakkın emrine girmediği zaman kimin eline geçerse geçsin onu azgınlaştırır ve bir zalim hâline getirir.
İşte, hakperest ve adil davranmanın çok zor olduğu bir konumda, Hulefâ-i Râşidîn, Ömer İbn Abdülaziz, Mehdî-i Abbasî, Harun Reşid, Fatih Sultan ve Yavuz Selim gibi davranmaya çalışarak kılı kırk yararcasına yaşayan idareciler Allah’ın rahmetine, Cennet’e ve rıdvana açık duruyorlar demektir. Güç, makam ve mansıp karşısında “pes” etmeyip adaletten ayrılmama “zıllullah”a açık bir duruş mânâsına gelmektedir. Öyle bir duruş, adil idarecileri, Cenâb-ı Hakk’ın hususî ve sürpriz olarak hazırlayacağı o ilâhî gölgeye namzet hâle getirmektedir. Ahirette insanın kalbini, ruhunu, hissini ve bütün letâifini saran endişe ateşlerine karşı koruyucu bir sera ve bir siper olan “zıllullah”, hiç kimsenin korunamadığı bir yerde, işte o türlü idarecileri himayesine alacak ve onlar için emin bir sığınak olacaktır. Evet, adalet sıfatı, bir idarecinin “zıllullah”a mazhar olması için tek başına kâfi değilse de, o mazhariyete erenler mutlaka adil imamlar arasından çıkacaktır. Dolayısıyla, bu hadis-i şerif bir hakikati ifade etmenin yanı sıra hem fertler hem de toplum için çok önemli olan bazı hasletleri de nazara vererek o güzel huylara teşvik etmektedir.
Münebbihât
İbn Hacer el-Askalânî Hazretleri tarafından derlenen, Peygamber Efendimiz’in, ashab-ı kiram’ın ve tâbiînin büyüklerinin bazı sözlerine yer verilen “Münebbihât” adlı risale, ikiden ona kadar cümlelerden oluşan tembihleri ihtiva etmektedir. Münebbihât’ta, sünâiyyât, sülâsiyyât, rübâiyyât… denilen iki maddeli, üç maddeli, dört maddeli… hadisler vardır ve bunların hepsi Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bazı hakikatleri ifadeyle beraber tergîb ve terhîb maksadıyla söylediği lâl ü güherlerdir. Bunlar, sorunuzda zikrettiğiniz hadis-i şerif gibi, salih amellere karşı arzu uyarır, iradeyi şahlandırır ve iştiyakı artırır; fena işlere karşı da nefsi dizginler, hevayı gemler ve hevesi frenler.
Söz konusu hadis-i şerifte de, mü’minler, amel-i salihe dair dört hususa teşvik edilmekte ve ilk olarak أَفْشُوا السَّلَامَ “Selâmı yaygınlaştırın.” denmektedir. Bildiğiniz gibi, “selâm” ayıp ve kusurdan, korku ve endişeden emin olma, emniyet ve sulh içinde bulunma mânâlarına gelir. Selâm, bir mü’minin diğerine اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ deyip “Allah’ın selâmı senin üzerine olsun; Allah seni her türlü kazâ ve belâdan korusun; selâmetle yaşayıp emniyet ve güven içinde Cennet’e dâhil olasın.” şeklindeki niyet ve mülâhazalarla dua etmesi; diğerinin de, وَعَلَيكُمُ السَّلَامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ diyerek “Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi seninle de beraber olsun; benim için istediklerinin kat kat fazlasını Allah sana da lütuf buyursun.” türünden nezih duygularla mukabelede bulunması demektir.
Selâm Olsun!
Cenâb-ı Allah, “Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyin.”5; bir başka âyet-i kerimede de, “Şayet size selâm verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selâmı alın, en azından verilen selâmın misli ile karşılık verin!”6 buyurmaktadır. Ayrıca, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” der geçerler.”7 ilâhî beyanıyla, has kullarının edep ve nezaket dolu tavırlarını takdir etmektedir. Evet, Allah’ın seçkin kulları, gururlu, saygısız, kaba ve haşin değil, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Kendileri etrafa hiç sıkıntı vermedikleri gibi, cahillerin cahilce tavırlarla onları muhatap almaları, çok kaba hareketler sergilemeleri ve yakışıksız sözler sarf etmeleri karşısında bile asla çirkin bir laf etmez, nezaketlerinden taviz vermezler. Dillerini edep ve nezahete o denli alıştırmışlardır ki, başka bir şey söylemez, sadece “selâm” der geçerler.
Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre; bir gün bir Yahudi, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ der gibi yapmış, fakat, اَلسَّامُ عَلَيْكُمْ demişti. İbrânî dillerinde, سَامٌ “sâm” ölüm demekti; اَلسَّامُ عَلَيْكُمْ ise, “Ölüm sizin üzerinize olsun, canınız çıksın!” mânâsına gelmekteydi. O tâli’siz adam, Allah Resûlü’ne selâm veriyormuş gibi yapıp اَلسَّامُ عَلَيْكُمْ deyince, onun maksadını anlayan Hazreti Âişe Validemiz biraz sinirlenip, “Ölüm, gazap ve lânet sizin üzerinize olsun; Allah canınızı alsın!” diyerek ziyadesiyle mukabelede bulunmuştu. Meseleyi biraz nükteyle ele alacak olursak, muallâ annemiz zâhiren doğru olanı yapmıştı; zira, selâmı alan insanın verilen selâma daha başka kelimeler ilâve ederek mukabelede bulunması gerekir. Meselâ, birisi size اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ deyince, siz وَعَلَيْكُمُ السَّلَامُ demekle yetinmez; وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ sözlerini de ekler; hatta Hazreti Üstad gibi, أَبَدًا دَائِمًا ، أَبَدَ الْأٰبِدِينَ ، دَهْرَ الدَّاهِرِينَ diyerek selâmı bitirirsiniz.8 İşte Âişe Validemiz de –ona ruhlarımız feda olsun– İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı öyle çirkin davrananlara ziyadesiyle cevap vermişti.
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Âişe’nin cevabını doğru bulmadığını ima ederek ”Eğer kötü söz tecessüm etseydi, çok çirkin tecessüm ederdi; nezaket ise, neyin üzerine konduysa onu süsledi ve onun makamını yüceltti.” buyurmuştu. Ümmü’l-mü’minîn, “Yâ Resûlallah! Onların اَلسَّامُ عَلَيْكُمْ dediğini duymadınız mı?” deyince de Efendimiz, “Evet duydum, ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? Ben de onlara, “عَلَيْكُمْ – Size de” diye cevap verdim.”9 demişti.
“İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!…”10 diyen Resûl-i Ekrem Efendimiz, pek çok hadislerinde selâmın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahabi, “İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?” diye sorduğunda, Efendimiz, “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir.”11 buyurmuştur.
Evet, Peygamber Efendimiz أَفْشُوا السَّلَامَ diyerek, dilimizde de kullandığımız “fâş” kelimesinin farklı bir kipiyle selâmı yaygınlaştırmamızı, uğradığımız her yerde emniyet telkin etmemizi, tanısak da tanımasak da karşılaştığımız herkese selâm vermemizi ve selâmı hiç terk etmediğimiz bir adet hâline getirmemizi emretmiştir. Onu, insanların kalblerindeki kin ve nefreti eritecek, aradaki soğuklukları giderecek ve gönüllerde bir sıcaklık hâsıl edecek en önemli unsurlardan biri olarak saymıştır. Yalnızca dışarıda değil herkesin kendi evinde de selâm alıp vermesi gerektiğini de belirtmiş; yanında büyüttüğü Hazreti Enes’e, “Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun!”12 buyurmuştur.
Bonjur, Bonsuvar…
Halk arasında kullanılan, “Emniyete ve güvenliğe geldiniz, burada rahat edebilirsiniz; size teminat veriyoruz.” mânâsına gelen “merhaba”; Fransızca’dan dilimize geçen ve bilhassa Tanzimat’tan sonra âdeta moda olan “bonjur”, “bonsuvar”; İngilizce’den alınan “hi”, “hello”; Türkçenin saflaştırılması bahanesiyle icat edilen “günaydın”, tünaydın” ya da bugün onların yerine kullanılmaya başlanan “iyi günler” ve “iyi geceler” gibi sözler de gönül almaya vesile olabilir; onlarla selâmlaşmak, muhatabı görmezlikten gelerek hiç kâle almıyormuşçasına sessizce çekip gitmekten daha iyidir. Fakat, onlardan hiçbiri “es-Selâmu aleyküm!” demek kadar derin mânâlar taşımaz ve selâmın yerini dolduramaz. Selâmın mânâsı çok derindir. اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ ifadesi, “Allah sağlık, afiyet versin, kaza ve belâdan emin kılsın.” demekten “Cennet dârüs-selâmdır, selâmet yeri ve yurdudur. Cennet senin de otağın olsun, Allah seni Cennetlik eylesin. Cehennem’den uzak, Cennet’e dahil olasın; Allah’ın lütfuna erip ebedî saadeti bulasın.” demeye kadar çok geniş ve derin mânâlar taşır.
Ayrıca, selâmın hakikatini ve keyfiyetini Kur’ân-ı Kerim öğretmiştir. Cennet ehlinin karşılanışını, meleklerin onlara اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ deyişlerini anlatmış ve âdeta her selâm sözü melekleri, Cennet’i ve ehl-i imanın “selâm yurdu”nda karşılanışını hatırlatır olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi, Kur’ân’ın her kelimesi bir “melek-i nâtık”tır.13 Yani, Allah’tan gelen o kelimeler canlı birer çağrıdır, birer davettir. Siz, o mübarek kelimeleri seslendirdiğiniz ya da dinlediğiniz zaman vicdanınızda meleklerin sesini işitebilir, ruhanîlerin teşkil ettiği koroda bulunduğunuzu hissedebilir ve her şeyin ötesinde âdeta Mütekellim-i Ezelî’ye ait selâmı duyuyor gibi olabilirsiniz.14 Kur’ân’ın kelimeleri âdeta sizinle konuşurlar ve o muhrik nağmeleriyle, başka hiçbir vesileyle ve hiçbir yerde bulamayacağınız bazı kayıtları sizin ruh disketinize kaydederler. Öbür tarafta o kayıtların çözümüyle yüz yüze geldiğiniz zaman da sizi zevkine doyamayacağınız bir inşiraha ulaştırırlar.
“Selâm” da melek-i nâtık denebilecek kelimelerden biridir. Öyleyse, başka sözlerle değil, Kur’ân’ın öğrettiği o derin muhtevalı beyanla insanları selâmlayın. Uğradığınız her yerde, çarşı-pazarda, bir dükkânda ya da şadırvan başında rastladığınız her insana اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ deyin, niyetinizle onu her an biraz daha derinleştirerek insanlar arasında emniyetin temsilcileri olun. Sizin o samimi söz ve tavırlarınız bir havuza dökülecek, orada değerlendirilecek; çok farklı şekillerde, değişik kalıplar içinde ve ahirette işinize yarayacak bir keyfiyette mutlaka bir gün dönüp size gelecektir; işte o günü intizara koyulun. Kim bilir, belki de o selâmlaşmalarınızın her biri, dualarınıza meleklerin iştirakini sağlayan kapıyı açacak sihirli birer anahtar mesabesindedir. Kim bilir, belki çarşı-pazarda önünüze gelen herkese emniyet ve güven vaad ettiğiniz zaman sizin için de öbür âlemlerde bir kısım emniyet kapıları açılıyordur; sizin bir selâmınıza mukabil yüzlerce melek “Selâm sizin de üzerinize olsun.” diyor ve size dua ediyordur. Evet, böyle bir kazanma yolu varken onu değerlendirmemek, dilsizmiş gibi davranıp selâm vermemek ya da başka kültürlerin etkisiyle meseleyi daraltmak büyük bir kayıptır.
Sofranızı Herkese Açın
Hadis-i şerifte, ikinci olarak, وَأَطْعِمُوا الطَّعَامَ “Sofranız herkese açık olsun, bolca ikram edin.” denmektedir. Fakirleri ve açları doyurma mevzuu âyet-i kerimelerde ve hadislerde farklı şekillerde ifade edilmiş; zekât, sadaka, keffaret ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması konusu, sınırları çizilerek genişçe ele alınmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz bu sözüyle zengin-fakir, mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak bırakmıştır. Bu açıdan, öncelikle Müslümanlara olmak üzere, Hristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa olsun gayr-i müslime ikramda bulunmak da bu sözün muhtevasına dâhildir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Her yaş ciğer (canlı) sizin için bir sevap kazanma vesilesidir.”15 buyurmuştur. İffetsiz ve çok günahkâr bir kadının, susuzluktan dili sarkmış bir köpeğe acıdığından dolayı bir kuyuya inip ayakkabısıyla su çıkardığı ve o köpeği suladığı için Cennet’e girdiğini anlatan16 Peygamber Efendimiz, bir kediyi eve hapseden, ona yiyecek vermeyen, yeryüzünün haşerâtından yemesine de engel olan ve onun ölümüne sebebiyet veren bir başka kadının da bu çirkin işten dolayı Cehennem’e gittiğini bildirmiştir.17 Evet, kendisinde hayat eseri olan her canlı bir sevap vesilesi ise, buna hayvanât dahil olduğu gibi evleviyetle insanlar da dahildir. Çünkü, her insan Cenâb-ı Allah’ın özel mührünü taşımaktadır ve ahsen-i takvîme mazhardır.
Demek ki, وَأَطْعِمُوا الطَّعَامَ ifadesini çok geniş olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Soframızı herkese açık tutmamız, misafirimiz kim olursa olsun yemek yedirmemiz mü’mince bir davranıştır. Tabiî ki, herhangi bir sahabiye ikram etmek farklıdır, Peygamber Efendimiz’e yemek yedirmek daha farklıdır. Necran’dan gelip bağrını İslâm’a açan insanlara ya da Gassan’dan gelen Hristiyanlara yemek yedirmekle, sıradan bir Müslümana ikramda bulunmak aynı kıymette değildir. Evet, Allah rızası için yemek yedirmek salih bir ameldir ve her ikramın bir sevabı vardır. Fakat, soframıza oturan insana göre o sevabın artması da söz konusudur. Hak dostlarından birine yedirdiğimiz yemek, Allah nezdinde öyle büyüktür ki, onun bizim için yedi veren, hatta yetmiş veren başak gibi olması ve evimizi bereketle doldurması kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan, mü’minleri diğer insanlardan ayıran özelliklerden biri karşılık beklemeden yedirip içirmek ve insanlara ikramda bulunmaktır. Ehl-i dünyanın düşmanlık ve mücadeleleri çoğunlukla yemek davası üzerinde cereyan eder. Onlar hep başkalarının kazancından yemek ve başkasının sırtından geçinmek isterler. Güçleri yeterse zulümle yahut hırsızlıkla, o da olmazsa dilencilikle başkasının malını alır kullanırlar. Ehl-i iman ise, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek ve Allah’ın lütfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilâhîyi tahsile çalışırlar. Mü’minler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları andaki niyetlerine önem verirler. “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun.”18 ve “Ey Müslüman kadınlar, bir koyun paçası da olsa hayır hesabına hiçbir iyiliği küçük görmeyin.”19 buyuran İnsanlığın İftihar Tablosu’nun irşadına kulak verir; ellerinde ne varsa, güçleri yettiğince yedirir içirirler. Ayrıca, Hazreti Hatice, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Osman gibi sahabe efendilerimizin, insanları dine davet için düzenledikleri ziyafet sofralarında ya da fakirlere, muhtaçlara yardım yolunda servetlerini tükettiklerini (değerlendirdiklerini demek daha doğru olsa gerek) hatırdan çıkarmaz ve onlara benzemeye gayret ederler.
Bir Türk atasözünde “Her geceyi Kadir, kapına gelen her insanı da Hızır bil.” denir. Bu, sofrayı herkese açık tutma meselesinde de çok önemli bir ölçüdür. Tanısan da tanımasan da kapını çalan herkesi Hızır gibi kabul etme, güler yüzle karşılama ve ona ikramda bulunma yemek yedirmenin hakkını verme demektir… İşte, Peygamber Efendimiz’in “Yemek yedirin!” sözü bu genişlikte yorumlanmalıdır.
Sıla-i Rahim
Sohbetimize mevzu teşkil eden hadis-i şerifteki üçüncü husus وَصِلُوا الْأَرْحَامَ “Sıla-i rahimde bulunun.” beyanıdır. “Sıla”, kavuşmak, ulaşmak, akrabayı ziyaret etmek, mü’minlerle görüşmek ve alâkayı devam ettirmek mânâlarına gelmektedir. Sıla, Türkçemizde de çok kullanılan, özellikle dâussıla terkibiyle vatan hasretini ve memleket özlemini ifade için edebiyatın hemen her türünde sıkça rastlanan bir kelimedir. “Dâussıla” tabiri, günümüzde de pek çok insanın hasret ve hicranının unvanıdır. Anne-babanızdan, dost ve akrabanızdan uzaksanız; vatan toprağını, öz kültürünüzü, kendi kültür ortamınızı, camilerinizi, minarelerinizi ve ezanlarınızı özlüyorsanız; hatta bazen mahyalarınızın, temcid ve tehlillerinizin hayali gözlerinizi yaşartıyorsa ve bin âh ile “Keşke bir kere daha o iklimin havasını solusam; bir kere daha öz değerlerimle buluşsam.” diyorsanız bunların her birine karşı sizin içinizde de bir sıla derdi var demektir.
Sıla-i rahime gelince, o, akraba ve yakınları ziyaret etme, hâl ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma ve alâkayı koparmama demektir. Peygamber Efendimiz’in Cennet’e girmeye vesile olan amellerden biri saydığı sıla-i rahimin, âyet ve hadislerde, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi onun dinimizdeki önemini göstermektedir. Kur’ân-ı Kerim, “Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.”20 mealindeki âyeti-i kerimede olduğu gibi sarih ya da pek çok ilâhî beyandaki imalarla sıla-i rahimi nazara vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, “Akrabalık, Arş’ta asılıdır. ‘Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin’ der durur.”21 buyurmuş; bir başka defa, “Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır.”22 demiş ve “Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennet’e giremez.”23 tehditkâr ifadesiyle mü’minleri ikaz etmiştir. İslâm âlimleri, bu âyet ve hadisleri nazar-ı itibara alarak sıla-i rahimde bulunmanın vacip olduğunu söylemiş ve onun terkedilmesinin büyük günah sayılacağını belirtmişlerdir.
Sıla-i rahim meselesinde gözetilmesi gereken öncelikler vardır. Yolunuzu hasretle gözleyen ve “Ne olur kavuşabilsem” diyen insanlara karşı sıla ayrı bir kıymete ulaşır. Dolayısıyla hiç kimseye karşı sıla, anne-babaya karşı olan sılanın yerini tutamaz. Sonra bizim kıstaslarımız içinde nine ve dedeye karşı, daha sonra amca ve halaya karşı, onların akabinde de dayı ve teyzeye karşı sıla gelir. Aslında, sıla-i rahimdeki sıralamada da Kur’ân-ı Kerim esas olmalı ve kendilerine karşı iyilik yapılması gerekenler Kur’ân’da hangi sırayla anlatılmışsa, o sıra ölçü kabul edilmelidir. Değişik âyetlerde iyilik yapma ve ihsanda bulunma meselesi anlatılırken bir tertibe riayet edilmiştir. Meselâ; bir âyet-i kerimede mealen “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, (evi yakın olan veya akrabadan olan) yakın komşulara, (evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da Müslüman olmayan) uzak komşulara, yol arkadaşına, garip ve yolculara, ellerinizin altındakilere (köle, cariye, hizmetçi, işçi) güzel muamele edin. Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez.”24 buyurulmaktadır. Dolayısıyla, iyilik ve ihsanda bulunurken de bu sıralama gözetilmeli; kimin sıla hakkı daha büyükse ona daha çok önem verilmelidir.
Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hâl hatır sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyaretlerine gitmekten ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır. Maalesef, artık anne-babalar, nine ve dedeler biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceden oralara “dârülaceze” denirdi; şimdi adını biraz kibarlaştırarak “huzur evi” diyor ve onunla teselli olmaya çalışıyorlar. İnsan, çocuklarının olmadığı, torunlarının bulunmadığı, ne ihtimamla büyüttüğü yavrularını sevemediği, onlara bakıp bakıp “Ben de bir anneyim, bir babayım!” diyemediği, kendine sevgi ve hürmetle bakan yakınlarını göremediği, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman aranıp sorulmadığı bir yerde nasıl huzurlu olur ki! Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; o tâli’sizler yuvasına da “huzur evi” demişiz. Senelerdir onların da bizim var olduğunu sandığımız huzuru duymaları için zorlayıp duruyoruz. “Ne güzel yiyip içip yatıyorlar, daha ne olacaktı ki?” der gibi bir hâlimiz var. Oysaki, insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan ve bu şekilde huzuru yakalayabilen bir mahlûk değildir. İnsan, çevresine alâka duyan, tabiata açık bir fıtratı bulunan, evlât ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla bile münasebeti olan bir varlıktır. Fakat, maalesef, biz bugün onu yeme, içme ve uyumaya hapsetmiş durumdayız.
Bağlar Bozuldu…
Aslında, bu hâl Batı’nın ve kültürünün neticesidir. Bu acı tablo, aile müessesesinden mahrum, yuvanın sıcaklığını hiç duyamamış; belli bir yaşa kadar baba evini otel gibi kullanan, rüştüne erdikten sonra da anne-babasını terk edip başka bir yere gidebilen kayıtsız insanların eseridir. Ne yazık ki, son senelerde biz de, bir zamanlar uzaktan uzağa hayretle seyrettiğimiz bu tablonun bir parçası hâline geldik. Belki uzun zaman direndik; cedşâhî ailelerimizi ve yuvamızın kudsiyetini korumaya çalıştık; fakat, heyhat, fırtına çok şiddetliydi. Nihayet, biz de karşımızda, Alvar İmamı Efe Hazretleri’nin hicranla tavsif ettiği yıkık bir dünya bulduk:
“Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu,
Gülistânda katmer güller mi kaldı
Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
El atacak dahî dallar mı kaldı
Bir sel aldı sahrâları bürüdü
Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
Erler yüreğinde yağlar eridi
Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı
Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı
Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı
Bülbüller okusun dertli destânı
Elvân nakış keşmir şallar mı kaldı.”
Maalesef, bize ait değerler de bir bir yıkıldı. O sımsıcak ve huzurlu yuvalar, o güler yüzlü, saygıdeğer dede ve nineler, o sevimli, şirin evlât ve torunlar, hepsi bir bir devrilip gitti ve nesiller âdeta harabeler içindeki baykuşlara döndü.
İşte, sıla mevzuundaki bu tahribin tamir edilmesi de çok önemli bir vazifedir. Bu yıkılışın yeni bir dirilişe çevrilmesi ve bozulanın yeniden düzeltilmesi nasıl olacak bilemiyorum. Fakat, zannediyorum, bunun için önce kendi kültürümüzü benimseme ve özümüze dönme adına millet çapında ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç var. Daha sonra, eğitimden mimariye kadar her sahaya aileyi koruma ve sıla-i rahimi gözetme mülâhazasıyla müdahale etmek gerekli. Esaslarını dinimizden aldığımız ve asırlarca kendi kültürümüzle bir kalıba döktüğümüz aile ve sıla anlayışımızın kıymetini anlamadıktan, o kültürün kazandırdığına yeniden ulaşmadıktan, gelin ve damatları ona göre yetiştirip evlât ve torunları ona alıştırmadıktan, yaptığımız evlerin mimarisini bile bu gayeye matuf olarak ele alıp anne-baba ya da nine-dede için yarı beraber yarı müstakil haneler hazırlayarak, onlara istedikleri zaman kendilerini dinleme, dilediklerinde de torunlarını sevme fırsatı tanımadıktan sonra o eski günlerin huzur atmosferini ve o gül devirlerinin gönüllere gıda iklimini bir kere daha tatmamız mümkün değildir.
Sessiz Çığlıklarıyla Geceler
Mezkur hadis-i şerifin dördüncü maddesi, وَصَلُّوا بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ “İnsanların uyuduğu esnada, siz kalkıp namaz kılın ve gecenizi namazla aydınlatın.” şeklindedir.
Evet, geceler Cenâb-ı Hakk’a açılmanın koyları, vuslata ermenin rıhtımları gibidir. Allah Teâlâ gecenin değerlendirilmesine hususi önem vermiş ve daha peygamberliğin ilk günlerinde vahyettiği “Ey örtüsüne bürünen Resûlüm! Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir!”25 diye başlayan Müzzemmil sûresinin ilk âyetleriyle Peygamber Efendimiz’den geceyi ihya etmesini istemiştir. Mümkünse gecenin yarısında veya bundan biraz daha azında ya da fazlasında ibadet etmesini ve Kur’ân’ı tertîl ile, düşüne düşüne okumasını emir buyurmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in omuzuna konan vazifenin ağırlığına dikkat çekmiş; mesajının hüsnü kabul görmesi, ruhanîlerin O’na yardımcı olması, önünün açılması ve engelleri rahatlıkla aşması için geceyi bir rampa gibi kullanması gerektiğini belirtmiştir.
Cenâb-ı Allah, “Şüphesiz gece kıyamı daha tesirli ve sağlam bir kıraat adına da daha elverişlidir. Zira, gündüz seni meşgul edecek yığınla iş vardır. Öyleyse, geceyi değerlendirerek Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel.”26 buyurarak Allah Resûlü’nün şahsında biz Müslümanlara, “Şununla bununla meşgul olurken bir koşuşturmayla gündüzü geçiriyor, kendi gönlünüze yönelemiyor ve ötelerle irtibat kuramıyorsunuz. Bâri, hiç kimsenin olmadığı bir zemin ve zamanı, Allah’a yönelerek hicranla yanıp yakılabileceğiniz ve seccadenize baş koyup gözyaşı dökebileceğiniz geceleri iyi değerlendirin” ikazında bulunuyor. Kesrette boğulmaktan kurtulup, mâsivâdan alâkamızı keserek Allah’a yönelmemizi, O’na tam teveccüh etmemizi, O’nu düşünüp, O’nunla hemdem olmamızı öğütlüyor ve bunun için en uygun zamanın da geceler olduğunu tembih ediyor.
Kur’ân-ı Kerim, Rahman’ın kullarının Allah’ın rızası için secdede ve kıyamda geceleyen kimseler olduklarını;27 gecenin az bir kısmında uyuyup, seherlerde istiğfar ettiklerini;28 rahat döşeklerinden uzaklaşıp havf ve reca dengesi içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardıklarını29 anlatmakta ve bu hâl üzere yaşayan insanların sürpriz nimetlere namzet olduklarını haber vermektedir. Takdir edilen bu kullar birer denge insanıdır; bir taraftan Allah’tan korkar, sürekli mehâfet ve mehâbet içinde bulunurlar; diğer taraftan da, ilâhî rahmete bel bağlar ve hep ümitle soluklanırlar. Uyanmanın ve yataktan uzaklaşmanın çok zor olduğu demlerde kalkar, rahat döşeklerini terk eder, O’na içlerini döker ve O’nun merhametine sığınırlar.
Peygamber Efendimiz, uzun mesafeleri katetmek ve yol almak isteyenlerin geceyi değerlendirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Zira, gecelerde yol süratle alınır. Hatta denebilir ki, İsra ve Miraç mucizesinin gece gerçekleşmesinde ve ışık hızından da öte, ruh süratinde arz u semavâtın kat edilmesinde de bu nükte vardır. Demek ki, böyle süratli bir yolculuğa, tayy-i mekan ve bast-ı zaman yaşamaya ve ışık hızının üstündeki tasavvurları aşan bir süratle değişik yerlere ulaşmaya insan ancak geceleri Rabb’e teveccüh etme sayesinde muvaffak olabilir. Gecenin bağrında böyle bir sır saklı olduğundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem’ine bir “gece yolculuğu” lütfeden Allah (celle celâluhu) diğer bazı peygamberlerine de gece yola koyulmalarını emir buyurmuştur.
Diğer taraftan iman, mü’minleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, bir mânâda namaz da onun dümenidir. M. Lütfî Hazretleri’nin dediği gibi “Namaz dinin direğidir, nurudur; sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz…” Bir gece vakti en kutlu seyahate çıkan Peygamber Efendimiz namaza “Miraç” demiş; O, tasavvurları aşkın bir Mirac’a mazhar olmuş, bizim için de o Mirac’ın gölgesinde “namaz” unvanıyla ötelere bir seyahat yolu bulunduğunu müjdelemiştir. Özellikle gece namazı âdeta İsra’ya bir davet ve Mirac’a bir çağrıdır. Dolayısıyla, Efendimiz’in gökler ötesine yürüdüğü o saatlerde kalkıp Miracın gölgesinde farklı bir yükselişe geçmek çok önemlidir.
Ayrıca, gündüz yapılan ibadetlerde ister istemez halkla beraber olma, görünme, duyulma ve bilinme söz konusudur. Ne olur görürler, duyarlar ve bilirlerse? O türlü mülâhazalar meşgul eder kalbimizi ve zihnimizi. Gözümüze bir şey ilişir, hayalimize bir manzara gelir; farklı tasavvurlara girer ve bir dağınıklığa maruz kalırız. Gece ise, genellikle bizim bulunduğumuz o rıhtımda hiç kimse yoktur. Bir seccademiz, bir de biz. Hele ortalık karanlık olduğu gibi seccademizi serdiğimiz yer de loşsa, kendimizi bile görmeyiz orada; şayet verebilirsek, gönlümüzü bütün bütün veririz Allah’a.. kılabildiğimiz kadar namaz kılar, sonra ellerimizi açar ve O’na niyaz ederiz… Çoğu zaman gecenin bereketiyle Allah kalbimizi iyice yumuşatır ve biz köpüren hislerle içimizi seccademize boşaltırız veya seccadede içimizi O’na dökeriz.
Tenhalarda Gözyaşı
Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte sayılan dört hususun ilk üçü alenî yapılan ve içtimaî hayatla alâkalı olan mevzulardır. Sonuncu madde ise gönül hayatına müteveccihtir ve gizli yanları da bulunan bir meseledir. Sanki bu sıralamada da “görünme”den daha çok “olma”, hatta çok derin olma ama sığ görünme ve halkın arasında sergilenen tavır ve davranışları mutlaka vicdan süzgecinden geçirerek ortaya koymuş bulunma esaslarına da telmih vardır. Selâmlaşma, ikramda bulunma ve akrabayı görüp gözetme çok önemli birer hayır yoludur; fakat, onlara değer kazandıran husus niyet ve ihlâstır. O niyet ve ihlâsın var olup olmadığını öğrenmenin, nefisle yüzleşmenin en müsait zemini de gecenin karanlığını yırtan nurlu seccadelerdir.
Sözlerime başlarken, yedi grup insanın anlatıldığı hadis-i şerifi hatırlatmış, onlardan birinin de “yalnız kaldığı anlarda Allah’ı zikredip O’nu anmanın hâsıl ettiği heyecanla gözleri dolan insan” olduğuna değinmiştim. Şurada burada umumi atmosferden, insanların genel havasından, bakışlarından veya o esnada kendi düşüncelerimize başkalarının mülâhazalarını da kattığımızdan dolayı gözlerimiz yaşarabilir. Bu yerine göre güzel bir şeydir. Fakat, diğer insanların ve başka mülâhazaların işin içine karışmadığı rampalar vardır. Orada bütün görülme ve duyulma düşüncelerinden sıyrılarak herkesi gören ve her sesi duyan Yüce Yaratıcı’ya teveccüh ederek ağlamak, gözyaşlarına değerler üstü değer kazandırır. Melekler o esnada yanaklardan süzülen yaşları alır, yüzlerine, gözlerine sürerler. İşte o gözyaşlarıdır ki, öbür tarafta Hazreti Cibrîl onları bir kâsenin içine koyar, Cehennem’in kabaran alevlerinin, içlere korku salan kıvılcımlarının üzerine döker ve ateşi söndürür.
Dolayısıyla, selâm verme, yemek yedirme ve sıla-i rahimde bulunma gibi hayırlı işlerin her biri Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuz adına çok önemli birer salih ameldir. Fakat, hem onlardaki hem de sâir ibadetlerimizdeki niyet, ihlâs, sadakat ve samimiyetimizi test edebileceğimiz ve kendi vicdanımızla yüzleşip nefsimizin muhasebesini yapabileceğimiz en uygun anlar, Rabbimizle baş başa kaldığımız zamanlardır. Yalnızken de aynı hayır duygularıyla doluyor ve göründüğümüzün çok ötesinde bir olgunlukla Mevlâ-yı Müteâl’e teveccüh edebiliyorsak, işte o hâlimiz tam bir sadakat emaresidir. O anki duygu ve düşüncelerimiz, halkın içindeki amellerimizin de doğru, samimi ve yürekten olup olmadığını gösteren sağlam bir ölçü; o dakikalarımız da kendimizle yüzleşmemiz için çok kıymetli anlardır.
En Güzel İstikbal
Peygamber Efendimiz, arz etmeye çalıştığım dört maddeden sonra sözlerini bitirirken تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ بِسَلَامٍ “Böylece, selâmetle Cennet’e girersiniz.” buyurmakta ve bu dört amel-i salihin birer Cennet’e giriş vesilesi olabileceğini beyan etmektedir. Haddizatında, tanıdığına tanımadığına selâm veren bir insanın elinden dilinden kimseye zarar gelmeyecek bir Müslüman olduğu, sofrasını açık tutanın zekât gibi malî ibadetlerden de asla kaçmayacağı, sıla-i rahimde bulunup yakınlarının hukukunu gözetenin Allah’a karşı sorumluluklarını evleviyetle gözeteceği ve nefse çok ağır gelen gece namazına devam eden bir kulun sâir namazlarını da aksatmayacağı açıktır. Dolayısıyla, bütün bu güzel hasletlere mükâfat olarak Cennet vaad edilmektedir.
“Selâmla Cennet’e girmek” demek ise, kabirde ciddi bir sarsıntıya uğramadan, haşrin dehşetini duymadan, mizanın ve sıratın tehlikeleriyle karşı karşıya kalmadan ve Cehennem’e düşme telaşı yaşamadan, Allah’ın inayetiyle, ebedî saadet yurduna alınma, meleklerin “Selâm olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyen kalmak üzere, giriniz Cennet’e!”30 sözleriyle emniyet ve güven içinde karşılanma demektir… Yeryüzünde Rahman’ın kullarına has bir tevazu ve mahviyetle yürürken rast geldiği cahillere sabretmenin ve herkese “selâm” deyip emniyet telkin etmenin mükâfatı olarak “Sabretmenize karşılık size selâmlar, selâmetler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!”31 hitabıyla istikbal edilmektir. Kur’ân’da farklı ifade ve farklı üslûplarla yürekleri coşturacak şekilde anlatılan ve gönüllere inşirah hâlinde akan böyle bir karşılanmaya mazhar olmak ve “Hamdolsun bizden her türlü endişeyi gideren Allah’a…”32 demek suretiyle gam, keder, tasa, endişe ve korkuları arkada bırakma nimetine karşı şükürle mukabele ederek Cennet’e yürümektir.
Bu mevzuyu da, Allah Resûlü’nün hakkı bizim de vazifemiz olan bir itirafla bitirelim: Kendisine “cevâmiü’l-kelîm” unvanıyla, çok özlü ve veciz bir beyan kabiliyeti verilen Peygamber Efendimiz,33 anlamaya gayret ettiğimiz bu hadis-i şerifte de daha pek çok hususa işaret etmiş olabilir. Ciltlerle anlatılabilecek derin bir muhtevayı kendi idrakimiz ölçüsünde yarım saate sıkıştırarak, âdeta damla ile deryayı ifade etmeye çalıştığımızın hatırda tutulması gerekir…
1 İbn Mâce, et’ime 1; Dârimî, salât 156.
2 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
3 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/22; el-Bezzâr, el-Müsned 1/434.
4 Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91.
5 Nûr sûresi, 24/27.
6 Nisâ sûresi, 4/86.
7 Furkan sûresi, 25/63.
8 Bkz.: Kastamonu Lâhikası s.1, 2; Barla Lâhikası s.55, 60.
9 Buhârî, edeb 35; Müslim selâm 10-12.
10 Müslim, îmân 93; Tirmizî, kıyâmet 54.
11 Buhârî, îmân 6; Müslim, îmân 63.
12 Tirmizî, isti’zân 11; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/124.
13 Bediüzzaman, Sözler s.757 (Lemeât).
14 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.757 (Lemeât).
15 Buhârî, müsâkat 9; Müslim selâm 153.
16 Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/510.
17 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 54; Müslim selâm 151.
18 Buhârî, zekât 9, 10, menâkıb 25, edeb 34; Müslim, zekât 66-67.
19 Buhârî, hibe 1; Müslim, zekât 90.
20 Nisâ sûresi, 4/1.
21 Müslim, birr 17; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/217.
22 İbn Huzeyme, es-Sahîh 37278; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/275-276.
23 Buhârî, edeb 11; Müslim, birr 18-19.
24 Nisâ sûresi, 4/36.
25 Müzzemmil sûresi, 73/1-3.
26 Müzzemmil sûresi, 73/6-8.
27 Furkan sûresi, 25/64.
28 Zâriyât sûresi, 51/51.
29 Secde sûresi, 32/16.
30 Zümer sûresi, 39/73.
31 Ra’d sûresi, 13/24.
32 Fâtır sûresi, 35/34.
33 Bkz.: Buhârî, tâbir 22; Müslim, mesâcid 5.