Ciddiyetsizlik: İtibar Törpüsü
Soru: Özellikle gençler arasında, hemen her şeye gülme, başkalarını hafife alma, birbirine çirkin lakaplar takma, insanlarla alay etme, onları mahcup düşürme ve sürekli lâubalî davranma gibi bir takım kötü huylara çokça rastlanır oldu. Bunun önüne geçerek ahlâk âbidesi insanlar yetiştirebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: İnsan, kendi mahiyetini, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini ancak imanı sayesinde sezip kavrayabilir. Nereye ve neye yönlendirildiğini, vazife ve sorumluluklarını bilen bir mü’min, büyük bir ciddiyet içinde ve mesuliyet şuuruyla tevcih edildiği hedefe doğru yürür. İmanda kemal ufkuna uyanamamış ve mahiyetindeki acz u fakr duygusu uyarılamamış bir insan ise, önce bencilliğine yenik düşer, kibre girer; daha sonra çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslere kapılır; en sonunda da, şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünemeyen bir gurur âbidesi ve çeşit çeşit illetlerle mâlûl bir özürlü hâlini alır.
Bu açıdan, bir kimseyi bazı kusurlu ya da eksik yanlarından dolayı küçümseyerek onunla alay etme, onun herhangi bir zayıf noktasını dile dolayarak eğlenme ve her şeyi hoşça vakit geçirmek için bir sebep gibi değerlendirerek hürmetsiz, dikkatsiz ve lâubalî davranma gibi kötü huylar da iman zaafından kaynaklanmaktadır. Her şeye gülmek, sürekli alay etmek ve lâubalî davranmak bizim ahlâk anlayışımızda yoktur; bu tür illetler bize batıdan geçmiştir. Ciddiyetsiz davranma, hep kahkaha atma ve her fırsatta eğlenme batı ahlâkına ait argümanlardır. Maalesef, o toplumlarla münasebete geçtikten sonra onlardaki illetler birer birer bizim insanımıza da sirayet etmeye başlamıştır. Meselâ, birkaç leblebiyi yuvarlasanız, onlardan biri diğerine değse, bir de bakarsınız ki bir kahkaha kopuvermiş. Aslında, gülmenin de bir mantığı olması lâzım. Peki, leblebinin leblebiye değmesi güldürecek bir hâdise midir? Tabiî ki değil. Fakat, bu toplum içerisinde, öyle basit bir şey karşısında gülüp eğlenenleri görmek her zaman mümkündür. Biri çay doldururken, bir damla çay bardağın dışına dökülmüş olabilir. Bir damla çayın dökülmesinden dolayı hemen kahkahayı basmanın âlemi yoktur. Heyhat ki, işte bu kadar basit hâdiselerle eğlenen garip insanlar çoktur bugünün dünyasında. Evet, bu lâubalîliğin arkasında, ona esas teşkil edebilecek bir mantık söz konusu değildir; insanî bir düşünce tarzı yoktur o türlü davranışlarda. Fakat, neylersiniz ki, hiç olmayacak şeylere bile gülme ve lâubalîlik, batı kültürünün temelindeki gaflet duygusundan kaynaklanmakta ve sârî bir hastalık gibi bizim insanımıza da bulaşmaktadır.
O kültürün insanları, içlerindeki ızdırabı duymamak ve kalblerindeki derin boşluğu muvakkaten de olsa doldurmak ya da unutmak için kendilerini uyutmak zorundadırlar. Dolayısıyla da, bazen alkol ve uyuşturucunun ağında, kimi zaman kumar ve eğlencenin peşinde, bir başka zaman da spor adına yapsalar bile spor sayılması mümkün olmayan gereksiz meşguliyetlerin arkasında ömür tüketir; böylece hayatı duymamaya ve içlerindeki ızdırabı bastırmaya çalışırlar. Ne zaman vicdanlarının sesini yeniden işitmeye başlasalar, bir kere daha kendilerini oyuna ve eğlenceye verir, her meseleyi bir lâubalîlik sebebi gibi algılar ve bir müddet daha oyalanırlar.
Gençlik ve Güzel Ahlâk
Aslında, mehâsin-i ahlâkın (ahlâk ve huy güzelliğinin) arkasında güçlü bir iman bulunduğu gibi, mesâvî-i ahlâkın (kötü huyların ve ahlâksızlığın) temelinde de imandaki eksiklik vardır. Zaten hem mehâsin-i ahlâk hem de mesâvi-i ahlâk diyanet içinde mütalâa edilen hususlardır. Diyanet ise, dinin hükümlerini gözetmek ve muktezasınca amel etmek demektir; dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da kaçınmaktan ibarettir. Dolayısıyla, insan iman esaslarına iyi inanır ve inancının gereğine göre amel ederse, bir yandan güzel ahlâka ulaşmış, diğer taraftan da çirkin huylardan uzak kalmış olacaktır.
Ne var ki, bir mü’minin fert plânında güzel ahlâka sahip olması ve kötülüklerden uzak durması vazifesini tam olarak yaptığı anlamına gelmez. Çünkü, başkalarına da iyiliği emredip onları kötülükten sakındırma mânâsına gelen “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” her Müslümanın yapması gerekli olan bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyet, “Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır.”1 ve “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a imanınız tamdır.”2 gibi âyet-i kerimelerle teyit edilmiştir. Ayrıca bu konuda Peygamber Efendimiz’den şerefsudur olan pek çok hadis-i şerif de mevcuttur: “Ya insanlara iyilikleri emredip onları kötülüklerden uzaklaştırırsınız ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz de mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz ama size yardım da edilmez.”3 hadisi bunlardan sadece biridir.
Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, sadece söz veya yazıyla bazı şeyler anlatmak demek değildir; o çok daha şümullü bir vazifedir. Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) beyanları içerisinde bu vazife, dinin çirkin saydığı bir münkeri mümkünse elle defedivermek, şayet fiilen müdahale edilemiyorsa, kavl-i leyyin ve va’z u nasihatla, yani dil ile o kötülüğün önüne geçmek; dil ile defetmeye de imkân ve vasat müsait değilse, en azından onu hoş karşılamamak ve ona kalben taraftar olmamak gibi değişik şekillerde eda edilebilmektedir. Söz konusu hadiste, imanın en zayıf mertebesi olarak nazara verilen “münker karşısında kalben buğz etmek”4 meselesini de, bir insana düşmanlık beslemek, buğz etmek ve nefret duymak şeklinde anlamamak lâzımdır. Haddizatında, fena işler yapıyor olsa da, bir insana düşmanlık beslemek ve kin gütmek onu içine düştüğü fenalıktan vazgeçirmek için faydalı bir yol değildir. Kanaatimce, bu ikazdan anlaşılması gereken husus, fenalığa karşı tavır belirlemenin lüzumudur. Meselâ, kendini ciddiyetsizliğe ve lâubalîliğe salmış bir insana, “Bir bilsen, sana karşı ne kadar alâka duyuyordum! Gönlümde derin bir yerin vardı. Fakat, içimde beslediğim o muhabbet ve alâka âbidesini dik tutmaya çalışsam da, elimde değil, onun yıkılmasına mani olamıyorum; çünkü, şu lâubalî tavırların karşısında sarsıntı yaşıyor ve kanaatlerimi koruma hususunda çok zorlanıyorum.” diyerek, içine düştüğü münkeri savmaya çalışmak esas olmalıdır.
İşte, güzel ahlâklı nesiller yetiştirmek ve gençleri mesâvi-i ahlâktan uzak tutmak için de önce dinimizin başkalarını hafife alma, çirkin lakaplar takma, insanlarla alay etme, her fırsatta gülüp durma ve sürekli lâubalî davranma gibi kötü huylara bakışı iyi bilinmeli, hayata hayat kılınmalı ve sonra da bunlar diğer insanlara usûlünce anlatılmalıdır. El, dil ve gönülle müdahale şeklindeki emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker şartlara göre ve üslûbuna uygun olarak yerine getirilmelidir. Özellikle gençlerimizi, lâkaydîlikten ve yılışıklıktan kurtarıp nefisperestlik ve şahsî haz düşüncesinden uzaklaştırarak birer gaye insanı hâline getirmek ve onlardaki gülme ve eğlenme isteğini biraz olsun çile ve ızdırap duygusuyla dengelemek için onlara her şeyden önce öz değerlerimiz ve kendi kültürümüzün esasları öğretilmelidir.
Vay Haline!…
Evet, İslâm, bazılarını güldürmek veya eğlendirmek kastıyla söylense de diğer insanları rencide eden bütün söz ve hareketleri kul hakkını çiğnemek olarak kabul etmiştir. Söz, tavır, davranış, işaret ya da yazı ile insanların kusur ve noksanlarını dile dolayıp onları küçük düşürmeyi haram kılmıştır. Başkalarının onur ve haysiyetine dokunan her türlü alay, gıybet, yalan ve iftira gibi sözleri men ettiği gibi, muhatabı tahkir etmek maksadıyla yapılan fiilî ve sözlü şakaları da yasaklamıştır. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerle, iman esaslarıyla ve mü’minlerle alay eden kimselerden de bahsetmiş; onların münafık olduklarını bildirmiş, kötü akıbetlerini nazara vermiş ve inançla alay edilemeyeceğini vurgulamıştır. Ayrıca, mal-mülk sahibi olmayı her şey sayarak, imkânlarının bolluğundan dolayı gurura ve kibre kapılan, sonra da kendini iyice büyük görmeye başlayarak diğer insanlara tepeden bakıp onları alaya alan kimseleri ve onları bekleyen ateşin dehşetini tasvir etmiştir: “Vay hâline her hümeze ve lümeze’nin!..”5 buyurmuştur; yani, insanları arkadan çekiştiren, başkalarını tahkir etmeyi âdet hâline getiren, kiminin gıybetini ederek kimini de yüzüne karşı aşağılayarak insanları küçük düşüren ve kaş göz hareketleri yaparak onlarla eğlenenleri kınamış; “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen kimselerin vay hâline!” dedikten sonra onların dûçar olacağı Cehennem azabını anlatmıştır.
Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerimede de, “Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”6 buyurmuştur.
Bu âyetin esbâb-ı nüzuluyla alâkalı olarak bazı hâdiseler nakledilmiştir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da tefsirinde7 yer verdiği rivayetlerin birine göre; Hazreti Safiyye binti Huyey, Resûlullah’a gelerek, “Bazı kadınlar, ‘Ey Yahudi kızı Yahudi!’ diyerek benimle alay ediyorlar!” diye şikâyette bulununca, Peygamber Efendimiz ona “Neden babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed demedin?”8 buyurmuş ve bu vaka üzerine âyet nazil olmuştur. Diğer bir rivayete göre ise; Ebû Cehil’in oğlu İkrime Hazretleri Müslüman olduğunda, bazı kimseler ona “Bu ümmetin firavununun oğlu” demişler; o da çok gücüne giden bu sözü Allah Resûlü’ne şikâyet etmiştir; işte bu hâdise üzerine âyet inmiştir.9 Evet, her ne kadar bu ve benzeri sebepler nakledilse de, kanaatimce, meseleye “iktiran” nazarıyla bakarak, “Cenâb-ı Allah, ezelî hikmetiyle inzâl edeceği bu âyeti belli bir hikmete mebni olarak bu sebeplerle de irtibatlandırmış olabilir” demek ve nüzul sebeplerinden ziyade âyetin muhtevası üzerinde durmak daha isabetli olsa gerektir.
Bu zaviyeden, âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve kullanılan kelimelerle işarette bulunulduğu üzere; dinimize göre, bir insanın yaptıklarını veya sözlerini anlatarak ya da imâda bulunarak onun herhangi bir kusuruyla alay edemezsiniz.. sözle veya hareketle onunla eğlenemez, onu incitemezsiniz. Hiçbir mü’mini ayıplayamaz ve kötüleyemezsiniz.. insanları kötülemek kastıyla onlara çirkin lakaplar takamaz, istemedikleri bir şekilde onları çağıramazsınız. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Mü’minin mü’min kardeşi üzerindeki haklarından biri de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır.”10 buyurmuştur. Haddizatında, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in “Atîk”11 ve “Sıddîk”12, Hazreti Âişe validemizin “Atîke”13 ve “Sıddıka”14şeklinde anıldıkları, Hazreti Ömer’e “Fâruk”15, Hazreti Osman’a “Zinnûreyn”16, Hazreti Ali’ye “Ebû Türâb”17 lakaplarının verildiği bilinmektedir; fakat, bir insanı razı olmadığı şekilde anmak ve çağırmak dinimizce yasaklanmıştır.
İşte, gençlerimize bu hususların anlatılması lâzımdır. Fakat, anlatanlar ister öğretmen ister anne baba isterse de daha başka büyükler olsun, mesele sadece hakikatleri dille ifade etmekten ibaret değildir. Bu anlatılanların hüsnükabul görmesi, anlatanların samimiyetine ve nazara verdikleri hususları bizzat kendilerinin uygulamalarına bağlıdır.
Yangını Söndürmek İçin
Dolayısıyla, şayet davranışları içinin akisleri, sözleri de gönlünün solukları olan fazilet âbidesi kahramanlar yetiştirmek istiyorsanız, önce kendiniz çok ciddi, hassas ve mesuliyet şuuruyla dopdolu olmalısınız. Âdeta, “Tulumbanı al, yetiş imdâda, yangın var!” diye inleyen ve sizi çağıran nesillere el uzatmayı diliyorsanız, her hareket ve davranışınızı kurtarma cehdine ve irşâd hayatına göre ayarlamalısınız.. bir yere mi gideceksiniz, mutlaka birinin elinden tutma mülâhazasıyla gitmeli ve bunu yaparken de rıza-yı ilâhî düşüncesiyle oturup kalkmalısınız. Ümit nesline rehber olma azmindeyseniz, artık sizin hayatınızda hususî tenezzühe bile yer yoktur; size düşen, fıtrî ihtiyaçlarınızı dahi mefkûreniz istikametinde kanalize etmek ve alıp verdiğiniz her nefesin bir gün mutlaka sorulacağı şuuruyla yaşamaktır. Öyle yaşamaktır, zira, yürüdüğünüz yol nebilerin, sıddîklerin, velilerin ve şehitlerin yoludur; onlar hep yaşadıklarını anlatmış ve anlattıklarını da mutlaka yaşamışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, İsrailoğulları’na hitaben doğrudan doğruya bir tehdit, Müslümanlara da dolaylı olarak bir ikaz sadedinde, “Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?”18 buyurmuştur. Dahası, İsrailoğulları’nın bir kısmı yaşamadıklarını anlatmaları ve birbirini kötülükten vazgeçirmeye çalışmamaları sebebiyle Hazreti Davut ve Hazreti İsa’nın lisanı ile lânetlenmişler;19 bu lânetten sonra da (bazı tefsircilere göre tabiatları açısından) maymun ve hınzıra dönüşmüşlerdir.20 Evet, söylediğini yapmama, bir münafıklık sıfatıdır.21 Tarih boyunca, hemen bütün münafıklar kendileri yaşamadıkları hâlde anlatmış, anlattıklarını da hep kulak ardı etmişlerdir. Bu kötü fiilleri sebebiyle de bütün bütün özlerini yitirmiş ve haktan uzaklaştıkça uzaklaşmışlardır. Tabiî ki, o kötü âkıbet, sadece geçmiş peygamberlerin ümmetleri ve mazinin münafıkları için söz konusu değildir; aynı mezmum vasıfları üzerinde taşıyan bütün topluluklar için geçerlidir. Bugünün insanının da kendi tabiatının değişmeyeceğine dair bir teminatı yoktur; öyleyse, insanca yaşamak ve iman üzere ötelere gitmek isteyenler yaşadıklarını anlatmalı ve anlattıklarını da yaşama gayreti içinde bulunmalıdırlar.
Diğer taraftan, ısrarla üzerinde durma mecburiyetindeyiz ki, ideal nesli yetiştirmek, her şeyden evvel bir iman mevzuudur.. ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep imanı kavî insanlar olmuştur. Peygamber Efendimiz’in devrinde, koca bir cemiyet içinde, birkaç samimi ve imanı kavî insanın başlattığı bir tebliğ ve temsil hareketinin, kısa zamanda ma’şerî vicdanda mâkes bularak yüzbinlerin derdi dâvâsı hâline gelmesi de başka şekilde izah edilemez. Allah Resûlü’nün bir güneş gibi doğduğu o karanlık döneme bakılırsa, o günün insanının bugünün lâubalî fertlerinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Onlar da birbirini alaya alıyor, cahiliye şiirlerinde görüleceği üzere sürekli birbirini tahkir eden sözler söylüyorlardı.. onlar da hiç olmayacak meseleleri gülme bahanesi yapıyor, muhataplarını en çirkin lakaplarla çağırıyor ve herkesi küçümsüyorlardı. Fakat, Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) son derece vahşî, âdetlerine mutaassıp ve inatçı kavimlerin çirkin âdetlerini ve ahlâk-ı seyyielerini yirmi üç sene gibi çok kısa bir sürede kaldırıp atmış, onları ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstad eylemişti.22 Hiç şüphesiz Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ve ashab-ı güzînin öncülük ettiği iç içe inkılaplar niteliğindeki bu hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olması, kâmil iman sahibi ve sözünün eri kimselerle temsil edilmesiydi. Zira, çile ve ızdıraptan uzak olan, ciddiyetsizliğe ve lâubalîliğe yakın duran bir hareket, şekil ve merasime esir olmaktan kurtulamaz; iman zaafına maruz ve lâkayt fertlerin rehberliğinde uzun mesafeli yollar alınamaz.
Meclislerimizde O Beklenmeli!..
Öyleyse, işe gönüllerdeki iman esaslarını takviye ile başlamalısınız.. meclislerinizi hep sohbet-i Cânân meclisi hâline getirmelisiniz. Sizi Allah’a yaklaştırmayan, Peygamber Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) münasebetinizi tetiklemeyen ve O’nu yeniden bütün canlılığıyla içinizdeymiş gibi duymanıza vesile olmayan konulardan yılandan, çıyandan kaçıyor gibi uzak durmalısınız. İman ve Kur’ân hizmetine bir yararı var mı konuştuklarınızın? Sözlerinize mevzu yaptığınız husus, dini anlatmanız adına bir fayda vaad ediyor mu? Bir yerde yeni bir hayır müessesesi oluşturmanız için fikir veriyor mu? Bir ocak daha tüttürme heyecanınızı artırıyor mu? Şayet, bu sorular karşısında cevabınız “evet” ise, her cümlenizde bin bereket var ve Allah’ın rahmeti sizinle beraber demektir. Fakat, öyle değilse, size asıl gayenizi hatırlatmayan duygu, düşünce ve sözlerden fersah fersah uzaklaşmalısınız.. ve bunu bir disiplin hâline getirmelisiniz. Özellikle de arkadaşlarınız arasında sözü-sazı dinlenen biriyseniz, mâlâyânî şeylerin yapılmasına ve konuşulmasına karşı ciddi tavır koymalısınız. Meselâ, bulunduğunuz mecliste birisi “Falan arkadaşın aklı bu meselelere fazla ermiyor.” dese, eğer aklınız başınızdaysa, ya orayı terk etmeli ya da üslûbunca o gıybeti sona erdirmelisiniz. Çünkü, bir mü’minin ayıplandığı bir mecliste artık Allah’ın teveccühü yoktur. Bir mü’min hakkında suizanların seslendirildiği bir mekâna rahmet nazarıyla bakılmamaktadır. Ümit nesline rehber olma azmindeki bir insanın da Allah’ın teveccüh etmediği ve rahmet şuâlarının inmediği bir mekânda hiç işi olmamalıdır.
Bu açıdan, bizim atmosferimizde insanları ayıplamanın, en basit şeyleri alay mevzuu yapmanın, ehl-i gaflet gibi lâubalîliğe girmenin ve ehl-i dünyayı hatırlatırcasına gülüp eğlenmenin yeri yoktur. Biraraya gelişimizi hep ciddi rûznâmelere bağlamamız bizim şiarımız olmalıdır. Evet, mütemâdî birer disiplin insanı olarak yaşamalıyız; gelip gitmelerimiz, oturup kalkmalarımız, sohbet mevzularımız, meselelere yaklaşımımız, üslûbumuz ve ses tonumuz itibarıyla bir endâzeden çıkmış gibi imrendirici davranmalıyız. Müzakerelerimizi mutlaka sohbet-i Cânân’a bağlamalı, konuşacağımız meseleleri önceden belirlemeli, okuyacağımız metinleri seçmeli, beraber çözeceğimiz problemleri tayin etmeli ve biraraya geldiğimizde mutlaka hayırlı bir iş için gelmeliyiz.. ve oradan ayrılırken de bir müşkili çözmüş olarak ya da yeni bir projeyi tamamlayarak ayrılmalıyız. Cenâb-ı Hakk’ın o güne kadar yaptırdıklarını şükür hisleriyle dopdolu olarak yâd etmeli; onları ancak tahdis-i nimet çerçevesinde anmalı; anarken de asla meseleyi kendi başarılarımıza bağlamamalı ve böylece Allah’ın o ana kadar yaptırdığı şeylerle daha sonraki lütuflarına davetiye çıkararak daha başka neler yapabileceğimizi plânlamalıyız. Dünya ve ahiret hesabına bir kıymet ifade etmeyen, faydasız söz ve davranışlara bütün bütün kapanarak, oturup kalkıp sürekli kurbetten ya da bizi vuslata ulaştırabilecek vesilelerden dem vurmalı; rıza-yı ilâhîye açılan en emin ve kısa yol kabul ettiğimiz i’lâ-yı kelimetullah şehrahında yürürken hep öteler mülâhazasıyla dolu olmaya çalışmalıyız.
Evet evet, gerçekten inanıyorsak, gayr-i ciddiliğe hep kapalı kalmalıyız; lâubalîliğe asla adım atmamalıyız. Her meclisimizi bizi O’na yaklaştırabilecek bir Kâbe azizliğinde ve bir Ravza kutsiyetinde bilmeliyiz. Bu meclisimiz dünyanın herhangi bir ülkesinde, yeryüzünün en karanlık bir köşesinde olsa da, ruh ve mânâ itibarıyla onu Ravza-i Tâhire ile yan yana getirmeli; götürüp Kâbe’nin harîmiyle birleştirmeliyiz.. ve öyle bir hâl almalıyız ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’i hep içimizde duymalı, O’nu Ravza kokulu iklimimize çağırmalı ve her an O’nun boyasıyla boyanmalıyız.
Parodi, Komedi ve Meddahlık
Eğer, tebliğ ve temsil mesleğinin gereği bu ise, boş yere gülmenin, başkasıyla alay etmenin ve lâubalîliğin bizim dünyamızda ne işi var!.. Komiklik ve maskaralık yapmanın, insanları güldürüp eğlendirmenin bizim dünyamızda ne işi var! Şayet, bugün bazı insanların parodi, komedi, güldürü ve meddahlık türünden farklı birer sanat alanı gibi kabul edilen bir kısım gösterilere istidat ve temayülleri varsa ve onlar kendi kanaat-ı vicdaniyeleriyle o işleri yapıyorlarsa, onlara bir çeşit ruhsat verilmesindeki asıl maksat da o alanı bir vasıta olarak kullanarak bir de o dille bazı mesajları sunmaktır. Acaba bir kesim tarafından şerre sebep yapılan bir sahada birkaç temiz niyetli insanla o alanın tutkunlarına bazı hakikatler anlatılabilir mi? Acaba o felsefenin takipçilerine kendi dillerinden konuşmak suretiyle bazı mülâhazalar sunulabilir mi? Acaba yabancı kaldıkları ama biraz tanıyınca mutlaka sevecekleri dini değerlerle tanışmaları sağlanabilir mi? Acaba kendilerine hep unutturulan, fakat az hatırlayınca yüreklerini hoplatabilecek olan gerçekler onların ruhlarına da duyurularak içlerinde bir heyecan uyarılabilir mi?
İşte, bu duygu ve düşüncelerle bazı samimi ve hak aşığı insanlar da o sahalarda at oynatabilirler. Fakat, kanaat-i vicdaniyeye havale ettiğimiz böyle bir mevzuda hata etmiş de olabiliriz. Belki de ötede bize derler ki, her zaman söz söyleme hakkı olan Zât öbür tarafta da bize der ki, “Siz zatında güzel olan İslâmiyet’i ve diyaneti herkese doğrudan doğruya neden anlatmadınız? Kendi değerlerinizin cazibesi yeterli olduğu hâlde, niçin başka dünyalara ait bazı argümanlar kullanma yolunu seçtiniz?” İşte bu noktada da hakiki mü’minin yüreği hoplamalı ve çok korkmalıdır. Bu mevzuda objektif fetva verilemeyeceğini bilmeli, meseleyi kanaat-ı vicdaniyeye havale etmeli ve herkesin kendi vicdanını işletmesi gerektiğini kabullenmelidir. İnsanı lâubalîliğe çeken bazı sahalarda dolaşmak zorunda kalanlar da, dine ve millete hizmet edip etmediklerine bakmalı; yararlı olup olmadıklarına göre karar vermelidirler. Bulundukları atmosferde Allah’ı hatırlama ve hatırlatma imkânı oluyor mu, olmuyor mu? Peygamber Efendimiz’e dair bir husus anlatılabiliyor mu, anlatılamıyor mu? Kur’ân’ın bazı hakikatleri nazara verilebiliyor mu, verilemiyor mu? Belli sınırlar dahilinde fenalıkların yüzünden peçeleri indirip onları kendi çirkinlikleriyle göstermek ve insanları birkaç cümle ya da paragrafla da olsa güzel ahlâkın zümrütten yamaçlarına çağırmak mümkün oluyor mu, olmuyor mu? Vicdanının sesine kulak vermek suretiyle bu soruları müsbet cevaplayanlar müstesna, güldürmenin, kahkaha atmanın, komiklik yapmanın bizim dünyamızda yeri yoktur. Bunlar bütün cazibesiyle, iç okşayıcılığıyla ve gönülleri gıdıklayıcılığıyla kapımızın önüne kadar gelip “… Ey mehlikâ bir gece al bezme beni” dese de biz, “… Beyhude yorulma kapılar sürmelidir!” deyip bir sürme üzerine bir sürme daha çekmeli; her birimiz “Hayır arkadaş, Allah’a dilbeste olduğum ve Peygamber’in yoluna gönül verdiğim günden beri beni ciddiyetten, mesuliyet şuurundan ve öteler mülâhazasından uzaklaştıran her şeye karşı sonuna kadar kapandım.” demeliyiz.
Lâubalîlerin İnsanlığa Verebileceği Hiçbir Şey Yoktur
Zannediyorum, bizim davranışlarımızdaki alacalık bu duygu ve düşüncelere kendimizi alıştıramamaktan ve ciddiyeti tabiatımız hâline getirememekten kaynaklanmaktadır. Bazen tam bir mesuliyet insanı gibi olma, bazen de en küçük bir sebeple sululuklara, ciddiyetsizliklere ve lâubalîliklere girme şeklindeki gel-gitler ciddiyet ve vakarı tabiatımızın bir derinliği yapamadığımızı göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, bazılarımız itibarıyla, birilerinin yanında –onlardan utanarak– güzel ahlâklı bir insan tavrı sergilesek, sun’iliklere de girerek tam bir dava adamı gibi davransak ve ağırbaşlı görünsek de, sadece riya ve süm’a yapmış oluyor, kendi başımıza kaldığımızda yine her zamanki hâlimize bürünüyor ve kalbinde iman problemi bulunan kimseler gibi yaşıyoruz. Ciddi insanlar arasındayken tuhaf tuhaf ses akortları, davranış ayarlamaları ve hareket tarzlarıyla asıl kimliğimizin çok çok üstünde bir görünüş sergiliyor ve riyakarlık yapıyoruz. Heyhat, yalnız olduğumuz zamanlarda ya da lâubalî insanlar arasında bulunduğumuz anlarda, görenlere “İman bu adamın neresinde?” dedirtecek kadar dini değerlerden kopuk davranıyoruz. Az önce hüzünden yaşaran gözlerimiz daha on dakika bile geçmeden kahkahadan dolayı sırılsıklam olabiliyor. Bazılarımız itibarıyla, İslâm’a ait güzellikler tabiatımıza tam içirilememiş olduğundan, en basit bir hatırlatıcıyla kendimizi ancak ehl-i dünyanın meclislerinde görülebilecek komikliklere, gülmelere, kahkahalara ve lâubalî tavırlara salabiliyoruz. Salıyor ve en kutsî hakikatleri kendi lâkaytlığımıza kurban ediyoruz…
Oysa, bizim bu çelişkilerden mutlaka kurtulmamız lâzımdır; bunun için de, her şeyden önce iman mevzuundaki problemlerimizi halletmemiz gerekmektedir. “Din” dediğimiz vaz’-ı ilâhî, iman ve İslâm düşüncesinin tamamının unvanıdır; “diyanet” ise bu yüce hakikatin hayata hayat olmasının adıdır. Din, hem nazarisiyle, hem de amelî yanı itibarıyla bizim hayatımıza da hayat olmalıdır. Nabızlarımız onunla atmalı; bakışlarımızda o nümayan olmalı; yüz çizgilerimizde sürekli o belirmeli ve bize bakan bizde onu okumalıdır. Zira, din ancak tabiat hâline geldiği zaman kendinden beklenen fonksiyonu eda etmiş olur. O, tabiatımızın bir derinliği hâline geleceği âna kadar alaca yaşamaktan ve çelişkiler arasında kalmaktan kurtulamayız. Bazen mü’min gibi görünmeyi tuttursak ve bir ciddiyet abidesi gibi hareket etsek de, bu hâlimizi her zaman koruyamayız. Hâlbuki, biz hem ibadetlerimizde hem normal işlerimizde hem de insanlarla münasebetlerimizde öyle bir hassasiyet ortaya koymalı, sözümüzle, sazımızla öyle bir incelik sergilemeliyiz ki, dinimizin güzellikleri çevremize de aksetsin.. söz, tavır ve davranışlarımız o derece gönlün şivesi olmalı ve onların üzerine kalbe ait mânâların rengi, deseni düşmeli ki, başkaları üzerinde de tesir icra etsin.
Uhrevîlik Ahlâkı
Evet, imanda kemâle yürüyen ve Allah’la böyle bir münasebete geçen insanın düşünce ve tavırlarında şaşmayan bir doğruluk, mütemâdî bir samimiyet, sürekli bir ciddiyet ve bir uhrevîlik ahlâkı belirir. O insanın iç fotoğrafı hâline gelen bu ahlâk, diyanet mülâhazasıyla işlene işlene zamanla onun bütün davranışlarına akseder.. eline-ayağına, gözüne-kulağına, diline-dudağına, sesinin tonuna, vurgularına ve hatta mimiklerine bile hükmünü geçirir.. ve nihayet insanın ruhuna kendi mânâsının şeklini veren bu iç resim onun tavırlarında okunan mânevî bir kaside hâline gelir; zaten, “Görüldüğünde Allah hatırlanır.”23 hakikati de bu kıvamdaki bir mü’mini belirtir.
Değişik münasebetlerle yâd ettiğim, büyük hadis alimi Abdullah İbn Mesleme –tarihte binlerce emsali bulunan– bu mü’minlerden biridir. Öyle ki, Ka’nebî diye tanınan bu büyük insan, bir topluluğa uğradığı zaman onun görünüşünde müşâhede ettikleri mehabetten dolayı oradaki insanlar “Sübhânallah”, “Lâ ilâhe illallah” demekten kendilerini alamazlarmış. Kendisini görenlerden birinin “Ne zaman Ka’nebî’yi ziyarete gitsek onu uçurumun kenarındaymış da neredeyse Cehennem’e düşüverecekmiş gibi bir vaziyette görürdük.”24 diyerek vasfettiği bu hak dostunun hâli elbette ki çevresindekilere tesir etmiştir. Yine, Abdurrezzak İbn Hemmam, döneminin en büyük alimlerinden birisi olarak bilinen İbn Cüreyc hakkında demiştir ki: “Onu ilk gördüğüm zaman ‘İşte Allah korkusundan yanıp tutuşan bir hak dostu!..’ demeden edemedim.”25 Evet, o hakikat erlerinin uzun boylu sözler söylemelerine gerek yoktur. Hâlleri imanlarına şahittir onların. İnsan, çehrelerine nazar edince alacağını alır; gözlerinin içine bakınca ruh inceliklerini görür ve ürperir.
Hâsılı; şayet çehresinde pırıl pırıl bir hayâ, davranışlarında dupduru bir samimiyet ve vicdanında da köpük köpük bir heyecan bulunan nesiller yetiştirmek istiyorsak, önce kendimiz ilim ufkunun ötesinde hakikat nurlarına ulaşabilmiş, bedene ait arzu ve isteklerini zarûret çerçevesine hapsetmiş ve hep O’nu seslendirme, O’nunla nefes alıp verme azmiyle gerilmiş ciddi, vakur, ağırbaşlı kimseler olmalıyız. Sonra da, maddî-mânevî hiçbir şey beklemeden, dünyevî-uhrevî hiçbir sevdâya kapılmadan, en içten ve şefkat dolu bir edayla neslimize el uzatmalıyız. Tabiî, bunu yaparken de, vakar ve ciddiyeti hiçbir zaman abus çehrelilik, somurtkanlık, sertlik ve huşûnetle karıştırmamalı; şefkatli, içten, candan ve sevimli olmayı da sulu, lâubalî, alaycı ve ciddiyetsiz bir hâle bürünme şeklinde algılamamalıyız.
1 Âl-i İmrân sûresi, 3/104.
2 Âl-i İmrân sûresi, 3/110.
3 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/390; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/460, 530.
4 Bkz.: Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11; Ebû Dâvûd, salât 239.
5 Hümeze sûresi, 104/1.
6 Hucurât sûresi, 49/11.
7 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 6/4468.
8 Tirmizî, menâkıb 63; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/75.
9 İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56.
10 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/13; el-Mu’cemü’l-evsat 8/192.
11 Tirmizî, menâkıb 16; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/53.
12 Buhârî, fezâilü eshâb 7; Tirmizî, menâkıb 18; Ebû Dâvûd, sünnet 8.
13 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/43.
14 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/241; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/134.
15 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/270; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 39/51.
16 İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 39/47-51.
17 Buhârî, edeb 113; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 38.
18 Bakara sûresi, 2/44.
19 Bkz.: Mâide sûresi, 5/78-79.
20 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 1/699; Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 12/54.
21 Bkz.: Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
22 Bediüzzaman, Sözler s.251 (On Dokuzuncu Söz); Mektubat s.226 (On Dokuzuncu Mektup); Mesnevî-i Nuriye s.21 (Reşhalar, Yedinci Reşha)
23 Bkz.: İbn Mâce, zühd 4.
24 ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 10/263.
25 ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 10/216.