Cinnet Yolculuğu

“Mehlikâ Sultan’a âşık yedi gençKarasevdalı birer âşıktı.Bir hayalet gibi dünya güzeliGirdiğinden beri rüyalarına;Hepsi meshûr, o muamma güzeliGittiler görmeğe Kafdağlarına…”(Y. Kemal)

Neslimiz, yaşadığı dönemi bir enkaz yığını hâlinde devraldı. Yıkılmadık ve sökülmedik hiçbir tarafı kalmamış bir enkaz yığını hâlinde…

O, iradesine kement vurulmuş, tâli’inin yüzüne zift sıkılmış; doğruların eğri, eğrilerin doğru gösterildiği bir atmosfer içinde kendini buldu. Ve neyin ne olduğunu sezemeden akıntıya kapılıp gitti.

Ona, bu ölüm gayyasını Batı hazırlamıştı. Rehberliğini de o yapıyordu.

Ah o fettan rehber! Bari kendisi istikamette olabilseydi… Heyhât! Batı, kalbsizlik, ruhsuzluk ve inançsızlık içinde her gün biraz daha kasılıyor, büzülüyor ve kurumaya doğru gidiyordu. Bütün bir tarih boyunca, mukaddes sayıp omzunda taşıdığı her şeyi, bir hamlede silkip üzerinden atıyor ve gidip gırtlağına kadar levsiyâta gömülüyordu. Evet, bir mahbesten kurtulmuş gibi, Andre Gide’nin diliyle “Dünya Nimetleri”ne kavuşuyor ve kendisini visale ermiş görüyordu: “Evet evet kapkara geçti gençliğim; içim pişmanlıkla dolu. Toprağın tuzunu tadamıyorum. Ne de şu koca tuzlu denizinkini… Ağzım kapalı kaldı ve ellerim meyvelere uzanamadı; çünkü dua etmek için birbirine kenetlenmişlerdi.”

Zavallı Batılı.. bilmem ki, kendini o güne kadar var eden mazi, örf ve geleneklerin tahtına oturttuğu “dünya nimetleri”nden umduğunu bulabildi mi? Ne gezer… Bulduğu, hayal dünyasında bir “Yalancı Cennet” ve heder olmuş koskoca bir gayret..!

Ve artık bu aldanmış dünyada her şey durmadan değişiyor, değişenler tekrar değişikliğe tâbi tutuluyor; bir geliş-gidiş curcunasıdır sürüp gidiyordu…

Böyle her şeyin dökülüşü, her şeyin birkaç defa harman oluşu karşısında.. evet, bütün altüst oluşlar karşısında edebiyat, felsefe, estetik sahalarında neyin kalıp, neyin kalmayacağını söyleyebilir miyiz? Neyin kayıplara karışacağını, hangi nevzuhurların yarınlarımızı işgal edeceğini kestirebilir miyiz? Kendi kendimizi hayallerle teselli ve bunun edebiyatıyla avunma, zihnimize karşı ayrı bir tenakuz ve göz göre göre kendi kendimizi aldatma değil midir? Eksistansiyalizm hangi derde derman olabilmiştir? İşte olup bitenler: “Harap iller, yıkılmış hânümanlar, zâirsiz1 bucaklar, kimsesiz çöller…”

Evet, bugün her şeyden evvel, insanlığın kırılan gururunun, hırpalanan ruhunun asıl sebebini arama mecburiyetindeyiz. Biz onu, maddenin bir mihrap ve pozitivist düşüncenin bir fetiş hâline getirilmesinde görüyoruz.

İnsanlığın düşünce dünyasını istila eden bu davetsiz misafirler, daha doğrusu zorbalar, onu hortlak hâline getirip kendi kendini katlettirmekten başka, bütün ümitlerini de alıp götürmüş ve yerine bir sürü buhran bırakmışlardır…

Şimdi, bu yeni buhran dönemi bize, millî hayatiyetimizin bütün bütün sönüp külleştiğini, hayalimizde kurduğumuz sırça sarayların karanlığa gömüldüğünü ve geçmiş milletler gibi, bizim için de bitip tükenmenin mukadder olduğunu iyiden iyiye hissettirdi. Hem, bütün endişelerimizi sarsacak şekilde hissettirdi.

Evet, şimdi; Ninova’yı, Bâbil’i daha iyi anlıyor; Roma’yı, Atina’yı görüyor gibi oluyoruz. Artık tarih uçurumunda herkesi yutacak kadar büyük gediklerin bulunduğunu açık seçik müşâhede edebiliyor ve ürperiyoruz. Peşi peşine iki Cihan Harbi bu ürpertiye dâyelik yaptı ve onu bilhassa Batı için bir kâbus haline getirdi.

Hiroşima’nın mezar taşında kırılan medeniyet kâsesi, bütün bir Avrupa şehrayinindeki renkli lambaları söndüren yıldırım şerarelerine döndü. Bilmem ki Atlantis’in yokluğun karanlıklarına gömülüşünde insanlık bu kadar endişe ve korkuya kapılmış mıydı…? Evet, “Dünya’da bir eşi olmayan cihan harbi” görülmedik bir ürküntü hâsıl etti. Medenî imkânlardan, fennin cadılığından, tekniğin merhametsizliğinden ürktü insanlık. Ürktü ve kendini kitaplara verdi. Artık, yıkılan dünyasını kitaplarla, kilise ve dualarla yeniden kurmaya çalışıyordu. Sözler hep eski kurucular ve koruyucular üzerine söyleniyor; şiir ve nesir şehitlerden ve kahramanlardan bahisler açıyordu.

Bir kaçış ve arayış curcunası içinde bîçare Batı, sığınak peşinde ve bir avuntu arkasında, düşünceden düşünceye koşuyor ve bir türlü aradığını bulamıyordu… Artık o kapana kısılmış bir fare gibi “her şeyi olduğu gibi kabul etme” felsefesiyle teselli olmaya çalışıyor, Eksistansiyalizm türküleri söylüyor ve ona kurtarıcı bir simit gibi sarılıyordu. Ama acaba halaskârı, onun arzu ettiği ölçüde değişen hayat ve hâdiselere felsefe yetiştirebilecek miydi? Evet, bütün bunlara aydınlık getirmeden Batının belini doğrultması mümkün değildir…

Bizlere gelince, gaip kıtaya göre Kanarya Adaları sekenesi. Dağların doruklarında kalmamıza rağmen, kendimizi batmışlara imrenme içinde bulduk. Medeniyet sefaletinin, ayaklarımızın dibinde çukurlaşma ve derinleşmesine karşılık, zirvelerde olan bizler, ona ve ufunetli çamuruna destanlar söylemeye koyulduk.

Keşke o kadarlıkla kalsaydık… Kendini ateşe atan kelebekler gibi, bir yalancı mum için uçup uçup gittik; gittik ve bir daha da geriye dönemedik.

Ve insanımız, hep böyle meçhuller arkasından koşup durdu. Hep görünmedik, bilinmedik şeylere bel bağladı. O, hayalden şatolarda, âşığına visal vaad eden bir fettana, bir alüfteye tutulmuştu. “Mehlikâ Sultan”a âşık olmuştu… Heyhât! Mâşuk diyarında, çoktan hazan esmiş, bağlar bozulmuş, kaynaklar kurumuş, sular kesilmiş; surlar yıkılmış, yollar perişan olmuştu…

Acaba onu, sardırdığı bu dünyadan uzaklaştırmak mümkün olacak mıydı? Bunu şimdiden kestirmek çok zor, ama; neylersin ki, kurtuluşumuz da yine ona bağlı. Asırlardan beri hayal peşinde koşanlara, kendinden kaçanlara, yalnızlara ve öz yurdunda gariplere…

Yine de bin bir tomurcuğun diriliş soluduğu şu günlerde, yurduna küsüp gidenlerin yeniden yuvaya dönecekleri ümidini beslemekteyiz…

1 Zâirsiz: Ziyaretçisiz.

-+=
Scroll to Top