YEDİNCİ BÖLÜM

CUMA NAMAZI

1. Cuma Namazının Önemi

Cuma namazı, namaz olarak sair namazlardan farksızdır; yani o da kıyam, kıraat, rükû, sücud ve celseden ibarettir. Başka bir ifadeyle, insanın kanat çırpıp Rabbisine yükselmesinden, bir arşiye çizip miracını gerçekleştirmesinden, fikren ve hayalen on dört asır evvel yaşamış Rehber-i Ekmel’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gidip, O’nun arkasında durmasından ibarettir. Biz, günün yirmi dört saatini beşe bölüp, her parçasını beş vakit namazla nurlandırdığımız gibi, haftayı da cuma ile böler, bir biçime koyar ve üzerine nur serperiz. Haftalık saatimizi, cuma’ya göre ayarlar, o an gelip çattığı zaman bütün hissiyat, letaif ve kalbimizle Rabbimize teveccüh ederiz. Çünkü cuma günü, Allah’ın yarattığı günler içinde en kıymetli bir gündür. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), cuma gününün hususiyetlerini şu şekilde sıralar:

“Cuma günü, (haftanın diğer) günlerinin efendisidir. Allah katında da en mühim olanıdır. O, Allah katında, Kurban ve Ramazan bayramı günlerinden daha mühimdir. Bu günün beş hasleti vardır: Allah (celle celâluhu), Âdem’i bugünde yarattı, bugünde yeryüzüne indirdi ve ruhunu bugünde kabzetti. Ayrıca bugünde bir vakit vardır ki, kul o vakitte Allah’tan haram bir şey talep etmedikçe her ne isterse mutlaka kendisine verilir. Kıyamet de bugün kopacaktır. Bütün mukarreb (Allah’a yakın) melekler, sema, arz, rüzgâr, dağ, deniz… hepsi bugünün kadrinin azametinden çekinirler.”293

Bu âlemde gün dediğimiz şeyler devrini tamamlarken, makro âlemde de bir dönüş vardır. Bu âlemde cuma günü, Efendimiz’in ifadesiyle yeryüzünde beşerin meydana geldiği gündür. Dolayısıyla normo âlemdeki cumalar, cumartesiler, pazarlar… makro âlemdeki günlere tevafuk ettiği zaman, kilidin noktaları birbirine gelmiş gibi şifre çözülür ve insan ancak o zaman kalbî arşiye ve kavsiyesini tamamlama imkânına sahip olur. Bu günler arasında bir ihtilaf olduğu zaman ise insanlar feyz-i akdesten gelen sırlardan istifade edemezler. İşte Yahudi ve Hıristiyanlar, cumartesi ve pazar günü demek suretiyle bu sırlardan istifade edememişlerdir. Ümmet-i Muhammed ise cuma gününün ehemmiyetine binaen, bu güne sahip çıkmış ve her hafta coşkulu bir şekilde onu idrak etmektedir, –inşâallah– kıyamete kadar da idrak edecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hakikati, “Allah Teâlâ, bizden öncekileri cumayı bulma işinde şaşırttı. Bu sebeple cumartesi Yahudilerin, pazar da Hıristiyanların oldu. Allah (celle celâluhu), bizi yarattı ve bizlere cuma gününü bulma hususunda hidayet nasip etti: cumayı da, cumartesini de, pazarı da (ibadet günleri) kıldı. Onlar, kıyamet günü de bize tâbidirler. Biz, dünya ehli arasında sonuncusuyuz, fakat kıyamet günü birinciler olacağız ve bütün mahlûkattan önce hesapları görülüp bitirilecekler olacağız.”294 şeklinde ifade eder.

Evet, ifsat edilmiş bir vasıtayla yol alınamaz, bozulmuş bir sistemle mesafe katedilemez, matlub ve maksuda ulaşılamaz. Bizler, zaman itibarıyla sonradan geldik, fakat onlara sebkat ettik, yarışı biz kazandık. İşte bu yüzden cuma namazı, diğer namazlar arasında en muhtevalı ve en çaplı bir namazdır. O hâlde mü’min, onun kadr ü kıymetini bilecek ve her ne pahasına olursa olsun onu eda etmeye çalışacaktır.

Evet, cuma namazı, haftayı tamamlar ve insanları, Allah’a yaklaşabilecekleri bir yere yükseltir. Onlar da, cuma sayesinde Rabbin rahmetinden istifade etme yolunu düşünürler. Başka bir ifadeyle, altı gün namaz kıldıktan sonra, ulûfe almak üzere belli bir gün belli bir noktaya yükselirler ki, o gün, şuurluların, Hakk’a gönül vemişlerin etekleri mücevherlerle dolar taşar. Dolayısıyla cuma, bir haftalık seyahatin neticesinde belli şeyleri Rabb’den almak üzere belli bir doruğa ulaşmanın ifadesidir. Bu hakikati Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu hadisiyle ifade etmiştir: الصَّلَاةُ الْخَمْسُ، وَالْجُمْعَةُ إِلَى الْجُمْعَةِ، كَفَّارَةٌ لِمَا بَيْنَهُنَّ، مَا لَمْ تُغْشَ الْكَبَائِرُ “Beş vakit namaz, bir cuma namazı diğer cuma namazına kadar, hep kefarettirler; büyük günah irtikâp edilmedikçe aralarındaki günahları affettirirler.”295

Görüldüğü gibi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), günü, haftayı ve seneyi belli bölüm ve parçalara ayırır; o parçalarda eda edilen namazların, namazsız geçen diğer bölümleri nurlandırdığını ifade ederler.

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِيَ لِلصَّلَاةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Bu sizin için daha hayırlıdır, bir bilseniz!”296 ferman etmekte ve sanki, “Sizi davet eden Zât, Mâbud-u Mutlak’tır, Maksud-u bi’l-İstihkak’tır. Cuma namazına davet etmekle sizi yükseltip kurb-u huzuruna almak istiyor.” demekte ve âdeta düğün sahiplerinin, düğün davetiyesinin altına imza attıkları gibi, bu davetin altına “Allahu ekber, Allahu ekber…” sözleriyle imza atmaktadır.

Âyette “nida” kelimesiyle, ezan-ı Muhammedî kastedilmektedir. Zaten Müslümanların gülbangı, günde beş defa minarelerden semalara doğru şehbal açan ezan-ı Muhammedî’dir. “Zikir”den maksat ise hutbe ile başlayan namazdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde bu ezan, imam minberde iken okunur, sonra da namaz için kâmet getirilir ve namaza durulurdu. Bu uygulama Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ) devrinde de devam etmiştir. Fakat Müslümanlar, gün be gün çoğalıp şehirler genişledikçe, ses her tarafa ulaşmaz ve duyulmaz oldu. Bundan dolayı da Hz. Osman, hatip minberde iken okunan ezana ilave olarak halka duyurmak için dış ezanı okutmaya başladı ve bu usûl üzerine icma vaki oldu. Hutbede okutulan ezana da, sünnete riayet olsun diye teberrüken devam edildi.

Sahabe, âyetteki فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللهِ “Allah’ın zikrine koşun.” ifadesi, “hemen gidin” demektir. Abdullah İbn Mesud: “Eğer bunun mânâsı bildiğimiz koşmak olsaydı, ezan okunduğu zaman, vallahi hırkam sırtımdan düşecek derecede koşardım.”297 der. Sahabe, bu kelimeyi, şevk içinde mescide yürüme şeklinde anlamıştır ki, haddizatında namaza giderken vakar ve sekine içinde gidilmesi esastır. Belki içiniz koşmak isteyecek fakat siz, mü’mine yakışır bir vakar ve ciddiyetle, iç coşkunluğunuzu frenleyecek, ağır ağır gideceksiniz.. gidecek ve namazdan yetişebildiğinizi eda edecek, yetişemediğinizi de, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, إِذَا أُقِيمَتِ الصَّلاَةُ فَلاَ تَأْتُوهَا تَسْعَوْنَ، وَأْتُوهَا تَمْشُونَ، عَلَيْكُمُ السَّكِينَةُ، فَمَا أَدْرَكْتُمْ فَصَلُّوا، وَمَا فَاتَكُمْ فَأَتِمُّوا “Namaz için kâmet getirildiği vakit, ona koşarak gelmeyin, yürüyerek gelin, ağırbaşlılığı elden bırakmayın, yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi sonra tamamlarsınız.”298 fermanına uyarak kaza edeceksiniz.

Sahabe efendilerimiz ne zaman namaza çağrılsalar, aşk ve şevk içinde giderlerdi ve ezan-ı Muhammedî, onların içine âdeta su serper; dünyanın boğucu ahvalinden bir nebze de olsa rahatlamalarına vesile olurdu. Bu durum, aynı zamanda bir mü’minlik şiarıdır; mü’min, Allah’tan bir davet aldığında vakit kaybetmeden davete icabet eder. İşte Kur’ân, bu ruh hâletine tercüman oluyor.

Âyette dikkat çeken başka bir husus ise, “Alışverişi bırakın.” ifadesidir. Dünyada insan için en cazip olan şey, bir kazanç peşinde koşması ve her defasında üç-beş kuruş daha fazla elde etmesidir. Dolayısıyla tüccar, kendisi için cazip olan ticaretini bırakıp camiye gelecek; memur, memuriyet masasından kalkıp camiye koşacak; işçi, tezgâhını kapatıp ezan-ı Muhammedî’ye kulak kesilecek ve camiye gidecek…

Âyetin sonundaki, “Bu sizin için daha hayırlıdır, bir bilseniz!” ifadesi şunu söyler: Rabbi hoşnut etme ve uhrevî saadetinizi temin adına, her türlü işi bırakıp Hz. Muhammed’in getirdiği ziyafet sofrasındaki ilâhî nimetlerin en üstünlerinden olan cuma namazına gitmeniz, sizin için daha hayırlıdır. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’ın emirlerinin ne demek olduğunu ağırlığıyla vicdanınızda hissediyor ve namazın içinizde hâsıl ettiği neşveyi duyuyor iseniz, cuma’nın faziletini size anlatmaya lüzum yok, siz onu daha iyi bilirsiniz. Öyleyse nida kulağınıza geldiği an, alışverişi terk edip mü’mine yakışır bir vakar ve ciddiyet içinde mescide koşacaksınız demektir.

Bir sonraki âyet-i kerimede ise, فَإِذَا قُضِيَتِ الصَّلَاةُ فَانْتَشِرُوا فِي الْأَرْضِ وَابْتَغُوا مِنْ فَضْلِ اللهِ وَاذْكُرُوا اللهَ كَثِيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki, kurtuluşa erersiniz.”299 buyrulmaktadır ki, bu lütfun ne olduğu hususunda İbn Abbas şu değerlendirmede bulunur: “Bu âyetle mü’minlere dünyalık peşinden koşmaları emredilmedi, Allah’ın lütfundan kasıt, hasta ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek ve Allah için din kardeşini ziyaret etmek gibi şeylerdir.”300 Fakat biz meseleyi biraz daha şümullü ele alacak olursak şöyle diyebiliriz: Namazı eda edin ve içiniz durulaşıp berraklaşsın, sonra mesuliyet duygusu altında yeryüzüne dağılın, Allah’ın dünyevî ve uhrevî lütuflarından istifade edin. Nurlu ve yümünlü bir hayat yaşayın ki, hayatınız düzene girsin. Böylece felaha erersiniz.

Sûrenin son âyetinde de, وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِمًا قُلْ مَا عِنْدَ اللهِ خَيْرٌ مِنَ اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِ وَاللهُ خَيْرُ الرَّازِقِينَ “Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman Seni oracıkta bırakarak kalkıp ona giderler. De ki: ‘Allah’ın nezdindekiler, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.’”301 buyrulmakta ve Efendimiz döneminde vuku bulan bir hâdiseye dikkat çekilmektedir:

Birgün Efendimiz minberde hutbe irad ediyordu. Medine’de açlığın ve pahalılığın hâkim olduğu bu dönemde, bir ticaret kervanının Şam’dan döndüğü haberini bildiren kös veya def-davul sesi etrafta duyulunca mescittekiler Efendimiz’i dinlemeyi bırakıp kervana koştular. Tabi bu hareketi, Efendimiz’i minberde dinleme mecburiyetini henüz müdrik olmadıklarından, hutbenin ve cumanın adabı mevzuunda yeteri kadar bir şey bilmediklerinden yapmışlardı. Vakayı nakleden Selman-ı Fârisî, İbn Mesud, Bilal-i Habeşî gibi sahabiler, orada sadece on iki erkek ve bir de kadının kaldığını bildirirler. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duruma oldukça canı sıkılmış ve: “Muhammed’in canını elinde bulunduran Allah hakkı için eğer hepiniz gitmiş olsaydınız, vadiyi ateş seli doldurur, sizi götürürdü.” başka bir rivayette ise, “O kalanlar olmasaydı, üzerinize gökten taş yağdırılırdı.”302 buyurmuştur.

Evet, Nebi’nin hutbede terk edilmesi korkunç bir şeydi; bundan dolayı da sahabeye korkunç bir itap vardır. Ancak az sayıdaki kutlu, işin şuuruna varmış; Allah Resûlü’nü yalnız bırakmamak suretiyle büyük bir belanın gelmesine mâni olmuşlardır. Bundan sonra sahabenin, Efendimiz’i dinlerken âdeta ayağına pranga vurulmuş gibi dinlediği bildirilir. Artık hutbe dinlerken, öylesine edep içinde oturuyorlardı ki, o oturmaları âdeta namaz hüviyeti alıyor, Said İbn Cübeyr’in ifadeleri içinde, devr-i risalette hutbe dinlemek, iki rekât namaza mukabil sayılıyordu.303

Hâsılı, cuma günü, günlerin efendisi olduğu içindir ki yerinde sabit durur, kendine has durumunu muhafaza eder, haftanın diğer günleri ona göre vaziyet alırlar. Bayram, Arefe vb. günler hep değişir ve farklı zamanlara denk gelir. Bu yüzden mü’minler, bayramlardan daha ziyade cumaya ihtimam gösterirler. Haftada bir defa cuma namazına gelmeyi ağır bulanlar da teselli olmak için bayramdan bayrama camiye-cemaate gelirler. Hâlbuki nerede bayram namazları, nerede cuma namazı! Sahabe, bayrama verdiği ehemmiyetin belki yüz katını cuma gününe veriyordu. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ تَرَكَ ثَلَاثَ جُمَعٍ تَهَاوُنًا بِهَا، طَبَعَ اللهُ عَلَى قَلْبِهِ “Kim önemsemeyerek (başka bir rivayette mazeretsiz olarak) üç cumayı terk edecek olursa, Allah onun kalbini mühürler.”304 buyurmuştu. Yani o insanda ibadet aşkı ölür, cumadan başka beş vakit namazın neşvesinden de mahrum kalır, Allah’ı sevemez, Rehber-i Ekmel’i takdir edip, O’nun arkasında yerini alamaz. Allah’ın huzuruna sanki boynunda ip, sürükleniyormuş gibi gelir.

Başka bir hadis-i şerifte de tehdit ve tedip mahiyetinde, لَيَنْتَهِيَنَّ أَقْوَامٌ عَنْ وَدْعِهِمُ الْجُمُعَاتِ، أَوْ لَيَخْتِمَنَّ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ، وَلَيَكُونُنَّ مِنَ الْغَافِلِينَ “Bir kısım insanlar ya cumayı terk etmekten vaz geçecek veya Allah onların kalblerine mühür vuracaktır da gayri ondan öte gafiller güruhu içine girecek, duymaz, duygulanmaz fertler hâline geleceklerdir.”305 buyrulur.

Evet, cuma bu kadar ağır ve bu kadar büyüktür. Bütün bu hadisler, cumanın ehemmiyeti mevzuunda Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hassasiyetini, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda O’na talim ve tebliğinin ağırlığını ifade etmektedir.

2. Cuma Namazı Kapsamlı Bir İbadettir

Araplar, haftanın yedi gününü isimlendirirken, birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün.. der; cuma gününe de mâşerî vicdanın belli bir noktaya teveccüh etmek suretiyle Cenâb-ı Hak’tan gelenlerden istifade etme günü mânâsına “cumua (toplanma) günü” derler. Cahiliyede bu güne arûba” diyorlardı. Her ne derlerse desinler cuma bir içtima; yani Allah karşısında resm-i geçide hazır hâle gelme, teftişe hazır olma günüdür. Başka bir ifadeyle, günde beş vakit namazın mesuliyetini üzerimizden attıktan sonra, toplu olarak hesap vermek üzere Rabbin huzuruna gelme ve O’nun emrine âmâde olduğumuzu itiraf etme günüdür.

Tabi biz, bu davete koşup gelirken ve bizim için kârlı saydığımız şeyleri terk ederken, nasıl bir doruğa ulaşacağımızı düşünerek geliriz. Çünkü melekler, yeryüzünde cuma kılan cemaatle birlikte namaz kılar, onlara iştirak ederler. Dolayısıyla cemaatin dualarıyla birlikte meleklerin duası da Allah’a yükselir; o masumların arasında, biz aciz kulların duası ne kadar çelimsiz kalırsa kalsın, ümit edilir ki kabule karin olur.

Evet, cuma, ferdî bir ibadet değil; toplu olarak mâşerî vicdanın Yüce Allah’a teveccühüdür. Âdeta kul, Allah’ın nimetleri karşısında gerekli şükrü tek başına eda edemez ve, “Rabbim! وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لَا تُحْصُوهَا “Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.”306 diye bize anlattığın nimetlere karşı, ben ferdî durumumla mukabele edemem, vicdanım buna kâfi gelmez. Bu yüzden de biz, bir araya gelerek cemaat hâlinde kulluğumuzu ve şükrümüzü Sana takdim ediyoruz. Benim cılız sesime bakma Allahım! Cemaatin gür ve dolgun bir hâlde “Allahu ekber” deyip kıyama duruşlarına, “Allahu ekber” deyip rükûa gidişlerine, “Allahu ekber” deyip secdeye kapanışlarına ve orada “Sübhânallah” deyip Seni tesbih edişlerine bak. Bu gür cemaat sesi içinde, ben Senin sonsuz nimetlerine karşı şükrümü eda etme niyeti içinde bulunuyorum.” der.

Diğer taraftan cuma, esmâ-i ilâhiyenin bir makes noktasıdır. Dolayısıyla o, büyük âlemde icraat-ı ilâhiye olarak yaratılan her şeyin belli bir noktada fihristleştirilmesinden ibarettir. Bunun mânâsı; bir şeyin konsantre hâline getirilmesi ve icap ettiği zaman sulandırılarak eski vazifesinin kat kat üstünde bir vazife görmesi demektir. Bu yönüyle cuma, hilkatteki bütün günleri bir araya getiren bir mânâyı taşımaktadır. Haftayı bölen cuma, aynı zamanda ayları, seneleri de böler ve böylece onunla bütün bir seneye, bir ömr-ü beşere ve bütün zamana nur serpilmiş olur. Aynı zamanda cumada biz, bütün bir ömrü boyunca rükû ve secde eden, kıyamda duran meleklerin neşvesini de duyarız.

3. Cumada Dikkat Edilecek Bazı Hususlar

Cuma namazının ehemmiyetine binaen onun için birtakım şartlar öngörülmüş, bu şartlar yerine getirilmeden Cuma namazının kabul olmayacağı bildirilmiştir. En başta, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, ferdin cuma namazını tek başına değil; bir cemaatle birlikte eda etmesi gerekmektedir. Cuma, cemaatle birlikte kılınır ve onda okunan hutbe, cemaat tarafından dinlenirse cuma olur.

Evet, cuma, cemaat namazıdır; dolayısıyla biz ona giderken en nezih elbiselerimizi giyecek, en güzel kokuları sürünecek ve bu hava içinde onu takdime çalışacağız. Cuma günü, âlemin yaratıldığı altı günün sonuncusudur. Büyük âlemde günler, devirler hâlinde kendisini gösterir. Bunlar, göklerin ve yerin yaratılmasından, küre-i arzın, hayatın devamına müsait hâle gelmesi ânına kadar geçen devirlerdir ki, Allah katında altı gün olarak isimlendirilir: إِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ “Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah’tır.”307

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün elimden tuttu ve şöyle dedi: ‘Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Dağları pazar günü yarattı; ağaçları pazartesi günü yarattı. Hayat için gerekli olan şeyleri salı günü yarattı. Nuru çarşamba günü yarattı ve hayvanları perşembe günü yaydı. Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) cuma günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile gece arasındaki gündüz vaktinin en son saatinde en son mahlûk olarak yarattı.’”308

Yahudiler, bu meseleyi yanlış anlamış; “Cuma günü iş bitti, cumartesi de Allah istirahat etti.” demek suretiyle, Allah’a yorgunluk isnadında bulunmuşlardır. Müslümanlar ise Resûl-i Ekrem’in rehberliği sayesinde böyle bir vartaya düşmemişlerdir.

Cumanın vakti ise zeval vakti; yani beşerin rüşte erdiği vakittir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetine vesile olacak bu namazı, Allah’ın emriyle zeval vaktinde kılmayı tayin buyurmuştur. O vakitte Rabb’e teveccüh, O’nu görmeye vesiledir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir temsille bunu anlatır ve, “Öğle vaktinde açık seçik güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.”309 buyurur.

Diğer bir şart da, cuma için belli bir mekânın olması lazımdır. Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer namazlar için, وَجُعِلَتْ لِي الأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا، فَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلاَةُ فَلْيُصَلِّ “Yer bana temiz, pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.”310 buyurmaktadır. Ama cuma öyle değildir; siz, dağ başında sopanızı sütre yapıp cuma namazını eda edemezsiniz. O, ancak şehirleşip medenileşmiş, mâşerî vicdanın ne demek olduğunu kavramış ve toplu hareket edebilecek hâle gelmiş yerlerde eda edilir.

Bunlardan başka, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), cuma için gerekli bir takım hususlara da dikkat çekmiştir. Mesela bir defasında minberde hutbe irad ederken, insanlar, meşakkatli işler yapmaları ve sıcak bir günde yünlü elbiselerle camiye gelmeleri sebebiyle terlerler ve çıkan ter kokusu ortalığı sarar, herkesi rahatsız eder. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashaba camiye gelirken yıkanmalarını, bulabildikleri en güzel kokuyu sürmelerini ve cuma için ayrı bir elbiselerinin olmasını tavsiye eder. Bunu ifade eden hadis-i şerif şöyledir, الغُسْلُ يَوْمَ الجُمُعَةِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُحْتَلِمٍ، وَأَنْ يَسْتَنَّ، وَأَنْ يَمَسَّ طِيبًا إِنْ وَجَدَ “Cuma guslü büluğa eren herkese vaciptir. Misvak kullanması ve bulduğu takdirde koku sürünmesi de öyle.”311 Fukaha, bu meselenin geniş bir şekilde münakaşasını yapmış, kimisi Efendimiz’in “vacip” sözünü olduğu gibi kabul etmiş, cumaya gelirken gusletmenin vücubuna hükmetmiş; kimisi de bunun bir mükellefiyet ifade etmediğini belirterek sünnet olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Buhârî ve Müslim’de rivayet edilen bir hâdiseye göre, aynı tartışma Hz. Ömer’le ileri gelen bir sahabi arasında da yaşanmıştır. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cuma günü minberde hutbe irad ederken, sahabi mescidin kapısından içeri girer. Hz. Ömer, birden hutbeyi yarıda bırakarak, ona doğru yönelir ve, “Bu vakte kadar nerdeydin? Cuma günü ezan okunduğu zaman hemen camiye gelmen gerekmez miydi?” der. O ise şu cevabı verir: “Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Ezan-ı Muhammedî’yi duyar duymaz hemen koştum. Abdest almanın dışında başka bir meşguliyetim de olmadı.” Hatayı kabullenmekle birlikte, mazeret meşrudur; ezanı duyduğu zaman hazırlanıp koşmuş ve ancak o kadar yetişebilmişti. Fakat Hz. Ömer, meseleyi burada kesmez ve devam eder: “Ezanı duyunca abdest alıp mescide koştun. Fakat abdestle yetinmen de bir eksiklik. Biliyorsun, Resûlullah bize yıkanmayı da emretmişti.312

Sahabi, cuma günü gusletmenin ne farz ne de cumanın şartlarından biri olmadığını çok iyi biliyordu. O, Efendimiz’in bu sözünün bir gereklilik ifade etmediğini bildiği için de onu sadece bir fazilet olarak telakki ediyordu. Onun için de cumaya gelirken sadece abdest almış öyle gelmişti. Ne var ki ashab, en küçük âdab-ı şeriatta dahi kardeşini ikaz ediyor, hesaba çekiyordu. Zira onlar çok fıtrî idiler ve aynı zamanda birbirlerinden gelecek şeylere karşı tahammüle hazırdılar. Aralarında bir kırılma, gücenme yoktu. Bu yüzden de birbirlerinin kusurlarını rahatlıkla yüzlerine karşı söylüyor, ikaz edebiliyorlardı. Bu durum ise doğal olmayı, riyadan süm’adan uzak bulunmayı iktiza eder. Bu hâl, günümüz toplumunun kaldırabileceği bir şey değildir. Günümüzde âdeta hiç kimseye kusurunu söylemeniz mümkün değildir; çünkü herkes kendisini kusursuz görmektedir. Bu yüzden söylediğiniz şeyler hafif de olsa, hemen karşınızdaki şahsın temerrüdü ve size karşı bir reaksiyonuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Belki kendimiz de aynı durum içindeyiz; çoğu defa nefsimiz adına gelecek kusurları kabullenmeye hazır olduğumuzu ifade etmemize rağmen, yine de bazen temerrüt ediyor, bir türlü onları kabule yanaşmıyoruz.

Asır, enaniyet ve gurur asrı. İnsanların kusurunu yüzlerine karşı söylemek âdeta imkânız. Bana öyle geliyor ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz minbere çıksa ve günümüz insanına bir şeyler anlatsa, yaralarımıza dokunan sözlerine karşı O’na bile rahatsızlıklar izhar edilecekti. Mesele çok zordur. O bakımdan keşke bütün kusurlarımızı hiç çekinmeden yüzümüze söyleme selahiyetini kendisine verdiğimiz arkadaşlar edinebilseydik.. edinsek de o bizim, biz de onun kusurlarını söyleyiversek ve böylece kendi kendimizi kontrol etseydik, heyhat!.. Hâlbuki sahabe, topyekün kendi kendini kontrol ediyordu; bazen halife, bir sahabiye, “Abdest aldım, camiye geldim diyorsun, nerede bunun guslü?” diyor, soru soruyor; bazen de bir sahabi kalkıp halifeye, “Sen sırtındaki gömleği nereden adın? Bana düşen kumaştan bir gömlek çıkaramadım!” diyor hesap soruyordu fakat hiç kimse hesap sorulmasından rahatsız olmuyordu. Belki halife, gömleği nereden aldığını makul bir şekilde anlatıyor, mü’minin kalbindeki tereddüt ve şüpheyi izale ediyor; sahabi de hatasını kabulle birlikte meşru sebepler gösteriyor ve nedenini açıklıyordu.

4. İlk Cuma Namazı

İnsanlarla bir araya gelme, onlarla kaynaşma, birbirinin kederiyle üzülüp sevinciyle sevinme, medenî olmanın bir muktezasıdır. Onun içindir ki daha Muhacirler Medine’ye hicret etmeden, Ensar kendi arasında, “Yahudiler ve Hıristiyanlar her yedi günde bir bir araya gelirler. Gelin biz de bir gün tespit edelim, o gün toplanalım. Allah’ı zikredip ibadet yapalım, şükredelim.” diye konuşmuştu. Daha sonra da tespit ettikleri günde Es’ad İbn Zürâre’nin evinde bir araya geldiler ve Es’ad onlara namaz kıldırdı. Dili, kılıcı kadar keskin ve müessir olan Ka’b İbn Malik, gözleri görmez hâle gelip torunu tarafından elinden tutularak mescide götürüldüğü devirlerde, cuma günü ezanı duyduğu zaman o ânı hatırlar ve, “Allah (celle celâluhu), Es’ad İbn Zürâre’ye merhamet etsin. Medine’de biz Mus’ab vasıtasıyla Müslüman olduktan sonra, –Resûl-i Ekrem’den haber gelip gelmediğini bilmiyorum– o paçaları sıvadı ve Medine’nin içinde dolaşarak, arkasında kırk (bir rivayete göre on iki) kişi toplayıverdi. Sonra bize cuma namazı kıldırdı. Sonra da bir oğlak kesti ve bize ziyafet verdi. Böylece ilk defa cumanın beşaretini Es’ad İbn Zürâre getirdi. Hayatının sonuna kadar Allah ona merhamet etsin!” der.313 Daha sonra da, Efendimiz tarafından yazılı emir gelince Mus’ab İbn Umeyr, cuma namazlarını kıldırmaya başlar.

Bütün bunlardan biz şunu anlıyoruz: En az haftada bir defa da olsa bir araya gelme, hep birlikte ibadet etme, sonra da dupduru vicdanlarla konuşup dertleşme içtimaî bir mesele ve zarurettir. Müslümanlığın, daha yeni yeni şehbal açtığı bir devirde dahi şuurlu mü’minler bu durumun farkına varmış, cumanın lüzümuna inanmış, Efendimiz’den bu hususta henüz bir emir gelmemesine rağmen cuma namazı kılmışlardır.

İbn Hacer’in ifadesine göre ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha Mekke’de iken cuma namazı ile mükellef kılınmıştır.314 Bu büyük imamın muhakkak bir dayanağı vardır; ancak cumanın edası için şartların tahakkuk etmediği bir yerde Cenâb-ı Hakk’ın teklifinin mânâsını anlamak mümkün değildir. Yani şartlar müsait olmadığından, o dönemde Efendimiz’in cuma namazı kılamayacağı muhakkaktır. Bu hususta bildiğimiz şey ise, Efendimiz’in Mekke’de bir defa olsun cuma namazı kılmadığıdır. Cuma, cemaat namazıdır; önde, hakka gönül vermiş, halkın işlerini de gören bir imam, arkada da ona itaat eden ve hakkı dinleyen bir cemaat ister. Bütün bunlar olmadığı için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de cuma ile mükellef tutulmamıştır. Ancak hicretle memur kılınıp Medine’ye yol açılınca önce Kuba’ya gelmiş; orada kaldığı dört-beş gün içinde kendi elleriyle Kuba mescidini inşa buyurmuş, cuma günü oradan ayrılıp Salim İbn Avf oğullarının vadisine gelince de Cibrîl haber getirmiş ve orada cuma namazını kılmışlardır. Çünkü Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), artık bir tebaa bulmuş, İslâm’ın şeairinden olan cuma namazını açıktan açığa ilan etme imkânına sahip olmuştu. Yine O, kuracağı site devletinin sınırları içine girmişti. Dolayısıyla artık sikkeyi O kesecek, tuğrayı O basacak, imam O olacak ve cemaat kendisini dinleyecekti.

Cumanın beşaretiyle sevinç, sürur ve huzur içinde Medine’ye giren mü’minlerin, Efendimiz’le birlikte yaptıkları ilk iş, bir harabeyi alıp orada bir mescit inşa etmek olmuştur. Daha sonra cuma namazları orada eda edildi. Bugün biz oraya ister Mescid-i Nebevî diyelim, isterse Ravza-i Tâhire diyelim, dış elfazla oranın hakiki mahiyetini hiçbir zaman anlatmış olamayız. Zira Allah Resûlü’nün yattığı yerin toprağı, dünyada hiçbir yerin toprağıyla tartılamaz; o, Cennet’ten mi gelmiştir yoksa nur-u ilâhiden hususi mahiyette mi yaratılmıştır, bilemeyiz. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى ثَلاَثَةِ مَسَاجِدَ: مَسْجِدِ الحَرَامِ وَمَسْجِدِ الأَقْصَى وَمَسْجِدِي “Uzaktan sefere çıkılıp gelinecek yalnızca üç mescid vardır: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.”315 buyuruyor. Çünkü Mescid-i Nebevî, beşerin üstadı Hz. Muhammed tarafından inşa edilmiştir. Bilal, Ammar gibi sahabilerle birlikte o da eliyle harç karmış, sırtında kerpiç taşımış, manivela ile taşları kırmıştır.. kırmış ve böylece bir mescidin temelleri hayır üzerine tesis edilmiştir. Bu yüzden orada kılınan bir rekât namaz, sair yerlerdeki yüzlerce rekât namaza muadil sayılmıştır.

5. Cumada Aranan İcabet Vakti

Namaz, sefine-i dinin direği ve mü’mine gideceği yönü gösteren pusula gibidir. Başka bir ifadeyle o, mü’mini miraca yükseltecek, bir ucu kendi elinde, diğer ucu da Allah’ın elinde olan bir merdiven ve bir habl-i metindir (sağlam bir ip). Bütün bu evsafa sahip namazın özü ise mâşerî vicdanın heyecanlarının ifadesi, cuma namazıdır. Dolayısıyla o, uyanık bir kalb ve gönülle idrak edilmelidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), فِيهِ سَاعَةٌ، لاَ يُوَافِقُهَا عَبْدٌ مُسْلِمٌ، وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي، يَسْأَلُ اللهَ تَعَالَى شَيْئًا، إِلَّا أَعْطَاهُ إِيَّاهُ “Onda bir zaman vardır; Müslüman bir kul namaz kılar olduğu hâlde o vakti idrak ederse Allah’tan her ne istemişse onu Allah kendisine mutlaka verir.”316 buyurur. Bu vaktin ne zaman olduğu hususunda sahabe, tâbiin ve daha sonra gelen fukaha-i izam, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bana öyle geliyor ki, tıpkı Kadir gecesi, Ramazan’ın içinde değişip durduğu gibi o an da cuma günü içinde gezip durmaktadır. Dolayısıyla o dakikayı yaşayabilmek, cuma gününü bir bütün olarak yaşayıp Allah’a tam bir teveccühle yönelmeye bağlıdır.

Bu yüzden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bugünü ashabıyla birlikte şuurlu olarak ve yekvücut hâlinde âdeta bir miraç yapıyor gibi geçirmiştir. Rahmet-i ilâhiyeden ümit edilir ki, bu ruh ve hava içinde cumayı değerlendirdiğimiz müddetçe, Cenâb-ı Hak duaların geçerli olduğu o dakikaya denk getirir ve dualarımıza hüsn-ü kabul gösterir. Çoğu defa Nebiler Nebisi ve duası makbul olan kimseler o lahzayı yakalamış, Allah’a duada bulunmuşlar, Allah (celle celâluhu) da onların dualarını kabul etmiştir.

İşte Efendimiz’in bu müstecap dualarından bir örnek; Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “İnsanlar kıtlığa maruz kaldılar. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir cuma günü hutbe verirken bir bedevi kalktı, “Ey Allah’ın Resûlü! Mallarımız helâk oldu, ailelerimiz aç kaldı, bizim için Allah’a dua ediver!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselam) ellerini kaldırdı. Gökte tek bulut yoktu. Nefsim elinde olan Zât’a yemin olsun, daha ellerini indirmeden, semada dağlar gibi bulutlar peydah oldu. Derken daha minberden inmemişti ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki gün de yağdı, onu takip eden gün de yağdı, müteakip cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki o bedevi veya bir başkası kalkıp: “Ey Allah’ın Resûlü! Binalarımız yıkıldı, mallarımız suda boğuldu, bizim için Allah’a dua ediver (artık yağmur kesilsin).” dedi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerini kaldırıp: “Allahım, etrafımıza yağdır, üzerimize olmasın! (Başka bir rivayette ise şöyle geçmektedir:) Allahım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allahım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere yağdır).” diye dua etti. Eliyle bulutlara doğru işaret etti. Hangi buluta işaret etti ise o bulut oradan açıldı. Gökte bulut kalmadı. Biz de çıkıp güneşte yürüdük.”317

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerini kaldırmış, Allah da O’nun isteğine icabet buyurmuştur. O hâlde, bizler de o ânı yakalayıp dua ettiğimiz zaman, Allah (celle celâluhu) dualarımıza icabet edecektir.


293 İbn Mâce, ikâme 79; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/430.

294 Müslim, cuma 22; Nesâî, cuma 1; İbn Mâce, ikâme 78.

295 Müslim, tahâret 10, 15, 16; Tirmizî, salât 46; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.

296 Cuma sûresi, 62/9.

297 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/482; Abdurrezzak, el-Musannef 3/207.

298 Buhârî, cuma 18; Müslim, mesâcid 151.

299 Cuma sûresi, 62/10.

300 el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/345; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 8/165.

301 Cuma sûresi, 62/11.

302 Ebû Ya, elMüsned 3/468; esSalebî, elKeşf velbeyân 9/317; elBeğavî, Meâlimüttenzîl 4/345.

303 elKurtubî, elCâmili ahkâmilKurân, 18/114.

304 Ebu Dâvûd, salât 209; Nesâî, cuma 2.

305 Müslim, cuma 40; Nesâî, cuma 2.

306 Nahl sûresi, 16/18.

307 Arâf sûresi, 7/54.

308 Müslim, sıfâtu’l-münâfikîn 27; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/327.

309 Buhârî, ezân 129, rikâk 52, tevhîd 24; Müslim, zühd 16.

310 Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 4, 5.

311 Buhârî, cuma 2-5, 12, 26; Müslim, cuma 1-12.

312 Buhârî, cuma 2; Müslim, cuma 3-4.

313 Ebû Dâvûd, salât 209; İbn Mâce, ikametü’s-salât 78.

314 Bkz.: İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetü’l-muhtâc 2/405.

315 Buhârî, fezâilüssalât 6, hac 26, savm 67; Müslim, hac 288.

316 Buhârî, cuma 37, talâk 24, daavât 61; Müslim, cuma 13-15.

317 Buhârî, istiskâ 7; Müslim, istiskâ 1.

-+=
Scroll to Top