D. “ELHAMDÜLİLLÂHİ RABBİ’L-ÂLEMÎN” ÂYETİ

Fatiha, “hamd” kelimesiyle başlar. “Hamd”in, kelime olarak şükür ve medih mânâlarına geldiği de olur. Ancak arada birçok farklar vardır. Onun içindir ki Fatiha sûresi اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ، اَلْمَدْحُ لِلّٰهِ ile değil de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile başlıyor.

a. Hamd, Şükür ve Medih Kelimelerinin Karşılaştırılması

Hamd: Hamd edilecek Zât’ın hür irade ve tercihiyle verdiği nimetlerine mukabelede bulunma ve O’na teşekkür etmenin yanı sıra o, hamdedilmeye lâyık ve bütün iyiliklerin kaynağı olması sebebiyle de O’na karşı arz-ı şükür etme mânâsını ihtiva eder. “Hamd”de O’nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o Zât’ın böyle bir hamde lâyık olmasıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk’ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arz etmemiz bir hamddir.

Şükür: Kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukabil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki, teşekkür umumîdir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah’a karşı bir teşekkürdür. “eş-Şükrü lillah” demek, Allah’a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah’ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ’nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah’ın nimetlerine mukabil bir teşekkürdür.

Medih: Medhe gelince, o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah’a güzelliğinden dolayı medih olabilir. Güzelsin Allahım, Cemal sahibisin Allahım, dalga dalga kâinatta dalgalanan bütün güzellikler, Senin güzelliklerinden bir cilvenin yansımasıdır Allahım!” demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazen de medih hiç lüzumu olmadığı hâlde, başkalarına karşı yaranma işinde kullanılabilir. Onun içindir ki, Allah Teâlâ Hazretleri’ne medyûniyet ve şükran hislerimizi teşekkür ve medihle değil, hamdle ifade ediyoruz. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): إِذَا لَقِيتُمُ الْمَدَّاحِينَ فَاحْثُوا فِي وُجُوهِهِمُ التُّرَابَ “Yüzünüze karşı medih edenlerin yüzlerine toprak saçın.”1 demek suretiyle medhi zemmediyor ve buna izin vermiyor. Allah Resûlü: مَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللّٰهَ2 buyurarak hamd’i de medhediyor. “İnsanlara karşı hamd ü senâda bulunmayan, onların nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamd etmez.” diyerek medih ile “hamd”i birbirinden ayırmaktadır. Medih başkadır hamd başkadır.

Allah’a hamd ve şükür etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah’ın nimetleri sayısız ve sonsuzdur. Sadi Şirâzî, Gülistan’ında: “Bir insan her nefeste Allah’a karşı iki şükür borçludur.” der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle, hâlinle, kalbinle teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır. Onun için Kur’ân-ı Kerim: وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورِ “Kullarımdan şükreden ne kadar az.”3 diyor. Fakat şükür, sadakat makamıdır. Her hâlükârda Allah’a şükretmek, Allah’a karşı “Minnet ve şükran Sanadır.” demek bu sadakatın nişanıdır.

Hamde gelince; Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَلْحَمْدُ رَأْسُ الشُّكْرِ “Hamd, Allah’a teşekkür etmenin başıdır.”4 buyurmaktadır. Hamd bir bakıma, Allah’tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O’na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimî olarak Allah’a teveccühün ifadesi olması itibarıyla şükürden üstündür. Hamd, ihlâs makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah’a karşı kulluğunu idrak edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek, samimî ve muhlis kimselerin şiarıdır.

Buraya kadar hamdin, şükrün, medhin mânâlarını anlatmaya çalıştık. Şimdi de, hamdin makamını kısa da olsa arz edelim:

b. Hamd Makamı

Hamd, kendisine nimet verilenin nimetlendirme işini idrak makamıdır. O, nimetten istifade makamından çok üstündür. Üstündür çünkü nimetlendirmeyi idrak, nimet vereni anlamaya vesiledir. Onun içindir ki bu makama, “Makam-ı Mahmud” denilir. Hatta bu makamda hamîdiyet ve mahmudiyetin bir olması söz konusudur. Bu ince meseleyi şu şekilde izah edebiliriz:

Bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi: Bu hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu hususta, ondan alınacak zevk ve lezzet sadece maddesi itibarıyla ve maddesi kıymetindedir. İkincisi ise, onun bir padişah hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî kıymetin hiçbir değeri yoktur. Belki bu makamda mühim olan, bu hediyenin padişaha ait oluşudur. Şimdi böyle bir hediyeden alınacak zevk ve sürur, evvelkinden bin derece daha fazladır. Zira bu hediyeden onu veren padişaha intikal mevzuubahistir ve önemli olan da odur. Cenâb-ı Hakk’ın in’am (nimetlendirmesi) ve ihsanı karşısında da durum bundan farklı değildir. Verilen nimetlerden istifade ile bu nimetleri verene intikal etme ve O’nunla huzur bulma arasındaki fark ise küçümsenemeyecek kadar mühimdir.

c. Hamd ve İnsanlığın İftihar Tablosu

İnsan hem hâmiddir, hem de mahmuddur, yani hem hamd eden, hem de övülendir. O, Cenâb-ı Hakk’a karşı yerine getirdiği hamdiyle hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmuddur. Zaten kâinatın hulâsası ve Beşeriyetin İftihar Tablosu’nun isimleri olan “Ahmed, Mahmud ve Muhammed” kelimeleri de hep “hamd” masdarının etrafında dönüp durmaktadır.

O’nun adı Ahmed’dir. Çünkü ilk defa kâinat Ahmed’le başlamıştır. Kâinatın başında Ahmed, sonunda ise Muhammed vardır. Allah’ın Elif’inin ilk sembolleştiği yer, Hz. Ahmed’in adının başıdır. Ve Muhammed adı, kâinat şiirine bir kâfiye olarak gelmiştir. Orada Ahmed, burada Muhammed’dir. Ve böylece insanlık manzumesi sona ermiştir.

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta kulluk yaptıkça Cenâb-ı Hak tarafından övülmüş, övüldükçe de mütemadiyen kulluk yapmış, hamîdiyet ve mahmudiyeti bir araya getirmiş ve Allah O’nu medih, O da Allah’a hamd etmiştir. Zira Makam-ı Mahmud’u hak ve elde eden bir insan, öyle bir lütfa mazhardır ki, o âna kadar Allah’a ettiği bütün şükürlerden başka, bu makama mazhar olmanın da şükrünü bir miktar daha artırdı mı, onun da şükrünü eda etmelidir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak: لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.”5 yani Makam-ı Mahmud’u genişletirim buyurmaktadır. Ve biz de Makam-ı Mahmud’a yönelik dualarımızda ezan okunduğu zaman ellerimizi açar: وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ “O’nu, vaadettiğin Makam-ı Mahmud’a, övdüğün insanların makamına ulaştır; makamını genişlettikçe genişlettir.”6 deriz.

Çünkü Makam-ı Mahmud’un sahibinin elinde Livâü’l-Hamd vardır. Beşer, kâinata Ahmed’le girmiş, nurunu Muhammed’le bulmuştur ve gerçek emniyet ve azaptan korunmayı da Livâü’l-Hamd’in altında elde edecektir ve bu sayede, وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ7 diyerek Cennet’e girecektir.

Hamd, kâinatın başlangıç ve ruhudur. O, Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının odaklaştığı merkez olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında nuranî bir haliçe hâlinde, O’nu örmekte ve hep O’nu ifade etmektedir. Bizler de Cenâb-ı Hak’tan Livâü’l-Hamd’in altında toplanmayı niyaz ediyoruz ki, bu hakikate işaretle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ümmetim hammâddır.”8 buyurmaktadır. Hammâd, durmadan Allah’a hamd eden demektir. Ve biz de devamlı, hem işin başında hem de nihayetinde hamd etmekteyiz.

d. Mizanı Doldurmaya Yetecek Kelime: Hamd

İbn Ebî Hâtim’in rivayet ettiği İbn Abbas hadisinde Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Hz. Ali’ye sorar: “Günde beş vakit namazdan sonra ‘Sübhanallah, Elhamdülillâh, Allahuekber ve Lâilâhe illallah’ diyoruz. ‘Sübhanallah, Lâilâhe illallah ve Allahuekber’i anlıyoruz, ama ‘Elhamdülillâh’ ne demektir?” Cevap verir: كَلِمَةٌ رَضِيَ اللّٰهُ لِنَفْسِهِ “Öyle bir kelimedir ki, o kelimenin Rabbi o kelimeden razı olmuştur, o kelime Allah’ın hoşnut olduğu bir kelimedir.”9 Bu cevap ince ve önemli bir sırrı ifade etmektedir.

İbn Mâce’nin İbn Ömer’den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Allah Resûlü şöyle buyurdular: Allah’ın kullarından bir kul: يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلَالِ وَجْهِكَ وَلِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ ‘Allahım, Celâl-i Vechinle, azim sultanlığınla Sana hamd olsun.’ dediği zaman melekler ne yazacaklarını bilemediler, Allah’ın huzuruna çıktılar ve: ‘Allahım, kulun bir şey söyledi, fakat biz bu sözlere mukabil ne yazacağımızı bilemedik.’ dediler. Cenâb-ı Hak, onların ne dediğini iyi biliyordu fakat: Kulum ne dedi?’ diye sordu. Melekler: يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلَالِ وَجْهِكَ وَعَظِيمِ سُلْطَانِكَ dedi, dediler. Bunun üzerine ‘Siz, kulum ne dediyse onu yazın, o söz Bana öyle ulaşsın. Ve Ben, onun mükâfatını esas mahiyetine göre vereceğim.’ buyurdu.”10

Başka bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ تَمْلَأُ الْمِيزَانَ “Hamd, mizanı dolduracak tek şeydir.”11 buyurmaktadır. Terazinin diğer kefesinde ne bulunursa bulunsun, Allah’a karşı saygı dolu bir kalb ile “Minnet ve şükran Sana” diyerek hamdetme, fiilen O’nun huzuruna gelme ve lisanı o istikamette çalıştırma ve bütün bunlara ek olarak kalbi Allah’ın huzurunda durmanın heyecanıyla dalgalandırma, mizanı doldurmaya yetecektir ki, Allah Resûlü böyle buyurmuştur.

e. “Rab” Kelimesi

رَب kelimesi, ism-i fâil mânâsında bir mastardır ki, terbiye eden demektir. Ancak اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ مُرَبِّي الْعَالَمِينَ “Hamd, âlemlerin terbiyecisi Allah içindir.” demeyip de, رَبِّ الْعَالَمِينَ denmesinde bir hikmet ve bir nükte vardır.

Şöyle ki, sanki Rab, terbiyecinin (mürebbi) ta kendisidir. Çünkü kâinatın geniş safha ve sahifelerinde terbiye ettiği binlerce hâdise için lâzım gelen ne kadar şey varsa hepsini Allah yapmaktadır.

Özetle: Sadece beşerin terbiyesini ele alacak olsak, beşere Cennet’i gösteren, onu terbiye eden Allah’tır. Cehennem’i gösteren, ondan sakındıran, Peygamberimiz’i gönderen O’na uymayı teşvik eden, Kur’ân hakikatlerini gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur’ân’da da kâinatı dile getiren, kâinatı anlatıp insanın karşısına apaçık hakikatleri ayân beyan seren, Allah’tır. Bütün bu dairelerde umumî tasarruf yapanın Allah olması itibarıyla, “Adl” dediğimiz zaman, mahz-ı adalet (adaletin ta kendisi) mânâsını anladığımız gibi, “Rab” dediğimiz zaman da sırf ‘terbiye edici’ mânâsı anlaşılır. Bu mânâda O’ndan, terbiye etmenin dışında bir fiil sâdır olmaz.

Hz. İbrahim Hakkı:

“Her işte hikmeti vardır Abes fiil işlemez, Allah.”

demek suretiyle bu hakikati anlatmaya çalışmaktadır.

Varlığa gelen ve eren bütün mahlukatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye hudutlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu âlemşümul terbiyenin tek ve yegâne sahibi Rabbü’l-âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Belki, hidayet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve ahiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hak insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebi ile bir bedeviyi, kabiliyet ve istidat ölçülerine göre terbiye etmektedir.

Beşeriyet, ancak O’nun terbiyesi ile hakikî kemale ulaşabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur’ân’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemale erdiren ise, Rab olan Allah’tır.

Felsefe, eşyayı birbirine düşman gösterir. Hâlbuki Kur’ân, hayatta yardımlaşmanın hâkim olduğunu muhtelif vesilelerle dile getirir ve hayata o açıdan bakar.

Evet, kâinatta geçerli olan kanunlar, hep bir yardımlaşma örneğidir. Cansız unsurlar (elementler) bitkilerin, bitkiler hayvanların ve hayvanlar da insanların imdadına koşuyor. Aynı zamanda bu, onlar için kemale tırmanma mânâsına geliyor. Toprak, şefkatli bir ana gibi sinesinde bitki yetiştiriyorsa, buna nasıl kavga ve cidal denebilir? Felsefe, meseleye ters yönden baktığı için, bu yardımlaşma ve imdada koşmayı, karşı taraftan gerçekleştirilmiş bir gasp şeklinde görmektedir. Bu kabul edilemez ve hatalı bir yaklaşımdır.

Cenâb-ı Hak, nizam ve intizam içinde, hâdise ve kanunlar eliyle bütün kâinatı çalkalamakta ve her şeyi kemale sevk etmektedir. Bunlardan hâsıl olan yegâne hikmet ise, iyiyi kötüden, hayrı şerden, aydınlığı karanlıktan ve elması kömürden ayırmaktır. Bu kanun ve çalkalama iledir ki, mü’min Cennet’e, kâfir ve günahkâr da Cehennem’e ehil hâle gelir. Cenâb-ı Hak, burada ayırdığı gibi ahiret yurdunda da bu iki sınıfı birbirinden ayıracak ve وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Ayrılın bugün ey mücrimler!” diyecektir.12

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, kâinatta geçerli tek şey, Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesidir. Ve Allah hâdiseleri “Rab” ismiyle terbiye etmektedir. Sadece, insandaki kemale sevk edilişi müşâhede edebilen bir insan, bu hakikati kabul edecek ve başka bir delile de ihtiyaç duymayacaktır.

Hâdiseler, Allah’ın (celle celâluhu) kudret elindedir. İlk hareket ettirici daima Cenâb-ı Hak olduğu gibi, belli bir gayeye doğru bu hareketi devam ettiren de O’dur. Ve eşya, işte bu ilk harekete geçirmeyle kemale doğru sevk edilir. Bir çocuğu ele alacak olursak, onun varlığa ermesine sebep ne sperm, ne de yumurtadır. Önce anne-babayı yaratan, sonra da çocuğu anne karnı gibi üç karanlık içinde geliştiren ancak ve ancak Allah’tır. Çünkü sebeple netice arasında münasebet olması lâzımdır. Yani bir tenasüb-ü illiyet (sebeple neticenin birbirine uygun olması) prensibi vardır ve bunu görmezlikten gelmek kat’iyen doğru değildir.

Bu hükmü şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Siz ortada büyük bir âbidenin yapıldığını ve bu âbidenin hemen yanında eli kolu bağlanmış bir çocuğun bulunduğunu görseniz, çocuk “Bunu ben yaptım.” iddiasında bulunsa, elbette siz buna inanmazsınız. Çünkü yapanla-yapılan şey arasında bir uygunluk ve bir münasebet olması gerekirken, burada bu uyum ve münasebet yoktur. Aynen öyle de, ortada her şeyiyle mükemmel âbide-misal bir kâinat durmakta ve bunun etrafında da eli kolu bağlı çocuk hükmünde sebepler bulunmakta. Nasıl ki âbidenin yapılmasını çocuğa veremiyorsak, bu kâinatın yaratılışını da sebeplere veremeyiz. Öyle ise bu kâinatı yaratan, terbiye edip kemale doğru sevk eden ancak Rabbü’l-âlemîn olan Allah’tır. Doğrusu inkârcının Allah’ı inkârda ısrarını anlamak mümkün değil… Hâlbuki serâdan süreyyaya, zeminden göklere, delillerle bezenmiş, süslenmiş, her hâl, her keyfiyet Allah’ın varlığına delâlet etmektedir. Her şey O’na delâlet ettiği hâlde O’nu inkâr etmek ve tanımamak, şaşılacak ve aynı zamanda korkunç bir küfür, korkunç bir başkaldırmadır.

İşte Rabbü’l-âlemîn hakikati bu açıdan ele alınıp değerlendirilebildiği takdirde, ilim kuşağı, bir mârifet kuşağı olacak ve eşya da bir kitap haline gelecektir.

Eğer beşer, Cenâb-ı Hakk’ın ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ona bakışı açısından kendine bakabilse ve Kelâmullah’ı bu şekilde bir kere olsun tetkik edebilseydi, bugünkü hâlinden çok daha başka bir keyfiyette olacak ve ilâhî kelâmı bugün anladığından çok daha farklı şekilde anlayacaktı.

O Allah ki, insanı rahmetiyle yaratmış ve yine rahmet eseri olarak, Kur’ân’la insanın imdadına koşmuştur. Ve yine, Rahmân suretinde bezediği insanı,13 rahmetinin mevce mevce coştuğu Kur’ân’ına muhatap kılmıştır. İşte bu zaviye ve seviyeden insan, kendini ve kendisine gönderilen Kitab’ı tetkik edip inceleseydi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلًا وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.”14 ifadesi ve bir başka yerde de: “Ne kadar isterdim, insan olacağıma bir odun parçası olsaydım!”15 ifadesindeki, mükellefiyetin ağırlığını omuzlarında hissedecek, utancından ve mahcubiyetinden dolayı kaçacak yer arayacaktı. Evet, sıfât-ı ilâhiye semasından ve esmâ-i ilâhiye burcundan kendisine bakış, insanı bu hâle getirecektir. Ama bu da his ve duygularla Kur’ân’a bir gavvas gibi dalmak veya Kur’ân’ın yıldızları arasında pervaz edip kanat çırpmakla mümkündür.

Devr-i Saadet’te, insanlık kendine bu şekilde baktı, kendini buldu ve Allah da onları beşer üzerine hâkim kıldı. O Allah ki: “İnsanları yeryüzünde halife yaptım.”16 demektedir. Ve kendisine gönül, kafa ve hislerle tam bir teveccüh olduğu devirde: وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ “Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da arza mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık.”17 hakikatiyle tecellî etmektedir. Evet, O, her zaman bütün mirasını salih kullarına bıraktı. Onun içindir ki, Saadet Devri’nde tek söz sahibi, Müslümanlar idi.

Allah (celle celâluhu) kâinatla, insanla kendi arasında bir muadele vaz’etti. İnsanı karşısına alıp ona “Sen!” diye hitapta bulundu. Sonra “Sana göre Ben senim.” dedi. Rubûbiyet dairesinin karşısına ubûdiyet (kulluk) dairesini yerleştirdi. Rahmâniyet ve Rahîmiyeti beşerle paylaştı. Ve Besmele’de bize bunu talim edip duyurdu. İşte biz de, O’nun sonsuz Rahmet ve inayetine mukabele edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ diyor ve O’ndan gelen her şeye minnet ve şükranlarımızı takdim ediyoruz.

f. “Elhamdülillâh” Kudsî Cümlesi ve İman Esasları

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kudsî cümlesi, iman adına inanacağımız bütün esas ve rükünleri ihtiva eder. Şimdi de bu hususu izah etmeye çalışalım.

1. “Elhamdülillâh” ve Allah’a İman

Hamd, Cenâb-ı Hakk’ın eserlerini görüp O’nu alkışlama, Kemal’i karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanma, Cemal’i karşısında muhabbetten coşup taşma ve İhsan’ı karşısında yüzü yerlere sürme demektir. Lafz-ı Celâle’nin kelime ve lugat yönüyle mânâsını arz ederken temas etmemize rağmen, kısaca bu hususu bir kere daha hatırlatmamız faydalı olacaktır.

اَللّٰهُ kelimesinin altında “Mâbud”, her şeyin kendisine inkıyat ettiği, ‘münkâdun ileyh’, sığınılan, kendisine dayanılıp iltica edilen, azameti karşısında hayranlık ve şaşkınlık duyulan ve kendisine itimat edilip güvenilen mânâları vardır. Demek oluyor ki “Elhamdülillâh” denildiğinde, kendisine dayanılan, hayrette kalındığı zaman kendisine iltica edilen ve muhtaç olunduğu zaman kendisine el açılan ve sadece kendisine ibadet edilen bir Mâbud mânâsı kastedildiği gibi, O’nun dışındakileri mâbudiyetten azletme mânâsı da kastedilmektedir.

Yine “Elhamdülillâh” denildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz tasarrufu, kemalde güzelliği karşısında bir hayret ve şaşkınlık ve bundan ötürü bir secde; Cemal’i karşısında mest ve sermest kendinden geçme ve kendini boynu tasmalı, ayağı prangalı bir köle ve kul görme mânâsı da düşünülmektedir. Hamd ve lafz-ı Celâle’nin baktığı bu büyük mânânın tercümanı ise لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ’tır. Bütün kevnî hakikatler لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ’ta mündemiçtir. Bu kudsî cümleyle mü’min kâfirden, müslim mülhidden, Allah’a tam teslim olmuş kişi zındıktan, muhlis münafıktan ayrılır. Âdeta لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ bir alâmet ve bir nişandır. Onunla bir zümre diğer zümreden farkedilir.

Şu kadar var ki, bu kudsî kelimeyi sadece dilimizle söylemekle bu mazhariyete eremez ve varmamız gereken ufka varamayız. Zaten bu kelime gönülde iz’an, benlikte kabullenme şeklinde kendini gösterir ve insan hissiyatında hâkimiyetini kurarsa ona ‘iman’ denir. Yoksa üşüyen bir insanın “Ateş, ateş!” demekle ısınamayacağı ve zehir içen bir insanın “Zehirlenmeyeceğim, zehirlenmeyeceğim!” demek suretiyle zehirin tesirinden kurtulamayacağı gibi, söylenen sözler de çok defa kendini iman ve iz’an hâlinde gösteremez. İnsan en az zehirin öldürücü, ateşin yakıcı olduğuna inandığı kadar لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ derken ibadete lâyık yegâne Zât’ın yalnız ve yalnız Allah olduğuna inanmalıdır ki buna “iman” densin.

Evet, insan sadece O’nu görmeli, O’nu bilmeli ve O’nu tanımalıdır. Ve yine kulluğu da sadece O’na takdim etmelidir. İşte o zaman dilindeki لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ gönlündekiyle birleşir ve hakkıyla mü’min olur. Bu şekilde olmayan iman, iman değildir. Hayır hayır.. ateşin yakıcılığına ve zehrin öldürücü olduğuna inanıldığı kadar Allah’a inanılmıyorsa, bu iman olmaz, buna iman denemez.

Burada şu mühim hususu da arz edelim: Ateşin yakması ve zehrin öldürmesi, bunların kendi özelliklerinden değildir. Ateşte yakıcılık, zehirde öldürücülük birer kanundur ve bu kanunları yaratan da Allah’tır. Onun içindir ki bir insan “Ateş bizatihi yakar.” veya “Zehir bizatihi öldürür.” dese, Allah korusun, ehl-i dalâlet olur ve Ehl-i Sünnet’ten ayrılır. Ateş, ancak Allah’ın dilemesiyle yakabilir. Nitekim Hz. İbrahim’i yakamamıştı. Zehir ancak Allah’ın dilemesiyle öldürebilir. Nitekim zehir Bişr’i (radıyallâhu anh) öldürdüğü hâlde Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) öldürememişti.18 Bu hâdiseler gösteriyor ki fiilleri yaratan ancak ve ancak Allah’tır. Allah’a inanan her insan, bunu bu şekilde kabul etme mecburiyetindedir. Maddesiyle dünyaya bağlı olan insan, ancak böyle bir imanla semaya doğru merdiven merdiven yükselir. Devamlı onu mâbede doğru sevk eden gizli bir kuvvet vardır ve o, ibadet edemediği an ve zamanlarda tarifi mümkün olmayan bir vicdan azabıyla karşı karşıyadır. Sanki onu yüceliklere ve yüce ufuklara doğru sevk eden itici ve çekici bir kuvvet var da o, onlarla ufuk ufuk huzur aramaktadır.

İmanı sayesinde insan, bir itici ve çekici kuvvete, irade ve aklını teslim eder. Ve bu teslimiyet de onu, Cennet’e ve Cemal-i Bâki’ye götürür. Artık o, bu sayede mutmain bir insandır. İman, onun kalbinde yakîn hâsıl etmiştir. Ve gönül dünyası, Cennet’e açık ve Cemalullah’a parlak bir ayna olduğu gibi, onun hanesi ve kendisi gibilerin meydana getirdiği ve getireceği cemiyet de burcu burcu lâhut âlemine ait kokuları neşredecektir.

Kulluk, beşerin fıtratında vardır. Allah (celle celâluhu), insanı yaratırken, kul olacak fıtratta ve kıvamda yaratmıştır. Ancak beşer çok kere bunu kötü ve yanlış yere kullanmıştır. Taş, ağaç, yıldız, ay ve güneş gibi ibadete asla liyakatı olmayan, Allah’ın mahluku, âciz, zayıf varlıkları kulluk mihrabına dikmiş ve böylece, ulvîlerin ulvîsi kulluk makamından, süflîlerin süflîsi şirk ve küfür derekesine düşmüştür. Aslında bu netice dahi bize, biraz evvel söylediğimiz hakikati anlatıyor; kulluk, fıtratta var olan bir duygudur. İnsanların hakikî Mâbud’u bulamadıklarında, bir sürü mâbudlar uydurarak onlara baş eğmeleri, bu tabiî hâlden sapmaktan başka bir şey değildir.

Hâlbuki fıtrat dini olan hanîfiyetin büyük önderi Hz. İbrahim, Kur’ân’ın ifadesi içinde, bütün sebep ve vasıtaları ayaklar altına alarak, Allah’a yükselmenin yol ve usûlünü göstermektedir. O, parıl parıl parlayan ve insana göz kırpan yıldızların mâbud kabul edilemeyeceğini, yine onların batıp kaybolmasıyla ilân ederken, ay ve güneşin batmasıyla da aynı hususa parmak basıyor ve batıp gidenlerin mâbud olamayacağını,19 her seviyedeki insanın anlayabileceği bir dil ve üslûpla ifade etmiş oluyordu. İşte beşer bunu idrak ettikçe, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm): إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا “Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim.”20 deyişindeki mânânın yükseltici halkasına tutunup, nuranî helezonlarla yükselecek, kemal ve zirve noktası olan kulluğa çıkacak ve insanlığın ne demek olduğunu da, ancak bu yükselişle anlayacaktır.

İnsanlık, bu seviyeye peygamberler sayesinde ve onların vasıtasıyla ulaşır. Peygamberlerin aydınlık yolunda kalb gözünden perdenin kalkmasıyla insan, Cenâb-ı Hak’la âdeta yüz yüze gelir ve O’nu seyreder. Zaten mübarek bir sözde O, “Ben arz ve semaya sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.”21 demektedir ki, bu sırra ermek de ancak kullukla olur. Bu öyle bir sırdır ki, sadece yaşanır. Onu kitaplar yazmaz ve veli onu ifadeden âcizdir. Hatta az kimse müstesna, insanlar Kur’ân tilâvetinde dahi bu hisse ulaşamazlar. Bu öyle bir hâldir ki, bütün vasıta ve vesileler artık silinmiştir. Gönül Sultanı kendi sarayına teşrif etmiştir. Ve o anda insan kendinde değildir. Kendisini dahi unuttuğu bir hâl içinde kararsız, hayret ve hayranlığın doruğunda bulunmaktadır. Bu hâlde olan bir insan ne der? Hâl ve durumunu nasıl anlatır? İşte bu durumda bazıları, لَا مَوْجُودَ إِلَّا هُوَ demiş. Diğer bazıları da bu hâllerini لَا مَشْهُودَ إِلَّا هُوَ ile anlatmaya çalışmıştır. Bir diğer grup da, “Kâinatta O’nun tecellîsinden başka bir şey görmüyorum.” diyerek kendisine göre bir üslûpla bu hâli anlatmak istemiştir. Fakat ne denirse densin, ne söylenirse söylensin, esas duyup hissedilenler yanında bu ifadeler sadece insana bir nefes aldırmak içindir. Yoksa meselenin esasını kelimelerle ifade kat’iyen mümkün değildir.

Beşer, tevhid ve Allah’a imanla huzura kavuşur. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ deyişimizin altında, Kendini bize tanıtan ve bu tanıtışıyla bizi tevhide erdiren Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfuna karşı da, şükranımızı arz ediş mânâsı vardır.

Birlik, ulûhiyetin ayrılmaz bir gereğidir. Allah’ı düşünüp de O’nu “Bir” düşünmemek mümkün değildir. Fakat biz bunu lafzen de ifade ediyor ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ diyoruz. Böylece, Allah’ın bir tane olduğu; hayır-şer, iyilik-kötülük elinde bulunduğu; bütün iyiliklerin ve kötülüklerin O’nun yanında tespit edildiği ve iyiliklerin mükâfatını, kötülüklerin cezasını verecek de O olduğu için biz hamdi Allah’a tahsis ediyoruz.

Kâinatta zerre kadar şirke yer yoktur. Burhan-ı temânu ve redd-i müdahale, yani emsalin, aynı kutupların birbirini itmesi ve müdahaleyi kabul etmeme kanunu şirki şiddetle reddetmektedir. Bir köyde iki muhtar, bir kasabada iki müdür, bir beldede iki kaymakam, bir vilâyette iki vali olmaz; olursa keşmekeşlik olur. Bu durum gösteriyor ki, hâkimiyet ortak kabul etmez. Kâinattaki düzen, intizam ve nizamıyla kendini hissettiren Allah’ın eşi, ortağı olamaz. Allah O’dur ki, kudretine nispeten bir zerreyi yaratmakla kâinatı yaratmak arasında fark yoktur. Aynı kudretle, insanı yarattığı gibi bütün kâinatı; bir çiçeği yarattığı gibi bütün bir baharı; baharı yarattığı gibi bütün dereceleriyle Cennet’i ve bütün tazeliğiyle ebediyeti yaratır. Öyleyse hayali ifsat edip fâsık kılacak ve gönül huzurunu silecek ortak tasavvuru, insanı tedirgin ve rahatsız etmeden başka, onun düşüncesini dağıtacak, düşünce sistemindeki birliği bozacak zihnî bir hastalıktan başka bir şey değildir.

لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Gökte ve yerde Allah’tan başka bir ilâh olsaydı, gök ve yer fesada uğrardı.”22 âyet-i kerimesi, kelâmcıların “burhan-ı temânu” adını verdikleri delille çok açık olarak bize bu hakikati anlatmaktadır. Onun için biz sebepleri azlediyor, Hristiyanların düştüğü vartaya düşmekten kaçınıyor, hatta gönüllerimizin sultanı Hz. Muhammed’e dahi, şirki hissettiren bir muhabbetin kalbimize girmesine asla meydan vermiyoruz. “Allah’ın hakkı Allah’a ait, Peygamberimiz’in vesileliği de Peygamberimiz’e aittir.” diyor, dengeyi muhafazaya çalışıyoruz.

Allah, o Allah’tır ki, gökleri ve yeri elinde tutup bütün kâinatı idare eder. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Sultan’dır ki, Mâbud-u Mutlak’ı görmüş, O’ndan emirler almış, itikat ettiğimiz akâidi, ayne’l-yakîn müşâhede etmiş, yaşadığımız şeyleri bizzat yaşamış, müşâhedenin, yaşamanın, görmenin kendisinde hâsıl ettiği yakîn ile karşımıza çıkmış, kendisi tereddüt etmeden inandığı gibi, bizleri de böyle bir inanışa davet etmiştir. O’nun gönlünden çıkan en tonlu ifade ve sözler bütün mü’minlerin gönlünde de mâkes bulmuştur. Düşünün ki, aradan on dört asır geçmesine rağmen Resûlullah’ın mârifet deryasına attığı cevherlerin meydana getirdiği dalgalar iç içe daireler gibi yirminci asrın sahiline kadar gelip ulaşmıştır. لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ kudsî hakikati, Allah’ın Mâbud-u Mutlak olduğunu, kulluk ve ibadetin sadece O’na yapılıp, sadece O’nun karşısında baş eğilmesi gerektiğini anlattığı gibi, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun elçisi ve kâinat sarayında O’nun teşrifatçısı olduğunu da dile getirmektedir. Bu kelâm, gönül evimizde bir hisse Allah’a, bir hisse de Resûlullah’a ayırıyor ve biz لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ hakikatini böyle anlıyoruz.

Mü’min işte bu imanı elde edip her şeyi Allah’ın yed-i kudretine verdikten sonra, kâinattaki bütün eşya ile bir münasebet kurar. Artık onun ruhunda vahşet, tiksinti ve ürküntü yoktur. O taş, toprak, kuş, ağaç, hulâsa bütün hayvanat ve bütün nebatatla kardeş olur. Mü’min, kâinata mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakar. Çünkü her şey “Bir”den gelmiş ve neticede “Bir”e dönecektir.

İnsan, ceset ve şekliyle haşrolacağı âna kadar, ruhuyla Allah’a bağlı kalacaktır. Daha sonra varacağı yerde Mevlâ’sını apaçık görüp mevcudiyetini hissedecektir.

Uhud Savaşı’ndan dönerken Allah Resûlü, başı yarılmış, dişi kırılmış, yaralı bir hâldeydi. Emir dinlemedeki nezaketi o gün için kavrayamamış olan sahabe yüzünden, mutlak bir galibiyetten olunmuştu. Buna rağmen O, bütün varlıkla kurduğu sevgi ve dostluğu perçinleştirircesine: أُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ “Uhud bir dağdır. O bizi, biz de onu severiz.”23 buyurmuştur. Bu sevgi atmosferi, hata işlemiş sahabe ruhunda öyle bir emniyet hâsıl etmiştir ki, o anda söylenecek başka bir söz belki bu tesiri icra edemezdi. Ancak, biz bu hâdiseyle, meselenin ayrı bir yönüne bakmak istiyoruz. O da, Allah Resûlü’nün eşya ile olan münasebetidir. Sanki o anda Uhud dağı, üzerinde birçok mü’min şehit düştüğünden ve kâinatın yaratılış gayesi olan Nebi’nin dişinin kırılmasından dolayı ürkmüş, irkilmiş vaziyetteydi. Ve işte Allah Resûlü, bu ifadesiyle Uhud’a teselli veriyordu.

Başka bir defasında da, üzerinde bulunduğu Uhud dağı sarsılınca: اُثْـبُتْ أُحُدُ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِيٌّ وَصِدِّيقٌ وَشَهِيدَانِ buyurarak, “Dur ey Uhud, senin üzerinde Nebi, Sıddîk ve iki de Şehit var.”24 demiş ve O’nun emri üzerine de dağ durmuştu. Belki son durum itibarıyla bu bir mucizeydi. Ancak evvelki hâl Efendimiz’in her zamanki tavrıydı. O, eşya ile münasebete geçiyor ve bütün bir kâinata ‘kardeşlik beşiği’ nazarıyla bakıyordu. O’nun, hayvan, ağaç, taş ve daha nice varlıklarla konuştuğu tarihen sabit hakikatlerdendir. Ve bir mü’minin de, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hareketinden alacağı ders ve ibret cidden büyüktür.

Bu hakikate ulaşma da, ancak, tevhide ermek ve her şeyin “Bir”den gelip “Bir”e döneceğine tam ve yakînî bir imanla inanmakla mümkündür.

Onun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), imanın tercümanı olan لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ cümlesini şu mübarek sözüyle şöylece anlatıyor: أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “Ben ve benden evvel bütün peygamberlerin söylediği en faziletli, en hayat bahşedici, en mânâlı, en tonlu ve çaplı ifade لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ifadesidir.”25 Allah’tan başka yaratıcı ve Mâbud, Allah’tan başka kendisi için mest ve sermest olunacak varlık yoktur.

2. “Elhamdülillâh” ve Meleklere İman

Tevhid akidesini اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kudsî cümlesinde bulduğumuz gibi, meleklere imanı da aynı cümle içinde bulmaktayız. Zira bu cümlede, en ulvî şekilde Allah’a hamd etmek mânâsı vardır. Hâlbuki zaaf ve isyanlarıyla insan, çok kere, esas ulviyetine lâyık şekilde hamdetmekten uzaktır. Demek ki, isyan ve unutma kendilerine arız olmayan ve daima Allah’a kulluk yapıp O’nu yâd eden kullar olmalıdır. Evet, Allah’ın böyle mükerrem kulları vardır ve dinde onlara “melek” denir.

Hz. İbrahim Hakkı:

“Hakk’ın mükerrem ibâdıdır melekler yerde-göklerde, Avâmından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.”

ifadesiyle bize bu hakikati anlatmaktadır.

Ayrıca, bu kudsî cümle içinde, yapılacak kulluk ve ibadette, meleklere benzemeye teşvik vardır. İsyansız ve nisyansız kulluk yapmak isteyenler meleklere benzemelidir. Bir fark var ki, insan, meleklere benzer kulluğu sayesinde meleklerden üstün hâle gelir. Zira ondaki zaaflar kemale ermesi için bir vesile olur. Hâlbuki meleklerin makamı sabittir. Diğer taraftan, insan halife olarak yaratılmıştır. Melekler mutlak bir itaat içinde, fıtratlarına yüklenen vazifeyi yapmaktadırlar. O melekler ki, Rabbileri onları şöyle anlatmaktadır:

لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

“Onlar Allah’a, Allah’ın emrettiği şeylere asla ve kat’a başkaldırmazlar ve harfiyen Allah’ın emirlerine itaat ederler.”26

İnsan da en az onlar kadar yaratılış gayesine uygun hareket etmelidir ki, hilafet gibi bir pâye ile şereflendirilmenin şükrü eda edilmiş olsun. Aynı zamanda bu kudsî cümlede, Allah’a karşı ibadetlerini takdim eden diğer varlıklara –sadece bu yönleriyle– benzemeye de teşvik yapılmıştır. O varlıklar ki, Rabbilerine karşı: قَالَتَا أَتَيْنَا طَۤائِعِينَ “Biz itaat ederek geldik.” demişlerdi.27

3. “Elhamdülillâh” ve Kitaplara, Peygamberlere İman

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ Kur’ân-ı Kerim’i ve sair kitapları da içinde taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’i bize gönderen Allah’a (celle celâluhu) hamd ve senâ olsun. Biz Allah’a kulluk yapmayı, O’nu senâ etmeyi, peygamberlere karşı hürmet ve saygıyı ancak Kur’ân sayesinde öğrendik. O Kur’ân gelmeseydi biz hamdetmeyi bilemeyecek ve Allah’a nasıl kulluk yapılacağını anlayamayacaktık. Allah (celle celâluhu), Kur’ân’ı indirdi ve biz kulluğu ve Allah’ı öğrendik. Allah’a karşı kulluğumuzu ancak o kitaptaki programa göre yapıyoruz. Böyle bir program olmasa idi, kulluk da olmayacaktı. O zaman yaptığımız hareketler bir toteme, bir puta ve bir heykele yapılan şeylerden farksız olacaktı. Öyleyse kulluk dediğimiz zaman, kulluğun programı olan kitabı düşünmemeye imkân yoktur.

Meleğin dilinde, Nebinin tebliğinde, Allah âleminde, kelâm sıfatı muhtevasında kitabı düşünmeden kulluğu ve Mâbud-u Mutlak’ı düşünmek mümkün değildir. Böylece, bir taraftan bize hamdettiren kitap, diğer taraftan hamd, senâ ve şükrün keyfiyetlerini öğretmesiyle اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kudsî cümlesinde bir çekirdek hâlinde yer almaktadır. Kitap, melek ve meleğin emir getirmesi düşünülür de, şu kâinatı en güzel bahçe gibi hazırlayan, en debdebeli bir bağ hâline getiren, bizleri çeşit çeşit nimetleriyle besleyip büyüten, sonra bu nimetlerin arkasında kendisini bize tanıttırmak isteyen, tanıttırmak isterken de ezelî ve ebedî hutbesi olan Kur’ân-ı Kerim’le o nimetleri anlatan Allah’ın (celle celâluhu), o kitabı bize tebliğ edecek bir keşşafı, bir Yaver-i Ekrem’i ve şu kâinat sarayına gelecek seyircilere, şu muhteşem sergideki sırları anlatıp açıklayacak bir dellâlı olmaması düşünülebilir mi? Bunun olmaması muhaldir. Onun içindir ki, peygamberlerin gönderilmesi lüzumlu bir keyfiyet arz etmektedir. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ifadesinin altında peygamberler de vardır. Aslında bu kelimeyi telaffuz etmekle sanki biz Allah’ın peygamberler göndermesine karşılık da hamd etmiş oluyoruz. Zaten peygamberlik kafilesinin kâfiyesi olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) adı da hamd kökünden gelmektedir.

“Ahmed-i Mahmud-u Muhammed derler sana” diyen şair, O’nun hem Ahmed, hem Mahmud ve hem de Muhammed olduğunu anlatmaktadır. Evet, O, hem çok hamd eden, hem Allah’ın matmah-ı nazarı, hem de ferd-i ferîd makamının tek ve yekta sahibidir.

4. “Elhamdülillâh” ve Ahirete İman

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kudsî cümlesini candan ve gönülden söylemek ve buna devam etmek, bize öldükten sonra dirilmeyi de hatırlatır. Zira devam etmeyen nimet, nimet değil nikmettir. Nikmet ise, insandaki dostluk ve muhabbet duygularını düşmanlık ve nefrete dönüştürür. Dünyada kendisini bunca nimetleriyle tanıtan, sevdiren bir Rahmeti Sonsuz, bu dünyada kendisine hamdettirirken, nimet ve rahmetini kesmek suretiyle, edilmekte olan hamde bir son verdirmeyecektir. Aksine, ebedî bir hayatta, insanlara ebedî olarak hamdettirecektir. İnsanlar hamdederek yaşıyor ve ahirette hamdederek yeniden dirilecek ve mü’minler meleklerin teşrifatçılığı ile Cennet’e girdiklerinde, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي صَدَقَنَا وَعْدَهُ diyerek vaadinde duran ve kendilerine Cennet’i bahşeden Rablerine hamdedeceklerdir.28

Demek oluyor ki, bu kudsî ve mübarek cümle, Kur’ân’ın esas gaye ve hedefi olan dört ana meseleyi öz olarak içinde sakladığı gibi, imanın bütün rükünlerini ve ibadetin bütün çeşitlerini de ihtiva etmektedir. Hakikî hamd mademki, Cennet’te devam edecektir. O hâlde Cennet’e ehil hâle gelmek dünyada hamdetmek ile mümkün olacaktır. Ve insanı Cennet’e ehil hâle getiren de ancak ibadet ve takvadır ki, bu hususlar Kur’ân’da detaylarıyla anlatılmıştır. Dolayısıyla hakikî olarak اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek, bütün Kur’ân’ı kendine rehber edinmek ve bütünüyle İslâm’ı yaşamakla olacaktır.

g. “el-Âlemîn” Kelimesi

İstidradî (antrparantez) bir aradan sonra, şimdi de اَلْعَالَمِينَ kelimesi üzerinde duralım. رَبِّ kelimesine yukarıda bir nebze temas etmiştik. Mevzuun sonunda bu iki kelimeyi yine değişik bir açıdan tahlil edeceğiz.

اَلْعَالَمِينَ , “âlemler” mânâsına gelir. Bu kelimenin başında ال, yani lâm-ı tarif dediğimiz “-el” belirlilik takısı vardır. Lâm-ı tarif ahd için kabul edilecek olursa Cenâb-ı Hakk’ın bildiği, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kasdolunuyor, demektir. Âlem ise alâmetten gelen bir kelimedir. Zerreler âleminden, yıldızlar âlemine kadar her âlem, Cenâb-ı Hakk’a ait bir alâmet ve bir delil olması hasebiyle, âleme âlem denilmiştir. Ruhlar âlemi, eşbah âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve daha nice âlemler…

Bu mânâsıyla âlem ne güzel şeydir ki, onunla Allah bilinir, kâinat ne kadar eşsiz bir tablo ki, o tabloda Allah müşâhede edilir; elvan elvan kâinattaki cemal dalgaları ne tatlı şey ki, onda mutlak cemal ve mutlak kemal Sahibi’nin cemal ve kemali görülür. Cemal ve kemale ermek ise görmeye bağlıdır. Bu da ancak devamlı düşünen bir beyine ve gönüle müyesser olur. Kâinatta hiçbir varlık abes ve boş yere yaratılmamıştır. Bu hakikate sürekli düşünme ve tefekkürle ulaşılır. Bu ulaşmadır ki, رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak kendini tanıtan Mevlâ’yı anlama ve idrak mevzuunda önümüze yeni yeni ufuklar açar.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devrinde, çekirge kıtlığı oldu ve çekirgeler birden bire ortadan kalkıverdi. Hz. Ömer buna çok üzüldü. Yemen, Şam ve Irak’a gidenlere “Oralarda çekirge görürseniz bana haber verin.” diye tembihlerde bulundu. Sonra Yemen’den birisi elinde bir avuç çekirge ile geldi ve bunları halifenin önüne attı, atınca da halife: “Allahu Ekber” dedi. Orada bulunanlar: “Ey Allah’ın Peygamberi’nin Halifesi, biz bu hareketinizi anlayamadık!” dediler. Cevaben şöyle buyurdular: “Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle işittim: إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ خَلَقَ أَلْفَ أُمَّةٍ سِتُّمِائَةٍ مِنْهَا فِي الْبَحْرِ وَأَرْبَعُمِائَةٍ مِنْهَا فِي الْبَرِّ فَإِنَّ أَوَّلَ هَلَاكِ هٰذِهِ الْأُمَّةِ الْجَرَادُ فَإِذَا هَلَكَ الْجَرَادُ تَتَابَعَتِ الْأُمَمُ كَنِظَامِ السِّلْكِ ‘Allah bin ümmet yaratmıştır. Bunlardan altıyüzü denizde, dörtyüzü de karadadır. Ümmetlerden biri de çekirge ümmetidir. Yeryüzünde ilk defa helâk olup yok olacak çekirgedir. Onlar yok olduktan sonra, diğerlerinin yok olması onu takip edecek ve teker teker her ümmet helâk olup gidecektir.’ Ben de âlemin nizamının benim zamanımda bozulmasından ve âhengin değişip kıyametin kopmasından endişe ettim.” 29

Hz. Ömer’in bu sözünde, yukarıda arz etmeye çalıştığımız tefekkür ve tedebbürün mânâsı gizlidir.

Batılı bir uzman “kelaynaklar” öldüğü zaman endişesini açığa vurmuş ve “Niye endişe ediyorsun?” diye soranlara da şöyle cevap vermişti: “Sâni-i A’zam’ın, âlemler adına kâinatta yarattığı her şey bu kâinatın tamamlayıcı parçalarıdır. Bunlardan bir tanesi eksildiğinde dünyada bir eksiklik meydana gelir. Yılan, akrep, bit, pire ve sizin ağaçlarınıza musallat olan parazitlerin varlık içinde birer yeri vardır ve bunlar âdeta kâinatın tamamlayıcı unsurlarıdır. Hâlık-ı A’zam bunlarla kâinatı tamamlamış ve hikmetini bunlarla ikmâl etmiştir. Bu sebeple birinin eksilmesi kâinatta bir eksikliktir ve bu eksiklik birbirini takip edecek ve kâinat sona doğru gidecektir. Nasıl ki insan vücudunda, vücut için lüzumlu maddelerden bir tanesi dahi eksik olsa, bu eksiklik başka arızalar doğurur, derken vücuttaki âhenk bozularak, daha başka maddeler de eksilmeye başlar ve insanın gelişmesi durur ve çöküşü başlar; öyle de, insan-ı ekber olan kâinat da, onu tamamlayan parçalardan birinin eksilmesiyle aynı akıbete dûçâr olur.”

h. Terbiye Açısından “Rabbi’l-âlemîn” Beyanı

Şimdi de رَبِّ الْعَالَمِينَ kudsî cümlesini ayrı bir yönüyle ele alıp tahlil edelim:

Burada mastar olduğu hâlde ism-i fail mânâsına gelen رَبِّ kelimesi ve ardından da bütün âlemler mânâsına اَلْعَالَمِينَ kelimesi zikrediliyor. Bütün âlemlerin terbiyecisi ve bütün âlemleri kemale erdiren Allah’tır. Demek bütün âlem Allah’ın terbiyesindedir. O’nun terbiyesini görmeyen kemale eremez. O’nun terbiyesini almayan ot, ot olarak varlığa eremez. O’nun terbiyesiyle tımar olmayan ağaç meyve veremez. O’nun terbiyesinden geçmeyen hava zehirden arınamaz. O’nun terbiyesini görmeyen şeker kamıştan ayrı olamaz. O terbiyedir ki, ummadığımız taş gibi kaskatı şeylerden, hayat sahibi canlı varlık meydana getirir. O terbiyedir ki, çok ölüleri hayata mazhar edip dipdiri yapar. O terbiyedir ki, en basit şeyleri dahi kemale mazhar edip en mükemmel, en muhteşem, en muallâ şeyler hâline getirir. Ve siz ona gösterilen itina ve itiyat karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanırsınız.

Terbiye, bir şeyin, olabileceği en son noktaya ulaştırılması demektir. Bir otun çiçek açma kabiliyeti varsa, onun nihaî gelişme noktası çiçek açmaktır. Bir ağaç meyve veriyorsa onun son noktası da meyve vermektir. Esasen meyve vermesi gereken bir ağaç meyve vermiyorsa o, terbiyede kemale ermemiş, terbiye olmamış demektir. Bir yılanın terbiyesinde de bir son hududu vardır. Eğer bu yılan zehirli ise, onun terbiyedeki kemali, zehrin teşekkül etmesidir. Kör yılanın gözü görmez, fakat hayatta yaşamasını devam ettirecek mekanizma tam ve en mükemmel şekilde onda teşekkül ederse, artık o fıtratın kendisine tayin ettiği hududun bu son noktasına varmış sayılır. O, onun kâb-ı kavseynidir. Meyve veren ağacın meyve vermesi, çiçek açan bir otun çiçek açması, bir hayvanın fıtraten kendisine çizilmiş olan hudutların son noktasına ulaşması hep onların kâb-ı kavseynidir.

İnsanın da bir kâb-ı kavseyni vardır. Ve o En Kâmil İnsan’da miraçta ifade edilmiştir. Büyük mürebbi Nebiler Sultan’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) kâb-ı kavseyn’e çıktığını anlatırken Allah eliyle terbiye edilmekte, en son noktaya vardığını anlatmaktadır. İmkân âleminden sıyrılması, çokluk âleminden çıkması, birliği kavraması, sonra da çokluk âlemindekileri vahdete götürebilme aşk ve heyecanını duyması. İşte biz bu âna imkân ve vücup arası mânâsına “Kâb-ı Kavseyn” diyoruz.

Şöyle ki, terbiye edilen her şey terbiyesi ve tımarı neticesinde Allah’a delâlet etmektedir. Siz fundalıkların kapladığı fakat hiçbir tımarın görülüp müşâhede edilmediği bir dağa, bir vadiye, bir deniz kenarına gidip karmakarışık otları müşâhede etseniz, düşünmediğiniz için, bunları bir an için de olsa sebeplere, tabiata verebilirsiniz; kendi kendine olmuştur diyebilirsiniz. Ama ilim kıstasıyla bakacak olursanız, onların da, Allah tarafından yapılmış olduğunu göreceksiniz. Fakat bir de görseniz ki, bu gelişigüzel, karmakarışık zemin ve yeşillikler bir fundalık değil de, arasında yollar açılmış ve su vermek için kanallar düzenlenmiş, ağaçlar budanmış, etrafında bir daire çevrilmiş, tel örgü yapılmış.. ve sonra oraya kuşları kaçırmak için korkuluklar dikilmiş, bir muhteşem bağ ve bahçe…

Bütün bunları gördükten sonra artık bunun gelişigüzel, tesadüfen olduğuna hiç ihtimal verebilir misiniz? “Rastlantı eseri olarak böyle olmuş” diyebilir misiniz? Tesadüfe hamledebilir misiniz? Asla ve kat’a! İşte Allah (celle celâluhu), kâinatı böyle tımar edilmiş olarak karşımıza çıkarıyor. Tıpkı kanalı açılmış, bağı bahçesi tımar edilmiş, içinde yollar yapılmış ve sonra korkuluk gibi şeyler dikilmiş, etrafı da tel örgüyle çevrilmiş bir bahçe gibi… Karşınıza çıkan her ağaç, o bağdaki her parça, her gül ve çiçeğin âdeta insan gibi “Allah” dediğini duyacaksınız.

İşte, bunun için sanki cansızlar da, şuurlular arasına katılarak “âlemîn”den bir parça oluyor. Allah hepsini katıp karıştırıyor. Meleği insana, insanı şeytana, şeytanı cine… Ve seni bir safta mütalâa ederek diyor ki; ağaçtan ota, ottan bağa, bağdan bahçeye, bahçeden yerin bağ ve bostanlarına kadar.. ondan da semanın yıldızlarla yaldızlanmış tertemiz yüzüne kadar her şeyi terbiye eden ve her şeyi en uç noktaya kadar götüren, “Rabbü’l-âlemîn” unvanıyla, Allah’tır.

Kâb-ı kavseyni ister ok ve yayla misallendirelim, isterse başka şeylerle anlatalım. Bütün bu ölçüler hiçbir zaman, gözünün biriyle çokluklar dünyasına bakan, diğer gözüyle de Vâcibü’l-Vücud’a nazar eden ve böylece vücubla imkânı bir araya getirip vücub ve imkân arasında bir makamı cem eden Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaziyetini ifade edemez.

Terbiyede beşerin kâb-ı kavseyne kadar gitmesi için ona da yol açıktır. Ve eğer beşer, kendisi için takdir edilmiş olan bu kâb-ı kavseyne ulaşmamışsa, kimlerden ve nerelerden aşağı düşeceğini düşünmeli ve mutlaka yerini kontrol etmelidir. Düşünmelidir, çünkü Kur’ân böylelerine: إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا “Onlar hayvanlar gibi, belki tutup gittikleri yol itibarıyla onlardan da aşağıdır.”30 buyuruyor.

Allah (celle celâluhu), silsile silsile bütün kâinatı terbiye etmektedir. O’nun bu terbiyesiyledir ki, atomdan çeşitli moleküller, moleküllerden de hücreler yaratılıyor. Sonra hücreler de terbiye ediliyor. Onlardan da canlılar meydana geliyor. Daha sonra da atomlardan aylar, yıldızlar ve sistemler yaratılıyor. Ve yaratılan sistemler âlemleri meydana getiriyor ki, Allah رَبِّ الْعَالَمِينَ unvanıyla bize bunları anlatıyor.

1. Âlemîn Kelimesinin Akıllıların Çoğul Yapıldığı Kip ile Anlatılması

O, bütün âlemlerin terbiyecisidir. اَلْعَالَمِينَ kelimesinin, akıllıların çoğul yapıldığı bir kip ile anılması da, esasen bu âlemlerin terbiye şeklini anlayıp idrak edeceklerin akıl sahibi insanlar olmasına tatlı bir işarettir. Bu işaretten de anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk’a alâmet olmayan bir âlemin var olmasının mânâsı yoktur.

Eğer şuur ve idrakiyle âleme bir kıymet ve değer getiren insan bu âlemden hariç tutulacak olsaydı, اَلْعَالَمِينَ yerine اَلْعَوَالِم denecekti. Fakat âlemi anlamada insanın önceliği olması hasebiyle اَلْعَالَمِينَ denilmiştir. İnsanın yanında, melekler ve cinler gibi varlıklar da şuur sahibidir. Ancak onlar, insan-ı kâmilin anlayabileceği çok şeyi anlamaktan âcizdirler.

Bunda diğer bir nükte de şudur. Sanki cansız ve şuursuz varlıklar, şuur ve akıl sahibi varlıkların potasında eritilerek, şuurlu ve akıllı birer varlık hâline getirilmişlerdir. Kâinat, bir bağ ve bahçenin sahibine delâlet edip âdeta onu terennüm etmesi gibi, Cenâb-ı Hakk’ı terennüm etmektedir. Hâsılı gökyüzüne, yıldızlarla لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ yazılsaydı semanın yıldızlarla yaldızlanmış tertemiz yüzündeki yaratılış mucizesi kadar, Cenâb-ı Hakk’ı ilân etmiş olmazdı.

İşte, bir çiçekten semanın o temiz çehresine kadar her varlık, ciddî bir terbiye ile ele alınıp terbiye ediliyor ki, bu intizam ve nizam devam ediyor. Ve devamıyla da durmadan ve ebedî bir lisanla, لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ diyor. Öyleyse bu varlıklar da sanki şuurlu gibi hareket etmektedirler. Dolayısıyla اَلْعَالَمِينَ ’nin içine girmeye lâyıktırlar. İşte bunları bu noktaya sevk eden رَبِّ الْعَالَمِينَ unvanıyla bize Kendisini anlatan Allah’tır (celle celâluhu).

2. İnsanın Terbiyesi

İnsan, terbiye yönünde bir ameliyeye, yani kendisinden meyve alınabilecek bir muameleye tâbi tutulmazsa çürür. Nasıl ki ağaçtan beklenen, meyvesidir; öyle de, insandan da beklenen bir meyve vardır; o da kâb-ı kavseyn-i beşeriyeye çıkmaktır. O, bu meyveyi elde etme hususunda kimyasal bir muamele gibi bir muameleye tâbi tutulursa meyve verir, tutulmazsa bozulur çürür. Sütün bozulması gibi bozulur gider. İnsanla süt arasındaki münasebeti, kâb-ı kavseyne çıktığı noktada Nebiler Nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize şöyle anlatmaktadır: “Bana o noktada bir bardak süt ve bir bardak da içki takdim edildi, ben önce tereddütte kaldım, sonra da sütü alıp içtim; bunun üzerine Cibril: ‘Fıtratı tercih ettin. İçkiyi içseydin, ümmetin tuğyan edecekti’ dedi.”31

Beşer fıtratı, hususiyle Ümmet-i Muhammed’in fıtratı, süte benzetilmektedir. O olduğu gibi kalsa ekşir, bozulur, içindeki virüsler çoğalır. Sonra da hiçbir işe yaramaz hâle gelir. Ve artık yağından, ayranından, peynirinden istifade edilmez. Ama kimyasal bir operasyona tâbi tutulursa, ondan yağ ve peynir elde edildiği gibi ayranından da istifade edilir. Tıpkı insan da bunun gibidir. Meselâ insan, tamamen terkedilmiş bir hâlde kalsa, ona ne iyi ne de kötü hiçbir şey telkin edilemese ve lâhut âlemiyle olan münasebeti kesilse, o da, süt gibi işe yaramaz hâle gelecek ve atılacaktır. Onun içindir ki, çok yüce gayeler için yaratılmış olan insan, eğer Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta hâkim olan terbiyesine uygun hareket etmez ve O’nun yolundakilere dahil olmazsa, esfel-i safilîn denen en aşağı derekeye sukut eder. Ve Cehennem’e yakıt olur.

“Rabbü’l-âlemîn” unvanıyla kendisini bize tanıttıran ve bu unvan sayesinde binbir isminin cilvesini gösteren Allah’ın isimlerine yakın olduğumuz nisbette terbiyeli ve insanî kâb-ı kavseyne yükselmiş olacağız. Yoksa hayvandan daha aşağı bir duruma düşecek ve sukut edeceğiz.

Yanlış müdahale ve bilmeyerek karışmalar da insanı yozlaştırır. Âlemin terbiyecisi Allah’tır. Çünkü bu âlemi bir bütün hâlinde O yaratmıştır. Bir şairin yirmi beyitten ibaret bir şiir yazdığını düşünelim. Sonra bu şiirin muhtevasını incelemeden ve bu şiiri okumadan içine başka iki beyit ilâve edelim, sonra da bunu şiirden anlamayan avamdan bir insana götürelim. Ondan, bu iki beytin diğerlerine uymadığını anlatan sözler işiteceğimizden şüpheniz olmasın. Zira diğerleriyle bu iki beyit arasında bir uyumsuzluk olacağı muhakkaktır. Aynen onun gibi, kâinat bir şiir gibidir ve her beyitin diğerleriyle bir münasebeti vardır. İnsan da bu kâinat beyitleri arasında bir beyit hâlinde tanzim edilmiştir ve kâinat denen bütünden bir parçadır. Kâinatı onsuz ve onu da kâinatsız düşünemeyiz. Öyleyse insana bütün kâinatın terbiyesi içinde bir yer vermek lâzımdır. Diğer bir tabirle insan, kâinatta cereyan eden kanunlara uygunluk içinde terbiye edilmelidir. Hâlbuki beşer daha tam mânâsıyla tabiatı ve kâinatı bilemiyor. Ruh, akıl ve his âlemleriyle olan münasebetine akıl erdiremiyor; vicdan denen ve tek başına Vâcibü’l-Vücud’a delâlet eden o ince sır kaynağını kavrayamıyor. Dolayısıyla onun kendi hakkında vereceği isabetsiz hüküm de varlık hakkında verdiği hükümden farksız ve belki de daha isabetsiz olacaktır.

3. Beşerî Terbiye Düsturları ve Acı Manzara

Bir hayli zamandan beri beşer, kendi terbiyesine müdahale etti. Ve bu hususta psikoloji kitapları yazdı; terbiye adı altında bunu nesillere takdim etti. Bu dönemde nesillerin terbiyesine soyunmuş psikolog ve pedagoglar, büyük büyük laflar ettiler. Ettikleri laflar o kadar tiz perdedendi ki, çok kimseler bütün çekiciliği anlaşılmazlığına bağlı bu lafların tesirinde kaldı ve neslin ancak onların dediği şekilde terbiye edileceğine kandılar. Hâlbuki işte yetiştirdikleri nesiller! Kitabına, terbiyecisine, anasına, babasına, atasına, mazisine, köküne, nizamına ve hatta bütün kâinata düşman bir nesil! Bütün dünya aynı badireden aynı girdap içinde Rabb’in terbiyesi dışında terbiye olamayacağını hâl diliyle göstermekte, “terbiye ettim” diyenlerin yüzlerine tükürerek bu koca yalanı onların yüzlerine vurmaktadır.

Nesle yanlış müdahale onu şirazeden çıkardı. Bilmeyen el ve kafalar ona terbiye adına zehir içirdi. İlim, fikir, düşünce ve histe yetersiz zorba bir zümre, ardı arkası gelmeyen kapris ve arzularına, nesilleri alet edip onun üzerinde oyun oynadı. İnsanı herhangi bir tecrübe tahtası telakkisiyle tecrübe etmeye kalkıştı. Bu ardı gelmeyen denemeler çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklara sebebiyet verdi. Nice millet ve devletler yıkıldı; yıkıldı ama yıkılanlardan ne birşey duyan ne de hisseden oldu. Zaten insanı bir pislik fabrikası ve bir makine yığını şeklinde değerlendirenlerden his ve duygu da beklenemezdi ya!.. Evet, onların bütün iktisadî ve siyasî kavgalarının altında, insan hakkındaki bu yanlış telakki yatmaktadır. Kendi zaaflarının aynasında görüp öyle mütalâa ettikleri insan mefhumu, işte bu hevesperestlerin elinde bugünkü hâle gelmiştir. Beşer kendi fıtratına ve aslına dönerek bu gidişe bir dur demezse, netice pek de iç açıcı olmayacaktır.

İnsanlık, kendisiyle ruh, kalb ve hisleri arasındaki münasebeti kavrayıp Cenâb-ı Hak’la olan alâkasını idrak edebilirse, ancak ondan sonra bu sapmalardan kurtulacaktır ki, bunu da bize sadece, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân’ın tecessüm etmiş tek timsali Nebiler Sultanı anlatır ve izah eder. Zaten yukarıda –bir nebze dahi olsa– bâtılı tasvirimiz de, bu mânâya intikal edebilmek içindi.

İnsanın evc-i kemale çıkması ve fıtratının kâb-ı kavseynine ulaşması ancak ve ancak ilâhî terbiye ile terbiye edilmesine bağlıdır. Bu kemale eriş ise, Allah ahlâkıyla ahlâklanma düsturunda esas mânâ ve tonunu bulacaktır. Din, insana böyle bir ahlâkı tavsiye eder.32 Ve sadece tavsiye ile kalmaz, insanı elinden tutup bu makama erdirecek yolun başına getirir ki, sırat-ı müstakîm de Kur’ân’ın tutup gittiği bu yoldur.

Hâlbuki bugüne kadar beşerî sistemler, meseleye ne kadar ilmî ve pozitif veche vermeye çalışırlarsa çalışsınlar onların tedavi adına her teşebbüsü, insana indirilmiş müthiş bir darbeden ibaret kalmıştır.

Vitrin hırsızları, merd-i kıptinin şecaat arz ederken sirkatini söylediği gibi, şecaat arz ettiklerinde vitrin hırsızlıklarını anlatacaklar. O milletlerin, o devletlerin radyolarında, televizyonlarında, âsi, şakî ve anarşistler, teröristler halka kurtuluş ordusu şeklinde takdim edilip gösterilecektir. Onların radyo ve televizyonları âsiyi, şakîyi alkışlayacak ve dünya düşünürleri, dünya terbiyecileri ve terbiye müesseseleri de buna ‘aydınlık’ diyecek. Verilen terbiye, eseriyle ölçülür. Ve işte sokaklar ve işte bugünkülerin verdiği terbiye..! Eski vahşiler şimdi birkaç dakika içinde yapılan cinayeti bütün hayatları boyunca yapamıyorlardı. En vahşi insan beş on adamı ancak öldürebiliyordu. Fakat bugün tanklarla, tayyarelerle ve kimyevî silahlarla binlerce insan birden katlediliyor. Ve işin en acı tarafı da bütün insanlık tamamen yıkımdan ibaret olan bu manzarayı hissiz ve sessiz seyrediyor. Merhum dertli şair Âkif’in dediği gibi:

“His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?”

Topyekün beşer bu korkunç yıkılışı hissizlik ve sessizlik içinde seyrediyor. İşlenilen cinayetlerin küçük bir kısmı dahi başka şekilde meydana gelseydi, feryatlar basılacak, gazetelere yazılacak, radyo ve televizyonlar ile ilân edilecektir. Esasen yeri dağ olduğu hâlde yanlışlıkla ilim-irfan yuvalarına gelip çöreklenmiş ve orada eşkiyalık yapmaktayken eşkiyalığın son noktasına ulaşan, yani idam sehpasına çıkan insanlar hakkında mersiyeler ve destanlar yazılmıştır. Diğer taraftan binlerce insan öldürülürken kimsenin gözünden bir damla yaş dahi akmamıştır.

İlim, fen, teknik onun mahiyetindeki insanî cevherler uyarılmadığı için, yığın yığın teorileriyle onu kendisinden dahi şüphe eder hâle getirdiği gibi, teknik de onun tahripteki kuvvetini artırmaktan başka bir şey yapmamış ve onu eski cânilere rahmet okutturacak kadar canavarlaştırmıştır. Evet, bugün beşer, bir daha zapturapt altına alınamayacak şekilde bütün zaaflarıyla öyle bir hortlamıştır ki, ona söz dinletmek oldukça zor görünmektedir. Çünkü bugüne kadar ona durmadan, nefse ait zaaflar ve menfî eğilimler insanın esas gaye ve yaratılış hikmeti gibi telkin edilmiştir.

Bugün modern tekniğin ölüm kusan aletleriyle bir anda binlerce insanın ölümüne sebep olunurken, topyekün beşer, bütün bu ciğersûz hâdiseleri gayet hissiz ve duygusuz olarak seyretmektedir. Mürüvvet diye de tarif edilen insanlıktan nasibi olan çok az gibidir.

Bugün Batı, kendi nesillerini bu şekilde dejenere ettiği gibi İslâm âlemini de aynı akıbete uğratmaya uğraşmaktadır. Ve bunda muvaffak olmadığı da söylenemez. Esasen şahsiyet adı altında telkin edilen enaniyet ve gurur gibi şeylerle, günümüzün insanını şımartmış, nesilleri firavunlaştırmış ve hiçbir değer hükmü dinlemez hâle getirmiştir.

Sağda ve solda bu şekilde nefsinin zebunu nice türediler vardır ki, hiçbir zaman lâyık olmadıkları makamları işgal ve insanımızı idlâl etmektedirler.

Siyasî hayat tamamen yürekler acısıdır. Makyavelist düşünce, faydayı mihrap hâline getirmiş ve insanlık, kendisine faydalı olanın kulu ve kölesi olmuştur. Bu, öyle bir yanlış telakki ve düşüncedir ki, kendi siyasî görüşüne taraftar olan şeytan olsa, ona melek nazarıyla bakar; fakat kendi muhalifi melek dahi olsa, o da sadece bir şeytandır. İşte bu sakîm görüş bugün telkin edilen terbiyenin acı fakat gerçek bir neticesidir.

Nesli bozanların elinde kendi çıkar ve anlayışlarına göre ölçüler vardır. Ve onların ölçülerine göre kimin iyi, kimin kötü olduğunu tahmin etmek çok zordur. Allah (celle celâluhu): وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰۤئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Allah meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman.”33 mealindeki âyetiyle insana en büyük pâyeyi vermiştir. Yani insana “Benim halifem.” demiştir. İnsan O’nu temsil edecek, ruhuyla Allah’a ayna olacak ve kâinattaki umumî hareket içinde iradesiyle Cenâb-ı Hakk’ı gösterecektir. Ve işte Allah böyle bir halife yaratacağını söylemektedir. Nesil yozlaşıp bodurlaştıktan sonra ise meleğin endişesiyle alâkalı duruma şahit oluyoruz. Melek: قَالُۤوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ demişti. Onun bir tereddüdü ve sanki anarşist ve nesli bozanı görmüş gibi bir endişesi vardı. Ve bu endişesini dile getirerek Cenâb-ı Hakk’a: “Yerde anarşi çıkaracak, bozgunculuk yapacak ve sonra kan dökecek kimseleri mi halife kılacaksın?” diye sormuştu…34

i. Kâinatta “Kemal”e Doğru Gidiş ve “Rabbi’l-âlemîn” Beyanı

“Rabbi’l-âlemîn” ifadesinin altında şu mânâlar da düşünülebilir. Bütün kâinatta tecellî eden Allah’ın isimleri vardır. Bu isimlere göre her şey bir kemale doğru koşmaktadır. Bitkiler, hayvanlar, cansızlar hepsi ciddî bir iştiyakla hareket etmekte ve kemale sevk edilmektedir. Taşlar parçalanır toprak olur. Toprak ayak altında çiğnenir, bitkilere bağrını açar ve saksı olur. Bitkiler hayvanlar için kendini feda eder ve hayvanlık mertebesine çıkar. Hayvan da bütün hızıyla insanlık mertebesine çıkmak için koşmaktadır. Böylece her şeyde bir kemal göze çarpmakta ve bu kemalin durduğu noktada da bozulmanın başladığı müşâhede edilmektedir.

Kâinatta kemale doğru bu umumî koşuş içinde Rabbü’l-âlemîn unvanıyla Allah (celle celâluhu), insanların da iradeleriyle bu koşuya katılmalarını istiyor. Bütün âlem bir kemale doğru koşup giderken insan yerinde mi sayacak? Bütün âlem meyve verirken o böyle meyvesiz ve bodur mu kalacak? Ağaç meyve veriyor. Eğer insan mârifet meyvesini veremez, kalbine O’nu yerleştiremez, dünya ve içindekileri O’nun nâmına terk edemezse; meyve vermemiş ve yozlaşmış demektir. Hâlbuki insan, Allah’ın bütün isimlerini câmî bir aynadır. Allah’ın her ismi bir hat, bir çizgi ve bir nokta hâlinde onun mahiyetine dercedilmiştir. Sonra Allah insandan kendi iradesiyle koyduğu kerem, ihsan, akıl ve fikir gibi cevherleri yine insanın kendi iradesiyle izhar etmesini talep ediyor. Yani o, iradesini kerim, muhsin, akıllı ve mütefekkir olma yolunda kullanacak ve Cenâb-ı Hakk’ın yerleştirdiği bütün madenleri doğru ve istikamet içinde ateşlemeye bakacaktır. İnsanın mânevî mahiyetinde öyle madde ve madenler vardır ki, bunlar ilâhî fitillerle ateşlenirse, elmas, gümüş, altın ve pırlanta hâlinde ortaya çıkacak; fakat beşerî ölçülerle ateşlendiği zaman ise elmas, kömür hâline gelecektir.

İnsan-ı Kâmil Ufku ve Terbiye

رَب kelimesi masdardır. Allah öyle terbiye edicidir ki, O’nda terbiyenin dışında bir şey göremeyiz. Tabiri caizse sanki O terbiyenin ta kendisidir. İnsan da terbiyede öyle yakınlık kazanmalı ki, âdeta terbiyenin ta kendisi olsun. Onu terbiye anlayışı içinde âbideleştirmek istedikleri zaman bu âbideye kim bakarsa baksın “Vallahi bu terbiye anlatıyor.” demelidir. Onun içindir ki terbiyede en ileriye giden Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece kulluğuna bakan kimse O’nda âdeta Allah’ı müşâhede ederdi. Şu söz O’nun için söylenmiştir: يَا مَنْ إِذَا سَجَدَ تَجَلَّى اللّٰهُ فِيهِ “O Nebi ki secde ettiği zaman secdesinde Allah zuhur eder.” O Allah’ı öyle tazim, öyle tekrim eder ki, O’nun o vaziyetine bakan “Allah var ve O’nun kalbi Allah’ın elinde tir tir titriyor!” derdi.

İşte insan böyle bir terbiye ile yetiştirilirse, terbiyenin kendisi hâline gelebilir. Geldiği zaman da, en küçük daireden en büyük daireye kadar onun tesir ve atmosferi kendini hissettirir. Aile ve cemiyet bu anlayışa yavaş yavaş da olsa alışır ve bütünleşir. Bu durumda, söylenen sözler mâkes bulur, teklifler hüsnü kabul görür. Ve insan kendi mahiyetinde tezahür ve tecellî eden bütün Esmâ-i İlâhiye’ye tam ve câmî bir ayna olarak yaratılış gaye ve pâyesine erer. Zaten Cenâb-ı Hak, Kendisini insanda görmek için onu yarattı.35 İnsan, tam mânâsıyla O’nun isimlerine ayna olursa hakikî yakınlığı kazanmış ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesine kavuşmuş olur.

Bir ameliyeye tâbi tutulmadan, bir muamele görmeden ve tımar edilmeden neslin kurtuluşunu beklemek safdilliktir. Eğer bütün dünya nesillerinde bir kurtuluş, bir ıslah hâli bekleniyorsa bu bizim kendi gayret ve iradelerimizle Allah’a teveccüh etmemiz şeklinde gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır.

Evet, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dediği, yaptığı ve olduğu gibi bir düzen kurmak istiyorsak O’nun gibi davranmak zorundayız. O, Bedir’de ellerini açtı ve: “Allahım, bu Senin askerindir. Burada mağlup olursak kıyamete kadar artık Senin adını anacak olmayacaktır.”36 diye yalvardı. O kadar ısrarla yalvardı ki, cübbesi sırtından düşerken farkında bile değildi. O, bu noktaya kadar irade ve ihtiyarıyla yapabileceği her şeyi yapmış ve tam kıvamında bir cemaatle Allah’ın huzuruna çıkmıştı. Ondan öte bütün himmetiyle ve inayetiyle Allah’a dayanıyor: “Allahım, ötesini Sana havale ediyorum.” diyordu. Ve Allah, Habîbi’nin imdadına koşuyor, O’nu teyit ediyordu. Artık insanlarla beraber o meydanda melekler at koşturuyordu.

İşte böylesine bir yöneliştir ki, Allah’ın yardım ve muvaffak etmesiyle kötülüğü emreden nefislerimizin ve bütün kötülük emreden nefisler için çalışan şeytanlaşmış insanların başına melek kırbaçlarının inmesi şeklinde bir netice doğuracaktır. Allah doğrudan doğruya işe vaziyet ve müdahale edecek ve O’nun terbiyesine uygun hareket ettiğimizden dolayı da böyle bir terbiye yaratacak ve bizi terbiyeli zümreler arasına katacaktır.

Allah’ın terbiye kanunları dışındaki terbiyeye terbiyesizlik denir. Evet, kemale erdirmeyen ve insanı son oluş noktasına götürmeyen terbiye noksandır. Hâlbuki terbiye, bir bütün olmalıdır. Bir yol bizi insanın varacağı son noktaya götürmüyorsa o yol bâtıldır. Hâlbuki bir insanın varacağı en son nokta ise, onun, doğrulukta evc-i kemale çıkması ve kâb-ı kavseyne ulaşmasıdır.

Muhyiddin İbn Arabî, Şam’da sokakta gezerken, bir şakînin darağacında asılmış olduğunu görür. Hemen onun yanına koşar ve gayz içinde bu adamı seyreden kimselerden birinin yanına sokulur ve sorar:

Bunu niye astılar? Adam:

Hazret, bu bir şakî idi, der. Tekrar sorar:

Ne yapmıştı? Adam cevap verir:

Eşkiyalık. İnsanlara musallat oldu, ırza, namusa saldırdı, adam öldürdü…

Bunun üzerine Muhyiddin İbn Arabî koşar, şakînin ayaklarını öpmeye başlar. Etrafındakiler ona:

Hazret, bu insanların en pest ve en aşağısıdır. Ne diye ayaklarını öpüyorsunuz? derler. Cevap verir:

Hayır, dediğiniz gibi değil. Her mesleğin bir müntehası, bir kemali, bir son noktası vardır. Her meslek, meslek sahibini o noktaya sevk eder. Meslek sahibi o noktaya vardığı zaman kemale ermiş, olgunlaşmış olur. Şekavet mesleğinin son noktası da idam sehpasıdır ve bu zat mesleğinde muvaffak olmuştur. Onun için ayağını öpüyorum.

Hazretin vermek istediği bir ders vardır. Ve bu dersi en beliğ şekilde mücerret ile müşahhası birleştirerek vermiştir. Ve şunu demek istemektedir:

Ey insan! Senin de bir kâb-ı kavseynin var: İnsan-ı kâmil olmak. Ve ey mü’min! Senin kâb-ı kavseynin ise Allah, Resûlullah ve Kitabullah’ta fâni olmak ve nefsaniyetin itibarıyla eriyip gitmek!.

1 Müslim, zühd 68; Ebû Dâvûd, edeb 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/94, 6/5.

2 Tirmizî, birr 35; Ebû Dâvûd, edeb 11.

3 Sebe sûresi, 34/13.

4 Abdurrezzak, el-Musannef 10/424; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/97.

5 İbrahim sûresi, 14/7.

6 Buhârî, ezân 8, tefsîru sûre (17) 11; Tirmizî, salât 157; Ebû Dâvûd, salât 28.

7 Yûnus sûresi, 10/10.

8 es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 6/332 (İbn Merdûyeh’ten naklen).

9 İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/27, 4/1258, 5/1479, 6/1931.

10 İbn Mâce, edeb 55; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/343.

11 Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 85; Nesâî, zekât 1.

12 Yâsîn sûresi, 36/59.

13 Bkz.: ed-Dârakutnî, es-Sıfât 1/36; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/430.

14 Buhârî, küsûf 2; Müslim, küsûf 1.

15 Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/173.

16 Bakara sûresi, 2/30.

17 Enbiyâ sûresi, 21/105.

18 Bkz.: Ebû Dâvûd, diyât 6; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/35, 19/221.

19 Bkz.: En’âm sûresi, 6/76-79.

20 En’âm sûresi, 6/79.

21 Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174.

22 Enbiyâ sûresi, 21/22.

23 Buhârî, zekât 54, cihad 71, 74, enbiyâ 10; Müslim, hac 462, 503, 504.

24 Buhâri, fezâilü ashâb 5, 6; Tirmizî, menâkıb 18.

25 Muvatta, Kur’ân 32, hac 246; Abdurrezzak, el-Musannef 4/378. Yakın ifadelerle bkz.: Tirmizî, daavât 122.

26 Tahrîm sûresi, 66/6.

27 Fussilet sûresi, 41/11.

28 Bkz.: Zümer sûresi, 39/74.

29 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/234; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 11/217.

30 Furkan sûresi, 25/44.

31 Buhârî, enbiyâ 24, 47, menâkıbü’l-ensâr 42, eşribe 12; Müslim, îmân 259, 264, 272.

32 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306; el-Cürcânî, et-Ta’rifât 1/564.

33 Bakara sûresi, 2/30.

34 Bakara sûresi, 2/30.

35 Bkz.: el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.218; es-Suyûtî, ed-Düreru’l-müntesira s.15.

36 Buhârî, meğâzî 4; Müslim, cihad 58; Tirmizî, tefsîru sûre (8) 3.

-+=
Scroll to Top