D. KUR’ÂN ALLAH KELÂMIDIR

Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatı vardır. O, Mütekellim-i Ezelî’dir…

Allah, içinde insanoğlunun da bulunduğu kâinatları yaratır, sonra onu ve bizi bize anlatır. Allah Zât’ını, sıfatlarını, isimlerini anlatır. İnsan denen sanat haliçesini ve sırlar yüklü beşer muammasını şerh ve izah eder. Ama O’nun bu konuşması, keyfiyetini tam idrak edemediğimiz bir konuşmadır. İşte Kur’ân, Allah’ın bu tür bir konuşmasından meydana gelmiştir. Bu konuşmada bir kısım harfler, kelimeler, cümleler, paragraflar görürüz. Buna “Kelâm-ı Lafzî”, yani kelimelere, harflere, seslere dökülmüş kelâm denir.

Bir de “Kelâm-ı Nefsî” vardır. Ses çıkararak konuşmaya lafzî, iç âleminde ses çıkarmadan yapılan konuşmaya ise “nefsî konuşma” denir. Kur’ân-ı Kerim’de kelâm-ı nefsîye ait deliller pek çoktur.

Misal olsun diye sadece bir ikisine temas edelim. Sûre-i Yusuf’ta, Yusuf’un kardeşleri Hz. Yusuf’a çocukluk dönemine ait hırsızlık isnadında bulunurlar. Hâlbuki Mısır azizi olarak tanıdıkları ve biraz sonra kendisine: إِنَّا نَرٰيكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ “Seni iyilerden görüyoruz.”1 diyecekleri insan, az önce iftirada bulundukları Yusuf’un ta kendisiydi. Ancak Hz. Yusuf, onlara iftiralarını yüzlerine vurarak mukabelede bulunmadı. Ne var ki, böyle bir iftira karşısında sessiz de kalamazdı. Onun için, kelâm-ı nefsî ile konuştu ve: قَالَ أَنْتُمْ شَرٌّ مَكَانًا “Siz durumunuz itibarıyla daha kötüsünüz.”2 dedi. Fakat bu nefsî bir konuşmaydı. وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ “İçten içe Rabbini an.”3 âyeti de, nefsî konuşmaya bir delil ve bir işarettir. İşte Allah’ın ezeldeki kelâmı da bu nefsî mânâ içindedir. Cihan, dünyalar, eşya ve insan yoktu. Ama Allah, yine mütekellimdi, konuşuyordu. Kur’ân ezelîdir. Hiçbir şey yokken Kur’ân yine vardı. Fakat bu nefsî mânâda vardı. Çok ince ve ayakları kaydıran bu noktaya sadece bir iki cümleyle baktırmaya çalışacağız:

Kur’ân-ı Kerim okunurken, dinlenirken ve yazılırken, aynı zamanda bu lafızların içinde nefsî mânâ da anlaşılmış olur. Meselâ: إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا derken, إِنَّ ’de bir “hemze” bir de “nun” vardır. Diğer kelimeler de muhtelif harflerden meydana gelmiştir. Bunları yazı ve şekille ifade ettiğimiz aynı anda kelâm-ı nefsî de vücud bulmakta ve ilâhî kelâm bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmektedir.

Kur’ân’ın mânâsına nüfûz eden bir insan, tekrar tekrar okumaktan dolayı, Kur’ân’ın zâhirî lafız ve mânâsından usansa dahi, bu nefsî mânâdan asla usanmaz ve insana bıkkınlık arız olmaz. İşte keyfiyeti bizce meçhul bu nefsî mânâ hissedilir, fakat bulunup bilinemez. Ondan alınan ruhanî zevki ise anlatmak mümkün değildir. Nasıl ki, vahyin mahiyetini bilemiyoruz ve bu mevzudaki bütün bilgimiz hayretimizden ibarettir; öyle de, istenilen mânâda okunan ve dinlenen Kur’ân-ı Kerim’de de, zâhirî kelime ve mânâların çok verâsında öyle mânâlar anlaşılır ve hissedilir ki, bu mevzuda da mârifetimiz sadece hayretimizden ibaret kalır.

Bunu bu kadar anladıktan sonra artık Mutezile mezhebinin: “Mütekellim demek, kelâmı yaratan demektir.”; Haricî, Haşeviye ve İmamiye’nin: “Allah’ın kelâmı harflerden, seslerden ibarettir.” safsatalarının bir mânâsı kalmayacaktır. Sesler, harfler, kelimeler, cümleler bize bakan yanları itibarıyla; bize ait lafızlarla ifade edilmiş olmaları itibarıyla mahluktur. Evet, Allah’ın kelâmında harfler, kelimeler vardır; fakat bu harfler, kelimeler esas değildir. Esas olan o büyük mânâ; harflerin, kelimelerin içinde ve idrakimizin çok çok ötesinde kendisini hissettirmektedir. Bu hâliyle Allah’ın kelâmı, Kur’ân’ın içinde de, insanların ağzında da, hafızların sinesinde de kendine has buuduyla veya buudlar ve keyfiyetler üstü hâliyle hep o kelâm-ı ezelîdir.

1 Yûsuf sûresi, 12/78.

2 Yûsuf sûresi, 12/77.

3 A’râf sûresi, 7/205.

-+=
Scroll to Top