DAVA ADAMI VE SIKINTILAR

Soru: Dava adamı kimdir, dava adamı olma ile sıkıntılara maruz kalma neden özdeşleştirilmektedir?

Cevap: Dava, çok genel bir kavramdır. “Dava adamı” terkibindeki dava, daha ziyade, ulaşılmak istenen gaye, ideal ve ülkü gibi anlamlara gelir. Dava, dünyevî olabileceği gibi uhrevî de olabilir. Bazıları kendisini dünyanın imarına adar ve sürekli o ideal peşinde koşturur durur. Kimileri, –belgesellerde müşahede ettiğimiz üzere– bütün ömrünü, hayvanların, hatta tek bir hayvanın hayatını araştırmaya ve buradan hareketle yeni ilmî keşifler ortaya koymaya vakfeder. Kimileri, ömrü boyunca sosyal, siyasî ve iktisadî hayatı kendi ideoloji ve felsefesine göre şekillendirmek, kendi anlayışına göre bir sistem kurmak için çırpınır durur. Bunların hepsi bir nevi davadır. Dava adamına gelince o, gaye-i hayali her neyse, bunu gerçekleştirme yolunda mücadele eden, fedakârlık yapan ve gerektiğinde bir kısım mahrumiyetlere katlanan insandır. Bazıları vardır ki, “Zaman, imanı kurtarma zamanıdır.” diyerek gönüllerde iman meşalesini yakmaya çalışır. Onların davası, Allah rızasını kazanma davasıdır. Onların tek derdi Cennet’tir, rü’yettir, rızadır, rıdvandır. Bu nimetlere ulaşmanın en büyük vesilesi olarak da i’lâ-yı kelimetullah’ı (Allah’ın adını yüceltme, bayraklaştırma) görürler. Bütün muhtaç gönülleri Allah’la buluşturmaya, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nam-ı celilini (yüce adını) dünyanın her tarafına ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda her türlü zorluğu göğüsler, her çeşit fedakârlığa katlanırlar.

Görüldüğü üzere, hedefi bütünüyle dünya merkezli olan davaların yanında, âhiret yörüngeli olanlar da vardır. Şunu unutmamak gerekir ki bir davanın kıymetini belirleyen, ulaşılmak istenilen gaye-i hayaldir, ikame etmek için çaba sarf edilen mânâdır. İnsan, neyin bayraktarlığını yapıyor, neye teksif-i himmet ediyorsa ona göre kıymet kazanır.

Biz, kendi dünyamızda özel olarak davadan ve dava adamından bahsettiğimizde iman davasını ve ona kendini adamış adanmışları anlarız. Bu mânâda en büyük dava adamları –bu tabiri onlar hakkında kullanmak doğruysa– peygamberlerdir. Onlardan sonra Raşit Halifeler, Ömer İbn Abdülaziz, İmam Gazzâlî, Fahruddin er-Râzî, İzz İbn Abdisselâm, İmam Rabbânî, Hazreti Mevlâna, Hazreti Bediüzzaman gibi peygamber yolunun kutlu temsilcileri gelir. Onların tek derdi, tek davası dinin ihyası olmuştur. Nübüvvet davasına vâris olabilmek, onu temsil edebilmek, çok mukaddes; fakat o ölçüde de zor ve meşakkatlidir. Öteden beri bu yolda yürüyenler, enbiya-i izamın maruz kaldığı belalarla karşılaşmış, zorluklarla mücadele etmişlerdir. Dolayısıyla onların hayatları genellikle sıkıntı ve zorluk içinde geçmiştir.

İradi Olarak Dünyaya Küsme

Allah davasına omuz verenler, bazen kendi iradeleriyle dünyaya küsme vaziyeti sergileyebilirler. Fakat çoğu zaman Allah (c.c.), maruz bıraktığı bir kısım sıkıntılarla onları dünyaya küstürür. Nitekim Hz. Pîr de, “Hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli, ta ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.”81 der. Bazen hastalıklar, bazen ailevî veya içtimaî hayatta karşılaşılan sıkıntılar, bazen arzî ve semavî belalar, bazen de ehl-i dünyanın musallat olması insanın huzurunu kaçırır, yüzünü âhirete çevirir.

Özellikle haset veya düşmanlıklarının esiri hâline gelmiş kimseler bu tür insanları asla rahat bırakmaz. Ellerindeki imkân ve fırsatları, güç ve kuvveti onları ezme ve yok etme adına kullanırlar. Şeytanın dürtüsüyle hareket eden bu tür zalimlerin baskı ve zulümleri, Allah davasını omuzlayan adanmışları, üzerlerine aldıkları vazifeye daha bir ehil hâle getirir. Bu tür bela ve felaketler bir taraftan onlar için keffâretü’z-zünûb (günahlara kefaret) olur, onların hata ve kusurlarını temizler; diğer yandan da birer şefkat tokadıyla onları intibaha getirir de yaptıkları bir kısım yanlışlardan geri döndürür.

Şefkat Tokatları

Peki, şefkat tokadını celbeden yanlışlar nelerdir? Dikkatsizce yaşama, hayatı rantabl değerlendirememe, konumun hakkını verememe, ele geçirilen imkân ve fırsatları gaye-i hayali istikametinde kullanamama, elde edilen başarıları nefisten bilme, Din-i Mübin-i İslâm adına yapılan hizmetlerin gücünü kırabilecek hatalar irtikâp etme (işleme), vefa ve sadakati koruyamama, ihlâs ve samimiyetten uzaklaşma gibi pek çok şey bu meyanda sayılabilir. Hepimiz geri dönüp hayat sergüzeştimize baktığımızda kaçırdığımız nice fırsatlar olduğunu görürüz. Elimizdeki imkânları ne ölçüde Din-i Mübin-i İslâm’ı sevdirme istikametinde kullandığımız sorgulanabilir.

İşte bu tür ihmal ve kusurlarımız, şefkat tokatları şeklinde bize dönebilir. Hazreti Bediüzzaman’ın tabiriyle bunlara “şefkat tokadı” dememizin sebebi, zahirî yüzleri çirkin olan bu tür sıkıntıların altında büyük hayırlar gizlenmiş olmasıdır. Bu tür hata ve kusurlarımızdan ötürü Cenab-ı Hakk’ın bizi zalimlerin eliyle tokatlaması, farklı bir tabirle kaderin adalet etmesi, zalimleri mazur kılmaz. Zulmeden insanlar, âhirette, yaptıkları zulme göre muamele görecek ve yaptıkları her bir haksızlık ve zulmün cezasını çekeceklerdir.

Allah davasına gönül vermiş adanmışlar, kendilerini başkalarıyla kıyas edemezler. Onların yürüdükleri yol, peygamber yoludur. Bu sebeple yolun gereklerine riayet etmek zorundadırlar. Temsil ettikleri hakikatlere zarar gelmemesi için peygamberane bir ismet ve sadakat üzere yaşamalıdırlar. Sözlerinin gönüllere nüfuz etmesi için muhataplarına güven vadetmelidirler. Kılı kırk yararcasına istikamet içinde olmalıdırlar. Bu gibi konularda dikkatsiz yaşarlarsa Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu mevhibelere ihanet etmiş olurlar. Yaptıkları yanlışlar çok küçük olsa bile, Allah onları zalimlerin eliyle tazip eder, cezalandırır. Ta ki arınsınlar, temizlensinler, temsil ettikleri konuma ehil hâle gelsinler veya pir ü pak huzur-u Sübhâniye yürüsünler.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Belanın en şiddetlisi peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velilere ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir.”82 İnsanın konumuna göre gelen belalar bazen çok çetin ve zor olur; insanı ezer geçer. İnsan, kendisini âdeta bir tankın paletleri altında eziliyor gibi hisseder. Önemli olan; bu tür durumlarda akıl ve şuurun işletilerek maruz kalınan sıkıntıların doğru yorumlanmasıdır. İnsanın temsil ettiği konum ve işlediği hatalarla uğradığı sıkıntılar arasında bir koordinasyon tesis edip Bediüzzaman gibi, “Bunlar tam bana göre geldi.” diyebilmesidir. Bunu yapabilen sabretmesini bilir, rızadan ayrılmaz, Allah’ın hoşnut olmayacağı düşüncelere, tavırlara girmez. Bilakis yaşadığı zorlukları âhireti adına kazançlı hâle getirir.

Aslında huşyar (uyanık) ve hassas ruhları hüzün ve ızdırap içinde bırakan hususlar, sadece herkesçe bilinen belalar ve felaketler değildir. Günümüz insanlığının genel durumu, Müslümanların perişan hâli, bu huşyar ruhların burukluk yaşamaları ve ızdırapla inlemeleri adına yeterlidir. Mesela bugün pek çok yerde Müslümanlar, en temel demokratik haklarından bile mahrum bırakılıyor, onların dinlerini tastamam yaşamalarına müsaade edilmiyor. Vicdanlar, inançlar, hissiyatlar, düşünceler üzerinde kurulmuş çeşit çeşit baskılar var. Dünyanın değişik yerlerinde bir sürü insan, değişik farklılıkları bahane ederek birbirini öldürüyor. İhtilaf ve çatışmalar bir türlü bitmiyor. Bunların her biri, İslâm’ın kaderiyle kalben irtibatlı olan insanlardan birer parça alıp götürüyor.

Bir Müslüman için, Müslümanların bugünkü perişan hâlinden daha büyük bir bela olabilir mi? İnandığınız değerlerin ayaklar altında ezilmesinden daha büyük bir felaket yaşanabilir mi? Daha nasıl bir bela bekliyoruz! Yaşanan hâdiselere arzu ve beklentileriniz açısından baktığınız zaman, başınızdan aşağıya sağanak sağanak belaların yağdığını hissediyorsunuz. İslâm’ın kaderiyle alâkadar olan insanların bu olumsuz tablo karşısında hüzünlenmemesi, ızdırapla iki büklüm olmaması mümkün değildir.


81 Bediüzzaman, Lemalar, s. 54 (Onuncu Lem’a, Üçüncü Tokat).

82 Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23.

-+=
Scroll to Top