DELİLLER… DELİLLER… VE YİNE DELİLLER…

Vücutta meydana gelen bir yara kapanıyor, kabuk bağlıyor ve sonra o kabuğu da atmak suretiyle kendi kendini tamir ediyorsa bu, o yaranın meydana geldiği uzuvdaki canlılığa delâlet eder.

Meyve, meyveyi yetiştiren ağacı gösterir… Yoldaki izler, yürüyeni ele verir. Gezip tozduğumuz yerde su sızıntıları varsa, orada su cetvelleri var demektir. İnsanda da öyle izler, öyle sızıntılar ve tamirler var ki, ona bakanın ahireti görmemesi mümkün değildir.

Sınırlı ve mahdut kalıplar içerisine sıkışmış bir insana bu sonsuzluk fikri nereden geldi? Onun böyle bir düşünceye kendi kendine sahip olduğu söylenemez. Bu âlemde, ona böyle bir ilham verecek varlık da yoktur. Öyle ise ondaki bu duygu esasen başka âlemden gönderilen mesajlardan ibarettir. Su sızıntılarının su cetvellerine delâleti nasıl kat’î ise; ebediyet sızıntılarının da ebedî âlemlere delâleti o kat’iyettedir.

İnsan iç âlem ledünniyatıyla, maddî âlemde elde edemediği semereleri elde eder. İnsan öyle coşar, dünya ve mâfîhâya öyle sırt çevirir ve mâsivânın üstüne çıkar ki, bu hâl ve keyfiyet onun şu imkân âleminin üstünde mümkün olmayan bir varlıkla münasebetini anlatır. Şu sınırlı, yıkılan ve yapılmayan ve yapılmayacak olan dünya dahi, hiç yıkılmayacak bir yurdun olacağına delâlet eder. Bu vaziyetiyle her varlık, bir yönüyle sahibini gösterirken, diğer yönüyle öbür âlemdeki mazhariyetlerine işaret etmektedir.

İnsanın vücudundaki hücreler nasıl birbiriyle ittisal edip rabıta kuruyor, birinde meydana gelen bir arızanın imdadına koşuyor, bir vücut ayrı ayrı eyaletler gibi işliyorken, iktiza ettiğinde bu eyaletler baş başa verip müşterek düşmanı tardedip ona karşı bir temerküz ve tahşidat meydana getiriyorlar; aynen öyle de, kâinatın sinesinde, yerine göre kalb gibi atan, göz gibi ışık saçan, bazen kabz bazen de bast eden, en küçük kürelerden en büyük nebülözlere kadar bütün kâinat, âdeta ayrı ayrı uzuvlardan meydana gelmiş tek vücut gibidir. Belki bütün kâinata müekkel bir melek vardır ki, kâinatın ruhu odur. Kâinat muhteşem keyfiyetiyle ve insandaki küçük misaliyle canlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir. Tıpkı insan uzuvları gibi o da yaralanmakta ve yaraları tamir edilmektedir. Einstein: “Bilemediğimiz bir sırla kâinatın uzak köşelerinde yeni yeni cisimler teşekkül etmektedir.” diyor. Elbette şu kâinat denilen sarayı yapıp kurduktan sonra Cenâb-ı Hak onu bir insan vücudu gibi serfiraz edecek ve o da vazifesini bitireceği ana kadar işine devam edecektir.

Yeryüzünde insanların vazifeleri bitinceye kadar o bir kalb gibi atacak, göz gibi görecek ve güneş gibi ışık saçacaktır. Kendisine tevdi edilen vazifeyi de şuurlu bir mü’min edasıyla yerine getirecektir. Bunun için de tahrip edilen yerleri tamir, bozulan yerlerine ilaveler yapılacak ve bu âlemin işaret ettiği ikinci bir âlem, bu kâinatın bir köşesinde inşa edilecektir.

Bizler, eşya ve hâdiselere bütünüyle nüfuz edemiyoruz. Onların arasında hâlden ve dilden anlamayan seyirci ve müşahitler gibi dolaşıyoruz. Onun için de hangi şeyden neler olur henüz bilemiyoruz. Belki bir gün eşya ve hâdiselerin ruhunu kavrasak, bunların var ediliş keyfiyetine tam nüfuz etsek, hayatımıza tuzak kurmuş mikroplardan dahi en büyük şekilde istifade etme kapıları açılacaktır. Belki de çeşitli mikroplar üreten fabrikalar kuracak ve memleketin gelir kaynaklarından en büyüğünü keşfetmiş olacağız. Fakat şu anda bizler, akan bir ırmağı sadece seyreden ve ondan çok çeşitli yönleriyle istifade edemeyen insanlar durumundayız.

Evet, eşya ve hâdiseler akıyor ve biz de sadece bakıyoruz. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir duasında, Cenâb-ı Hak’tan eşya ve hâdiselere nüfuz edebilmeyi talep ediyor ve “Allahım, bana eşyanın hakikatini göster.”1 diyor. İnsan için ideal ufuklardan birisi ve belki de en birincisi eşyanın hakikatine nüfuz edebilme keyfiyetini kazanabilmektir. İşte bu keyfiyetle kâinat tetkik edilse, her eşya ve hâdisenin verâsında, ince bir perde arkasında ahiret görülüp müşâhede edilecektir.

Yeryüzünde diken gülle, bülbül kargayla beraberdir. Esasen birbirine zıt gibi görünen eşya yekdiğerini tamamlamaktadır. Kâinatta abes ve boş hiçbir hâdise ve eşya yoktur. Meselâ yeryüzündeki bütün köpekleri yok etsek, kâinatın sinesinde bir boşluk meydana gelir. Bir zaman Batılı bir mütefekkir, bir kuş türünün tükenmeye yüz tuttuğunu ve bu sebeple kâinatta mühim bir gediğin açılacağını gazeteler diliyle ilan etmişti.

Kâinatın seyri içinde herkese ve her şeye bir vazife düşmektedir. Onun için kâinatın sinesinden neyi alırsanız alın, orada bir boşluk tarrakalar çıkaracak ve “Kâinatta bir boşluk meydana geldi.” diyecektir.

Nebiler Nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Buhârî ve Müslim’de: “Eğer köpekler başlı başına bir millet olmasaydı hepsini öldürürdüm.”2 buyuruyor. Köpekler dahi tek başına aynen insanlar gibi bir millettir. O da omuzuna büyük vazifeler almış ve bir gediği kapatmaktadır. İnsanlara saldıran, evlere meleğin girmesine mâni olan ve insan vücuduna zararlı birtakım mikropları taşıyan köpeklerin belki öldürülmesi gerekirdi. Fakat öldürülmüyor. Zira bu kâinat sarayında onun da bir yeri vardır. Ancak asıl mesele, onun yerini bilmek ve onu yerine koymaktır. Onlar öldürülse meydana gelecek zarar, önü alınamayacak kadar büyük olacaktır.

Ağaçların içindeki bakteriler yok edilse, birkaç sene sonra meyvelere öyle şeyler musallat olacak ki artık onları bu tasalluttan kurtarmak mümkün olmayacaktır. Zira Cenâb-ı Hak, birbirine mukabil varlıklarla kâinatta bir denge ve düzen kurmuştur. Siz mukabillerden birini ortadan kaldırdığınızda, diğerinin istilasıyla karşı karşıya kalırsınız.

Evet, kâinat öyle bir binadır ki, bu binayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Oradan küçücük bir taşı çıkarayım derseniz, binayı başınıza yıkarsınız.

Ayrıca, hâdiselere devreler hâkimdir. Yedi senelik fâsılalarda hububatın, on dört senelik fasılalarda ise balıkların çok bol ve mebzul olarak elde edildiğini bir ilim adamı tespit etmiştir. Eğer bu devreler mevzuu, ilmî hüviyetiyle ve tam mânâsıyla tetkik edilse, beşerin içtimaî ve iktisadî çok meseleleri halledilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Sûre-i Yusuf’ta bu devreler meselesine işaretler vardır. Şu küçük devrelerin bir intizam ve nizam içinde cereyan ve deveran etmesi, işaret ve ispat ediyor ki, dünya hayatı da bir devirdir. O da bir gün bitecek ve ardından başka bir devir başlayacaktır. Dünyada bolluk ve bereket içinde yaşayan insan, kıtlık mânâsını taşıyan bir kabir hayatını da yaşayacak. Sonra da apaçık bir haşir devresine girecektir. Onun ardından, sıkıntı ve ızdırap içinde bir hesap verme hayatı, daha sonra da sırattan geçme devresi gelecek. Varabilen Cennet’e varacak ve görebilen Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görecektir. Fakat verilen nimetlerde veya aksine ızdıraplarda, ülfet ve alışkanlık olmayacak. Cennet veya Cehennem’de de ayrı ayrı devrelerde karşılaşılacaktır.

Adiy b. Hâtim (radıyallâhu anh) -ki dünyanın en cömert insanı olan Hâtim-i Tâi’nin oğludur. Önce Hıristiyanlığa sülûk etmiş ve ardından da hak din olan İslâm’ı bulmuştur- şöyle der: “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vukû bulmadan önce haber vermişti ve verdiği haberler birer birer aynen çıktı.”3

İşte Adiy b. Hâtim, sadık u masduk Hz. Muhammed Mustafa’nın istikbale dair verdiği gaybî haberlerin aynen çıktığını bize söylemekle, O’nun ahirete ait verdiği haberlerinin de aynen zuhur edeceğini ifade etmiş olmaktadır.

Allah Resûlü Hz. Enes’e (radıyallâhu anh) dua etmişti: “Allahım, onun ömrünü uzun ve evlâtlarını çok et. Onu Cennetine koy!” Hz. Enes (radıyallâhu anh) yüz yaşından fazla yaşadı ve kendi ifadesiyle yüz tane evlâdını kendi eliyle defnetti. Hz. Enes (radıyallâhu anh) şöyle derdi: “Allah Resûlü’nün benim için ettiği duadan ikisini gördüm ve üçüncüsünden de ümitliyim.”4

Biz Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir devreler âlemi içinde yaşıyoruz. Fakat bu devran, kafiyesiz bir şiir gibi bitiyor. Öbür âlem, bu şiire kafiye olup tamamlayacaktır. Bu dünyaya ait haber verilen hâdiselerin aynen tahakkuku, mü’mini mesrur ve kâfiri mahzun edecek bir hâdisenin de tahakkuk edeceğini ispat etmektedir.

İnsan doğar doğmaz bir taraftan yaşamaya diğer taraftan da ölmeye başlar. Her doğuş bir ölümün ve her ölüm de yeniden bir doğuşun habercisidir. Eğer neticede ebedî bir doğuş yoksa, yeryüzünün en tâli’siz varlığı insandır. İnsanlar içinde de en tâli’sizi nebiler ve nebiler içinde de İki Cihan Serveri’nin en tâli’siz olması icap eder. Hâlbuki O, bütün bir cihanın yaratılma sebebidir. İnsanlık ağacı öyle bir meyve elde etmek için dikilmiştir. İnsanın yeryüzüne gelmesinden, insanlık içinde zuhur eden nebilere kadar her hâdise, neticede ahireti ispat eder.

Ayrıca: Cenâb-ı Hakk’ın Allah, Peygamberimiz’in Resûlullah ve Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda ahireti de ispat eder. Zira iman bir bütündür, tecezzi ve inkısam kabul etmez.

1 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/109, 2/184, 6/169, 13/37, 21/31, 22/35, 40, 24/128.

2 Tirmizî, sayd 16, 17; Ebû Dâvûd, edâhî 22; Nesâî, sayd 10.

3 Buhârî, menâkıb 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/257, 377, 378.

4 Müslim, fezâilü’s-sahâbe 141-144; Abd b. Humeyd, el-Müsned s.375.

-+=
Scroll to Top