Dengeki Bir Aşk u Heyecan İnsanı: Hazreti Mevlâna

Soru: Hazreti Mevlâna’nın günümüzde bazı kimseler tarafından yanlış anlaşıldığı ve mesleği açısından tenkitlere uğradığı görülüyor. Hazreti Mevlâna ve mesleğini İslâmî esaslara mutabakat açısından değerlendirir misiniz?

Cevap: İslâm tarihi boyunca, ilim, irfan, aşk ve heyecanıyla sesi soluğu asırlar ötesine ulaşan nice büyük insan yetişmiştir. Özellikle İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Mevlâna Halid Bağdadî gibi engin şahsiyete sahip bir kısım nadide fıtratlar vardır ki, bunların durumu daha bir farklılık arz eder. İşte Hazreti Mevlâna böyle bir ufkun âbide şahsiyetlerinden biridir. Karanlık dönemlere ışık salmış, çağları aydınlatan bu büyük zatlar, kendi devirlerini çok iyi okumuş, analiz etmiş ve insanların ihtiyaç duydukları mevzular neler ise daha ziyade onlar üzerine hasr-ı himmet etmişlerdir. Evet, onlar, malumât-ı sâbıkayı fişleyip işlemek suretiyle kitap telif etme yerine; insan, kâinat ve Allah münasebetini doğru okuyup doğru değerlendirerek yaşadıkları dönemin şartlarına göre hutbeler irad etmiş, mesajlar sunmuş ve sesi soluğu asırlar sonrasına ulaşacak kıymetli eserler ortaya koymuşlardır. Bu itibarla Mevlâna Hazretleri’ni öncelikle bu özellikleriyle ele almak gerekir. Zira onun öne çıkardığı meseleler, yaşadığı dönemdeki zehirlenme ve negatif tesirlere karşı üretilmiş bir panzehir ve en kötü hastalıkları bile tedavi edecek bir iksir gibidir.

Hazreti Mevlâna

ve Söğüt’ün Bağrındaki Diriliş

Yaşadığı devre kuşbakışı bir göz attığımızda, bu dönemde; Haçlı ordularının İslâm dünyasına yaptıkları saldırı ve hücumlar neticesinde geride pek çok levsiyat bıraktıklarını.. Moğolların İslâm dünyasını işgal edip değişik parçalanma, bölünme ve tefrikalara zemin hazırladığını.. fitne ve isyan ateşlerinin her tarafı sardığını.. bütün bunlar neticesinde Selçuklu devlet adamlarının ciddî bir zafiyet yaşadığını.. sarayın halk üzerindeki nüfuzunu büyük ölçüde kaybettiğini ve bütün bu olumsuz cereyanların tâ Anadolu’nun içlerine kadar ulaştığını görürüz. İşte böyle bir dönemde Hazreti Mevlâna, engin hoşgörü ve müsamaha anlayışıyla herkese kucak açmış; açmış ve böylece kargaşa, fitne ve tefrika ortamı için âdeta bir iksir vazifesi görmüştür. Hazret’in de temsilcileri arasında olduğu bu engin anlayış ve ufuk, İslâmî değerlerle serfiraz milletimiz için yeni bir neşv ü nema zemini hazırlamış; bunun neticesinde Osmanlılar, Anadolu’nun küçük bir köşesinde yeniden derlenip toparlanma imkânı bulmuştur.

Esasında bu dönemde her şeyden daha fazla böyle bir vifak ve ittifak anlayışına ihtiyaç vardı. İşte Hazreti Mevlâna bu ihtiyacı görmüş, Anadolu’nun paramparça olduğu, farklı beyliklerin oluştuğu, efkârın dağıldığı, kafaların karıştığı, herkesin ayrı bir telden çaldığı böyle bir dönemde, insanları belli bir anlayış etrafında toplamak suretiyle Osmanlı’nın ilk açılımına zemin hazırlamıştır. Devlet-i Âliye’nin kısa bir zaman içerisinde elde ettiği başarılarda, kanaatimce Mevlâna ruhu diyebileceğimiz böyle bir anlayışın önemli tesiri vardır. Zira Osmanlılar gittikleri yerlerde re’fet ve şefkatle değil de sertlikle muamelede bulunsalardı, çok geçmeden bir yerde takılır kalır ve cihana açılımlarını iki adım daha ileriye götüremezlerdi. Bu itibarla, Devlet-i Âliye’nin, insanlık tarihinde hiçbir aileye nasip olmayacak şekilde altı asır ayakta kalmasında, devleti idare eden insanların mümeyyiz vasıf ve hususiyetleri yanında, Hazreti Mevlâna gibi dervişlerin katkı ve gayretleri de göz ardı edilmemelidir.

Netice itibarıyla, mârifet ufkuna açılmış, aşk u şevkle kanatlanmış engin bir gönül insanı olarak Hazreti Mevlâna, kendi döneminde öyle bir atmosfer oluşturmuştur ki, çokları bu atmosferin tesirinde kalmış ve gelip onun halkasına dahil olmuştur. Hatta bir dönemde Yunus Emre bile uzaklardan gelip onun halka-i tedrisine girmiştir. Bütün bunlar karşısında o yüce kamet de, ruhunun ilhamlarını etrafına toplanan bu insanların içine boşaltmak suretiyle çağları aydınlatacak örnek tipler yetiştirmiştir.

İman ve Mârifet Endeksli Cezb u İncizab

Fakat Hazreti Mevlâna’nın sadece bu yönü, yani herkese el uzatan engin müsamaha ve şefkat anlayışı nazar-ı itibara alınıp onun o derin ibadet ü taati, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığı görülmezse hakkında bazı yanlış kanaatlere girilmiş olur. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bazılarının iddia ettiği gibi, şayet o, dinin muhkemâtına bağlı kalmasaydı, ne Konya halkı onu bünyesinde barındırır ne de dinine bağlı hükümdarlar onun orada nurunu neşretmesine imkân ve zemin hazırlarlardı. Ayrıca onunla muasır olan ulema-i kiramdan hiçbiri, Hazreti Mevlâna aleyhinde konuşmamıştır. Mesela onunla aynı dönemi paylaşan Sadreddin Konevî Hazretleri, Şecere-i Numaniye’yi şerh edip Beyzâvî’nin tefsirine de geniş bir hâşiye yazmış büyük bir âlimdir. Hayatına ve eserlerine baktığımızda bu büyük âlimin, Hazreti Mevlâna aleyhinde tek bir söz söylediğini bilmiyoruz. Zira Hazreti Mevlâna, bir taraftan başkalarını kucaklama mevzuunda engin bir şefkat ve re’fet ortaya koyarken, diğer taraftan da İslâm’ın esaslarına sımsıkı bağlı kalmış, zâhir-i şeriata muhalif herhangi bir tavır ve davranış içine girmemiştir.

Fakat ne acıdır ki, bugün bazıları Hazreti Mevlâna’yı sadece bir anlık hissiyatla cûş u huruşa gelip kıyam eden, tennuresini giyerek dönmeye başlayan, dönerken de bu dönmenin keyfini çıkaran, sonra da başkalarının kalkıp onunla birlikte dönmeye başladığı biri olarak görüyor. Hâlbuki mesele, mücerred bir dönme meselesi değildir. Hazreti Mevlâna, insan, kâinat ve Allah arasında mekiğini sürekli gezdirmek suretiyle çok ciddî bir mârifet örgüsü ortaya koymuş, mârifet-i ilâhî adına doymuş ve onunla insanlarda bir aşk u şevk uyarmıştır. Hazreti Pîr de bu mevzuda düşünce açısından bir güzergâh takip ederken, önce iman-ı billâh, sonra mârifetullah, sonra muhabbetullah ve son olarak da zevk-i ruhanî diyor.268 Demek ki, insan önce kâmil bir imana sahip olmalı, ardından arızasız kusursuz İslâmiyet’i yaşamalı, daha sonra bütün derinliğiyle ihlâsı vicdanında duymaya, ihsan şuuruna ulaşmaya çalışmalı, vicdan bilgisiyle Allah’ı tam bilme yolunda olmalı, yaptığı amelleri tabiatının bir derinliği haline getirmeli ki zevk-i ruhanîye, şevk-i ilâhîye ulaşsın. Yani sağlam bir iman, sağlam bir İslâmiyet, sağlam bir ihsan şuuru, derin bir mârifetullah ve muhabbetullah olmadan aşk u şevke ulaşmak mümkün değildir. İşte Hazreti Mevlâna’nın cezbeye gelip, aşk u şevkle gerilip kendinden geçmesini bu zaviyeden ele almak gerekir.

Temel Disiplinlere Bağlı Engin Hoşgörü

Diğer yandan Hazreti Mevlâna’nın gerek şathiyat nev’inden söylediği bazı sözler gerekse cezbeye gelerek dönmesi tamamen hâlî ve zevkîdir. Bunlar, onun duyup hissettiği hayret, dehşet, heyman ve kalak hâllerinden kaynaklanmaktadır. Uyanık bulunan bir insanın temkin ve teyakkuzla hareket etmesi esas olsa da, kendinden geçmiş sekr hâlindeki bir insanın söylediği söz ve ortaya koyduğu davranışlardan ötürü onun hakkında mülâhaza dairesi her zaman açık tutulmalıdır. Bu açıdan bize düşen Hazreti Mevlâna gibi büyük zatların hususiyetlerini nazar-ı itibara alarak, onların iltibasa açık bu gibi söz ve davranışlarına makul bir mahmil bulup onları izah etmektir.

Mesela Hazreti Mevlâna’nın en çok sorgulanan ve tenkit edilen ifadelerinden birisi; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel.” sözüdür. Bu söz aynıyla kendisine ait mi değil mi bilemiyoruz. Fakat bu söz onun olmasa bile, Hazreti Mevlâna’nın bu mefhum ve mazmunu aksettirici birçok sözü vardır. Onun bu sözünü tenkit edenler, zannediyorum maksat ve niyetini tam olarak bilemediklerinden dolayı tenkit ediyorlar. Kanaatimce böyle bir söz söylemede mahzur yoktur. Çünkü hayatı ve eserlerine bir bütün olarak bakıldığında, Hazreti Mevlâna’nın bu sözünün, “Ne olursan ol, gel, bizim dünyamızdaki güzellikleri keşfet ve kendi özünü bul.” mânâsında olduğu anlaşılır.

Diğer yandan Hazreti Mevlâna, kendisinin de ifade ettiği gibi, bir ayağıyla yetmiş iki millet içinde dolaşan, diğer ayağıyla da İslâm’ın tam merkezinde durup dinin hükümlerine hiçbir zaman muhalefet etmeyi düşünmeyen bir insandır. O, usûl ve ümmehâta milimi milimine uyduğu ve sımsıkı sarıldığı için, onun ne bir farzı, ne bir vacibi, ne de bir sünneti terk ettiğine ihtimal verilemez. İşte Allah’la irtibatı açısından hayatındaki bu fevkalâde derinliği görmeden onu sadece başkalarıyla münasebetleri açısından ele almak doğru değildir. Zira Hazreti Mevlâna’nın iki yanı vardır. Bir yanıyla o, din-i mübin-i İslâm’ın ümmehâtına sımsıkı bağlılık içinde hayatını yaşar; diğer yanıyla da halk içinde bulunur, onlara dini, severek ve içten kabullenerek benimseyecekleri bir keyfiyette sunar. İşte zannediyorum onu tenkit edenler sadece ikinci şıkka bakıyor ve onun iç dünyasındaki derinliğini ya görmüyor ya da görmezlikten geliyorlar.

Nitekim günümüzde de, gönülleri Allah ve insan sevgisiyle mamur bir kısım insanların, ibadet ü taat ve dinin temel disiplinlerine uymada fevkalâde hassas yaşama gayretlerinin yanında, bütün âleme açılmak istemeleri, bazıları tarafından tenkit edilmektedir. Evet, bazıları, evrad u ezkârları, duaları, gecelerini ihya gayretleri yönüyle değil de sadece başkalarıyla kurdukları diyalog faaliyetleri zaviyesinden onlara bakıyor, bu bakışa göre yorumlarda bulunuyor ve neticede onlar hakkında olumsuz şeyler söylüyorlar. Oysaki dünyanın birbirini yemek için diş bilediği ve çok korkunç öldürücü silâhlara sahip olunduğu günümüzde sevgi, saygı, şefkat ve müsamaha buudlu diyalog faaliyetleri çok önemlidir. Zira ciddî bir feveranda ve olumsuz bir gerilim içinde bulunan insanlığın bu feveranını bastırmak ve gerilimini kırmak istiyorsanız, sevginin sırlı anahtarını kullanmalısınız. Esasen onun sihirli anahtarının açamayacağı kapı, giremeyeceği gönül, tebessüm ettiremeyeceği çehre yoktur. Ayrıca unutulmamalıdır ki, siz duygu ve düşüncelerinizi insanların ruhlarına, abus bir çehre ve hiddete bağlı olarak değil, ancak sıcak bir tebessümle duyurabilirsiniz. Bu açıdan insanlar sizin gönlünüze girdiği zaman, hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmayacak ölçüde engin bir vicdanla karşılaşmalıdır. Bunun için de, Hazreti Mevlâna, İmam Rabbânî, Mevlâna Halid Bağdadî ve Hazreti Pîr gibi, rehberleri Kur’ân ve Sünnet olan irşad kahramanlarının ortaya koydukları yol ve metot takip edilmelidir. Bunların arasında konjonktürün müessiriyetinden kaynaklanan tâlî derecede bir kısım farklılıklar bulunsa da, engin bir vicdan sahibi bu büyük zatların hepsinin sevgiyle oturup sevgiyle kalktıkları, merhametle dolup şefkatle çevrelerine boşaldıkları, herkese bağrını açıp dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönül kırana da gönülsüz muamelede bulundukları görür. O hâlde günümüzde bize düşen vazife de, bu tarihî şahsiyetleri örnek alarak, el ele verip sevginin bu sırlı ve sihirli gücünü insanlık yararına kullanmak olmalıdır.

268 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.253 (Yirminci Mektup, Mukaddime).

-+=
Scroll to Top