Derviş

Derviş; Farsçadaki derviz, dervij sözcükleri gibi fakir, yoksul mânâlarına gelen bir kelime. Dünyevî fakirlik, âcizlik, yoksulluk da aynı sözcükle ifade edilse de Allah’a karşı, aczinin, fakrının ve ihtiyaçlarının farkında olma anlamındaki böyle bir yoksulluk, bu kelimeye yüklenen has bir mânâ. Tasavvufta derviş dendiğinde, söz konusu olan da işte bu mânâdır. Hakikî anlamıyla fakirlik ve ihtiyaç, tese’ül ve dilenciliği hatırlatması açısından böyle bir mânâ hak yolunun yolcuları için bahis mevzuu olmasa gerek. Zira, kendini Allah’a adamış bir hakikat eri, aynı zamanda bir kanaat ve istiğna insanıdır. O, aç ve susuz kaldığı zamanlarda dahi, açarsa derdini sadece Allah’a açar ama kat’iyen halka arz-ı ihtiyaçta bulunmaz ve bulunmak da istemez. Dervişin, “kapı eşiği” mânâsına gelmesi, insanlara karşı zillet gösterme anlamı itibarıyla değil, Allah karşısındaki tevazuu, mahviyeti ve kendini sık sık sıfırlayarak, maddî-mânevî üzerinde taşıdığı değerlerin izafîliğini vurgulaması açısındandır. Onun, insanlara karşı aynı alçak gönüllülüğü göstermesi de Yaratan’dan ötürü, özü ve mahiyetindeki ilâhî cevherlerle başlı başına antika bir Hak sanatı olması itibarıyladır.

İşte bu mânâda, bazen çok kâmil kimselere bile “Falan falan zatın dervişidir.” diyerek dervişliğin hem Hak nazarındaki hem de halk nazarındaki yeri hatırlatılmak istenmiştir. Ayrıca bazen, sade, mütevazi, kanaatkâr, tekellüfsüz rahat kimselere derviş dendiği gibi, çok büyük ve ârif kimselere de bazı vasıflar ilavesiyle “derviş-i sultan dil: padişah gönüllü fakir” denir ki, biz bu tabiri daha çok “gönlü çok zengin” sözcüğüyle, kanaatkâr kimseler hakkında kullanırız.

Tasavvuf erbabı arasında has mânâsıyla derviş; kalben mâsivâdan alâkasını kesip, hakikate ulaşma niyet ve cehdiyle, kendini Hakk’a kulluğa adamış, zühd, takva, sabır, ikdam, sevgi ve hoşgörü insanı demektir.

Derviş, ilk adımını, günahlardan uzaklaşıp, farz, vacip, sünnet… gibi sorumluluklarını yerine getirmekle; ikinci adımını herkesi sevip, herkese sinesini açarak, kâinata bir “mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakmak ve ahlâk-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikat-i Ahmediyeyi (aleyhi ekmelüttehâyâ) istidadı ölçüsünde tam temsil etmekle; üçüncü adımını da, ihlâs ve ihsan ufku itibarıyla, nazarî bilgilerini, inanç ve kabullerini, hâlî, zevkî, şuhûdî derinliklere açılmakla atmış olur.

Birinci adımı itibarıyla derviş; takvanın mebdeine açılır, dini, Kur’ân’ı anlamaya namzet olduğunu ve vuslata tâlip bulunduğunu ortaya koyar; derken samimiyeti ölçüsünde de niyetinin mükâfatını görür ve yürür rıdvan tepelerine kadar Cennet’in derinliklerine..

“ Hak Teâlâ eder müttakîdir ulunuz

Müttakînin makamı Cennet, içtiği kâfûr olur.”

(Anonim)

sözleri mebdeden müntehâya bu kademin önemini vurgular.

İkinci adımı itibarıyla o, canlı-cansız bütün varlıkla münasebete geçer, herkese konumlarının gereği takdirlerini arz eder, her şeyi sever, her şeyi kucaklar; düşmanlıklara muhabbetle karşı koyar, kötülükleri iyiliklerle savar ve bu yolun darılma değil, dayanma yolu olduğunu düşünerek koşar hedeflediği rıza pâyesine ve hep Yunus gibi mırıldanır durur:

“ Sövene dilsiz gerek, dövene elsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek; sen derviş olamazsın…”

Üçüncü adımı itibarıyla ise o, artık bir huzûr ve şuhûd insanıdır. Tamamen O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme ve O’na enîs-i sadık olma yoluna girmiştir; girmiştir ve fark etmez artık dost vefasını ve düşman cefasını. Hele bir de duymuşsa Yâr sesini gayri duymaz ağyâr nefesini; sıyrılır bütün bütün mâsivâ (Allah’tan gayri her şey) kaydından ve bürünür ikinci bir tabiat ve mahiyete sırdan. Bilir bilinmesi gerekenleri ve kurtulur bilgi hamallığından.

Dervişlik; herkese açık bir kapıdır. O kapıya yönelen hiç kimseyi cevapsız bırakmaz ve geriye çevirmezler. Ne var ki, böyle bir kapıdan girişin de kendine göre bir kısım âdâbı vardır ki, ararlar onları gelip eşiğe dayananlardan ve onlara riayete bağlarlar içeriye alınmayı.

Tokâdîzâde Şekip:

“ Bâb-ı Hak açıktır merd-i âgâha,

Cândan geçenlerdir eren Allah’a.

Hakikat yolunda ben bu dergâha,

İsteyerek gelmiş kurbanlar gördüm.”

diyerek hem kapının her zaman açık bulunduğunu hem de bu yolun Cânân’a cân verme yolu olduğunu hatırlatarak ümitlerimizi şahlandırdığı aynı anda ihlâs ve ihsan çağrısında da bulunur.

Cân vermeden Cânân’a erilemeyeceğini hatırlatma bakımından Hz. İbrahim –Kur’ân’ın da bu yönüyle onu nazara verdiği gibi– ne güzel örnektir: O, Hakk’a vuslat yolunda “nâr-ı Nemrud”u göğüsler.. yurdunu-yuvasını terk ederek gider çadırını –o çadıra köşklerimiz, villalarımız feda olsun– beyâbâna kurar.. Allah’a tefvîz-i umûr ederek götürür eşini, evlâdını insiz-cinsiz bir vadiye bırakır.. uzun yıllar devam edegelen şiddetli evlât arzusuna bahşedilmiş “semere-i fuâd”ını tereddüt etmeden bir kurban gibi Hakk’a sunar… Hâsılı, her hamlesinde öyle müthiş bir irade, bir azim ve bir kararlılık sergiler ki –İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hususî durumu mahfuz- onun bir benzerini göstermek mümkün değildir.

“ Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi;

Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi”

(Seyyid Nigârî)

sözleri sanki böyle bir vuslat kahramanı için söylenmiş gibidir. İşte dervişlik, böyle bir vuslat kahramanlığına tâlip olma demektir ki; o da başta dinî hükümlerin mânâ, maksat ve gayesinin şuurunda olarak, bilâkaydüşart hayatını Allah’ın rızasına bağlamanın ayrı bir unvanıdır. Onu, özüne, sözüne, nefsine hâkim olarak aşk u şevk rehberliğinde Hakk’ı arama diye tarif edenler de olmuştur ki, minvechin ayrı bir önem arz eder. Merhum Rıza Tevfik’in melâmet urbası içinde sunduğu dervişlik, böyle bir mülâhazayı tenvir bakımından oldukça önemlidir:

“ Dervişlik, özüne hâkim olmaktır,

Esîr-i nefs olan derviş değildir.

Aşkı rehber edip Hakk’ı bulmaktır,

Keşkül, teber, asâ, tığ, şiş değildir.

İbadet namına dalgın oturma!

Bağırma, tepinme, göğsüne vurma!

“ Yâ Hû”, “yâ Hay” diye köpürüp durma,

Zikr-i Hak hazm için geviş değildir.

Sırr-ı Hakk’ı gönlünden öğren,

Gönüldür aşk ile dîdârı gören;

Ârif-i âgâha o zevki veren,

Benk ü bâde, afyon, haşhaş değildir.

Keramet umma hiç Necef taşından,

Ayrılma insandan öz kardaşından;

Hakk’ı göremezsin Bağlarbaşı’ndan,

Gerçek er sultandır, keşiş değildir.

Ham ervah her yanda var yığın yığın,

Nedir onlarla verip aldığın!

Uzlete mail olan gönlüne sığın!

Cihan gönül kadar geniş değildir.”

Dervişlikte, nazarî ilimleri takip talebelik; öğrenilen bilgileri hayata geçirip yaşamak temsil; bilinip yaşanılan şeyleri hâlen ve zevken daha derince duymak ise –farklılığı istidatlara bağlı bütün mertebeleriyle– yakîndir. İsterseniz bunlardan birincisine nazarî şeriat, ikincisine amelî şeriat, üçüncüsüne de hakikat buudlu şeriat diyebilirsiniz.. dervişlik, mebdeden müntehâya bütün bu menzillerde, ayrı ayrı görünümler hâlinde karşımıza çıkan sâlikin hiç değişmeyen her zamanki unvanıdır.

Bir kısım hakikat erbabı, vuslat yolunda dervişliği “olmazsa olmaz” şeklinde kabul etmektedirler ki, onlara göre, bedenî rahatsızlıklarda hekim tavsiyesi istikametinde tedavi, perhiz, diyet ne ise, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi ve ruhun mâverâîleşmesi adına da dervişlik aynı şeydir. Bedene ait rahatsızlıklarda, tabibin tavsiyeleri esas alınması gerektiği gibi mânevî rahatsızlıklarda da, bir mürşid, bir üstad ve bir bilgenin öğütlerini almaya ihtiyaç vardır. “Hastalık yok hasta var.” mülâhazasında olduğu gibi denebilir ki, bu konuda da her insan âdeta başlı başına bir âlem gibidir ve onun rahatsızlıklarının tedavisi de –usûlde olmasa da– teferruatta farklı yöntemler gerektirmektedir:

Meselâ, bir türlü cismaniyet ve bedenin baskısından kurtulamayan, dolayısıyla da kalbî ve ruhî hayat seviyesine ulaşamayan bir sâlik için zühd çok önemlidir. Onun bu boşluğunu teşhis ve tespit eden ârif bir rehber, herhâlde böyle birinin tedavisini, kesben olmasa da kalben dünya ve mâfîhâyı (dünya ve içindekiler) terke bağlayarak ona sürekli “terk-i dünya” telkininde bulunacaktır. Aksine, bütün himmet ve gayretini uhrevî hazlara bağlayıp Hakikî Matlûb ve Maksûd’u ihmal eden bir hak yolcusuna da “terk-i ukbâ” temrini yaptıracaktır. İster dünya, ister ukbâ bir hakikat erini asıl hedefinden alıkoymuyorsa, hatta fâni şeylere bekâ rengi vermeye birer malzeme teşkil ediyorsa, böyle birine de dünya-ukbâ kapılarını ardına kadar açacaktır. Bu çerçevede düşüncelerini dile getiren Mevlâna: “Dünya, Allah’tan gafil olmaktır; yoksa, gümüş, kumaş, evlâd u iyal sahibi olmak değildir. Dini ihya yolunda kullanılabilecek mal ve servet, Peygamberimiz’ce (sallallâhu aleyhi ve sellem) övülmüş ve: “Helâl mal, salih kimse için ne hoştur!”1 buyrularak meşru kazanç şâyân-ı takdir bulunmuştur. “Su geminin içine girerse onu batırır, altında kalırsa onu yüzdürür. Sen de, mal muhabbetini kalbine doldurmazsan, seyr u sülûk denizinde rahatlıkla yürüyebilirsin.” der ki, hakikî dervişlik de işte budur.

Hz. Âdem’den beri hakikî dervişler hep böyle düşündü ve böyle davrandılar. İsmi o şekilde konmamış olsa bile, Ashab-ı Suffe’yi her zaman bu ümmetin ilk dervişleri saymak mümkündür. Zira onlar, hiç kimseye nasip olmayacak şekilde, dünya-ukbâ muvazenesine riayet etmenin yanında, sürekli ilâhî hakları da gözeterek birer rıza kahramanı olmasını bilmişlerdir.

Ashab-ı kiramdan sonra, bazen zahitlik, bazen sofîlik, bazen de dervişlik unvanıyla değişik organizasyonlar şeklinde devam edegelen bütün seyr u sülûk erbabı idareye, siyasete karışmadan, himmetlerini îmân ve tevhidi ikameye hasrettikleri sürece, toplumlarının damarlarında kan ve can vazifesi görmüşlerdir. Aksine toplumlara zararlı olmanın yanında kendilerini de bitirmişlerdir.

Aslında, temeli, tevazu, mahviyet ve hacalete dayanan dervişliğin, dünyevî işlere alet edilmesi, ruhlarda öyle bir kirlenme vesilesidir ki, ihtimal böyle bir kirliliği hususî inayetten başka hiçbir şey temizleyemez.

Son sözü yine Mevlâna söylesin:

دَروِشَان رَا عَار بُوَدْ مُحتَشَمِي……دَر خَاطِرِ شَان بَارِ بُوَد مُحتَشَمِي

اَندَر رَهِ دُوست فَقرِ مُطلَق خُوشتَر……كَندَر رَهِ او خَار بُوَد مُحتَشَمِي

(Rubâiyât’tan) “Dervişler için ihtişamlı bir hayat ayıptır. İhtişamlı hayat onların gönlünde bir yük gibidir. Dost yolunda yokluk (ona olan ihtiyacını duyma hissi) çok hoştur. Zira Dost yolunda saltanat ve ihtişam dikene benzer; dervişin ayağını incitir.”

اَللّٰهُمَّ بَارِكْ ل۪ي ف۪ي د۪ينِيَ الَّذ۪ي هُوَ عِصْمَةُ أَمْر۪ي، وَف۪ي اٰخِرَتِيَ الَّت۪ي إِلَيْهَا مَص۪ير۪ي، وَف۪ي دُنْيَايَ الَّت۪ي ف۪يهَا بَلَاغ۪ي،2

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.

1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197; İbn Hibbân, es-Sahîh 8/6.

2 Bkz.: Müslim, zikr 71; el-Bezzâr, el-Müsned 3/198.

-+=
Scroll to Top