Devlet Kutsanmamalı, Ama…

Soru: Muhterem Efendim, her zaman devlete itaat etmeyi, rical-i devlete karşı saygılı olmayı tavsiye ettiniz. Hatta bundan dolayı bazı dindar insanların tenkitlerine de maruz kaldınız. Durum böyleyken, bazı çevrelerce “devleti bölmeye çalışan bir insan” olarak itham edilmeniz gurbette sizin için ayrı bir hicran vesilesi oluyor mu?

Cevap: Bazı dönemlerde devletler kutsanmış, mukaddes kabul edilmiştir. Meselâ, “Kutsal Roma İmparatorloğu” âbâ-ı kenâise (kilise babaları) tarafından tesis edilmiş ve asıl teokratik sistemin bir misali hâline getirilmiştir. Yani, Kutsal Roma imparatorluğunun idare sistemi, ilâhî metinlere, ilâhî kaynaklara dayanarak tesis edilen bir ilâhî sistem değildir; daha ziyade âbâ-ı kenâisenin şartlara ve konjonktüre göre ortaya koydukları içtihatlardan doğan kanunlar mecmuasına dayalı bir sistemdir; farklı bir ifadeyle, ilâhî bir idare değil, kilise babalarının idaresidir. Bu sistemde devlet, ruhban sınıfının siyasî hakimiyetine bağlıdır ve kilise otoritesinin üstünlüğü esasına dayanır ki bu özellikler tam bir “teokratik rejim”i hatırlatır. Daha sonraki dönemlerde de devletin kutsandığı vakidir. Hatta, farklı coğrafyalarda ve bazı Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkelerde de devlete ve hükümete karşı saldırılara bir tepki olarak bazı çevrelerce devlet âdeta kutsanmış, takdis edilmiştir.

Müslümanlıkta ne âbâ-ı mesâcid vardır, ne ümmehât-ı mesâcid ne de onların kendi hevâ ve heveslerine göre çıkarttıkları kanunlar… İslâm, “ruhbaniyet”e yer vermediği için ruhanî meclislerin taassubu altına girmeden, halkın doğrudan ve en yüksek seviyede katılımı ile desteklenen bir devlet şekli salık verir. Devlet bir gaye değildir; o, insanların saadet-i dâreyne ulaşmaları hususunda yardımcı bir araçtır. Görevi ise, insanların her iki dünyada da huzur ve saadeti bulabilecekleri bir hayat için zemin hazırlamaktır. Onu kutsama, mukaddes sayma gibi bir yanlışlığa düşmeden devlete karşı saygılı olmak bir vatandaşlık vazifesidir.

Devlet, vazifesini her zaman tam yapamayabilir veya vazifesinde kusur edebilir. Râşid Halifeleri istisna edecek olursak, her devirde devletin bir kısım hata ve noksanları olmuş olabilir. Emevîler’in de kusurları olmuştur, Abbasilerin de. İlhanlılar, Karahanlılar, Zengîler, Eyyûbîler, Selçuklular ve hatta Osmanlılar da devlet vazifesinde az ya da çok kusur etmişlerdir. Fakat meseleye umumi prensipler açısından ve küllî bir nazarla bakmak gerekir.

İslâm’ın hata ve günah gibi konularda genel bir bakışı vardır. İnsan, iman ettiği halde bazen hatalar yapabilir, günahlara girdiği olur; bağışlayın, zina eden, hırsızlık yapan mü’minler olabilir. Böyle çirkin bir şey yapan insan, bu günahları helal itikat etmediği sürece mü’mindir ama fâsık mü’mindir, fâcir mü’mindir; belki bazen zâlim mü’mindir. İnanan bir insan da bazen masiyete düşebilir ama yine dindardır. Günümüzde “dindar” derken diyanetinde pek olan, kulluğunda sağlam duran insanları kastediyorlar. Fakat terminoloji olarak “dindar” –“din” Arapça’dan “dar” da Farsça’dan alınmıştır– dine intisap etmiş, ona bağlı insan demektir. Dolayısıyla hepimiz dindar kategorisine gireriz ama hepimizin bir kısım hataları, günahları olabilir. İşte, millet de, devlet de hataları ve günahları olan bu fertlerden mürekkeptir. O zaman meseleye bu zaviyeden bakmak lazım. Devlete ait meseleler mütalaa edilirken de bu bakış açısını esas almak gerekir. Yani; devlet, Allah’ın emirlerine, İslâm’ın prensiplerine ve tavsiyelerine tam riayet etmese de saygı duyulmaya ve desteklenmeye layıktır. Zira, onu meydana getirenler fert fert bizleriz. Öyleyse niye karşısında olacağız ki? Devletin karşısında olduğumuz zaman kendi kendimizin karşısında olmuşuz demektir. Çünkü onu biz çıkardık. “Devletin bugünkü hâlini biz çıkarmadık, böyle olmasını istemedik; her nasılsa geldi, musallat oldu bize!..” diyebilirsiniz; ama rica ederim, beğenmediğiniz hâle gelene kadar neredeydiniz? Onun bu hâle gelişinde bizim de ihmallerimiz yok mu?

Evet, biz bir dönem de medreseyi ihmal etmişiz; onu hiç yenilememiş, zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek keyfiyeti yakalaması için gereken gayreti göstermemişiz. Mektebe gelince, onu da daha üzerinden yüz sene geçmeden bir acûze-i şemtâ (beli bükülmüş, dişleri dökülmüş, saçları bembeyaz olmuş bir kocakarı) hâline getirmişiz. Ruhumuzu kıvamına erdirmek ve gönül hayatımızı mamur etmek için kurulmuş müesseseleri, tekyeyi, zaviyeyi partallaştırmış ve kısırlaştırmışız. Mânevî ve ruhî hayata sırtımızı dönmüşüz ve neticede biz bugün atalarımızın günahlarının ve kendi ihmallerimizin cezasını çekiyoruz. Şimdilerde de hâlâ günahlar işliyor ve ihmallerimize devam ediyorsak, onların cezasını da gelecekte yine biz çekeceğiz ve dahası bizim çocuklarımız çekecek.

Hani anlatılır ya: Haydutlar, içinde Allah dostlarından birinin de bulunduğu bir kervanı soymuşlar. Kervanda mal-mülk, kıymetli eşya adına ne varsa hepsini almışlar. Allah dostu tevekkülle karşılamış bu imtihanı. Sabır içinde yoluna devam etmiş. Çok geçmeden, bir kuyudan su çekelim derken bakmışlar ki; haydutların reisi kuyunun dibine düşmüş ve kendisini kurtarmaları için yalvarıyor. Allah dostunu görünce de şöyle sesleniyor: “Be adam sen nasıl velisin; biraz sabırlı olup az insaf etseydin ya!. Hemen öyle hakkımda beddua etmenin ne âlemi vardı. İşte çırpınıyorum şuracıkta…” Allah dostu cevap veriyor: “Hayır” diyor, “Bu bela benim bedduamdan dolayı değil. O senin daha önce karıştırdığın haltların cezası; bizimkinin sırası daha gelmedi.”

Ömer Gibi İdareci mi İstiyoruz, Öyleyse…

Evet, böyle bir devr-i dâim, böyle bir fâsit daire işliyor; dünkü ihmali bügünkü nesiller çekiyor; bugünkü nesillerin ihmalini de, yakın bir gelecekte kendileri, gelecekte de evlatları çekecek. O açıdan, neden devletin aleyhinde olalım ki? O, bugün istenen seviyede değilse bunun sebebi atalarımızın ve bizim ihmallerimizdir. Bir hadîslerinde Efendimiz şöyle buyurmuyor mu? “Siz nasıl olursanız, öyle de idare edilirsiniz.”1 Siz nasıl bir kaynak iseniz, başınızdakiler de o kaynağın mahsulüdür. Bu hadîs, idare edilenlere diyor ki, siz çok önemlisiniz; çünkü, başınıza geçeceklere, şekil verecek olan sizlersiniz.

Siz, şerre, şirretliğe yol verir, bağrınızda kötülüklerin barınmasına açık yaşarsanız, sizi de kötüler ve şirretler idare eder. Şirretlik, sizin içinizde neşv ü nemâ buluyor mu? Atmosferinizde fenalıklar yeşeriyor mu? O zaman Allah (celle celâluhu), sizin başınıza, aynı mayadan insanlar getirir, sizi size benzeyen o insanlar idare ederler.

Bilirsiniz; ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor; sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara şöyle cevap verir:

“Muhterem cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib” (seçen)siniz. Ben ise; “müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh” (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçmek) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde, yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur…”

Şimdi eğer biz yoğurt gibiysek niye kaymağımıza sövelim ki! O benim bir parçam değil mi?. Devleti kınamak kendimizi kınamak; ona karşı olmak kendi kimliğimize karşı olmak demektir. Peki, devleti hiç sorgulamayacak mıyız? Tabiî ki sorgularız; fakat biz önce kendimizi sorgulamak suretiyle devletimizi sorgulamalıyız. “Ne kusurumuz var ki böyle oldu?” demeliyiz. “Fert fert neleri ihmal ettik ki bu hale geldik? diyerek sorgulamalıyız.

Birisi gelip Haccac-ı Zâlim’e, Hazreti Ömer’in adaletinden bahsedince, Haccac’ın verdiği cevap, meselemize vüzuh kazandırması bakımından mühimdir. Haccac, cevabında şöyle demektedir: “Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum…”

Ebû Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliya’sında ve Taberânî’nin Mu’cemu’l-Evsat’ında zikredilen Ebu’d-Derdâ Hazretlerinin rivayet ettiği bir hadis-i kudsîde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Aziz ve Celil Allah ferman buyurdu: Ben Allahım, Benden başka ilâh yoktur. Kâinatın yegâne sahibi ve hükümdarların efendisi Benim. Hükümdarların, idarecilerin kalbleri Benim elimdedir. Eğer kullarım Bana itaat ederler, dinin gereğini yerine getirirlerse idarecilerinin kalblerini onlara karşı merhamet ve şefkat duygularıyla doldururum. Fakat, eğer kullar Bana isyan eder, dinden yüz çevirirlerse hükümdarlarının kalblerini onlar hakkında öfke, hiddet, hınç ve kine sevk ederim de onlara azabın en acılarını tattırırlar. Öyleyse, idarecilerinize beddualar ederek kendinizi oyalamayın; zikir, dua ve yakarışlarla mamur ettiğiniz gönüllerinizle Bana yönelin ki ben de zalim idarecilerinizin haklarından geleyim.”2

Evet, her problem akabinde başkalarını suçlar, kabahatleri ona-buna yükler durursak, vazifemizin dışında işlere girmiş oluruz. Zaten, Kur’ân-ı Kerim de şöyle buyurmuyor mu?: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.”3 Evet, bu âyetin mânâsı, “Başkalarına hiç karışmayın, siz sadece kendinize bakın” demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını gidermeye çalışırken, yanlışlıklarını görüp konuşurken insanın kendisini unutmamasıdır; yani, şahsî muhasebeyi asla ihmal etmemesidir. Bu âyeti sırf ferdî bir mânâda da almamalı, âyette geçen أَنْفُسَكُمْ ifadesinden hem ferdi hem nefsi hem de toplumun tamamını içine alan bir mânâ çıkarmalı. Yani fert, fert olarak, Müslüman toplum da toplum olarak, iyilik ve dürüstlüğünü korumalıdır. Kurtuluş ve toplumun hidâyeti fertlerden başlar. Fertler düzelirse toplum da düzelir.

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Bu mevzuda bir sorgulamaya kalkarsak çoğu zaman dengeyi koruyamayız. Farkında olmadan, devletine karşı milletin güvenini sarsarız. Devlete karşı güveni sarsmak da anarşiye, teröre ve başı bozukluğa vize vermek demektir. İslâm Tarihi’ne şöyle bir baktığımızda görürüz ki selef-i salihîn başlarına kim geçerse geçsin devlet otoritesini sarsacak tavırlara girmemeye çok dikkat etmişlerdir. Meselâ; Yezid’e çok kimse, hatta büyük insanlar bile lanet etmişlerdir. Fakat Müslümanlar onun arkasında da namaz kılmıştır; fâsık, fâcir bildikleri kimselerin arkasında bile namaz kılmışlardır. Urve b. Zübeyr, Abdulmelik’in ardında saf tutmuştur. Oysa, Emeviler Abdulmelik döneminde onun ağabeyini asmışlardır; fakat o problem çıkarmamış, Abdulmelik’in misafiri olmuş, hakka tercümanlık etmekle yetinmiştir. Evet, Yezid ve Haccac gibi idarecilerin yaptıkları birer zulümdür, ama selef-i salihîn zulme maruz kalmalarına rağmen halkın kendi devletine karşı düşmanca hisler beslemesine razı olmamış; aksi halde, devlet otoritesinin sarsılmasından ve bütün toplumun yara almasından korkmuşlardır.

Dolayısıyla benim tavrımı, bana mahsus bir tavır olarak görür, benim kendi hassasiyetim ya da hoşgörü ve tolerans anlayışımla izah etmeye kalkarsanız yanlış yapmış olursunuz. Aslını ve temel dinamiklerini dinimin esaslarından almadığım ve seleflerimde görmediğim şeyleri ihdas etmeye benim hakkım yoktur, haddim de değildir. Benim başım öyle bir yere bağlıdır ki, başımı oradan ayırmayı asla istemem. Din yeryüzüne indiği andan itibaren ne ise odur. Efendimiz onu nasıl yorumlamışsa, Râşid Halifeler onu nasıl anlamış ve yaşamışlarsa ben ona öyle inanır, öyle uygularım. Müslümanlar dünden bugüne devleti kutsamamışlardır fakat ona hep saygılı kalmış; devletin itibarının yükselmesine çalışmışlardır.

Devlet Bize Karşı mı?

Bir yönüyle, devlete mensup her ferdin devletin fahri zabıtası olması iktiza eder, nizama intizama yardımcı olması gerekir. Devleti zarara uğratmak, onu zayıf düşürmek, devletin zaafını ganimet bilerek ondan bir şeyler çıkarmak, bir şeyler koparmak isteyen bir kısım anarşist ruhlara kat’iyen fırsat vermemek lazım. Ülkenizde anarşi çıkarırsanız, başıboşluk ve kargaşa çıkmasına meydan verirseniz, o kargaşa içinde siz de iflah olamazsınız; anarşi seylapları önünde siz de sürüklenir gidersiniz, devlet de sürüklenir gider. Sonra o tahribatı bir daha da önleyemezsiniz. Aynı zamanda, sizin daha aydın fikirleriniz, devlet adına daha parlak projeleriniz olsa bile o yıkıntı üzerinde onları hayata geçirmeniz de mümkün değildir. Daha mükemmele yürümek istiyorsanız yine şöyle-böyle mükemmele yakından başlamanız iktiza eder. Meseleyi kargaşada boğduktan sonra mükemmele ulaşamazsınız. Kemâle ulaşmak, en iyiyi yakalamak da tedricîdir, en kamil olana doğru adım adım ilerlenir; bir adım mükemmel, bir adım daha mükemmel, bir adım daha mükemmel… İşte bu zaviyeden de, devlete arka çıkmak, devletin yanında olmak, gelecek vaadeden bir projesi varsa onu rical-i devletle paylaşmak mü’minin şiarı olmalıdır. Unutulmamalı ki, kargaşadan nizama yürünmez. Ancak nizamdan nizama yürünür. Tertip, düzen ve âsâyiş istiyorsanız, nizamî olmalı, nizamın yanında bulunmalısınız.

“Fakat çok defa size karşı oluyorlar. En masum hizmetlerde bile bir garaz arıyorlar?” diyebilirsiniz. Ben, devleti teşkil eden müesseselerin size, bize, falana-filana karşı olduğu kanaatinde değilim. Bazı müesseselerde çığırtkan, sürekli sesini yükselten ve başkalarını sese boğan, gürültüleri faaliyetlerinin çok önünde bir kısım kimseler size devlet gibi görünüyor olabilir. Yani, size karşı olan devlet değildir, marjinal bir gruptur. Dolayısıyla, millet için hayatî ehemmiyeti olan çok önemli bir müesseseyi karşınızdaymış gibi görmek büyük bir hatadır. Böyle bir hatadan hareket ederek onu takbih etmek, kötülemek, sürekli tenkitlerde bulunmak, o da ikinci bir hatadır, hem de muzaaf (iki kat) hata; hele bir de ona karşı güveni sarsmak, milletin itimatsızlığına sebep olmak ve böylece onu zaafa uğratmak, bu da mük’ab (kat kat) bir hatadır. O açıdan böyle bir hatalar seline de tutulmamak, yakalanmamak lazım.

Diğer taraftan, hiç kimsenin bize karşı olmaya, bizi istememeye hakkı yoktur. Biz, millet için kalbi sevgiyle çarpan, sinesi pırpır atan bir avuç insanız. Millete hizmetten başka bir şey düşünmüyoruz. Şahsımız, yakınlarımız veya sevenlerimiz adına, arpa kadar bir menfaat mülâhazamız olmuşsa bunu ispat etsinler. Bunu ispat etsinler de, biz de gidelim Kafdağı’nın arkasını mesken tutalım, onlar da bizden kurtulsunlar. Ama bunu hiç kimse ispat edemeyecek; çünkü, zerre kadar bir menfaat mülâhazamız olmadı. Allah rızasından başka hırsla talep ettiğimiz bir şey olmadı. Ve o rızayı da Allah’ın yüce adını bir bayrak gibi dünyanın dört bir yanında dalgalandırma vesilesinden başka bir yolla tahsil etmeyi asla düşünmedik. Âlem bilsin, yedi dünya bir kere daha duysun bunu. Elhamdülillah bu konuda yüzümüz aktır; milletimize ve insanlığa hizmet yolunda Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sizden razıyım.” demesini ummaktan başka bir mülâhazamız olmadı ve –inşaallah– olmayacaktır.

Bu açıdan, kimsenin bizim karşımızda olmaya, bizi istememeye hakkı yok. Bilinmedik bir kısım kaprislerle, bazı pespaye hislerle, faziletleri kendi mallarıymış gibi gören bir kısım densiz insanların, “Falan filan da kim oluyor ki böyle dünya çapında önemli işler başarıyor. Dünyanın neresinde hangi iş başarılırsa başarılsın onun bize mâl edilmesi, bizim eserimiz olduğunun ilan edilmesi lazım.” şeklinde düşünen, başkalarının meziyetlerine, faziletlerine tahammülü olmayan akıl hastası bazı kimseler varsa bu devletin içinde, işte rahatsız olanlar onlardır. Böyle üç-beş tane sergerdana bakarak, oligarşik bir azınlığın bu mevzudaki çirkin tavrına takılarak koskocaman bir devlet müessesesini yıpratmak, sarsmak doğru değildir.

İthamlar ve Gurbet

Sualinizin sonunda, gurbette bu meseleleri algılama mevzuu soruluyordu: Ben bu işin ilk mağduru değilim, sonu da olmayacağım. İnsanlık tarihi hep bu türlü mağdurlarla doludur. Hazreti Nuh, karalardan sonra denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış… arz üzerinde dolaşmaktan men edilince sular üzerinde yoluna devam etmiş, doğup büyüdüğü yerlerden ayrılmış ve takdir-i ilâhîye rıza içinde bir dağın başında aram eylemiş. Hazreti İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan ili deyip durmadan mukaddes göç nöbetleri yaşamış, Hazreti Musa, daha kundaklara sarılıyken anne evinden Firavun sarayına göçmüş, daha sonra da Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş durmuş, Hazreti Mesih henüz azize annesinin kucağındayken yolculuklarına başlamış, önceki peygamberlerin geçtiği bütün köprülerden o da geçmiş. Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya gibi bazı peygamberler de göç imkânı bile bulamamış, yakalandıkları yerde haklarındaki idam fermanı infaz edilmiş. Peygamber Efendimiz de, nebilerin, velilerin ortak kaderi olan mukaddes göç zamanı gelince Mekke-i Mükerreme’den ayrılmış, Sevr Dağı’nda bir kere daha köyüne dönüp bakmış, “Ey Mekke, kavmim çıkarmasaydı senden hiç ayılmazdım.”4 deyip ağlayarak hicret diyarına yürümüş…

Evet, i’lâ-yı kelimetullah yolunun yolcuları, “bir an belâ-yı dertten cüdâ” kalmadı. Ebû Hanife, saygısızca hırpalandı, zindanlara atıldı ve inim inim inleyerek yaşadı. Ahmet bin Hanbel, yıllarca âdi bir insan gibi tartaklandı ve bayağılardan bayağı işkencelere maruz bırakıldı. Serahsî, koca kâmûsunu hapsedildiği kuyu dibinde telif etmek zorunda kaldı. ve Üstad Hazretleri… Hatırlayalım ne diyor: “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.”5

İşte, çile, ızdırap, gurbet… Bunlar tebliğ ve temsil mesleğindeki herkesin ortak kaderidir; benim şu anki mağduriyetim de hemen hemen seleflerimin bütününün uğradığı bir mağduriyettir.

Bazı ithamlar, tabiî ki beni çok üzüyor, ruhuma pek ağır geliyor; Fakat bir mü’min her şeye rağmen Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmalı. Yani, Cenâb-ı Hak, isyankâr, günah tutsağı, asi kullarına bile kulu, mahluku nazarıyla bakıyor, onları da yedirip içiriyor. Mü’min kul da başkalarına bu zaviyeden yaklaşmalı. Haksızlıklar, zulüm ve zorbalıklar karşısında çok bunaldığı anlarda da, en fazla, hasımca davrananları Allah’a havale etmeli. “Allahım, ehl-i imana karşı düşmanca davrananları sana havale ediyoruz.” demeli.

1 ed-Deylemî, el-Müsned 3/305; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb s.336.

2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 9/9; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/63.

3 Mâide sûresi, 5/105.

4 Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.

5 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

-+=
Scroll to Top