Dinin Yenilmeyen Gücü

Dünya değişip ne hâl alırsa alsın, ilim ve fen ne seviyede ilerlerse ilerlesin, insanoğlunun telâkkileri ne denli değişirse değişsin, din hissi, tarih boyu, ilmî ve fikrî hayatın şekillenmesinde, yeni yeni medeniyetlerin doğup-büyümesinde ve insanlığın tekâmülünde en birinci âmil olduğu gibi, bugün de hâlâ o büyüleyici gücüyle, dünyanın büyük bir bölümünde, bir numaralı müessir olarak tesirini sürdürmektedir ve gelecekte de sürdürmeye namzettir. Bugün yeryüzünde iki büyük medeniyetten birinin Müslümanlığa, diğerinin de Hristiyanlığa ait olması bunun en canlı, en çarpıcı misalidir.

Bizdeki bir kısım müstağripler görmezlikten gelseler bile, batılı kendi hesabına oldukça kadirşinas ve bugünkü medeniyet ve kültürünün kaynağına karşı da bizi utandıracak kadar saygılı görünmektedir. Evet o, bir yandan İncil buudlu parti ve iktidarlarıyla, kendi kültürünün bu önemli rüknüne karşı vefa borcunu eda etmeye çalışırken, diğer yandan da Hz. Mesih adına, dünyaya kurtuluş ve ümit mesajları sunmayı ihmal etmemekte, hatta bu mevzuda havariyane bir gayret içinde bulunmaktadır.

Bu itibarla denebilir ki, din, medenî dünya üzerinde, her gün biraz daha tesirini artıra artıra, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de fonksiyonunu devam ettirecektir. Daha şimdiden, onca yıl komünizm baskısı altında esaret hayatı yaşadıktan sonra, gücünden hiçbir şey kaybetmemiş gibi, yepyeni bir azimle derlenip toparlanan Ortodoks kilisesi, dün komünizmaya kaptırdığı bütün dinî ve hayatî müesseseleri birer birer istirdat etmesi (geriye alma).. Avrupa’da peşi peşine din buudlu siyasî partilerin teşekkülü; hatta bazı yerlerde bunların iktidar olmaları.. hemen hemen bütün batı ülkelerinde yeminlerin hâlâ büyük bir titizlikle İncil üzerine yapılması –ilhad yobazlarının kör gözlerine, sağır kulaklarına sokulsun!– bütün eğitim ve öğretim müesseselerinde din eğitimine oldukça geniş bir yer verilmesi ve bu işin ciddî bir plan ve programla yürütülmesi.. radyo ve televizyonların bütünüyle dinî propagandaya açık bulunması, değil safvet-i aslîyesiyle ayakta duran din, onun gölgesindeki ürpertici gücün bile kolay kolay ters-yüz edilemeyeceğini göstermesi bakımından ne müthiş bir tablodur..!

Ayrıca, düne kadar dinin müdafileri sadece ilâhiyatçılar arasından çıkıyordu.. şimdi, bu müdafi kadroya, biyologlar, fizyolojistler, antropologlar, zoologlar, hekimler, matematikçiler, fizikçiler, kimyacılar, psikologlar, sosyologlar gibi pek çok fen ve ilim adamı da katılmakta ve din gerçeğinin ölümsüzlüğünü ilan etmektedir.

Bizde hâlâ bazı çevrelerin “pozitivizm” deyip materyalizmi müdafaa etmeleri, materyalizmi müdafaa ederken de “Marksizm”in çerik çürük ve modası geçmiş ütopyasına takılıp kalmaları ne hazin, ne acı ve ne utandırıcıdır! Allah’tan, bunların propagandaları çok aptalca ve ancak çocukları kandırabilecek seviyede olduğundan hedeflenen noktalara kat’iyen ulaşamamakta, akıl, firaset, basiret ve iz’an insanlarına çarpıp kırılmakta; dolayısıyla da, dünyanın gaflet yıllarına nispeten tesiri daha da mevziî kalmakta ve bu mevziî durum da her geçen gün biraz daha daralmaktadır.

Evet, günümüzde az buçuk okuyup anlayanlar, anladıklarıyla yeni terkiplere ulaşabilenler, pozitif ilimlerin her şey olmadığını, aksine, onun o dar ve tek buudlu çerçevesinin dışında daha dünya kadar akıl kaynaklı, ruh kaynaklı, vicdan kaynaklı ve ilham kaynaklı pek çok ilimlerin bulunduğunu; bazen bunlardan birinin, bazen de birkaçının, insanlık tarihinde oldukça derin ve silinmez izler bıraktığını, ona nispeten pozitivizmin deryada katre kaldığını çok iyi bilirler.

Kaldı ki, pozitif ilimlerin insanlık adına ahlâkî bir hedeflerinin bulunduğunu söylemek de oldukça zordur. Zordur; zira onların biricik gayesi maddeyi tahlil edip tanıma ve ondan olabildiğince yararlanmaktan ibarettir. Atom fiziği ve kimyevî reaksiyonlar, tevlid edecekleri şeyin ahlâkî neticelerinden sorumlu değillerdir. Bu itibarla da bunlar, mü’min ve emin ellerde olmadıkları sürece, Hiroşimaları, Nagazakileri ve daha kim bilir nice yerleri, açık-kapalı saran sis ve duman, daha nice yerlere fezaat ve fecaat yağdırmaya devam edecektir…

Atom bombası ve NBC gibi, hayra da-şerre de alet olabilecek nice ilim ürünü var ki, bunların iyi ve yararlı, kötü ve zararlı olmaları onları elinde bulunduranlara göre değişir.. hayatının her lahzasını, ötelerle sımsıkı münasebeti sayesinde, hep ayrı bir derinlik içinde ve fazilet soluklayarak geçiren vicdan ve ruh insanının elinde en korkunç silahlar, ormanlar kadar mehîb, ama ağaçlar kadar ruha yakın, ırmaklar kadar coşkun ama su sesi gibi gönüllere inşirah vericidirler.. sessiz dururken merhamet endamlıdırlar ama, gürleyişlerinde caydırıcılık soluklarlar.. evet, bin bir tarraka ile zalim ve mütecavizlerin sinelerine korkular saldıkları aynı anda, bütün mazlum ve mağdurların gönüllerini de meltemler gibi okşar geçerler.

Zaten, dünya çapındaki büyük düşünürler de, mutlak ve mücerret bilginin, insana vereceği çok fazla şey olmadığında, ondaki izafî kıymetin ancak ahlâk ve fazilet insanları tarafından temsil edildiğinde ortaya çıkabileceğinde ittifak hâlindedirler. Einstein, “İlim bize, vak’aların birbirlerine nasıl bağlı olduklarını ve birbirleriyle kendi şartları içinde nasıl var olduklarını gösterir; ama, ‘olan’ın bilgisinden ibaret sayılan bu şey, bize, olması gerekeni öğretmez.” der. Ona göre, insana, olması gerekeni de ve onun zati kıymetine göre yüksek hedefleri de gösteren sadece dindir. Mevzu ile alâkalı şu müthiş sözler de yine ona ait: “İnsana gerçek hedefini din tayin eder. Ancak, hangi vasıtalara başvurulması lâzım geldiği hususunda ilmin de söyleyeceği bir hayli şey vardır. İlim, hakikati eksiksiz öğrenmek isteyenler tarafından şekillendirilip belli çerçevelere irca edilerek kurulur. Ama, temelde, bunun kaynağında da büyük ölçüde yine din vardır. Ben, derin bir imana sahip olmayan herhangi bir ilim adamı düşünemiyorum… Aslında “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din de kördür.” Günümüze kadar daha niceleri, aynı duygu, aynı düşünceyi onunla paylaştı.. o mahfuz; biz burada bir lahza durup, ilmi dinsizliklerine alet etmek isteyen ve ömrünü başkalarını taklitle geçiren bir kısım şuursuz müstağriplere karşı bir “Fe eyne tezhebûn; (gerçek bu iken, başınızı almış böyle) nereye gidiyorsunuz?”1 çekerek, düşünceye küçük bir mola verip sıkılmış ruhlara nefes aldırtmak istiyoruz…

Evet, bir batılı düşünürün de ifade ettiği gibi, biz, fikirlerin ilmî çerçevesi dahilinde mahsur kaldığımız sürece, dünya bize, dümdüz, tek buudlu bir nizam içinde ve hiç değişmeyen kanunlara bağlı bir mekanizma gibi görünür. Oysaki, kâinatın, doğumu da, ölümü de öyle bir hududa dayanmaktadır ki, orada bu türlü düşüncelerin hiç mi hiç ilmî bir değeri yoktur. Bizim buudlarımızı aşan bu hususları anlamak için, ilmin bilmediği, fakat dinin tefsir ettiği bazı yorum ve tespitleri nazar-ı itibara almak şarttır.

Bu şart ve lüzumu çok iyi kavrayanlardan S.J. Jean ve Eddington gibi muasır ilim ve fen adamları –Jean’ın (Meçhul Kâinat’ı) biraz panteizm alaşımlı olsa da, bu mevzuda mütalâası yararlı olabilecek bir eserdir– ilmî materyalizmin akış istikametine ters yeni düşünceler üretmiş, yeni bir şehrah açmış ve ilim dünyasına, ilimlerdeki tıkanıklığın ancak bu yolla açılabileceğini teklif etmişlerdir. Bu yol, bütün semavî dinlerin işaret ettiği Allah’a iman yoludur.

Bu itibarla denebilir ki, tarihin hiçbir devrinde, hatta bir ölçüde pozitif ilimler de dahil, hemen her dalıyla ilim, bu kadar Allah’a yaklaşıp imanla bu kadar içli dışlı olmamıştır…

1 Bkz.: Tekvir sûresi, 81/26.

-+=
Scroll to Top