DİRİLİŞİN ESASLARI
“Diriliş” kelimesi, ilk akla gelen mânâsıyla, ölümden sonra yeniden hayata kavuşmaktır. Dolayısıyla da daha ziyade canlı varlıklarla ilgili bir kavramdır. Bunun yanında kelime, yer yer mecazî anlamıyla da karşımıza çıkar. Bir düşüncenin, bir kurumun dirilişi gibi. Kelimenin gerçek ve mecazî anlamının ortak paydası, canlılığını kaybetmiş, hayatî fonksiyonlarını eda edemez hâle gelmiş, bitme noktasına varmış herhangi bir şeyin yeniden eski hâlini kazanması, canlanması, yeni bir hareket ve atılım içerisine girmesidir. İşte bu mânâda biz de iki üç asırdır perişan hâle gelmiş Müslümanların yeniden belini doğrultmasını ifade sadedinde “diriliş” kelimesini kullanıyoruz.
İşin doğrusu; insanın âhirette ayaklarının üzerinde doğrulması ve hakiki anlamıyla bir diriliş yaşaması da buradaki durumuna bağlıdır. Burada böyle bir manevî diriliş yaşamayanın öbür taraftaki dirilişine ‘diriliş’ denmez. İdama mahkûm edilmiş mücrimlerin elleri bağlı bir şekilde darağacına götürülmesi gibi, dünyada işlediği cürümlerin cezasını görmek üzere boynuna vurulan zincirlerle Cehennem’e götürülen bir insanın yeniden kabrinden kalkmasının onun için ifade ettiği şey nedir? İşte bu yönüyle diriliş burada başlar. Burada ruhlarının âbidesini ikame etmek suretiyle mecazî bir dirilişe mazhar olanlar, onu hakikatiyle âhirette yaşayacaklardır. Allah bizi öyle bir ba’su ba’de’l-mevte (dirilişe) mazhar kılsın ve öbür tarafta da gerçek dirilişin neşvesini yaşayacağımız bir hayata uyandırsın!
Hz. Pîr-i Mugân Şem-i Tâbân, “Cismaniyetten çık, hayvaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!”85 şeklindeki sözleriyle dünyadaki bu dirilişin yolunu gösteriyor. Çokları, bu dünyada nefsî arzularının peşinde, cismaniyet yörüngeli bir hayat yaşıyor. Yeme, içme, yatma, gezip eğlenme gibi duygularla oturup kalkıyor. Yani pek çoğunun gözü dünyada. Âdeta insan, ölümsüzmüş gibi dünyadan kâm almak istiyor. Elde ettikleriyle yetinmiyor ve sürekli “daha daha” diyor. Gözünü, bolluk ve nimet içinde yaşayan kimselere dikiyor ve “Ben niçin bu güzelliklerden mahrum kalayım ki!” diyor. Lüks ve şatafat içinde bir hayat yaşamayı arzuluyor. Bunun adı ‘dünyaperestlik’tir. Ondan kurtulamayanın bir dirilişe mazhar olması mümkün değildir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri bizlere kalb ve ruh ufkunda bir hayat yaşamanın yolunu gösteriyor.
Kalb ve ruh ufkuna yükselen insan, orada çok farklı ve geniş bir dünya ile karşılaşacaktır. Allah’ın kendisiyle yaptığı anlaşmayı hatırlayacak, “kalûbela” sırrını anlayacaktır. Başkaları, böyle bir aht ü misaktan haberlerinin olmadığını söyleyedursunlar, o Cenab-ı Hakk’ın “elestü birabbiküm” (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) sorusunu da, kendisinin buna verdiği “belâ” (Evet, Rabbimizsin.) cevabını da vicdanında duyacaktır. Hâdiselere daha geniş bir perspektifle bakacak, onları daha bütüncül bir nazarla değerlendirecek, tığını sebep-sonuç arasında oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örecek ve böylece o, ayrı bir enginliğe ulaşacak, insanca bir hayat yaşamanın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissedecektir. Bütün bunları vicdanında derinlemesine duymayan, yürüdüğü güzergâhın adap erkânına riayet etmeyenlerin dünyada bir diriliş yaşamaları söz konusu değildir. Hz. Pîr böyleleri için şu ifadeleri kullanıyor: “Ey mezar-ı müteharrik (hareket eden mezar) bedbahtlar, gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslamiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedit gelsin!”86
Ayrıca o, “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır!”87 sözleriyle de gelecekte bir dirilişin yaşanacağını müjdeliyor. Burada başkalarını görmezden gelme, kınama, hafife alma yoktur. Zira Bediüzzaman, başka bütün sedaların kesileceğini, İslam’ın sesinin bütün sesleri boğacağını söylemiyor. Bilakis en yüksek ve gür sesin İslam’ın sesi olacağını ifade ediyor. Demek ki daha başka sesler de duyulmaya devam edecek ama İslam’ın sesi onlar içinde fark edilecek, öne çıkacak, yükselecektir. İnsanlar başlarını kaldırıp ona baktıklarında, “Şimdiye kadar şurada burada beyhude dolaşmışız. Meğer aradığımız ses ve soluk buradaymış.” diyecek; ruh ve vicdanlarının aradığı ses ve soluğu bulacaklardır.
Böyle bir dirilişin yaşanabilmesi için inananlar kalıplardan ve şekillerden sıyrılarak ruh ve mânâya yönelmeli, teşriî ve tekvinî emirler üzerinde yapacakları detaylı araştırmalarla inandıkları esaslarda yakîn ufkuna ulaşmalıdırlar. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle, eşya ve hâdiseleri hallaç pamuğu gibi atarak, analiz ve sentezler yaparak yeni yeni mânâ hüzmeleri, bal petekleri elde etmelidirler. Marifet yolculuklarını doyma bilmeyen bir iştahla sürdürmeli, sürekli imanlarını derinleştirmeli ve ihsan ufkunu ihraz etmeye çalışmalıdırlar. Yani Allah’ı görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla yaşayıp hayatlarını buna göre tanzim etmelidirler. Aksi takdirde eğrilikten, büğrülükten sıyrılmaları, müstakimce hareket etmeleri çok zordur. Maalesef günümüzde böyle bir iman, ihlas, yakin ve ihsan ufku yakalanamadığından çokları, dünyanın cazibesine kapılıp gidiyor. Villalarda, yatlarda keyif sürme, parmakla gösterilen biri hâline gelme, makam ve koltuklara bağlı yaşama gibi Allah belası gaileler sarmalı içinde bir ömür geçiriyorlar.
Allah’ı görüyor gibi yaşayan, en azından O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket eden bir insanın gözünden bütün ‘görme ve görülmeler’ silinir gider. Böyle biri Allah için başlar, Allah için işler, Allah için verir, Allah için alır… Hâsılı bütün tavır ve davranışlarında O’nun rızasını gözetir. Duygu ve düşünce dünyası itibarıyla ihsan şuuruna ulaşan bir insanın amellerinde de ihlas ve rıza-yı ilahî olur. İhlasa eren ve rıza hedefinde yürüyen biri, hayatının her saniyesini nurlandırmış, pırıl pırıl hâle getirmiştir.
Tekrar başa dönecek olursak, işin başı iman-ı billah’tır, yani Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Fakat iman sathi olarak kalmamalıdır. İnsan, imanını o kadar güçlendirmelidir ki matematiksel kesinliğin üstünde bir kabulle, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’ın varlığını kabul etmelidir. Allah’a ve diğer iman esaslarına en küçük bir şüpheye bile meydan vermeden inanmalıdır. Buna imanda iz’ana ulaşma, yani onu bütünüyle içe sindirme de diyebiliriz. Kur’ân, imandan bahsettiği çoğu yerde hemen arkasından salih amele vurgu yapar. Salih ameli âdeta imanın bir gereği gibi arz eder. Dolayısıyla samimi bir mümin, Allah’a sağlam inanmanın yanında, her tür şirk, riya ve ucubdan salim, Allah’ın rızasından başka hiçbir mülahazanın içine girmediği, saf, katışıksız, arızasız, kusursuz ameller ortaya koymalıdır. Yani tüm ibadet ü taatini ihlas yörüngesinde götürmelidir.
Süreklilik arz eden böyle bir iman ve ibadet hayatı muhabbetullahı beraberinde getirecektir. Hayatlarını iman ve ibadet derinlikli yaşayan müminler, Allah’ı deli gibi seveceklerdir. Bu ise “iştiyak-ı likaullah”ı (Allah’a kavuşma aşk ve iştiyakını) netice verecektir. Bizim hedefimiz, talip olmamız gereken şey de işte bu zirvedir. Onu elde etme adına ne kadar dua dua Allah’a yalvarsak değer. Kişinin kıymeti, talebinin kıymeti ölçüsündedir. Cenab-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanını talep eden biri, kıymetler üstü bir kıymete ulaşır. Fakat insan zirveye talip olurken kendisini oraya ulaştıracak yolları ve köprüleri göz ardı etmemeli, öncelikle tek tek bunları kat etmeye, geçmeye çalışmalıdır.
Maalesef dinin ruhu öldürüldü. Aşkımız, heyecanımız çalındı. Biz bizden uzaklaştırıldık. Din, mevcut sistemlerin, siyasi iradelerin vesayetine sokuldu ve üç beş kuruşluk dünya menfaatine kurban edildi. Geriye sadece şekil Müslümanlığı kaldı; şekil Müslümanlığıyla teselli olduk. Kaldı ki şeklî olarak dahi olsa ibadetlerimiz ne seviyede, o bile tartışılır. Başka bir iş çıktığında acaba ibadetlerimizi feda ediyor, onlardan taviz veriyor muyuz? Önemli bir kısım işler yapıyoruz bahanesi ve vehmiyle acaba evrad u ezkârı terk ediyor muyuz? Rabbimizi deli gibi sevmeyince O’nu başkalarına nasıl sevdireceğiz? Biz O’nun yolunda olmazsak başkalarını nasıl O’nun yoluna çağıracağız? İç dünyamızda bir diriliş yaşamayınca insanlık âleminde nasıl bir dirilişe vesile olacağız?
Maalesef bütün bunlar bizim yitiğimiz. Belki el âleme Müslümanlık adına bir şeyler dayatıyoruz ama kendimiz de aslında bu konuda yayayız. Acaba sevilmesini arzu ettiğimiz Zat’ı burnumuzun kemikleri sızlayacak ölçüde seviyor muyuz? Ferhat’ın Şirin’e olan sevgisinden ötürü dağları deldiği söylenir. Acaba biz mahbubumuza ulaşma adına ne yapıyoruz, neleri göze alabiliyoruz? “Âyetü’l-kübra”da anlatıldığı gibi marifet peteğimizi doldurma aşk u iştiyakıyla kâinat kitabını hallaç edebiliyor muyuz? Elde ettiğimizle yetinmeyip sürekli “Hel min mezid” (Daha yok mu?) diyebiliyor muyuz? Yani O’nu yürekten sevebilme ve O’na hakkıyla kul olabilme adına nasıl bir azim ve ceht ortaya koyuyoruz? İşte öncelikle bu soruların cevabını kendimize vermemiz gerekir.
Böyle bir azmimiz ve kararlılığımız, ceht ve gayretimiz yoksa taklitte kalırız. Mızraklı İlmihal Müslümanlığından öteye geçemeyiz. Durumu bu olanların da yeni bir diriliş ortaya koymaları mümkün değildir.
85 Bediüzzaman, Lem’alar, s.170 (On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Nota, Dördüncü Remiz)
86 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 82 (İlk Hayatı).
87 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 126 (İlk Hayatı).