Dirilmek Bizim de Hakkımız

İnsanoğlu var olduğu günden beri, hep inişlerin esiri, çıkışların da fatihi olagelmiştir. Bu umumî serencâme içinde nebiler ise, sonun hatırlatılması ve başlangıcın muştusuyla, kaderin yollarına su serpmiş ve ilâhî icraata perdedarlık vazifesini eda edegelmişlerdir.

Evet, yer fiziğindeki değişimler gibi, milletler tarihinde de sürekli, dönüşüm devr-i dâimler”i yaşanmış ve her zaman zirveler düşüşlerle noktalanmış, çukurlar da şâhikalarla nefes almıştır. Yani hâdiseler hiçbir zaman aynı çizgide cereyan etmemiş, aksine geceleri gündüzler, kışları da baharlar takip edegelmiş; yer yer bazı milletler, bayramlarla-seyranlarla kucaklaşırken, bazıları da matemlerle, inkisarlarla kıvrım kıvrım yaşamış.. ve zaman gelmiş her şey tersine dönmüş; gülenler ağlamış, ağlayanlar da gülmüş…

Zaten, dünden bugüne hemen her zaman bizde, ümit daha önde, beklentiler ilâhî inayet destekli; yeis ve inkisar ise, birkaç adım geride ve Allah’tan kopuk kalblerin isi-pası olarak bilinegelmiştir. Evet yeis her türlü kemâlâtı engelleyen bir mânia, iradeyi felç eden bir maraz ve insanı boğan bir bataklıktır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, sürekli talebelerini imana, ümide, azme uyarmış ve her zaman onların gönüllerine diriliş üflemiştir. Şu anda dahi, milletçe, ruhumuzun derinliklerinde bu nefhaları duyar gibiyiz. Bu da mutlaka bir gün bizim de dirileceğimiz demektir.

Gerçi, bir-iki asırdan beri, topyekün millet olarak çözülmelerin, dağılmaların ağında ve sürekli gelgitler yaşadığımız bir gerçek. Ne var ki, aynı durumun, bundan önce de, defaatle yaşandığını tarih söylüyor. Evet eğer, bugün düşmüş veya komaya girmişsek, daha önceleri de kim bilir kaç defa oksijen çadırlarında misafir olmuş, beyin kanamasından geriye dönmüş, ölümle yüz yüze gelip selâmlaşmışızdır.! Kaldı ki bizimle beraber başka toplum ve başka milletler de aynı badireleri atlattı.. aynı ölüm ağlarına girdi-çıktı ve aynı gaileleri hem de yutkuna yutkuna yaşadı. Mazi bir bakıma bu tarihî tekerrürler devr-i dâiminin arenası gibidir.

Doğuda Çin surlarının inşa edildiği, peşi peşine modern şehirlerin kurulduğu, her tarafta engin bir sanat ruhunun soluklandığı; dinin, baştan başa bu dünyayı bugünkü seviye ölçüsünde, hatta ondan da ileri şekillendirdiği, fazilet ve ahlâkın mâbedden sokağa, sokaktan saraya her yerde tedris edilip hayatın bir parçası hâline getirildiği dönemde bugünkü Batı, hâlâ mağaralarda yaşıyordu ve günümüzdeki Hint fakirleri gibi sürüm sürümdü. Sakyamuni-Buda, ahmanlar arasında tarihi değiştirecek en ciddi yenilenmeleri gerçekleştirirken, Fransa’da hâlâ Triceratoplar yaşıyordu. Bacon Osvald’ın dediği gibi, İsrailoğulları, peygamberleri sayesinde âlemi yeniden şekillendirirken, Londra’nın kurulduğu ormanlarda kurtlar, ayılar serbestçe dolaşıyordu. Bunun gibi, Atina’da, Teb’de, Ninova’da, Babil’de, Karnak’ta şahlanan insan düşüncesi harikadan harikaya koşarken, bugünkü Sorbon’un, Oxford’un, Heildelberg’in bulunduğu dünyada, sanat, edebiyat ve ahlâk kaidelerinin bilinmemesi bir yana, Sokrat’ın, Eflatun’un, Homeros’un ismini bile duyan yoktu.

Hele hele, fert ve yığınların, cehalet, fakr u zaruret ve kısır çekişmelerin pençesinde inim inim inlediği böyle bir vasatta, sıhhatli bir toplumdan, istikbal vaad eden bir devletten bahsetmek ise kat’iyen mümkün değildi.

Miladi onuncu asra doğru, İslâm’ın ilk fatihleri iman, aşk, sanat ruhu, inşa düşüncesi ve nizam heyecanıyla, dünyanın en önemli üç kıt’asında üst üste ilmî, idarî, siyasî, hukukî ve kültürel inkılapları gerçekleştirirken, hatta dört ve beşinci hicrî asırlar itibarıyla çok seneler sonra Batı’ya ışık tutacak bir rönesanstan söz ederken, bugünkü Avrupa, karanlıklar içinde çırpınıp duruyor ve hayvanlarla aynı hayat şartlarını paylaşıyordu ki; aradan asırlar ve asırlar geçtikten sonra o, kendi dünyası itibarıyla bu dönemi her hatırlayışında ona karanlık çağlar diyecek ve ilim, sanat, edebiyat, felsefe adına onu silip tarihinden atacaktı.

Bugün bütün Orta Doğu ve Asya, böyle bir düşüş ve yorgunluk devri geçirmektedir. Şu anda böyle bir çözülme ve dökülmenin neresinde olduğumuzu kestirmek pek zor; ama ona da devrini tamamlamak üzere olduğu nazarıyla bakılabilir. Ayrıca toplumun her kesimi az-çok böyle bir fetretle sarsılsa bile, dağılma ve çözülmenin merkez üssü, hep zirvelere münhasır kalmıştır. Gerçi düz fertler de bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış ve kitleler tehlikeli bunalımlara itilmiş; ama saf halk yığınları her zaman millî ve mânevî değerlerine karşı saygılı kalabilmiş ve millet ağacı da hiçbir zaman tam devrilmemiştir. Devrilmek bir yana, en korkunç fırtınalara maruz kaldığı dönemlerde bile o, bağrında sessiz sessiz geleceğe yürüyecek sürgünleri beslemiş ve hep vefa soluklamıştır.

Evet, Orta Doğu ve Asya milletleri, künde künde üstüne devrilirken bile, hiçbir zaman bütün bütün kendi mânâ köklerinden uzaklaşmamış.. doğrulup kalkamayacak şekilde yıkılmamış.. ve bir daha var olma maratonuna giremeyecek ölçüde elenmemiştir. Bu açıdan da o, tarih boyu görüp gözettiği mazlum ve mağdur bir dünyayı da yanına alarak, bir kere daha muasırlarıyla hesaplaşması ve hatta öne çıkması mümkün olacağı gibi, Batı’nın mütecaviz, imansız ve amansız politikalarına son vererek elde edeceği pek çok avantajların yanında, demokratik hak ve hürriyetlerden de tam yararlanarak aynı çizgiyi paylaşan milletlere öncülük de edebilir.

Bugüne kadar, İslâm dünyasına göz açtırmayan ve belini doğrultmasına fırsat vermeyen zalim ve gaddar güçler, az dahi olsa, bunu hissetmiş olacaklar ki, şu anda fevkalâde bir korku ve telaş içindeler. Bugün, milletimizin, Asya’daki mağdur ülkeleri, hatta mazlum İslâm dünyasını arkasına alıp, bu çok geniş coğrafyada, Devlet-i Âliye rolünü oynayacağını düşündükçe, bu hasım âlemin uykuları kaçıyor; kaçıyor ve yeni işgal stratejileri planlıyor, kendi hesabına ittifak senaryoları hazırlıyor ve bizim hesabımıza da, akla hayale gelmedik ihtilaf ve iftirak mizansenleri tanzim ediyor. Biz şimdilik, bütün bunları ümitle çarpan sinelerimizle değerlendiriyor, olup bitenleri “tarihî tekerrürler” devr-i dâiminin bir parçası olarak yorumluyor; sonra da yer yer Hak inayetinin engin tezahürlerini, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve:

“Takdîr-i Hudâ kuvve-i pâzu ile dönmez, Bir şem’a ki Allah yaka üflemekle sönmez”

deyip geçiyoruz.

Hâdiseler, yıldırım süratiyle cereyan ediyor.. umumî durum, her dakika başkalaşma sath-ı mâilinde.. anlayış ve bakış zaviyeleri sürekli değişiyor.. siyasî ve iktisadî değişimler, en keskin tahmin ve kehanetleri bile yanıltacak şekilde belirsiz ve hiss-i umumînin önünde.. en cins kafalar bile, önümüzdeki ay ve yıllarda nelerin silinip gideceğini, nelerin istikbalde de var olacağını kestirememenin heyecan ve hafakanlarıyla kan-ter içinde ve hep kararsız. Elbette böyle bir dünyada fırtınalar kadar meltemlere de şans tanımak icap eder. Biz, birkaç asırdan beri kasırgalarla kavrulmuş bir millet olarak sabâ beklentisi içindeyiz ve kış faslını bitirdiğimiz ümîdiyle bahar rüyaları görüyoruz.

Bu aşamada bize düşen şey, milletimizin mânâ seviyesini yükseltmek.. onun fikir ve his cephelerini canlı tutmak.. talim ve terbiye müesseselerini, çağın gereklerine göre bir kere daha gözden geçirmek.. mâbed-mektep-tekye arasındaki kopukluğu gidererek, varlık ve bekâmızın bu temel dinamiklerini yeniden hayata geçirmek ve gelecek adına planladığımız dünyayı kendi değerlerimiz üzerine bina etmektir; hem de hiçbir mantıkî boşluğa meydan vermeden kendi değerlerimiz üzerine bina etmektir.

Böyle şümullü bir tasarının tatbikini, bir hamlede gerçekleştirmek mümkün görünmeyebilir. Doğrudur da; zira her şeyden evvel bu bir takvim ve zamana vâbestedir. Ne var ki, bir şeye başlamak, aynı zamanda o istikamette yol almak mânâsına da geleceğinden, hâlihazırdaki kıpırdanış ve oluşumları ciddî birer hamle sayabiliriz. Bundan sonrası için de, kendini milletine adamış, maddî-mânevî her türlü beklentiye kapalı, bitip tükenme bilmeyen bir aşkla dopdolu, imanlı, azimli, ümitli bir hasbîler kadrosuna ihtiyaç var. Elindeki büyük projeleriyle ülkeyi bir baştan bir başa imar etmeye kararlı, büyük düşüncelerin, büyük tasarıların fikir mimarlarına… Ve gurubları tulû’lar gibi değerlendiren, çevre karardıkça daha bir şevklenen, engeller ve mânialar çoğaldıkça peygamberâne bir azimle coşan hasbîler kadrosuna.

-+=
Scroll to Top