Diriltici Ruh

Bu ülkenin insanını, ayakta tutup yaşatacak mânâ ve hakikatler nelerdir? Düne kadar, onu idare eden ve dinamizmini koruyan mânâ, onun düşünce dünyasından ve iç yapısından geliyordu. Hatta onun, değer hükmü atfedilecek biricik yönü sayılan, aksiyoncu olması dahi, zamanın itibariliği gibi, ona has bu iç buudlaşmadan kaynaklanıyordu. Her sahada en mükemmel ve en olgun insanların yetiştirilmesini tekeffül eden bu mânâ, yüzlerce misaliyle, âdeta bir gergef gibi tarihimizin ruhuna nakşedilmiştir.

Selahaddin’in, Arslan Yürekli Rişar’a karşı civanmertliği, kibir ve gösterişten kendini göremez hâle gelmiş bu mağrur hükümdarı, hayretten hayrete sevk etmiş ve fevkalâde utandırmıştı. Alparslan’ın, Romen Diyojen’i hüngür hüngür ağlatan mürüvvet ve âlicenaplığı; Antalya Kalesinde, barbar haçlılara karşı göğüs göğüse erkekçe dövüştükten sonra, elde ettiği esirlerin bütününü hürriyete kavuşturan Kılıçarslan’ın asalet ve insanlığı hep bu yüce ruhun zaferleriydi…

Fatih’in, Bizans surları önündeki -o devre göre- en muazzam ve modern ordusunun gücüne güç katan, ona çağının kilit ve anahtarlarını kazandıran o en önemli kuvveti de yine, Akşemseddinlerle temsil edilen bu ruh ve iman kuvvetiydi. Fatih, azgın maddî gücün temsilcisi değildi. O, askerî dirayet, dehâ ve iktidarıyla, bu yüce ruh ve inancı temsil ediyordu. Öyle olmasaydı, onun İstanbul’a girişi de Sezar’ın Roma’ya girişi gibi olmayacak mıydı..? Hâlbuki o, Bizans’ın bu eski payitahtına, Mekke’yi fetheden kudsî ruhun affediciliği, müsamahası, mağlûplara sonsuz haklar bahşetmesi ve civanmertliği gibi yüksek hasletleri temsil ederek giriyordu.

Ya o, bir hamlede, Mısır’ı fethedip İslâm âleminin tek temsilcisi ve yeryüzünün biricik halifesi olma unvanını kazanan Yavuz’un, bu büyük zafer dönüşünde, onu tanımayanlarca, halkın nümâyişleri içinde ve zafer tâkları altından geçeceği beklenirken, Üsküdar’a kadar gelip geceyi orada geçirmesini ve henüz İstanbul halkı uykudan uyanmadığı bir saatte, sessizce “payitaht”a girmesini, bu ruh ve mânâya vermedikten sonra başka neyle izah edebiliriz?

Göklerin selâm durduğu, ruhanîlerin alkış tuttuğu ve her türlü gösterişten uzak böyle bir zafer dönüşü, ne mübecceldir! Kendini aşmış ve gönlünde bin bir zafer cümbüşünü bir anda yaşayan böyle babayiğitler için, fâniler tarafından alkışlanmanın, gülbanklarla karşılanmanın, mehterin “kös vurup” selâm durmasının ne ehemmiyeti var!..

Bizi ayakta tutan bu ruh, damarlarımızda kanımıza karışıp kaynaştığı, beyin guddelerimize taht kurup oturduğu dönemlerde, bir taraftan gönül dünyamızda derinleştikçe derinleşiyor, diğer taraftan da, dünyanın kaderiyle alâkalı, devletler muvazenesinde, bize ait yerimizi sımsıkı korumaya çalışıyorduk. Ah, nasıl oldu da, bir zerresini dahi fedâ etmeyi düşünemeyeceğimiz o yüce ruh, böyle çürüdü ve delik deşik oldu!.. Herhâlde bu faciayı, bir solukta birkaç ülkeyi birden fethedip sonra da kendi insanının alkışlarından kaçarak, gururunu Üsküdar topraklarına gömen hasbî ruhlarda aramamak gerektir. Faciayı, yumurta kadar zaferini bayraklaştırarak, dünyayı velveleye veren ve “payitaht”a bir “Amnofis” gibi giren, kendini ululuğa kaptırmış gururun kapı kullarında, özü-sözü, karakteri belirsiz ölü ruhlarda aramak gerektir. Birinciler, diriltici soluklarıyla, milletin hayat kâsesini ellerinde taşımalarına karşılık; ikinciler, toplumun beyninin içine yerleşmiş birer “tümör” gibi onu her kesimiyle bütün bütün felce uğratmışlardır.

Evet, ilim adamlarıyla, vüzerasıyla, ricâl-i devlet ve tebaasıyla bütün bir milletin hayat ve bekâsının teminatı olan millî değerleri yıkıp geçen bu devşirme ruhtur ki; insanlık ve mürüvvet yerine sun’îliği, yiğitlik yerine nâmertliği, ruhî düşünce yerine kaba kuvveti, kerâmet yerine hokkabazlığı, inanç yerine ilhad ve “reybîlik”i1 koyarak toplumu can evinden vurmuştur. Ve artık, tamamen kendini boşlukta hisseden yığınlar, fevkalâde bedbin, fevkalâde ümitsiz ve dermansızdırlar. Böyle bir toplumda ruh, kolsuz kanatsız; vicdan ledünnî zevklerden mahrum ve gönül bir kısım hasis menfaatler uğruna bin bir uğursuz heyecanın kaynağı hâline gelmiştir. Nihayet böylesine gerilerden geri bir hayat dekoru içinde, tembellik, plânsızlık ve cehaletin kolları arasında yetişip gelişen aşksız, heyecansız yığınlar, ses sanatkârlarının ama tamamen ilâhiliğini kaybetmiş nefes ve soluklarıyla kudsîlerden kudsî kelimelerin ticaretinin yapılmasını, kanaat ve düşünceleri adına çok büyük şeyler zannederek hep alkışlayıp uykuya devam etmişlerdir.

Ah, o istismarcı yaramaz hokkabazlar! Vah, o aldatılan mazlumlardan daha mazlum yığınlar!..

Bütün bunlar oldu ve olacaktı da. Zira toplum, kendini yenileme kertesine gelmiş olmasına rağmen, ışıktan yoksun ve yol gösterici fikir adamından mahrum bulunuyordu. Garp, kendisini yenilerken, onun o günkü felsefî düşüncesini temsil eden “Descartes”ın, hür olmayan düşünceye düşünce nazarıyla bakmamasına karşılık; bizde tefekkür, çoktan sarılıp sarmalanıp bir kenara konmuştu. O devirde batılı düşünür, eşyâ ve hâdiselere nüfûzda, kâinat kitabına olan aşkından, Yaratıcı’ya giden yolları araştırırken; bizde inkılâp diye bin bir şenaatin kol gezdiği “Lâle Devri”, daha doğrusu milletçe çakırkeyf olma devri yaşanıyordu. Dünyanın bir kesiminin, “âyât-ı tekvîniyye”yi2 düşünce menşûrundan3 geçirerek kâinatları fethetmeye koyulmasına karşılık; beri tarafta bir girdap hâlini almış ve bütün değerlerimize meydan okuyan bir nefsanîlik ve ruh sefaleti nümayândı…

Ve işte böyle, hasımlarının, gulyabanîler gibi uyanıp üzerine saldırması ve dostlarının, “Bin Bir Gece Masalları” nevinden zevk ü safâ, hatta gaflet içinde bulunmasından, zavallı insanımız her gün biraz daha kendinden uzaklaşıyor; o güne kadar varlığının en büyük teminatı olan millî değerleri birer birer tarihe gömüyor ve ortadan kaldırıyordu. Zira artık, büyük başarıların, cihan hâkimiyetine ulaşmaların insan ruhuna estirdiği gurur ve kendini beğenmişliği Anadolu yakasında gömüp “payitaht”a öyle giren ve en büyük zaferini müteakip geceyi bir dehlizde geçirerek nefsini hırpalayan, halkın alkışları karşısında buram buram ter döken yiğitler yoktu görünürlerde… Onların yerini, bir kısım günübirlikçiler, sefil arzularının esiri toy ruhlar, başkaları için var olma zevkinden mahrum dermansız gönüller almıştı…

O gün bugün kendini arayıp duran nesiller, tekrar tekrar iğfâl edilip tekrar tekrar saptırıldılar. Görmedikleri eza, çekmedikleri cefa kalmadı. Eğer bir inayet eli imdada yetişip de fikir ve ruh cephesinde, iman ve ahlâk cephesinde ona diriliş yolunu göstermeseydi, o bugün, bütün bütün zayi olup gitmişti; hem de bir daha dirilmemek üzere…

Şimdi bütün iş, ona, kendini idrak ettirip ruhuyla bütünleşmesini sağlamak ve onu maddeye esaretten kurtarıp gönlünü yüksek ideallerle donatmaktır. Ah, keşke bu yüce vazifeyi arızasız yerine getirebilseydik!..

1 Reybîlik: Şüphecilik.

2 Âyât-ı tekvîniyye: İlâhî kanunlar.

3 Düşünce menşûru: Düşünce süzgeci.

-+=
Scroll to Top