Dördüncü Bölüm BÜYÜTEÇ

DASİTÂNÎ BİR KARDEŞLİK İÇİN

Soru: Asr-ı Saadet’teki kardeşlik anlayış ve uygulanışını çok sık nazara veriyorsunuz. Bu anlayışı günümüze nasıl taşıyabiliriz?

Asr-ı Saadet’teki kardeşlik, tarihe her yönüyle “örnek bir kardeşlik” ve onu dasitânî bir şekilde gerçekleştirenler de “örnek bir nesil” olarak geçmiştir. Ve bu seviyede bir kardeşlik, daha sonra hemen hiçbir zaman diliminde -maalesef- o ölçüde temsil edilememiştir.

Gerçi, Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde onların aralarında bir kısım ihtilaf ve iftiraklar görülmüştür ama, bunları çıkaranlar, o “saff-ı evvel”i teşkil eden “yıldızlar” değil; arkadan gelen çilesizlerdir. Ve biraz da, öndekilerden bazıları önünü alamayacakları bu ihtilaf ve iftirak fitneleri içinde değişik şekilde rol almışlardır. Ama yine de her şeye rağmen bunlar, hayatlarının sonuna kadar belli ölçüde dengeli yaşamışlardır. Şimdilerde -esefle arz edeyim- “İbn Sebe diye birisi veya Übey İbn Selûl fitnesi diye bir şey yoktur; aslında sahabe kendi arasında ihtilafa düşmüştür.” gibi sözlerle, bir yönüyle haricî düşmanların yaptıklarını hafife alma ve onları pâka çıkarma, hatta tezkiye etme gayretleri söz konusudur. Hâlbuki böyle bir düşünce, Kur’ân-ı Kerim’in وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ1 ve رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ2 dediği insanları karalamak demektir. Tarihî bir gerçektir ki, o dönemdeki Yahudiler başta olmak üzere bütün şer güçler İslâm tarihi içindeki hemen bütün ihtilaf ve fitnelerde ellerinden geldiğince bir şeyler yapmış ve aktif rol oynamışlardır.

Evet, o “yıldız insanlar”ın (radıyallâhu anhüm) arasında ilk dönem itibarıyla hem hissî hem de mantıkî kardeşlik hâkimdi. Ancak bu kardeşliğe bir dünyevîlik tosladı ve aradaki vahdet muvakkaten kırıldı. Bu kırılmadan sonra da, o safvet bir daha temsil edilemedi.

Pekâlâ “Duygu ve düşüncede; elem ve lezâizde tam bir paylaşımın yaşandığı bu altın dönem seviyesinde bir kardeşlik yeniden ihraz edilebilir mi?” denilecek olursa; böyle bir uhuvvetin teşekkülü için her şeyden önce güçlü bir insibağa ihtiyaç vardır. Bu mevzuda “hissî kardeşlik” önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Malum olduğu üzere aynı anne ve babadan meydana gelen kardeşler arasında “hissî kardeşlik” vardır, ama onlar, bazen çok basit bir miras meselesinde bile birbirleriyle kavga edebilir, hatta birbirlerini öldürebilirler. Öyleyse öz kardeşleri bile bir arada tutamayan “hissî kardeşlik”, sahabe ölçüsünde bir kardeşliğin tesisi için yeterli değildir. Kaldı ki, bu kadar geniş bir dairede herkesin menfaat ve çıkar noktaları, his ve anlayışları, mezak, meşrep ve mizaçları ayrı ayrı olunca bu kardeşliği tesiste işin mantıkî unsurlarını ilave etmek gerektir. O bakımdan Bediüzzaman Hazretleri, bize meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini göstermiştir. Meselâ; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir.. bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir.. yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir.” demiştir. Şimdilerde ilave edecek olursak; hasımlarınız bir, düşmanlarınız bir, sizi istemeyenler bir, büyümenizi engelleyenler bir.. bir…

Meseleye, daha farklı bir zaviyeden bakacak olursak; Cenâb-ı Hakk’ın tevfiki, bizim vifak ve ittifakımızla çok alâkalıdır. Çünkü vifak, tevfik-i ilâhînin çok önemli bir vesilesidir. Vifak, bir çizgi üzerinde birleşme; ittifak da geldiği “bâb” itibarıyla bu meselelerin mutavaatı yani insan ruhunda tabiat hâline gelmesi.. yani insanların, anlaşıp bütünleşerek onu, tabiatlarının ayrı bir derinliği ve ayrı bir buudu hâline getirmeleri demektir ki, kanaatimizce böyle bir ameliye, el açıp “Mecmuatü’l-Ahzâb”ı günde bir iki defa hatmetmekten daha çaplı bir şekilde Cenâb-ı Hakk’ın tevfikini yâr etmesi adına Allah’a sunulmuş önemli bir dua ve bir münacâttır.

Evet, Allah’ın lütuflarına mazhariyet, insanın bir kısım evsafla muttasıf olmasına bağlıdır. Çünkü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek beyanlarına göre Allah (celle celâluhu), insanların suret ve dış görünüşlerine değil; kalblerine, iç âlemlerine ve karakterlerine bakar. Bu açıdan önemli olan, insanların sıfatlarıdır. Yani kişinin mü’min görünmesi değil, mü’min olması; namaz kılması değil namaza düğümlenmesi; Kâbe’yi tavaf etmesi değil, tavaf düşüncesine odaklanması; kısacası Allah’a ve Resûlü’ne kilitlenmesi önemlidir. Unutmayalım, Allah (celle celâluhu) sıfatlara bakarak hükmünü icra etmektedir.

Buna göre şayet bir kâfir, sistemli düşünür, eşya ve hâdiseleri hallaç eder, vaktinin kıymetini bilerek onu boşa harcamaz ve hep çalışırsa; bu sıfatlar birer mü’min sıfatı olduğu için Allah (celle celâluhu), o kâfir hakkında muvaffakiyet ve başarı hükmünü verir. Diğer taraftan, bir başkası Kâbe’yi her gün elli defa tavaf etse bile; kalbi, iç dünyası, düşünce yapısı, sistem anlayışı bozuk ve kâfir sıfatı taşıyorsa mü’min hakkında mağlubiyet ve hezimet hükmünü verebilir. Çünkü mü’min olmanın mükâfatı, ekseriyet itibarıyla ahirette; şeriat-ı fıtriyeyi bilmemenin ve ona riayet etmemenin cezası da ekseriyet itibarıyla dünyadadır. Bu iki kitabı dengeli yaşamak bizi gerçek takvaya ulaştıracak olan yegâne yoldur.

Sahabe-misal kardeşliğin gerçekleştirilmesinde önemli rol oynayan bir diğer faktör de, bu zorunluluğun hissedilmesi, onun bir niyet hâlinde kalblerde ağırlığının duyulması, sonra da bu niyet istikametinde atılacak olan adımlardır. Meselâ, İslâm’a farklı metotlarla hizmet eden cemaatlerin, birbirlerini bulundukları konumda kabullenmesi, birbirlerinin hizmetlerini alkışlamaları, hatta birbirlerine yardımcı olmalarını, bu konuda atılması gereken önemli bir adım olarak görebiliriz.

Evet, sahabenin mazhar olduğu lütuflara mazhar olabilmenin yegâne yolu, istenilen mevzuda en azından onlar ölçüsünde performans sergileyebilmek ve bu uğurda önümüze çıkan bütün fırsatları değerlendirebilmektir. Kim bilir, belki de bunlar hayata geçirilebilse, “Mercûh râcihe tereccuh edebilir.” fehvâsınca ilgili alanda o alana mahsus olmak üzere sahabenin hizasına ulaşılabilir.

Hâsılı, sahabe kardeşliğini tesis etmek için, hissin yanı sıra mantıkî unsurların dikkate alınması, vifak ve ittifak çizgisi üzerinde birleşilmesi ve bunun ağırlığının kalbte daima duyulması ve mutlaka müşahhas adımların atılması gerekir.

1 “Muhacirlerden ve ensârdan o ilkler, o önde gidenler.” (Tevbe sûresi, 9/100)

2 “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar.” (Tevbe sûresi, 9/100)

-+=
Scroll to Top