Dördüncü Bölüm
Çocuğun Dinî Eğitimi
Daha önce de açıkladığımız gibi Müslümanlıkta evlenmek çok ciddî bir konudur ve ciddiyeti ölçüsünde üzerinde durulmalıdır. Temelde anne-baba, aynı zamanda muallim ve muallime olma durumunda olduklarından eş namzetleri bu önemli misyonu eda edebilecek yaşa-başa ulaşınca izdivaç düşünülmelidir.
İmam Cafer, talebelerinden bir müddet evliliklerini tehir etmelerini ister. Ebû Hanife de, talebesi İmam Ebû Yusuf’u bir süre için evlilikten men’ eder ve şöyle der: “Öncelikle talim ve terbiye safhasını tamamlamalı ve evlilik yapacağın vakte kadar öğrenmen gereken ilimleri mutlaka öğrenmelisin. Aksi takdirde tahsil hayatın yarıda kalır. Ayrıca, ailenin helâl bir şekilde geçimini temin edebilmen için de bir işin olmalıdır. Böyle bir duruma gelince, hayat çizgin daha bir belirginleşecektir.” Evet Ebû Hanife, o biricik talebesi ki, Abbasiler döneminde şeyhülislâmlık pâyesine yükselmiştir; ona böyle nasihat ediyor.
Bu iki zattan biri büyük dimağ, nazarî hukukun bânisi Ebû Hanife Hazretleri ki, bizim mezhep imamımız… Diğeri de Ehl-i Beyt-i Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ayrı bir imam… Bizim bu anekdottan anlamamız gereken husus, evlilik müessesesinin gayet ciddî bir müessese olduğudur. Bu itibarla, evlenecek kimselere bakılmalıdır; acaba bunlar, bir muallim, bir mürebbi gibi çocuk yetiştirebilecek seviyeye gelmişler midir? Veya bir eşle hayatı paylaşabilecek yaşta-başta görünüyorlar mı? Çocuklarınızı bizim düşünce dünyamıza göre hazırlama konusunda gerekli donanımları var mı?
Namzetler, bu sorularımıza “evet” diyebiliyor, kendilerinden de emin iseler, rahatlıkla böyle bir teşebbüste bulunabilirler. Ama namzetler, kendilerini idareden aciz, üç-beş insanla bile müşterek noktalar bulup geçinemiyor, her gün bir huzursuzluk çıkarıyorlarsa, evlenme ve çocuk yetiştirme adına henüz kıvama geldikleri söylenemez.
“Büyük Türkiye”nin geleceğine bir katkı –ki bu her vatandaşın mefkûresi olmalıdır– ideal fert ve ideal ailelerin mevcudiyetine vâbestedir. Evet böyle bir mefkûreyi ancak Kâbe kadar temiz kalbe, Everest Tepesi gibi kamet ü kıymete sahip ve his yapısı, amûd-i nuranî gibi ta Sidretü’l-Müntehâ’ya uzanan kimseler gerçekleştirebilirler. Bu, kirli alınların, paslı vicdanların Mevlâ’ya başkaldıranların işi değildir. İç ve dış bütünlüğüne ermiş mamur ve münevver nesillerdir ki –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– Büyük Türkiye idealini gerçekleştirecektir. Resûl-i Ekrem’in Habbab İbn Eret’e söylediği üslûplasöylemek istiyorum: “Allah bu işi lütfedecektir ama sizin de sebeplere riayet etmeniz gerekiyor.”1
Alvarlı Efe Hazretleri’ne ait şu mısralar, söylemek istediklerimizi gayet güzel ifade etmektedir:
Sular gibi çağlasan,
Sen Hakk’ın kapısında
Evet eğer biz her zaman sular gibi çağlar, başımızı taştan taşa vurarak “Var mı daha gidecek dünyalar?” diyebilirsek, her durakta, her konakta yeni bir bişaret mesajı alır, Allah’ın inayetini bir kere daha duyar ve hiçbir şeye takılmadan hep O’na yürürüz. Mevlâ hakkında inancımız, itikadımız bu merkezdedir. O’nun hüsnüzannımızda bizi yalan çıkarmayacağına dair kanaat-i kat’iyemiz ve iman-ı râsihimiz vardır.
Bu hususlara, dolayısıyla temas ettik. Esas belirtmek istediğimiz husus, neslin terbiye alanlarını millet ruhuyla besleme meselesiydi. Hatırlanacağı üzere bir evvelki bölümde, evimizin içinin bir mektep, bir terbiye ocağı hâline gelmesi konusu üzerinde durmuş, ana-babanın, şefkat, re’fet ve rikkatlerini ya da ileride yavrularında görmek istedikleri insanî davranışları bizzat kendilerinin yapması lazım geldiğini ısrarla arz etmeye çalışmıştık.
1. Çok Yönlü Evlat Yetiştirmek
Eğer evlatlarımızın cesur, yürekli olmasını istiyorsak, onları vampirlerle, devlerle, cinlerle, perilerle korkutmamalıyız. Onları bütün olumsuzluklara karşı koyabilecek bir iç mukavemetle güçlü yetiştirmeliyiz.
Eğer çocuklarımızın imanlı olmasını arzu ediyorsak, bütün hareket ve davranışlarımızdan belli konulardaki duyarlılığımıza, tebessümlerimizden yatış-kalkışlarımıza, secdede, rükuda, kıvrım kıvrım kıvranışlarımızdan başka insanlar içinde şefkatle tir tir titrememize kadar her hâlimizde Allah’a iman nümâyân olmalı ve çocuklarımızın gönülleri bunlarla dolmalıdır. Evet hep onların bizi görmek istediği gibi olmalı ve bizi küçük görebilecekleri davranışlardan da içtinap etmeliyiz.
Her zaman onların nazarında aziz ve muallâ olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde mâkes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler. Bu açıdan denebilir ki, hafifmeşrep pederler, evlatları karşısında olsa olsa sadece onlara bir arkadaş olabilirler; ama kat’iyen bir muallim, bir mürebbi olamaz ve onu istedikleri gibi terbiye edemezler.
Hanelerimiz her zaman bir mektep, bir mâbed, bir terbiyehane görünümünde olmalıdır ki onların hissiyatlarını, ruhlarını, kalblerini doyurarak onları, cismanî arzuların kulu-kölesi hâline getirmiş olmayalım.
2. Küçükten Camiye Alıştırma
Devr-i Saadette küçük olmalarına rağmen çocuklar her zaman camiye gidebilirlerdi. Ne acıdır ki, günümüzde çocukları camiye götürmeyi cami âdâbına aykırı görüyoruz. Yine ne acıdır ki, her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar bulunabiliyor ve o yavrucukları camiden ürkütebiliyorlar. Maalesef bazen, dinî bilgileri, dünya görüşleri ve düşünceleri oldukça dar olan yaşlı insanlar, çocuklara yüzlerini ekşitmek, kaşlarını çatmakla caminin izzetini koruduklarını zannediyorlar. Hâlbuki onlar bu tavırlarıyla, çocukları camiden ürkütüyor ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine aykırı bir davranış sergiliyorlar. Hz. Peygamber camide safların tanzimi mevzuunda, erkeklerin önde, onların arkasında varsa hünsâlar, daha sonra çocuklar ve beşerî bir mülâhazaya binaen onların arkasında da kadınların bulunmasını tavsiye etmektedir.2
İşte böyle davranıldığı zaman çocuklar, camide halkın namaz kılış şevkini, zevkini görüp duyacak ve dinî yaşamaya alâkaları artacaktır. Bu itibarla, değil onları kovmak, onlara sert görünmek, ürkütmek; kabilse hediyeler verilmeli ve namaza ısındırılmalıdır. Çocuklara cami, caminin bahçesi sevdirilmeli ve her zaman onların duygularında mâbedin kutsallığı canlı tutulmalıdır. Resûl-i Ekrem camide, cemaatin içinde namaz kılarken, torunu Hz. Ümâme’yi omuzuna alır, eğilirken yere bırakır, kalkarken de yeniden omuzlarlardı.3 Bunu muktedâ-bih, rehber-i küll olan Resûl-i Ekrem’in yapması örnek olması bakımından çok önemlidir.
Hz. Peygamber’in çocuğun camiden çıkarılması mevzuunda sert sayılan herhangi bir cümle ya da tavrı hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bu itibarla, mahallemizin güzel bir köşesi mâbed, evimizin içi de bir namazgâh hâline getirilmelidir ki, çocuk gözlerini her açıp kapayışında, Allah’ı hatırlatan emarelerle yüz yüze gelsin ve hayatını bir ledünnîlik içinde duysun ve hür irade, hür vicdanıyla kendi yolunu belirleyip yürüsün. Sadece namaz açısından ele alacak olursak, çocuk namaz kılma devresine geldiği zaman, eğer babası elinden tutar, annesinin yanında seccadenin bir kenarında durdurur ve hâlinin derinliği ölçüsünde onu kalbinden ebedî mihrabına bağlayabilirse çok önemli bir şey başarmış olur. Zira namaz, Allah’a (celle celâluhu) yönelme adına çok önemli bir iştir.
3. İstifhamları Daha Başlangıcında Giderme
Namaz ve daha ötesindeki dinî konularda çocuğun bir kısım soruları, istifhamları olabilir. Bilhassa içe dönük çocuklar bu türden dinî istifhamlarını, büyük ihtimalle anne ve babalarına açmayabilirler. Değişik vesile ve vasıtalar bulunarak, bu konuda çocuğun deşarj olması, içini dökmesi ve açılmasının sağlanması çok ehemmiyetlidir. Çocuk büyürken içindeki istifham da büyürse, zamanla her şüphe, her tereddüt, izah edilmedik her dinî mesele, mânâsı ve hikmeti anlaşılmadık inançla alâkalı herhangi bir husus, onun kalbini sokan bir yılana, bir akrebe dönüşür.
Hatta bazen bu istifhamlar, onun iç dünyasında bir yara gibi o kadar hızlı büyür ki, bir gün o zavallıyı tamamen yere serer de farkına bile varamayız. Öyle ki artık o her gün camide sizinle beraber “Lâ ilâhe illallah” der, tesbihini, takdisini, tahmidini, tehlilini yapıyor görünebilir ama o aslında tereddütlerine yenik düşmüş ve vesveselerin ağında erimektedir. Çocuğu iyi bir statü ve gelecek elde etmesi için üniversitelerin herhangi bir fakültesine gönderdiğimizde, muhtemel problemlerine zamanında muâlecede bulunulmazsa, dinî istifhamlarından dolayı hiç de tasvip etmeyeceğimiz bir kısım duygu, düşünce ve tavırlarla karşımıza dikilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan o, hiçbir zaman aklı, kalbi ve ruhu itibarıyla boş bırakılmamalı ve sürekli yaşına-başına göre beslenmelidir. Eskiden çocuklar bizden mürebbilere-mürebbiyelere teslim ediliyordu. Onlar, çocukların ruh dünyaları içine girerek, ledünniyatlarının teşrihatı çerçevesinde dertlerine derman olmaya çalışıyorlardı. Aslında, bu terbiyeyi ebeveyn yapmalıdır. Şayet yapamıyorlarsa, mutlaka kültürlü mürebbiler ya da mürebbiyeler bulmalı ve evinin işlerini gördürdüğü gibi bu işi de onlara yaptırmalıdırlar; yaptırmalı ve kat’iyen çocuğun heder olup gitmesine meydan vermemelidirler. Sağlam bir akide, içe sindirilmiş bir kulluk telâkkisi ve tabiatımızın bir yanı hâline gelmiş mükemmel bir ahlâk ancak bu ölçüdeki bir hassasiyetle gerçekleştirilebilir.
4. Çocuğun Görebileceği Bir Ortamda İbadet ve Dua Etme
Evin içinde ibadet ü taate ayrılmış hem bir yer hem de bir zaman olmalıdır. Beş vakit namaz, imkân varsa evde cemaatle kılınmalı veya çocuğun elinden tutulup camiye götürülmelidir. Bu son durum, daha ziyade annenin namaz kılamadığı dönemlerde çok yararlı olabilir.. evet anne, belli dönemlerde namaz kılamayınca, çocuk “namaz kılınmasa, dua edilmese de olabiliyor” fikrine kapılmasın diye bilhassa o günlerde mâbede gitme, meselenin ciddiyeti adına iyi bir rehabilitasyon sayılabilir. Tabiî şöyle yaparak da bu boşluk kapatılabilir: “Kadın özel hâllerinde dahi abdest alıp, seccadesine oturur; ellerini Mevlâ’ya açıp dua eder; o, namaz kılmış gibi sevap alırken çocuk nazarında da bu boşluk kapatılmış olur.” Fıkıh kitaplarında böyle bir yaklaşım da var.4 Terbiye açısından bunun önemi çok büyüktür. Bir kere bu vesile ile çocuk, hiçbir zaman evde secde etmeyen baş, ağlamayan göz, duaya kalkmayan el görmeyecektir. Bilakis o, her zaman evde hassasiyet, titizlik ve derin bir kulluk şuuru müşâhede edecektir. Dolayısıyla kadının hususî durumlarından ötürü ibadet yapamadığı dönemlerle ilgili olarak çocuk, bu meselenin ruhunu anlayacağı, siz de bu konuların dindeki yerini ona anlatacağınız ana kadar, zaman zaman elinden tutarak onu camiye götürmeniz uygun olacaktır.
Gün gelecek, ezan okunduğu zaman çocuk, tıpkı çalan saat gibi, sizi “Baba namaz!” diye uyaracak, siz işinizle meşgul olup da “Allahu ekber” sesini duymuyorsanız, o bunu duyduğunda, “Namaz!” diye size seslenecektir ki, belli bir dönemde ona hatırlattığınız her şeyi dönüp o size hatırlatacaktır.
Bundan başka günün bir saatinde Allah’a dua edeceğiniz özel bir saatiniz olmalıdır. Önceden belirlemiş olduğunuz bir saatte Mevlâ’nın karşısında duygularınızı dile getirip dertlerinizi O’na açmalısınız ve Yüce Yaratıcı’nın her zaman sığınılacak bir kapı olduğunu fiilen göstermelisiniz. Bu dualarınızı açıktan, sesli olarak yapmanız yararlı olur. Resûl-i Ekrem’den mervî olan duaları sahabe ondan duymuştu. Bunların birçoğunu, Hz. Âişe nakletmektedir. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhüm) efendilerimizden de bu konuda nakiller vardır.
Öyleyse sizler de çevrenizdekilere dualarınızı duyurabilir ve onun öğrenebileceğini hedefleyerek dua edebilirsiniz. Eğer çocuğunuzun, duygulu olmasını, Allah anıldığı zaman titremesini arzu ediyorsanız başta sizin öyle olmanız icap eder.
Hayatımda unutamadığım öyle tablolar vardır ki, akla gelince ürpermemek mümkün değil. Ninemin Rabbiyle irtibatını aksettiren tabloların, benim üzerinde büyük tesiri olmuştur. Kendisini kaybettiğimde henüz küçük bir çocuktum ama rahmetli pederim şöyle-böyle din-i mübîn-i İslâm’la alâkalı bir şeyler söyleyiverince ya da Kur’ân okuyunca o da hemen yerinde zangırdamaya başlardı. Öyle ki bir kere onun yanında coşkunca “Allah!” deyiverseniz hemen rengi kaçar, benzi solar, yirmi dört saat âdeta onun tesirini aksettirirdi. İşte benim ruh hâletim üzerinde onun bu durumunun büyük tesiri olmuştur. Evet bu ümmiye, çok okumamış ve bildiği kadarıyla âmile olmaya (yaşamaya) çalışan ninemin o yürekten davranışları, ağlayışları ve içten içe sızlanışları, benim üzerimde çok büyük tesir bırakmıştır. Bir hayli büyük kimselerin dizleri dibinde oturdum. Onların coşkun ve heyecanlı sohbetlerini dinledim. Ama diyebilirim ki, ninemin o terbiye edici davranışlarından aldığım dersi hiçbirinden alamadım. Bana öyle geliyor ki, ben Müslümanlığımı, geneli itibarıyla ona, baba ve annemin o içten hâllerine borçluyum.
Konunun çerçevesi dışına çıktık; sadede dönüyorum.. evet yuvada ebeveynin vaziyetlerini iyi ayarlaması çok önemlidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir saatte, Mevlâ’nın karşısında içinizi döktüğünüzü, “huzuruna geldim” deyip inlediğinizi, coşup kendinizden geçtiğinizi, bilhassa çocukların yanında da Allah’a gönlünüzü açarak, açıktan açığa O’na dua ettiğinizi onların görüp duyması çok mühimdir. Onun, en büyük meselelerinizden biri olan ahiretiniz için çırpındığınızı görmesi, onu düşünüp ümitle ağladığınızı bilmesi hiçbir zaman onun hatırından çıkmayacaktır. Aslında biz, Mevlâ’nın karşısında Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapmak zorundayız. Rükû, sücûd, kıyam ve kavamemiz, celsemiz hep O’na hatırlatıcı nitelikte olmalıdır. Allah’ın huzurundaki hâlimizi şöyle bir çerçevede resmedebiliriz: Sanki biz, Allah’la (celle celâluhu) yüz yüze gelmişiz de, Yüce Yaratıcı: “Ey kulum, kalk, hayatının hesabını ver.” diyor; biz de rahmetini umarak ve büyüklüğü karşısında kalkıp el pençe divan duruyoruz. Ululuğunu tam hissederek ve küçüklüğümüzü tam duyarak böyle bir kıyam bizim için de çevremiz için de ne uyarıcıdır! Zayıf bir hadiste Resûl-i Ekrem: “Benim Allah’la bir ânım vardır ki, o ânımda ne melâike-i mukarrebin ne de başkası bana yaklaşamaz.”5 buyurmaktadır.. evet Mevlâ ile öyle bir saatimiz, apaydın bir ânımız olmalı ki, çocuk müşâhede ettiği o tabloları, mevsimi gelince, kendi ibadetine malzeme yapsın. Evet o ileride, fikrî, amelî inhiraf tehlikeleri ile her karşı karşıya kaldığında, bu tablolar birer can simidi gibi onun imdadına yetişecek ve elinden tutacaktır.
İşte, değişik kayma ve sürçmeleri önleyebilecek durumların yaşanabilmesi için, sizin o yaşlı gözleriniz ve o içten sızlanışlarınız da çok önemlidir. Bunlar, çocuğun şuuraltında yer eden öyle ölümsüz tablolardır ki o, irtikâp edeceği her mesâvi (kötülükler) karşısında, hayalinde, kendine açılan pencerede, eliniz dudağınızda onun karşısına dikilip: “Yavrum öyle ne yapıyorsun?” diyecek, böylece siz daima onun hayatında bir rehber ve davranışlarınız da ona uzanmış bir inayet eli olacak, onun elinden tutup değişik tehlikelerden onu kurtaracaktır.
5. Kur’ân’a Saygı
Çocuklarınıza Kur’ân okuyup öğretmeniz de ayrı bir önem taşır. Ama en az onun kadar önemli bir husus da, Kur’ân’ı okurken onun üzerinde, Kelâmullah olduğu hissini uyarabilmenizdir. Devrimizde çok müşâhede ettiğimiz hususlardan biri de, şüphesiz bazı kimselerin okuduğu Kur’ân’ın –maalesef– gırtlaktan aşağı inmemesidir. Sizler çocuklarınıza Kur’ân okumada da güzel örnek olabilir ve onu Rabbinizin huzurunda ya da Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın dizinin dibinde tilâvet ediyor gibi seslendirebilirseniz bir kere daha çevrenizdekileri fethetmiş olursunuz. Evet eğer Kur’ân okurken gözyaşlarınızı tutamıyorsanız bunu gören çocuklarınız sizin bu hâlinizden çok farklı şeyler alacaklardır. Ben, ruhsuz Kur’ân okumanın insanımızı duygusuz hâle getirdiği kanaatindeyim.
Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü: “İnsanların en güzel Kur’ân okuyanı, Kur’ân okurken ciddî bir hüzün içinde okuyanıdır.”6 Bir başka sahih hadis-i şerifte de: “Bu Kur’ân hüzünle inmiştir.”7 buyurmaktadır.
Kur’ân, pek çok problemi olan insanoğlunu konu olarak ele almış işliyorsa –ki öyle olduğunda şüphe yok– biz de hâlimizle bu hüznü seslendirme durumundayız. Ancak bu seviyeye gelebilmenin önemli esaslarından biri, Kur’ân’ın ne dediğinin bilinmesidir. Kelâmullah olması itibarıyla Kur’ân-ı Kerim’e tazimde bulunabiliriz, ancak Allah’ın kelâmı olması haysiyetiyle mânâsına vukûfiyet için, az da olsa bir gayret içinde bulunmamız da yine ona karşı tazimin ifadesi olsa gerek. Ayrıca, sizin bu gayretinizle çocuğunuz Kur’ân-ı Kerim’e ait mânâları kalb ve zihninde daha derince duyacak, bunlarla dolacak ve seviyesine göre ruhî açlığını gidermiş olacaktır.
Sadece Kur’ân-ı Kerim’e ait anlamlarıyla yetinen, dinî anlayış ve duyuş itibarıyla eksik sayılır. Bu kadar olsun münasebeti olmayanlara gelince onlar tamamen hüsrandadırlar. Kur’ân’ın insanlara vaadettiklerini alabilmek için elfâz-ı Kur’âniyenin içindeki o mukaddes mânâları öğrenmek ve çocuklarımıza da öğretmek zaruretini bir kere daha hatırlatmakta yarar var.
Yukarıdaki naklettiğimiz hadis-i şerifin şerhinde Hafız Münâvî şöyle bir vak’a nakleder: “Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir. Sabaha kadar Kur’ân-ı Kerim’i hatmediyor, namazını kılıyor, ertesi gün de hocasının karşısına çıkıyor; çıkıyor ama biraz da rengi benzi sararmış olarak çıkıyor. Hocası, maddî-mânevî mürşid olabilecek durumda bir üstattır. Talebesinin renginin niçin sarardığını diğer talebelerine soruyor. Onlar da, “Üstadım, bu talebeniz sabaha kadar Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip duruyor ve tabiî sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, sabah olunca da kalkıp derse geliyor.” derler. Üstad talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için onu karşısına alır ve ona: “Kur’ân indiği gibi okunmalıdır evladım.” der. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu âna kadar okuduğun gibi değil, onu okurken beni karşısında farz et ve üstadına dersini iade ediyorsun gibi oku!” tavsiyesinde bulunur. Çocuk gider, O gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiğinde, “Efendim bu gece ancak Kur’ân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim.” der. Üstad, “Pekâlâ, sen bu gece de Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem’in huzurunda okuyor gibi oku” der. Talebe, “Ben, kendisine Kur’ân nazil olan zatın huzurundayım; doğru okumalıyım” heyecanıyla daha bir dikkatlice tilâvet eder.. ve o gün üstadına, ancak Kur’ân-ı Kerim’in dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı da terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersini artırması gibi, “Sen şimdi de o emin melek Cibril’in Resûl-i Ekrem’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi Kur’ân-ı Kerim’i oku.” der. Talebe gider gelir; “Vallahi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim.” der. Üstadı da, “Evladım şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki, okuduğunu Allah (celle celâluhu) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.” Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: “Üstadım, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedim, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar geldim, إِيَّاكَ نَعْبُدُ demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun mânâsı, ‘sadece Sana kulluk yaparım’, hâlbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nu karşımda hazır ve nazır mülâhazaya alınca إِيَّاكَ نَعْبُدُ’yü aşamadım.” der.
Hafız Münâvî, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra da vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında durur, onu dinler, onun hâline bakar, ahvalini müşâhede ederken, delikanlı, üstadının duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna vardım ve hiç hesap görmedim.” diye konuşur.8
Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını mülâhaza ederek ve kelimeler üzerinde durarak, “Rabbimin kelâmı” deyip, tazimde bulunarak, hatta yüzüne gözüne sürerek ona karşı saygısını ifade çerçevesinde okumak, onun gönüllere açılması adına o kadar önemlidir ki, bu samimî duygular, okuyanı da dinleyeni de Kur’ân iklimine çeker ve onlara semaviliğin kapılarını ardına kadar açar.
Bu menkıbeyi nakletmekle, “Böyle düşünmezseniz Kur’ân okumayınız.” demek istemiyoruz; istemiyoruz ama, kelimât-ı Kur’ân bize ne anlatıyor, ruhumuzda ne gibi bir değişiklik hâsıl ediyor vb. hususlar üzerinde durmamızın da, ona muhatap seçilmemizin gereği olduğunu düşünüyorum. Ruhlarımızda inkılâplar meydana getirmeyen Kur’ân’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’ân’la değişebilmeli, onun ufkuna yönelmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını gönül gözlerimizin önüne seriversin…
Konuya dönüyorum. Evet o genç ölmemiş; Allah’a ulaşmıştı. Kur’ân’ın temiz ruhlarda uyarabildiği heyecanla kalbi durmuş ve Rabbine yürümüştü. Elbette ki ebediyen yaşayacaktı. O, “İyyake na’budu”yu aşamamış ve sabaha kadar hep onu tekrarlayıp durmuştu. Bir başkası benzer bir ruh hâletini Kâbe’de hissetmişti. Başını Kâbe’nin duvarına koyduğunda, kendi kendine: “Ya Rabbi!” demiş; âdeta diline kilit vurulmuş gibi tıkanmış ve “Sen bunu diyebilecek güçte misin? Neden hâlâ riyakârlık yapıyorsun?” düşüncesine takılmış ve gerisini getirememişti. Mamafih bunlar o zatın yaşadıklarıdır ki, ne anlatılabilir ne de başkalarına hissettirilebilir türden şeylerdir; onun birkaç dakikalık aşkın duygularıdır. Daha sonra kendisinin bile o durumu şerhetmesi mümkün değildir.
Şimdi eğer, evlerimizde bu çizgiyi koruyabilir ve Kur’ân’a gönül verdiğimizi, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) halkasına dahil olduğumuzu fiilen gösterebilirsek, uzak-yakın çevremiz nisan yağmuru almış yeşillikler gibi süratle hayata yürüyecek ve etrafımızda üst üste “ba’sü ba’del-mevt”ler yaşanacak ve toplum hayatımız melekler ve ruhanîlerin imreneceği bir hâl alacaktır.
a. Nefret Ettirmeme
Yakın tarihimiz itibarıyla bizde ve diğer İslâm ülkelerinde yetişen nesiller, dinin kolaylaştırıcı ve müjdeleyici mesajlarına yeterince ulaşamamış, hatta uzak kalmışlardır. Hâdise, selim bir kalb, sahih bir akılla incelendiğinde bunun sebebinin “mânâ” konusundaki bilinçsizlik ve gayretsizlik olduğu görülür.
Bu dönemde mü’minler, “Allah’a iman ettik” demekle beraber bu kelimenin ifade ettiği mânânın şuurunda olamamış, dış âlemle iç dünya arasındaki koordineyi sağlayamamış ve dine, diyanete ait olguları vicdanî enginlikleriyle anlayamamışlardı. Ne acıdır ki, mekteplere din dersi konduğu zaman dahi, böyle bir fırsata rağmen bazı din ve ahlâk dersi muallimleri sadece Kur’ân-ı Kerim’i ezberletmekle iktifa etmiş ve dine sempatisi olmayan çocuğa yanlış eğitim metodları uygulayarak onlardaki o çok az olan “dine hürmet” hissini dahi yıkmışlardı. Bunu yaparken elbette ki çocuklar dinden soğusun diye yapmıyorlardı; ancak asırlardan beri devam edegelen birkaç büyük yanlışımızdan biri son bir kez daha tekerrür ediyordu.
Ben şahsen şu anda bile, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkânları yeterince değerlendirdiğimizi söyleyemeyeceğim. Vatan evladı, din ve diyanet adına bin türlü şüphe ve tereddüt içinde önümüze kadar gelmekte ve bunlara karşı bizim vazifemiz de şüpheleri izale etmek, dini sevdirmek, Allah’ı (celle celâluhu) birinci matlub, maksut hâline getirmek ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisini akıl mantık dairesi içinde kalblere koymak iken, bunları bir kenara bırakarak onların daha sonra içinden doğan bir iştiyakla yapacağı işleri daha ehemmiyetli sayarak onu ürkütüyoruz. Evet, din konusu sadece bir kısım formalitelerden ibaretmiş gibi, çocuğa bazı şeyler ezberletmelerle iktifa edersek, çocuk –Allah muhafaza buyursun– dinden nefret edebilir; bir derse girmişse, başka bir derse girmek istemeyebilir. Altı aylık bir çocuğa nasıl yetişkinlere ait yiyecekleri vermiyorsak, öyle de belli bir yaşa kadar ezberleme meselesini de zorlamamak icap edecektir. İhtimal o, iman şuurunu elde ettikten sonra kendisi ezberlemeye çalışacaktır. Konu, sevdirmek, düşündürmek, benimsetmek ve belletmek çerçevesinde ele alınmalıdır. Böyle bir yolda yürümeyip de o masum dimağları rakamlara boğarak on iki, otuz iki, elli iki farz deyip bazı âdetleri ezberletme metodlarına başvurursak, çocuğun kafasını, bilerek veya bilmeyerek dine, dinî duygulara karşı nefret ettirmiş oluruz ki, bu da dine hizmet yolunda ona karşı apaçık kötülük demektir.
Mü’minler bu hususta müteyakkız olmalı ve mutlaka dini her yönüyle sevdirmelidirler. Çocuğun kemmiyet ve riyazî şeylerle, kafasını doldurma yerine kalb ve kafasını mânâya açmalıdırlar. Onlar öyle Kur’ân’a aşık olmalıdırlar ki, onu öğrenme, makâsıd-ı ilâhîyi kavrama, idealleri hâline gelmeli ve “Allahım, bana dini anlamayı ihsan et, böylece makâsıd-ı sübbaniyeni öğreneyim, Kur’ân-ı Kerim’le dolayım.” diye düşünmeli ve hayatlarını bu mefkûreye bağlamalıdırlar.
b. Farz ve Nafile İbadetlerin Muntazaman Sürdürülmesi
“Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç ancak takva iledir.”9
Hangi şartlar altında olursa olsun anne-baba dinî vazifelerinde kusurda bulunmamalıdırlar ve çocuk, kullukla alâkalı hususlarda hiçbir eksiklik müşâhede etmemelidir. Kâinatın Efendisi’nin hiç terk etmediği teheccüd namazı, hususî evrâd u ezkârı, gece kalktığında okuduğu hususî duaları vardı. O bu evrâd ve ezkârı vaktinde ifa etmediği zaman, kazası gerekmediği hâlde âdeta kaza ederdi. Böylece evin içinde ve dışında başlatılan bir ibadetin hiçbir şekilde terk edilmediği gayet net olarak ortaya konmuş olurdu.
Sahabi, başlatılan bir ibadetin daha sonraları da devam ettirilmesi gerektiğini çok iyi anlamıştı. O dönemin âbid ve zâhidlerinden sayılan Abdullah ibn Amr ibn Âs, her gün oruç tutmak ve sabaha kadar namaz kılmak istiyordu. Dahası, babası evlendirdiği zaman, günlerce hanımının yanına gitmemişti. Bu durumu hanımı, kayınpederi vasıtasıyla Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’a şikâyet mahiyetinde intikal ettirince Abdullah ibn Amr ibn Âs, Allah Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellemin huzuruna gitme mecburiyetinde kalmış ve Peygamber Efendimiz, hanımının yanına gitmediğinden ötürü ona itapta bulunmuştu. O gün Allah Resûlü ondan farzların dışındaki ibadetlerini azaltmasını istiyor; o ise daha fazla ibadette ısrar ediyor ve “Daha fazlasını yapabilirim ya Resûlallah” diyordu. Nihayet Allah Resûlü onu, bir gün oruç tutup bir gün yemeye; gecenin sülüsünü (üçte birini) yatıp bir diğer sülüsünü ihya etmeye ikna etti.10 Ancak bu muhterem sahabinin, yaşlandığı zaman başka bir sahabiye şöyle dediğini görüyoruz: “Keşke Resûl-i Ekrem’in dediğini kabul etseydim. Çünkü yaşlanınca bu şekilde devam ettirmek oldukça zor. Ama yine de nafile olarak yaptığım şeyleri aksatmak istemiyorum. Beni nasıl bıraktıysa Allah Resûlü’nün öyle bulmasını isterim.”11
Abdullah b. Amr iyi bir örnektir; insan itiyat hâline getirdiği ibadetleri terk etmemelidir. Zaten Allah Resûlü de, sahih bir hadislerinde: “İbadetin en faziletlisi az bile olsa devamlı olandır.”12 buyuruyor. Şayet gücümüz yetmiyorsa, belli bir süre sonra çocuğun gözünden düşmemek için, farzların dışında yapabileceğimiz miktarla iktifa etmeliyiz. Sadece farzları, sünnetleri yapabiliyorsak, onlarda kusur etmemeliyiz. Şayet teheccüde başlamışsak onu mutlaka devam ettirmeliyiz. Vitr-i vacibi, çocuğun gözü önünde kılmak icap ediyorsa öyle yapmalı, gece kalkıp kılınması müessir olacaksa gece eda edilmeli. Evvâbin, işrak ve duhâ namazlarını kılıyorsak, aksatmamalıyız; aksatmamalıyız ki çocuk, “yapılan bu şeyler bazen de terk edilebiliyor” zehabına kapılmasın. Böylece, ibadetlerdeki ciddiyet onun benliğine mâl olsun; mâl olsun da sizin o konudaki kusurlarınızdan dolayı sizi ikaz etsin. Evet “İşrakı kılıyor, duhâyı terk ediyorsun babacığım!” diyebilmelidir. Ayrıca, yapılan ibadetler ciddî bir huşû ve olabildiğine bir saygı içinde yerine getirilmelidir; getirilmelidir ki, çocuğun şuuraltı bu olumlu şeylerle mamur hâle gelsin.
Buraya kadar belirtmeye çalıştığımız hususlar, bizim gibi düşünenler içindir. Evet eğer çocuklarımızın duygulu, hisli, dindar, şuurlu, akıllı ve İslâm’ı öğrenmelerini arzu ediyorsak, bizce bu işin yolu budur. Her şeye kendi yoluyla ulaşılır; böyle yürünürse netice elde edilir. Değişik bir ifade ile; çocuğun doğru yolda bulunmasını ve bir yaşama yöntemi olmasını arzu ediyorsak, bizim de bir yolumuz, yöntemimiz olmalıdır. Düşünce ve davranışlarımız her zaman aynı olmalı ki, çocuk da aynı şeyleri görerek hep aynı şeylerle meşbû bulunsun. Bunların yerine getirilmesinde dünyamızın tanzimi, ahiretimizin elde edilmesi ve çocuğun da dünya-ahiret saadetine mazhariyeti söz konusudur. Gerçi bunlar bir perhiz ve hekim tavsiyesi gibi görünüyor, ama tatbiki can sıkmasa gerek. Sabah-akşam almanız gereken ilâçları, hiç şaşırmadan ve aksatmadan alma gibi bir şey. Böylece siz dengeli bir hayat yaşamış olacak, ölçülü davranacak ve evinize de ölçüyü hâkim kılacaksınız.
Çocuk, saygı, huşû, edeb ve huzuru –ki bunu yer yer arz etmeye çalışmıştık– bakışınızda, duyuşunuzda, yatışınızda, kalkışınızda hep bunları hissetmeli ve ruhu bunlarla dolmalıdır.
c. Şeâire Hürmet Hissi
Bize göre bir kısım mukaddes mefhumlar vardır. Bu mefhumların arkasında da çok mukaddes mânâlar vardır. “Allah” mefhumu bizim için çok mukaddestir ve imanın bir rüknüdür. Allah’a (celle celâluhu) inanmayan birinin İslâmî ve imânî hayatı yoktur. Bu yüce ve yüceliği nispetinde de olabildiğine mukaddes mefhumun belli bir yaştan itibaren –ki bu devrenin başlangıcı genelde 7-9 yaş olarak düşünülür– dimağlarda yerleşmesini, gönüllerde oturmasını ve çocuğun bütün hayal âlemini işgal etmesini temin etmekle mükellef bulunduğumuz kat’iyen unutulmamalıdır. Çocuğun, Peygamber’in hayaliyle yaşamasını temin etmek, o evde sürekli ondan bahisler açılmasına bağlıdır. Şayet bir evde sadece, televizyon-sinema artistlerinden bahsediliyorsa ve çocuğun temâşâ ufkunda her zaman televizyonlar, sinemalar bulunuyorsa onun hayaline hâkim olan da bir kısım artistler olacaktır. Sorduğunuz anda size pek çok sporcu, müzisyen ve artist ismi sayılabilecek; ama belki de dört sahabi ismi söyleyemeyecektir. Hafıza ve şuuraltı, bütün kapasitesiyle, çok faydası olmamakla beraber, “hayalin fıskı”na sebebiyet veren bu gereksiz şeylerle mâlemâl dolacaktır.
Dinde mukaddes bilinen her şey, düşünce ve davranışlarımızda daima mukaddes olarak ifade edilmelidir. Meselâ, Kâbe mukaddes bir mekândır. Siz de çocuğun yanında, Kâbe ile ilgili hislerinizi dile getirirken fevkalâde saygılı olmalısınız. Kâbe sınırlarından içeriye girdiğimiz ya da Medine-i Münevvere’ye yaklaştığımız zaman ayaklarımızı saygıyla yere basmalıyız. Meseleyi götürüp, Resûl-i Ekrem’in gezdiği yerlerde, –İmam Malik gibi– “Burada ayakkabıyla veya merkeple gezilmez.” esasına bağlamalıyız. O büyük İmam, uzak yerden Mescid-i Nebevi’ye veya başka bir mescide hadis dersi kıraatine, tilâvetine giderken ya da Medine’nin sınırlarından içeriye girdiğinde, bindiği merkepten aşağıya iner, orada böyle gezilmesi gerektiğini söylerdi. Elbette bunu gören çocuk Ravza-yı Tâhire ve onun Sahibine saygıyla dolup taşacaktır.
Kur’ân-ı Kerim için de durum aynıdır. “Her kim Allah’ın şeâirine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.”13 buyrulmaktadır. Şeâire hürmet etmek kalbin takvasındandır. Kalbin takvası ise, kalbin Allah’ı tanıması, tanıdığı büyük Allah’a saygıyla yönelmesi, O’na sığınması, O’na itaat etmesi ve hakikat-ı ulûhiyeti tam olarak kavramasıyla mümkündür. Şeâire hürmet hayatîdir; meselâ yine şeâirden olan cami, çocuğun nazarında o kadar mukaddes görülüp kabul edilmelidir ki, o, bütün Allah’a giden yolların camiden geçtiğini düşünmelidir. Müezzinin lâhûtî sesinin minarelerden, “Allahu ekber” şeklinde yükselmesi, çocuğun nazarında büyümeli ve “Allahu ekber” dendiği zaman o da kelimeleri tekrar etmeli ve ezan bitince ellerini kaldırarak; اَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ اٰتِ سَيِّدَنَا مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ “Ey bu kamil davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e Hakk’a yaklaşma, cennete ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O’nu kendisine vaadettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır. Muhakkak ki Sen vaadini yerine getirensin.”14 diyerek boşalmalıdır.
Hulâsa, eğer Allah’a inanıyor ve O’nu seviyorsak ve içimizde takva ve şeâire tazim hissi varsa, bu hislerimizi çocuğun gönlüne boşaltacak ve ona Allah’ın büyüklüğünü gösterecek, sevdirecek ve O Mâbud-u Mutlak’tan başka Mahbub, Maksud, Matlub olmadığını onun bütün benliğine işleyeceğiz. Taberani’nin Ebû Ümame’den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü: “Allah’ı, Allah’ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.”15 buyurur. Allah (celle celâluhu) ancak iyi tanınmakla sevilir; zira insan bildiğini sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah’ı tanımadıkları için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah (celle celâluhu) “İnsanları ve cinleri ancak, Bana kulluk etsinler diye yarattım.”16 ferman eder. İbn Abbas ve Mücahid (radıyallâhu anhüma) buradaki لِيَعْبُدُونِ “Bana kulluk etsinler diye.” kelimesini لِيَعْرِفُونِي “Beni tanısınlar, bilsinler.”17 olarak tefsir etmektedir. Demek ki bir insan Allah’ı biliyorsa kullukta bulunuyor; bilmiyorsa nankörlük ediyor. Öyleyse evvelâ biz bildireceğiz; çocuk da bilecek ve o duyguyla dopdolu hâle gelecek ki, Allah’a karşı saygılı olabilsin. Ancak her seviyenin ayrı bir tanıtma üslûbu olmalıdır ve Allah’ı tanıtma konusunda tanıtım, yaşa-başa göre yapılmalıdır. Belli bir yaştaki çocuğa, önüne konan sofranın Allah tarafından geldiğini delilsiz, mücerret anlatma ona kâfi gelebilir. Başka bir yaşta insanların, hayvanların, ağaçların beklediği yağmurun, gökten O’nun inayetiyle geldiğini, başımızdan aşağı boşalan o yağmurun, Allah’ın mahz-ı rahmetinden taşıp geldiğini anlatmak gerekecektir. Daha ileri yaşlardaki birisine ise, Allah’ın, denizlerde, ırmaklarda vaz’ettiği tebahhur etme (buharlaşma) kanununu, havada yağmurun damla damla dökülme kanununu ve bütün bunların asla tesadüfe verilemeyeceği, her şeyin Allah’ın inayetiyle olduğunu anlatmak gerekecektir. Daha seviyeli çocuklara ise, pozitif ilimlere ait argümanları kullanarak onun seviyesine göre Allah’ı tanıttırıp sevdireceksiniz.
Bir hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyururlar:
“Allah’ın size nimetleri karşısında Allah’ı seviniz. Beni de Allah’ın elçisi olduğum için, Allah’tan ötürü seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.”18
Usûlü bulunabildiği nispette bu sevme ve sevdirme işi zor olmasa gerek. Çocuklarımıza, birtakım lüzumsuz neşriyat yerine, Resûl-i Ekrem’in siyerini okutabilsek ve onların eline, hiç olmazsa Muhammed Yusuf Kandehlevî’nin “Hayatü’s-Sahabe”si gibi her an müracaat edebilecekleri bir kitap versek, zannediyorum Resûl-i Ekrem’i ve onun ashabını ve onların çocuklarını tanıma fırsatı bulacak ve bunlardan her birerleri onların gözünde hayatlarının kahramanları olarak büyüyecek; onlara uymaya, onlara benzemeye, Hz. Hamza gibi şecaatli, Hz. Ali gibi şâh-ı merdan, Hz. Ebû Bekir gibi sadık, Hz. Fâruk-ı A’zam gibi kılı kırk yaran âdil olmaya çalışacaklardır. Allah’ın binlerce rıza ve rıdvanı bunların üzerine olsun..!
Evet her zaman evimizin baş köşesinde Kur’ân-ı Kerim, sonra Resûl-i Ekrem’in siyeri ve ashab-ı kiramın hayatına ait megâzi kitaplarını bulundurmak ve çocuklarımızın gönüllerinin onlarla beslenmesini sağlamak, tarihî kahramanlarımızla onların gönüllerini, gözlerini açmak ve atalarını onlara sevdirmek çok önemlidir.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Felsefî biçimde ve aklî yollarla, akidemize musallat olan tereddütlere, şüphelere karşı, değişik delillere başvurmak mantığın, fikrin gereği olsa da mücerret mantığa saplanıp kalmak, bazen insanın kalbî hayatını söndürüp onu ümitsizliğe itebilir. İnsan, aklı ve fikrine ait vazifeleri yaptıktan ve bunlarla alâkalı bütün fonksiyonları yerine getirdikten sonra, pratik hayatta bu duygu ve düşüncelerin nasıl meydana geldiğine dair misalleri araştırmaya başlayacaktır. Binaenaleyh siz, fiziğin, kimyanın, astronominin diliyle Allah’ın varlığına ve birliğine ait binlerce afakî ve enfüsî delillere sarılıp, yukarıdan uzanan nuranî bir merdivenle yukarılara çıksanız da, pratik hayattan misaller veremiyorsanız ve çocuk da bunlara akıl erdiremiyorsa, vereceğiniz dinî düşünceler onun zihninde felsefî nazariyeler gibi algılanacaktır.
Anlattığınız ya da anlatacağınız dinî değer yargıları ve millî meziyetlerin, tarihin belirli dilimlerinde yaşanmış olduğunu gösteremiyorsanız bunlar bazılarına ütopya gibi görünebilir. Siz, bu değerlerin yaşandığını ve yaşanabildiğini beli misallerle gösterme mecburiyetindesiniz.
Daha yakın zamana kadar, yaşanıp yaşanılamayacağı hususunda bizim bile kalbimizde-kafamızda bir hayli tereddüt vardı ve kendi kendimize, “Bu olaylar belki yaşanmıştır; ama ihtimal dünya bunları bir kere görmüştür. Bir daha görmesi ve hele yaşanabilmesi çok zor; hatta biraz da ütopik görünmektedir.” fikri, bir genel hastalık gibi yaygındı. Ne var ki, Allah’ı, Peygamberi tanıyan, Yüce Yaratıcı ve O’nun Nebisi’ni oldukça seven gençleri görünce, artık yürekten inanıyoruz ki, sahabe gibi bir topluluk bundan sonra da yaşayabilir. Zaten, nassların bize verdiği işaret ve bişaretler çerçevesinde Resûl-i Ekrem’in “Garipler” diye tavsif buyurduğu19 sahabeye benzer bir topluluğun yaşayıp, din-i mübîn-i İslâm’ı evc-i kemale çıkaracağına da inancımız tamdır.
Âyât-ı tekviniyeye ıttılâınız derecesinde, kalbinizdeki takva, Allah’a duyduğunuz sevgi, saygı, mescid, mâbed ve benzeri şeâire gösterdiğiniz hürmet davranışları, çocuğun nazarında büyük mukaddes âbideler hâlinde görünmeye başlar ve bütün bunlar onu Allah’ın huzuruna davetin birer ifadesi olurlar. Burada yeri gelmişken Yahya Kemal’in bu mevzudaki şâyân-ı takdir şu mısralarını hatırlatmak istiyoruz:
Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhammedî,
Ezan, Müslümanlığın ulvî duygularının en önemli bir sembolü ve namaz öncesi bir konsantrasyon vesilesidir. Aynı zamanda, namazın, Allah’a karşı bir kulluk olarak büyüklüğünün ifadesi, O’nun çağrısı ve davetidir. Siz çocuklarınızı bu duygularla dopdolu yetiştirirseniz, onlar da ezanı duydukları zaman heyecanlanırlar, gözleri dolar, hisleri köpürür, mehâbetle, muhabbetle tir tir titremeye başlarlar. Şimdi âbâ ve ecdadımızın bize, onlardan evvelkilerin de onlara yaptıkları bu vazifeyi –İnşallahu Teâlâ– bunca sarsıntı ve teklemeye rağmen yine hep beraber ihya ve ikame edeceğiz. Evet şeâiri ilân edecek, onu gelecek neslin nazarında kendi kıymetiyle gösterecek, Allah’ı, Resûlü’nü ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ı herkese sevdireceğiz.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evlerimizde, ibadet hayatımız arızasız olarak yerine getirilmeli, dinle, diyanetle alâkalı çocuklarımızın kafasına sokulan şüphe ve tereddütler vakit fevt etmeden izale edilmeli, evimizin içinde Allah’a tekarrübün yaşandığı, rahmet-i ilâhiyenin sağanak sağanak başımıza indiği, gözlerimizin tatlı ümitlerle dolup recâ içinde Allah’a yöneldiği ve sinelerimizin hüzünle dolup taştığı değişik bir kısım saatler olmalıdır. Öyle bir saat olmalı ki, o saatte evimizde Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) görünüyor gibi tasavvuru, tasviriyle çocuğun, hanımefendinin nazarında şöyle böyle mutlaka kendini göstermelidir.
İşte bunlar sizin İslâmî ibadet ve akide hayatınızda çocuğunuza kazandırdığınız öyle büyük ve kıymetli şeylerdir ki, ilerideki hayatında o, birer birer bunların semerelerini görecek, duyacak ve size karşı minnettar olarak dua edecektir.
Şeâiri tazim, zatında büyük olan, dinin büyük kabul ettiği ve sizin de büyük gördüğünüz değer ve kıymetleri kavlen ve fiilen büyük göstermek demektir. Onların nazarında, ancak, ezanla anlatılabilen o ulular ulusu, büyükler büyüğü “Allahu ekber” hakikatiyle şehbal açacak, ruh dünyalarında bayrak gibi dalgalanacak, kalblerini tül gibi saracak; siz de bu mazhariyetler karşısında dönüp tâli’lerinize tebessümler yağdıracaksınız.
1 Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü’l-ensâr 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihâd 97.
2 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/344; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/291.
3 Buhârî, salât 106; Müslim, mesâcid 41.
4 Bkz.: İbn Âbidîn, Hâşiye 1/290.
5 Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.299; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/226.
6 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 11/7; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 4/19.
7 İbn Mâce, ikâmet 176; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2/50.
8 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/190.
9 Tâhâ sûresi, 20/132.
10 Buhârî, savm 55, fezâilü’l-Kur’ân 34; Müslim, sıyâm 182.
11 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/158; Ebû Nuaym, Hilye 1/285-286.
12 Buhârî, rikak 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 216-218, salâtü’l-münâfikîn 78.
13 Hac sûresi, 22/32.
14 Buhârî, ezân 8, tefsîru sûre (17) 11; Tirmizî, salât 43.
15 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/90, 91; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 24/72.
16 Zâriyât sûresi, 51/56.
17 el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 4/235; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 17/55; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 15/50.
18 Tirmizî, menâkıb 31; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/46, 10/281.
19 Müslim, îmân 232; Tirmizî, îmân 13; İbn Mâce, fiten 15.
20 Yahya Kemal’e ait bu mısraların da delâletiyle, I. Sultan Selim’de cihanı bir köy hâline getirme duygusunun ağır bastığı görülüyor.