Dördüncü Bölüm HAREKET PERSPEKTİFİ

Birleşme Noktaları 1

Günümüzde çeşitli fikir akımları ve cereyanlar var; bunlar olacaktır da. Her şeyden evvel insanımız, boğucu bunalımlar içindedir. İlimlerin esası araştırmaya götüren şüpheler olduğu gibi, fikir akımlarının menşei de, bir bakıma bunalımlardır.

Asra göre ihtiyaçlarını tam temin edebilmiş ve tabiî gelişmesini sürdüren topluluklarda (içtimaî) sıkıntılar yok denecek kadar azdır. Maddî-mânevî ihtiyaçları giderilememiş ve fıtrî gelişmesini hızlandıramamış topluluklarda ise, iç ve dış baskı ve zorlamaların giderek artmasıyla, buhranlar da o kadar fazladır.

Bunalımlar ve içtimaî hercümerç; kar, tipi ve fırtınalara benzerler ve çok defa neticeler itibarıyla da güzeldirler. Zira toplum, buhranlarla yeni oluşum ve yeniden şekillenmeye zorlanır ve bu sayede yaşadığı devrin idrakine erer. Bir cemiyet, yaşadığı devri bilmiyor, aksiyon ve reaksiyonlarıyla o devrin hâdiselerinin içinde olamıyorsa, o cemiyeti yaşıyor kabul etmek mümkün değildir; zira o, mecburi bir çöküş yolundadır.

Günümüzde, tabakât-ı beşer çapındaki çalkalanmaların arkasında hiç şüphesiz işte bu tarz bunalımlar ve iç-dış baskıların statükonun duvarlarını zorlamasıyla da yeni oluşum ve yapılanmalara açılmalar var. Bu umumî çalkalanma ve oluşumdan yıkılmadan sıyrılabilen milletler, paylarına düşeni alacak ve yepyeni bir dünya kuracaklardır.

Milletimiz ve bağlı bulunduğumuz milletler topluluğunun da, bunun dışında kalması herhâlde düşünülemez. O da, ihtimal; bunalımdan bunalıma mâruz kalacak, sıkıntıdan sıkıntıya düşecek ve bin türlü sancı çekecek; ama neticede kendi olarak mutlaka dirilecektir.

Asıl mesele ise, bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşu, köklü, eskimez ve sarsılmaz prensiplere uygun olarak mükemmel hazırlayabilmektir. Aksine, içtimaînin kanunları bilinemez, tedavi de ilmî olarak yapılamazsa, ters ve olumsuz davranışlar, her şeyi alt üst de edebilir.

İşte bugün biz, böyle bir “olma” veya “olmama” durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Ya bütün bu buhranlardan sonra derin bir idrak ve iz’anla, milletçe kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz veya bir kısım küçük hesap ve çıkarlar uğruna, çekilen binlerce ızdırabı semeresiz kılacak bir anlayış ve davranışla –Allah korusun– gerisin geriye gideceğiz.

Doğrusu ittifak ve iftirak (birlik ve ayrılık) mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel konulardan biridir. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile, yeni bir dünyaya göre hazırlanmanın gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimaî meselelerin önüne geçen bir mevzu hâline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği anlamsız bir ihtilaf ve iftirak, hissîliğin ön aldığı günümüzde endişe verici buutlara ulaşmıştır. Çok rahatlıkla söylemeliyim ki, dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir.

Toplumumuz, bugün ilmî ve fikrî yapısı itibarıyla olabildiğine sığ, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla oldukça fakir; lider ve rehberleri itibarıyla sahipsiz ve acınacak bir hâldedir. Bağnazlık ve müsamahasızlığın beslenip kaynaklandığı böyle bir vasat yok edilmedikten sonra, ittifak ve ittihadı düşünmek oldukça zor olsa gerek.

Zira, anlaşma ve uzlaşma, her şeyden evvel bir akıl ve mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdet ve gönül birliğidir ki, dayanabilir ve uzun ömürlü olur. Ne var ki, günümüzde daha çok hissî bir vahdet ve kardeşlik söz konusu. Bu ise zayıf, yetersiz ve kısa ömürlüdür.

Belli bir grup karşısındaki toplanmalar ya da düşmanlık duygularıyla bir araya gelmeler, saldırmış veya saldırılmış olma ruh hâleti içindeki derlenmeler, hissî birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir. Bugünkü keyfî ve kemmî (nicelik ve nitelik) buudlarımız içinde böyle bir vahdet, çepeçevre düşmanlarla sarılı bir ülke ve millet için kat’iyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla caiz görülemeyeceği gibi millî istikbalimiz adına da hiçbir şey ifade etmeyecektir.

Öyle ise, iç ve dış ayırıcı faktörleri de hesaba katarak, milletçe birleşmeye esas teşkil edecek ortak noktalarımızın müzakereye getirilmesine ve birliğimizin aklîlik ve mantıkîlikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Evet, gaye ve vesilelerin, hedef ve maksatların tayin ve tespitlerinin yeniden gözden geçirilip, vicdanî bir mukaveleye gönül bağlamaya ihtiyaç vardır. Maddî-mânevî, dünyevî ve uhrevî saadetimizin temel taşı olan vahdetimiz için hiç olmazsa, Anglo-Sakson ve Gall ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem çok şiddetli ihtiyaç vardır.

Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme ve göz açtırmama gibi, akıl, kabiliyet ve dirayet isteyen hususları beceremesek bile, hiç olmazsa, onların oyunlarına gelmeme ve elimizle kendi tükenişimizi hazırlamama idrak ve kabiliyetini göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da…

Farklı düşünce ve anlayış, farklı yaratılmış olmanın neticesidir. Yaradan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet vardır. Ancak şeriat-ı fıtriyedeki âhenk ve intizamı, beşer kendi iradesiyle temin etme mecburiyetindedir.

Makro âlemde cebrîlik, insanlık âleminde ise “şart-ı âdi” çerçevesinde iradîlik hükümfermâdır. İlk varoluş bir ihsan ise de, sonraki her ihsan bir sebebe dayanmaktadır.

İçtimaî birlik ve beraberlik ihsanına mazhariyetin yolu, vicdanların içtimaîleşmesi ve gönüllerde mürüvvet ve insanlık sevgisinin mayalanmasından geçmektedir. Onun için, nefse muhabbet ve tapınmanın ifadesi olan inhisarcılık (ben-merkezcilik), vesileleri, hedef ve maksatların yerine oturtma gibi bir gizli şirk; “Benim elimle olmadıktan sonra, başkalarının getireceği hayrı da, o hayrın vesilelerini de istemem.” türünde bir hakbilmezlik; doğruluğu kendine tâbi olmada görüp, tâbi olmayan herkesi küfre, dalâlete ve günahkârlığa havale gibi hoyratlık ve bağnazlık, vicdanlardan sökülüp atılmadıktan sonra, böyle bir anlaşma ve uzlaşmayı ben şahsen imkânsız görmekteyim.

Her şeyden evvel, temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınılan sun’î nezaket kadar olsun, millet fertlerinin de böyle bir şeye hissedar kılınması elzemdir, zarurîdir, mukaddes birlik ve bekâmızın gereğidir.

Kaldı ki, böyle zarurî ve mukaddes birliğimizi tehdit eden küçümsenmeyecek kadar bir kısım bölücü faktörler var ki, bunların mevcudiyetini kabul etmek de realitenin ifadesidir:

1- Uzun zaman dinî hizmetlerin ortada kalması, sonra da bu vazifenin birbirinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir lider ve yol göstericinin bulunmayışı, her grubun ayrı bir yol tutup gitmesine sebebiyet vermiştir. Bunlardan bir kısmı her köyde Kur’ân kursu açarak; bir kısmı dini ihya edici mahiyette hazırlanmış kitapları okuyarak; bir kısmı entelektüel seviyede adam yetiştirerek ve bir kısmı da siyasî faaliyet sürdürerek milletlerine hizmet etmeyi düşünmüşlerdir. Bu itibarla da, din ve vatan hizmetindedirler; ama ayrı ayrıdırlar…

2- Bu gruplardan her birerleri, kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddit nazarıyla bakmaları, –bu bir mânâda masum olsa da– ayrılığa sebebiyet vermektedir. Zira “Müslümanların vicdanında müceddit telâkkisi olduğu müddetçe –ki kıyamete kadar devam edecektir– dine karşı kötülüklerin arttığı devirlerde, ilmî ve amelî yönleriyle ön plana çıkacak kimseler ve bunlara tâbi olanlar her zaman bulunacaktır.” Kitlelerin fikir ve ruh yapılarının hazırlanmasında ve içtimaînin ölü yönlerine hayat üflenmesinde dahli bulunan bu kimselere müceddit denecektir ki, bunun da çok defa, tâbi olanlar için zararsız olsa bile, mübtedî ve acemilerin elinde ayrılık unsuru hâline gelmesi kaçınılmazdır.

3- Mehdilik müessesesinde de, mücedditlik için vârid olan aynı hususlar zikredilebilir. O korkunç ahir zaman fitnesi karşısında Mehdilik akîdesi, fert için de, cemaat için de bir kurtarıcı simit gibidir. Evet, itikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı bir dönemde, öyle harika bir zat lâzımdır ki, bize göre muhal olan, bütün bu işler için gerekli ıslahatı bir hamlede ve bir solukta yapıversin. Bu ise, ütopik yönleri bir yana, saf düşünce için yadırganacak bir husus değildir. Ancak ferde atfedilen azamet ve cemaatteki asabiyet itibarıyla, ayrılığa sebebiyet vermesi de kuvvetle muhtemeldir.

4- Bunlardan başka, içimizdeki ihtilâfların dıştan körüklenmesini de hesaba katmak mecburiyetindeyiz. İmparatorluklar kurmuş ve asırlarca insanlığın kaderine hükmetmiş bir millet olarak, komşularımız ve muasırlarımız tarafından hiçbir zaman hazmedilemediğimiz de bir vâkıadır.

Neredeyse bin seneden beri sürdürülen bütün “savaşlar, saldırılar, milletimize karşı güdülen bir düşmanlığın ifadesidir.” Silah ambargolarıyla birleşen ticarî ambargolar, müttefiklerimizin bile toplumlar arası bazı meselelerimiz karşısında takındıkları umursamaz tavır, bu arada batılı devletlerin, hatta üyesi bulunduğumuz topluluklarda dahi, bize üçüncü sınıf bir devlet nazarıyla bakmaları, ülkemize ve milletimize hâlâ dostane yaklaşılmadığını göstermektedir. Su yüzüne çıkan bu muamele ve davranışların arkasında bazı menfî tavırların bulunduğunu görmezlik bir körlük olsa gerek.

Bu menfîlikler –menfaate dayanan milletler arası münasebetlerde bir açıdan normal görülse de– tarihî bir vâkıadır. Arkasında şüphesiz farklı bir zihniyet de bulunan bu vâkıa, çeşitli entelijans servislerinin sürekli meşguliyet alanı olagelmiştir.

Tehlike bugün, eskiye nispetle keyfiyet değiştirerek devam etmektedir; evet, eskiden tehlike dışarıdan geliyordu, mukavemet kolaydı; halbuki şimdi bir de içeriden gelen tehlike var. Dolayısıyla, mukavemet nispeten güçleşmiş sayılır. Bulaşıcı bir illet hâlinde bütün cemiyeti saran lâahlâkîlik, bir toplumu ayakta tutacak bütün esasları yıkınca, lâdînî ahlâk, nihilist ahlâk ve şuyûî ahlâk gibi, ahlâk adına çeşitli cinnetlerle mukaddes değerlerine karşı saygısız hâle getirilen nesiller, en utandırıcı ifadesiyle, fikrî ve ruhî nesepsizliğin kurbanı oldular. Ve bugün ürperten bir keşmekeşlik içinde olduklarının farkında bile değiller.

Bu karışıklık ve curcunanın, ehl-i iman kesimine aksetmediğini iddia etmek oldukça zordur. Evet, yerinde mezhep anlayışının değerlendirilmesi, yerinde meşrep ve mizaçların işlettirilmesi ve yerinde etnik havanın kurcalanması, dış mihrakların müracaat noktaları olması itibarıyla dikkat edilmesi gereken bir husustur. Vâkıa dine hizmet eden grupların bu türlü bölücü telkinlere kapıldıklarına, beslenip idare edildiklerine dair ciddî bir karine mevcut değildir. “Bazı gruplar için bu çeşit iddia ve dedikodular var ise de,” iman ve Kur’ân cemaatinin, dıştan direktif almayacağına dair emareler daha kuvvetli görünmektedir. Ancak, cemaatlerin fikrî ve ruhî olgunluğa erememesinden dolayı bağnazlıkların olabileceği ve bunun da dahilî sürtüşmelere yol açabileceği de bir vâkıadır. Böyle bir sürtüşme ise, farkına varılmadan, düşmanın menfur gayesine hizmet etme demektir.

İster Türkiye olsun, ister İslâm Dünyası, hizmet maksadıyla bir araya gelen her hareket için şu tehlikeler her zaman söz konusu olabilir:

1- Bazı büyük zevâtın maddî-mânevî hubb-u câh (makam ve şöhret tutkusu) hissinin işlettirilip, karşı gruplarla rekabete itilmesi.

2- İslâm adına ortaya konan gayretlerde, mukabil hizmet cemaatlerini “yıkma” esasıyla hareket edilmesi.

3- İlim ve fazilet semerelerinin elde edileceği yer ve zaman daha çok uzak istikbal sayılan ahiret olduğu hâlde, bunların her küçük sa’y ve gayret arkasında ve hemen burada beklenilmesi.

4- Çekici ve sürükleyici bir hizmet kadrosunun tesirini kırmak için, ona karşı yeni bir grup çıkarmak ve bu yeni alternatifle, dahilî sürtüşmeler meydana getirilerek, iç ayrılık ve parçalanmalarla o topluluğun eritilip, tüketilmesi.

5- Millete hizmet edenlerin kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşamaları bir esas iken, bunun yerine, başkalarına düşmanlıkla meşgul ve meşbu bulunup, tevfik-i ilâhînin önemli bir vesilesinin yitirilmesi…

Bunlara ilâve olarak, insanımızın tatmin edilemediği, bir kalb ve ruh boşluğuna mâruz kaldığı, kitlelerin bir kısım fantastik düşünce ve sistemlere takılıp, büyük ölçüde kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştırıldığını da zikredebiliriz…

Evet, insanımız, bir taraftan böyle iç âleminin mesnet ve kaidelerinden mahrum bırakılırken, diğer taraftan da, serazat, çakırkeyf bir “şirzime-i kalîl”in ya da “mutlu bir azınlık”ın, hayvanî hisler hesabına sahnelendirdiği iç gıcıklayıcı faktör ve sâiklerle kendi millî çizgisinden uzaklaştırılmış olması da üzerinde durulması gereken ayrı bir konu.

Sosyoloji ve antropoloji uzmanları, yeryüzünde dinsiz bir kavmin yaşamadığı hususunda ittifak hâlindedirler. “Tarihin hiçbir devrinde, yeryüzünün hiçbir noktasında şimdiye kadar dinsiz bir cemiyete rastlanmamıştır.” Din hissi, fıtrî ve tabiîdir. İnsanoğlunu bundan mahrum etmenin, ferdî ve içtimaî bir kısım depresyonlara yol açacağı açıktır. Vicdanı ve kalbi aç bırakılan insanlık, sistemli-sistemsiz, mutlaka kendine göre tatmin yolları araştıracak ve bu tabiî ihtiyacını gidermeye çalışacaktır. Her mizaç ve meşrebin kendi rengini vererek oluşturacağı böyle bir tatmin yolunun nasıl karmaşıklığa sebebiyet vereceği ise, zannediyorum her türlü izahtan vârestedir. “Cemiyette değerler anarşisi ve bunun sonucu da kanlı-bıçaklı müsademe…” İşte, tabiat ve fıtrat kâle alınmadan ortaya atılan hayat felsefesi ve işte binbir curcunanın hüküm sürdüğü perişan vatan..!

Ayrıca, bunca kargaşanın yanında, müstağriplerin durumu da üzerinde durulmaya değer ayrı ve ciddî bir konu. “‘Vatan’ deyince Turancılık, ‘millet’ deyince faşistlik, ‘din’ deyince gericilik ve irtica mânâsını anlayan” bu “Mehlika Sultan Âşıkları”nın bir-iki asırdır ne dediklerini, ne yazdıklarını anlamak oldukça zor. Bir zamanlar bütün yolları Batıya bağlayan, Batı yamaçlarında tenezzühe çıkan ve Batı sahillerine seyahat düzenleyen bu garip ve garip olduğu kadar da ciddî hiçbir hesabı olmayan karbonarilerimiz, daha sonra bütün güçleriyle “emperyalizm” ve “kapitalizm” onikisinden batıya kurşun yağdırmaya başladılar. Bu demekti ki, bizde batılılaşma, herhangi bir muhasebe neticesi olmadığı gibi, başka sevdalarla ona ve sistemine sırt çevirmemiz de, yine şöyle-böyle bir hesap ve plâna bağlı değildi; her şey bir kuru sevdadan ve her hamle bir maceradan ibaretti…

Netice olarak diyebiliriz ki, bu dönemde millî ve dinî değerlerin tahrip edilmesi, bir tarafta mülhit ve ateist bir grubun yetişmesine yol açarken, diğer taraftan da, bir kısım meşru ihtiyaçları giderme yolunda birbirinden habersiz ve sistemsiz, ayrı ayrı grupların, dinî ve içtimaî birer hizmet sahası belirleyerek o yolda faaliyet göstermeleri, pek çok cemaatin meydana gelmesine yol açmıştır. Yer yer bu hizipler arasında sert tartışmaların, endişe verici kavgaların ve ciddî vuruşmaların cereyan ettiği de bir gerçektir. Hele bir de ihlâs ve samimiyet gibi amelin özü sezilememiş ve nefse muhabbet, inhisar-ı fikir de araya girmişse, kargaşa, üstesinden gelinmez buudlara ulaşmıştır.

Bu kadar gâile içinde, mevcudiyeti muhafaza dahi çok zor olduğu hâlde, bir inayet eliyle büyük gelişmelere ve yeni tekevvünlere ulaştırıldığımız –Ulaştıran Rabbimize ruhlarımız feda olsun– şâyân-ı şükrandır.

Gruplaşma hissi, insanın fıtratında vardır ve hükmünü icra etmesi de tabiîdir. Mesele, bu duyguyu zararsız, hatta faydalı kılmaktır. İyiye yönlendirilememiş bu his, çok defa insana da, insanın tabiatına da zıt bir istikamette gelişir ve hem ona hem de başkalarına zararlı olur. Bu his, cehalet, görgüsüzlük, bağnazlık gibi insanın pes yanlarıyla desteklendiği sürece, her an kanlı-bıçaklı kavga hazır demektir. Aksine, ilim ve irfanın, hoşgörü ve müsamahanın yaygınlaştığı nispette de, anlaşma ve uzlaşma ortamının oluşması ve gruplar arası bir “sulh çizgisi”nin belirmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Zannediyorum, böylece, fıtrat ve onun kanunları içinde kısmen reaksiyonlarımız frenlenmiş, hiddet ve öfkelerimiz de baskı altına alınmış olur.

Davanın hakkaniyeti, hedef ve temel prensiplerin vahdeti, metot ve vesile farklılığını tesirsiz kılacak kadar güçlü, köklü ve sarsılmaz olduktan sonra, ehemmiyetsiz bahanelerle ihtilaf çıkarmak, bir çocuk meşreplilik, hakbilmezlik ve mürüvvetsizliğin ifadesidir. Aslında; “Mahlukatın solukları adedince Allah’a (celle celâluhu) vâsıl olan yollar vardır.” gerçeğine bağlı kalınarak, bu yolda her gayret takdir edilmeli, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlanmalıdır.

Başkalarını küfür ve dalâlet içinde görmek ya da günahkâr saymak hem faydasız, hem de tehlikeli bir anlayıştır. Bence, herkes kendi yolunu anlatma, tanıtma ve tavsiye ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol, aklın ve mantığın yolu olduğu gibi, iman ve Kur’ân’ın da gereğidir. Bu yolda “Herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husumet beslemez. Onlara yönelteceği tenkitler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değildir. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün iptal ve tezlîlinde aramaz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir.” Kısacası, herkesle beraber bir hayır yarışında bulunduğunu ve yine onlarla, kıymetli bir hazineyi taşıma mecburiyetinde olduğunu bir lâhza hatırından çıkarmaz. Böyle olunca da, aynı istikamette hareket eden herkesi kendine yardımcı kabul eder, her muvaffakiyete tazim durur, her sa’yi alkışlar ve her yardım elini öper.

Devr-i Risaletpenâhî’de insanlar böyle düşünmüş ve pratik hayat da bu anlayış çizgisi üzerinde cereyan etmiştir. Uzlaştırıcı faktörlerin şuur hâline gelmesine, kardeşlik anlayışının çok ileri seviyeye ulaştırılmış olmasına rağmen, ayrı ayrı çiçek ve semereleri tekeffül eden farklı istidatlara hiç mi hiç ilişilmemiştir.

Bir Ebû Zerr ile Abdurrahman b. Avf’ın, bir Bilâl ile Hz. Osman’ın küçümsenmeyecek kadar farklı mülâhazaları ve teferruattaki farklı görüşleri asla yadırganmamıştır.

İçtimaî birliği zedelemedikten sonra, kabile ve aşiret anlayışına bir ölçüye kadar dokunulmamıştır. Evet, muhacir ve ensar diye iki ayrı şerefli unvana dokunulmadığı gibi, Evs ve Hazrec namları da ilelebet sürüp gitmiştir. Sa’d b. Muaz’ın kabilesine, “Efendinize ayağa kalkın!” derken tabiat-ı beşer teyit buyurulmuş.. ve her kabile ayrı ayrı buyruklar altında cihada götürülürken, hamiyet ocakları, fetih ve zafer hesabına yakılıp tutuşturulmuştur. Hatta aralarındaki fahirlenmelere –cidale girmemek kaydıyla– göz yumulmuştur. “Kur’ân’ı ezberleyenler bizdendir, falan bizdendir, filan bizdendir” şeklinde cereyan eden her şey, hemen hemen hep müsamaha ile karşılanmış ve bir bakıma bunlar, çok hızlı yükselen o cemaat için, birer yükseltme nirengisi oluşturmuşlardır.

… Evet, bütün bunlar vardı, ama ittifak ve âhenk de vardı. Marz-i ilâhîyi kazanma sath-ı mâilinde her fert, senfonizmadaki “intibâkât-ı asvât (seslerin birbirine uygunluğu) keyfiyetinde olduğu gibi, nağmesini umum havaya uyum ritmiyle eda ediyordu; ediyordu, çünkü herkes ruhen olgundu.. hakperestti.. mukaddes bildiği şeylerin ufkunda şehbal açmasının delisiydi.. ve şeâirin tazim görmesini istiyordu. Bu önemli iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, onun için ehemmiyeti yoktu… Gün doğup sabah olduktan sonra, ona ha sultanlık verilmiş, ha bir dilencilik, ne ifade ederdi ki.!

Yeni doğuşun ensar ve havarileri, saadetlerini başkaları için unutmuş büyük diğergâmlar ve etrafın lezzet ve mutluluğuyla gönüllerinde cennet kuranlar olacaktır.

Devrimizdeki gruplaşmalardan biri de, belki de en tehlikelisi, kana ve ırka dayalı gruplaşmadır. Bu da dış kaynaklıdır ve dış kaynaklı olması da, hiçbir münevverin şüphe etmeyeceği kadar kat’îdir.

Kavgaların artık bloklar arasında cereyan ettiği, bütün insanlığı içine alacak şekilde ideolojilerin ideolojilerle çarpıştığı ve büyük bir köy hâline gelmiş bulunan dünyada milletlerin belli birlikler, topluluklar oluşturduğu bir dönemde, böyle bir anlayış oldukça gariptir. Hele hele, bir mıntıkada bulunup da aynı sosyolojik yapıya sahip olan kimseleri çeşitli etnik gruplar hâlinde mütalâa etmek, gayet gülünç ve gülünç olduğu kadar da, yarınki hercümerci hazırlaması bakımından fevkalâde tehlikelidir. Gülünçtür, zira asırlardan beri bir ve beraber yaşama sonucu kavimlerin karışıp kaynaşmasına sahne olmuş vatanımızda, “safkan” dediğimiz şeyi arama, “Levh-i Mahfuz”a muttali olmaya vâbeste bir keyfiyettir. Kaldı ki doğu, batı, güney, kuzey, kısaca, Anadolu’nun hemen her tarafında yerleşmiş, oldukça farklı topluluklar vardır. Ve bunlardan her birinin içinde, değişik “ırk” iddiasıyla teşekkül etmiş gruplar da vardır. Bu gruplardan her birerlerinin bilerek veya bilmeyerek bu gülünç duruma düştüğü de muhakkaktır.

Öyle ise, siyasî, gayr-ı siyasî bütün gruplar için, “vahy-i münzel”in âlemşümul davetine icabetten başka, ne çare ne de mâkul bir mesnet kalmadığı çağrısıyla insanımıza şöyle seslenebiliriz: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın parçalanıp ayrılmayın.” Dün olduğu gibi bugün de böyle bir kardeşliği gerçekleştirmek mümkündür. Elverir ki, bu çok ciddî mesele, ilâhî ifade adesesi altında, akıl ve mantık düsturlarıyla ele alınsın.

Artık bütün meselelerimizi bir his ve heyecan zemzemesi içinde değil de, mukaddes prensiplerimiz çerçevesinde ve âdeta bir içtimaî mukavele şeklinde ele alma mecburiyetindeyiz. Zira, dış mihrakların ürettiği çeşitli alternatifler ve bizim içimizde de bir kısım menfaat gruplarının zuhuru, bundan başka mukaddes gaye ve ideallere karşı hürmet hissinin sarsılması; keza büyük millî dava ve ona bağlı mübeccel mefhumların yerini bir kısım küçük hesap ve çıkarların alması, aradaki rabıtayı daha kuvvetli hâle getirmemizi zarurî kılmaktadır. O da, bütün fasl-ı müştereklerimizi ortaya dökerek, onlarla ayırıcı faktörlerin muvazenesini yapma şeklinde olmalıdır. İman esasları birliği, amel ve ibadet birliği, sonra vatan ve kültür birliği, asırları aşan acı-tatlı kader birliği, haricî düşman ve hasım birliği gibi fasl-ı müştereklerimizi… Evet, bütün bunlar, en mübeccel şeylerden daha bağlayıcı ve birleştirici unsurlar oldukları hâlde, bunların yanında bölünmeyi gerektirecek unsurların, hiç de kayda değer şeyler olmadığı açıktır.

Esasen, Peygamberimiz tarafından da mesele bu şekilde ele alınmıştır. Kelime-i şehadet, en büyük bir esas kabul ve tespit edildiği gibi, eda eden her ferdin de masûniyetinin remzi olmuştur. Üsame’nin şiddetli itap görüp azarlanması, Muhallem’in huzurdan uzaklaştırılıp yüzüne bakılmaması gibi pek çok hâdise var ki, neyin Sâhib-i Şeriat’ça en birinci rabıta ve esas olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Mesele böyle ortaya konunca, ehl-i iman, ehl-i secde ve ehl-i kıble olanlarla anlaşamama, uzlaşamama, hatta onları küfür, sapıklık ve günahla suçlamaya kalkmak, iman ve iz’anla nasıl telif edilir..! Bir de bu işi yapanlar, kitleler üzerinde müessir kimseler olursa, o zaman tahribat kadar, cinayet ve cürüm de katlanmış olmaz mı? Evet, bu umumî dengesizlik mevzuunda en bedbahtlar, “İçtimaî durumu itibarıyla bir hatası binlere bâliğ olan imam, rehber ve liderlerdir.”

Bütün rehber ve yol göstericilere, lider ve başbuğlara umumî vicdanı tamire yönelik bir hususu, bir kere daha hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz.

Sevginiz Allah için, nefretiniz Allah için, öfkeniz Allah için olsun. Gelin nefsanîliğe artık bir son verelim; zira nefsine perestiş edenin ne Hakk’ı, ne de halkı memnun etmesi mümkündür. Gelin, dostlarımızı hak ölçüleri içinde sevelim ve onlara karşı mürüvvetten ayrılmayalım. Düşmanlarımızın entrikalarına karşı da uyanık olalım ve onların oyunlarına gelmeyelim. Farklı düşünce ve farklı anlayışlarımızı düşmanlık vesilesi yapmayalım. Aksine onu bir zenginlik vesilesi olarak değerlendirelim…

Kinin ve nefretin şimdiye kadar hallettiği hiçbir mesele olmadığını bir kere daha hatırlayarak, medenîlere karşı galebenin ancak ikna ile olabileceğine inanarak son bir kere daha birlik ve beraberlik “ahd ü peymân”ında bulunalım.

Birleştirme havarisi gibi, uğradığınız her şahsa “Gelin, birleşelim” deme, münasebetsiz bir tekliftir. Bir de bunu derken, grubumuza davet edası içinde ifade ediyorsak o bütün bütün bir saygısızlıktır. Zira böyle bir tutum, şimdiye kadar en hakperestlerde dahi grup hamiyetini tahrik etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bilakis, uğradığımız kimselerin, hizmetlerini senâ ederek onların rehber ve büyüklerine karşı hürmetkâr olursak, en sert kimseleri bile yumuşatmış oluruz.

Bir mü’min olarak kâinata “mehd-i uhuvvet” (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakıp, her varlıkla münasebet kurma yolunu araştırmak ve hele mutlak surette, mü’minlere karşı daima mülâyim ve difüzyona açık bulunmak çok önemlidir.

Bizi bu noktaya kadar hazırlayıp sevk ve idare eden inayet elinin işlediği hikmetleri de tenkit etmemeliyiz. Kim bilir, belki de henüz rüşdünü idrak edememiş şu heyet-i umumiyenin, belli bir müddet daha, mevcut durum içinde bulunması gerekmektedir.

Ve hepimiz, tenkidi atıp, bir miktar da takdir ve tebcille yaşamalıyız ki Allah da, yardımcımız olsun…

Hizmet İnsanı

Hizmet insanı, gönül verdiği dava uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştırmayacak kadar Rabb’in iradesine inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mesul ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı.. müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri tarumar olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevazi ve müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. uğruna baş koyduğu davanın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî olmalıdır.

İrşad Erlerine

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca bir defa hac yapmıştır. Ama bütün hayatı, tebliğ ve irşadla geçmiştir.

* * *

Allah’ın ihsan ettiği nimetlere muvafık iş yapmayanlar, çeşmelerini kurutmuş olurlar.

* * *

Bazı gözyaşları, pek çok gönlün fethedilmesine vesile olabilir.

* * *

Büyüklük, büyük işler ve büyük plânlarda değil, insanın rıza-yı ilâhîye gözünü dikmesi ve Allah’ın da, “Ben senden razıyım.” demesinde aranmalıdır.

* * *

Sakın tohum atmayı hasat mevsimine bırakma; iki mevsimdeki gayretin de boşa gider!

* * *

İnanan bir insanın, inancını mutlaka amel zeminine koyması şarttır. İman ve amel kişinin duygularını baskı altına alınca, onun davranışlarında da istikamet belirmeye başlar.

* * *

Allah’ın arazisinde bizim tasarrufumuz, mîrî arazide şahısların tasarrufu gibidir.

* * *

İnsanı yaptığı hataları rahatsız ediyorsa, o kimse, günahı sevaptan tefrik edebiliyor demektir.

* * *

Muvaffakiyetin düşmanı refahtır, lükstür. Müslümanların muvaffakiyeti, ancak komando gibi basit yaşamakla mümkündür.

* * *

Çok yumurta ve civciviniz varsa, sakın hepsini bir sepete koymayınız..!

* * *

Tedbir kaderi değiştirmese de, neticede insanı kadere taş atmaktan kurtarır.

* * *

Hüsnüzan başka, hüsnüzan ve adem-i itimat başkadır… Bunların yerlerini tayin, erbab-ı firasetin işidir.

* * *

Tebliğde mühim olan, anlatılan mevzuun ihlâsa iktiranı ve hüsnükabul görmesidir. Hiç kimse, kendi seviyesinden üstün olanlara bir şey tebliğ etmeye çalışmamalı, zira aksülamel yapabilir. Oğul, pederine, talebe hocasına, çırak ustasına, bir şey söylememeli. Ebû Talib’in, Efendimiz’i kabul etmemesi, üzerinde durulmaya değer bir mevzudur…

* * *

Ana ve baba, hiçbir şey için feda edilemez. Ama onlar “İslâm’a hizmet etme!” diyorlarsa, o zaman onlara bu yasaklarında itaat edilmez. Bunun dışında ana-babaya itaat eden, hayatında bereket bulur.

* * *

Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir.

* * *

İnsan, haklı dahi olsa babasıyla tartışmamalı. Celâl sıfatı herkeste cüz’î, küllî vardır. Öfkelenme makbul değildir; ama o, terbiye-i Muhammediye ile terbiyelenirse, düşmanlara karşı vakar, mü’minlere karşı da tevazu şeklinde kendini gösterir.

* * *

İslâm düşmanı olan ve İslâm’a tecavüz eden neşriyat, mutlaka okunması gerekiyorsa, hiç olmazsa dikkatli okunmalıdır.

* * *

Kötülüğe kilitlenmiş şerir kimselere insanca davranarak şerleri önlenebilir. “İnsan, iyiliğin kölesidir.” sözü hatırlanmalı…

* * *

Zatî kıymetleri itibarıyla küçük insanlar, çevrelerinde hep şahsiyetsiz ve küçük adamlar bulundururlar. Bu sayede biraz olsun irtifa kaydedeceklerini sanırlar.

* * *

Şeytan, çok defa hayatını irşad eksenli yaşamayanları yoldan çıkarır. Emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münkeri olmayan kimseler, vahyin bereketinden mahrum kalır. Bu kimselerde kat’iyen ilham esintisi olamaz. Kitaplar yazabilirler, fakat yazdıkları yümünsüz, bereketsiz, karanlık şeylerdir. Emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker yapan insanlardır ki, bunlarda her zaman ilham esintileri görülür. Onun içindir ki bizler, okuyacak, düşünecek ve herkese birşeyler anlatmaya çalışacağız ki, ruhumuz itibarıyla canlı kalabilelim.

* * *

Her mürşidin derdi bu zamanda sadece Allah’ın (celle celâluhu) hoşnutluğu olmalı, hiçbir dünyevî duygu ve düşünce onun için gaye olmamalıdır. Bir mürşit şöyle düşünmelidir: “Şayet yolum bir gün Cehennem’e uğrasa, orada dahi âşina bir sima bulup, hakkı ve hakikati anlatmalıyım.” İşte, asrımızda ihtiyaç duyduğumuz ideal dava adamının düşünce portresi.

Başyücelerin Âmentüsü

Allah için insanlığa hizmet mefkûremizi, nefsanî ve cismanî her arzunun üstünde tutmak; onu bütün beşerî istek ve iştihalara tercih etmek; gerçeği bulup bildikten sonra, umum sevdiklerimizi ve gönül bağladıklarımızı feda edecek kadar kararlı olmak; yüce mefkûremiz adına en tahammülfersâ hâdiseleri göğüsleyerek, gelecek nesillerin saadetine giden yolları açmak; maddî-mânevî bütün hazlardan sıyrılarak, yaşamayı başkalarının mutluluğu içinde ele almak; “hizmette önde, ücrette arka saflarda bulunma” felsefesiyle makam mansıp mücadelesinden, kelepir sevdasından uzak kalmak, varlığımın vazgeçemeyeceğim gayeleridir.

* * *

Bir aksiyon ve harekette önde bulunanlar, mevkileri itibarıyla, onlara ait her güzel huy ve haslet katlanarak arkadakilere intikal edeceği gibi, her uygunsuz hâl ve davranış da, arkadakilerini özlerinden uzaklaştırarak, onları birer sefil ruh ve birer Frenk mukallidi hâline getirebilir.

Muhabbet Fedaileri

Geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak, muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları kuracaktır. Dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu, herkese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneşlerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları…

* * *

Kendilerini, çevrelerine karşı sevgiye göre ayarlamış muhabbet fedailerinin hiddet ve öfkeleri dahi, düzenleyici ve yola getirici olması itibarıyla bir ciddiyet ve mehâbet ifade edeceğinden, hep yapıcı ve yararlı sayılır.

Gaye ve Vasıta

Her iş ve hamlede önce hedef ve maksadın tayin edilmesi lâzımdır ki, insan, vesilelere bağlanıp kalmasın. Millet yolunda verilen hizmetlerde, ruha yön verilip hedef gösterilmezse, düşünceler girdaplaşır, hizmet edenler de bunların zebunu olarak kalır giderler.

* * *

Düşünce platformunda hedef ve maksat daima belirli ve birinci yeri işgal etmelidir. Yoksa, çokluğa gidilmiş ve dolayısıyla da şaşkınlığa düşülmüş olur. Nice çalımlı hamleler vardır ki, gaye ve vasıta karmaşıklığı yüzünden semeresiz kalmış; hiçbir hayırlı neticeye ulaşamadığı gibi, arkada da bir sürü kin ve nefret bırakmıştır.

* * *

Her hamle ve hareket adamının perspektifinde, her şeyden evvel, Yüce Yaratıcı ve O’nun hoşnutluğu olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, bâtılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine bürünmesine ve gaza namıyla cinayetler işlenmesine gidilebilir…

* * *

Hakk’ın hoşnutluğu istikametinde yapılan işlerin zerresi güneş, damlası derya ve bir ânı ebetler kıymetindedir. İş böyle olunca, O’nun hoşnut olmayacağı bir yolla dünyalar cennetlere çevrilse dahi, hiç hükmündedir; kıymeti yoktur ve sahibinin sırtında bir vebaldir.

Vesile ve vasıtaların kıymeti, maksada ulaştırıcılığı ve ulaştırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir. Bu itibarladır ki, hedefe ulaştırmayan, hatta o yolda engel teşkil eden vesileler mel’un sayılmışlardır. Dünyanın lânetlenmesi de, O’nun bu yüzüne aittir. Yoksa, bin bir “Esmâ-i İlâhiye”nin cilvelenmesine âyinedârlık eden ve muhteşem bir meşher hüviyetinde bulunan bu dünya, hem sevilecek, hem de alkışlanacak mahiyettedir.

* * *

Hakkı tutup kaldırma konusunda çeşit çeşit yollar ve vesileler vardır. Bu yollar, hakka saygı ve hakikat düşüncesini geliştirdikleri nispette kıymetlidirler. Bir ev, içinde barınanları mârifetle kanatlandırıyor; bir mâbet, kubbesi altında bir araya gelen cemaatte sonsuzluk düşüncesini mayalıyor ve bir mektep, çıraklarını ümit ve inançla şahlandırabiliyorsa, vesileliğini eda ediyor demektir ve dolayısıyla da mukaddestir. Aksine, bunların hepsi, insanoğlunun yolunu kesmiş birer cadı tuzağıdır. Cemiyetler, dernekler, vakıflar, siyasetler de öyle..!

* * *

Büyük-küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gayesini, varoluş hikmetini sık sık hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılmasın ve semereli olsun. Aksine, hedef ve kuruluş gayesi unutulmuş yurtlar, yuvalar, mektepler, tıpkı yaratılış gayesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters bir çizgide yürür durur da, asla hedefe ulaşamaz.

* * *

İnhisar-ı fikir ve hakkı yalnız kendi cephesinde görme, bir vesileperestlik ve hedefsizlik ifadesidir. Aynı inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gaye düşüncesinden mahrumiyet değilse, ya nedir? Ah, o kâinatı kendi bozuk hendesesine göre idare etmeyi düşünen, nefsin azat kabul etmez köleleri sefil yaratıklar..!

Meşveret

Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur.

* * *

Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur.

* * *

Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir…

* * *

Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir.

* * *

Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir.

* * *

İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır.

* * *

Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.

İhtiyat

İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve mâruz kalınan musibetler neticesinde âh u vâha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebeplere tevessülde gerekli hazırlığı yapamamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver veya kadere taş atar. Evet, onlar, önce tedbirde kusur ederler, sonra da kaderi tenkitle ikinci hataya düşerler.

* * *

Bir hamle ve teşebbüste hedef alınan netice ne kadar büyükse, o uğurda gerekli görülen tedbirlere riayet de o nispette ehemmiyetlidir. Binaenaleyh, bir şahıs, üzerine aldığı mükellefiyetin büyüklüğü ölçüsünde, fayda ve zararları da hesap ederek ona göre işini düzene koymazsa, o, ya teşebbüs ettiği şeylerde gayriciddî bir maceracı veya safderûn bir ahmaktır. Böyle ahmakların hamlesi, ataletlerinden daha zararlıdır.

* * *

Bir insanın umduklarını elde etmesinde tedbir ve ihtiyat büyük bir sermayedir. Bu hususta gösterilecek küçük bir gevşeklik veya ihmal ise, neticede suçlamalara sebebiyet verecek büyük hatalardandır. Akıllı insan, meydana gelmesi muhtemel mazarratlar daha ortaya çıkmadan, onları bertaraf etmek için çareler bulup, yerli yerine yerleştiren insandır. Evet, atalarımızın da dediği gibi, “Hırsız seni çarpmadan, mutlaka sen hırsızı yakalamalısın.” ki, hırsız ve kaderi suçlama arasında gidip gelmeyesin.

* * *

İnsan, her işi bir ön plân ve tedbirle ele almalıdır. Netice itibarıyla da maddî-mânevî bir fayda ve fazilet vaadetmeyen şeylerden kat’iyen sakınmalıdır. Böyle bir ilk tedbirle ele alınmayan her teşebbüs bir abestir ve abesle iştigal ise, o kimsenin aklının noksanlığına ve çocukluğunu yaşamasına delâlet eder.

* * *

Bir şahıs, kendi kadir ve kıymetini, çetin imtihanlar ve nâmüsait şartlar karşısında elde edeceği muvaffakiyetlerle ispat eder ve ortaya kor. Böyle ağır şartlar altında verilen hizmetteki muvaffakiyet ise, her şeyden önce sağlam bir plân ve o plâna göre hareket etmeye vâbestedir. Buna göre, bir ferdin kadir ve kıymeti onun muvaffakiyetleriyle, muvaffakiyetleri ise, teşebbüslerinden evvel alacağı kararlarla mebsuten mütenasip(doğru orantılı)tir.

* * *

İhtiyatlı olma, korkup geriye durmaktan tamamen farklı olduğu gibi, tedbirsizce davranışların da, cesaret ve yiğitlikle hiçbir alâkası yoktur. Vâkıa, birinci şıkta ifrata varıldığı takdirde bir kısım zararların gelmesi bahis mevzuu olabilir; ama bunlar, kat’iyen mevziîdir ve çaresi bulunabilecek zararlardandır. Tedbirsizliği kahramanlık sayanların ulu orta hareketleri ve Donkişotça davranışları ise, her zaman tehlikeli ve rizikoludur.

* * *

Her kötü haslet gibi, sırf bir aldatmaca olan kitle ruh hâletiyle yine kitle avına çıkmak, Batının bize armağan ettiği şeylerdendir. Bu sakat ve nesebi gayrisahih düşünceyi benimseyenlere göre, bir yumurtanın başında bir sürü “gak gak gıdak” normal görülse de, bize göre her millî mesele, bir mercan sabrı ve sessizliği içinde, en kuytu yerlerde ve mercan kuluçkalarının ızdıraplı, fakat gürültüsüz hâllerine uygun bir çizgide cereyan etmelidir.

* * *

İnsanın Hak katındaki yüceliği, himmetinin yüceliğiyle ölçülür. Himmet yüceliğinin en açık emaresi ise, insanın, başkalarının mutluluğu adına şahsî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmasıdır. Bir insan için, bilmem ki, toplumun selâmeti uğruna kendi haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak; hatta kükremesi gerekli olduğu yerlerde dahi öfkesini yutarak dayanmasını bilmek ve şahsî saadetinin bahis mevzuu olduğu her yerde isteklerine hacir koymaktan daha büyük bir fedakârlık tasavvur edilebilir mi?

* * *

Fatih orduların bütün muvaffakiyetlerini atılganlığında görüp de, erkân-ı harpçe plânlara ehemmiyet atfedilmemesi nasıl bir akılsızlık ise, bütün muvaffakiyetleri âmiyâne cesaretlere bağlayıp, tedbire değer vermemek de öyle bir hamakattır.

* * *

Teşebbüsler gibi tedbirler de, Hakk’ın inayetine arz edilmiş birer davetiye ve aynı zamanda, bir hakikatin iki yüzünden ibarettir. Bunların birinde meydana gelecek kusur, çok defa inayetin kesilmesine ve dolayısıyla da muvaffakiyetsizliğe sebebiyet verebilir. Arızasız yol ve yürüyüş ise, her lâhza basiret üzere olmakla kabildir. Ne mutlu bunu idrak edenlere..!

Sabır

Sabır, ağrıları dindiren acı bir ot gibidir; hem can yakar, hem de tedavi eder.

* * *

Her sıkıntı bir kolaylığa gebedir ama, haml müddetine sabretmek gerekir.

* * *

Sabr u sebatla muvaffakiyet, farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler.

* * *

Deryalar, damlalardan meydana gelir; ama damlanın deryalaşacağı zamanı büzmeye kimsenin gücü yetmez…

* * *

Teenni, temenninin en ideal yoludur.

* * *

Acelecinin harmanında en çok bulunan şey hatadır.

* * *

Zirvelerin yolu vadilerden başlar.. tabiî sabırlı olanlar için…

* * *

Başlangıcı zehir, neticesi şeker-şerbet bir şey varsa o da, sabırdır.

* * *

Vak’alar karşısındaki müspet tavrın adıdır sabır; onun için ehlullah, mevsiminden evvel sabrı istemeyi mahzurlu saymışlardır.

Darılma Yok Dayanma Var

Ortalık henüz alaca karanlık içinde iken, etrafa Hakk’ın mesajlarını duyuran sen oldun. Kadirnâşinaslar bilmeseler dahi, bunun böyle olduğuna yer-gök şahittir. Sakın, usûl bilmezlerin hâline bakıp da sitemkâr olma! Ettiğin hizmeti halk takdir etmese de, Hak biliyor ya.!

* * *

Sen, seciyenin gereğini yaptın ve şimdi etrafın âdeta lâlezâr… Çevrende boy atıp gelişen bu kadar gül varken, üç-beş dikenden şikâyet niye? Ve hele bu uğursuzluk, yetiştirmedeki bir kusur ve eksikliğe reaksiyon ise…!?

* * *

Hakk’a dilbeste olmuş bir gönül için, ahiret yolundaki hizmetlerin mükâfatını dünyada istemek görgüsüzce bir davranış değil mi? Hem, dünya ve içindekiler fâni; ahiret ise, akıllara durgunluk veren o güzellik ve ihtişamıyla bâki değil mi..? Öyleyse gel! Hak yolundaki cehdinin karşılığını istemekten vazgeç! Öteler ve ötelerin ötesi bin dünyaya bedeldir.

* * *

Halkın sana karşı olan teveccühünü –haklı dahi olsa– bir büyüklük emaresi sayıp, hüsnü zannın verdiği makamlara bel bağlamamalısın. Ve hele, başkalarını kendinden küçük görme gibi bir görgüsüzlüğe kat’iyen düşmemelisin! Zira Hak katındaki kıymet ve değer, ruh saffeti ve gönül yüceliğine göredir. Cismaniyete değer vererek, etin kemiğin altında kalıp ezilmek ne acı bir tali’sizliktir..!

* * *

Büyüklere karşı hürmet hissi bir esas olsa bile, ona talip olmamak gerektir. Başkalarının sana karşı olan hürmeti, istenmeden ve beklenmeden kendi kendine geldiği takdirde zararsız olmasına karşılık, arzu edilip arkasına düşüldüğünde, vaslına erilmez bir mahbup olur ve insanı sefaletler, ızdıraplar içinde bırakır.

* * *

Halkın büyük görüp ve göstermelerine bel bağlayıp güvenmemelisin! Böyle bir teveccüh, gökler ötesi “hüsnükabul”ün bir aksi olması itibarıyla makbul sayılsa da, arzu edilecek bir şey değildir. İnsanı bir an keyiflendirse bile, çok zamanlar ağlatır ve inletir. Böyle gelip geçici iltifatlarla aldanıp, gönlünü karartmamalısın!

* * *

Hizmetin büyüyüp genişlemesi ölçüsünde, hasımlarınla olduğu gibi, çevrenle de imtihan olacağını hiç düşündün mü? Düşün! Ve Hakk’ın elinde birer imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli ol!

* * *

Sakın, milletine karşı verdiğin hizmetleri, elinin altında bulunanlara ettiğin iyilikleri onların yüzlerine çarparak, çevreni kendinden bîzâr etme! Unutma ki, yaptığın şeyler birer vazife, sen de bir mükellef ve mesulsün!

* * *

Okuduğun kitaplar, düşünüp tahlil ettiğin mevzular ve soluk soluğa Hak yolundaki mücahedelerin nispetinde, mahviyet içinde ve “kahr u lütfu bir bilme” çizgisinde değilsen, her hamlende benliğin kızıl pençesiyle kıstırılacağını düşün ve ürper!

* * *

Zinhâr! Bana, ettiğin hizmetlerin büyüklüğünden, boy boy fedakârlıklarından bahisler açma! Ortaya koyduğun eserlerini mîrî malı gibi, arkadaşlarının gayretine terettüp etmiş ilâhî bir lütuf olarak görebiliyor; hizmette ön saflarda, ücrette gerilerin gerisinde bulunabiliyorsan, rica ederim, işte bana onu naklet!! Naklet ki, şeker-şerbet olan dilin gönlümü âbâd kılsın.

* * *

“İlmim, izzetim, onurum” deyip, nefis türküleriyle düşmanlarını memnun, dostlarını da dilgîr etme! Varsa meziyetin, bırak öbür âlem için sümbül versin, başak bağlasın! Varsa hayatının destanları, meleklerin ebedî nağmeleri olarak kalıp gitsin.

Döneklik ve Sebat

Hakikatı bulma ve ona gönül verme ne kadar ehemmiyetli ise, bulduktan sonra vefalı olup, o yolda sebat göstermek de o kadar önemli ve üzerinde titizlikle durulmaya değer bir husustur. Vâkıa, ruhunda hakikatin aydınlığına ermiş birisinin kolay kolay yol ve yön değiştireceği de düşünülmez ya..! Sabah-akşam durmadan mihrap değiştirenlere gelince bunlar, hakikati bulamamış bir kısım tali’sizler veya onun kıymetini kavrayamamış idraksizlerdir.

* * *

Gönüllerini hakikat ummanına sahil yapmış bahtiyarlar, doyma bilmeyen bir arzu ve iştiyakla, o deryadan gelen dalgaları bağırlarında eritir ve “Daha var mı?” diye ün ederler. Bunlar, aramayı bitirmiş, mihrabını bulmuş ve ruhta oturaklaşmış kimselerdir. Devamlı dalgalanıp duranlara gelince; onlar, ya arama usûlünü bilmeyen bir düzine görgüsüz, ya da arama ile bulmayı birbirine karıştıran muhakemesizlerdir. Sadece arayanlar bulur; bulanlar, yerinde kalır; bulduğunu zanneden sergerdanlar ise, bütün hayat boyu hep aynı yerde döner dururlar.

* * *

Yerinde durup mevziini koruma, düşmanını altetme ve hedefe varmanın en birinci vesilesidir. Cepheyi terkedip ayrılanlar ise, yerlerinden ayrıldıkları andan itibaren kaybetme yoluna girmiş sayılırlar.

* * *

Her cephe firarîsi, evvelâ kendi vicdanında, sonra tarih ve gelecek nesiller karşısında kendini mahkûm etmiş, dolayısıyla da maksadının aksiyle tokat yemiş sayılır. Her yüce davada, yerinde sebat edip cepheyi koruma, bir yiğitlik nişânesidir. Esintilere göre yüzüp-gezen nefsin azat kabul etmez kulları, bunu anlamasalar, anlamak istemeseler de, insan olan insan, hakikati bir kere anlayıp idrak ettikten sonra, menfaatler onun ayağına zincir vuramaz; korku, yolunu kesip onu engelleyemez; şehvet, onun önünü alamaz. O, havada uçar gibi aşar gider bunların hepsini.

* * *

Bir hizmette, durmadan düşünce ve yer değiştirenler, kendilerine karşı itimat ve güven duygusunu sarstıkları gibi, dava arkadaşları adına da hep ümit kırıcı olmuşlardır. Nasıl ki, aşk u şevk içinde yürüyen bir cemaatten bir şahsın kayıp sıradan çıkması, birliğin hareket ritmini bozarak onda karışıklığa sebebiyet verir, öyle de, birbirine kenetlenmiş bir mefkûre kadrosundan bazılarının kopup gitmesi, dostları sarsıntı, bedbînlik ve inkisara, düşmanları da sevince gark eder.

* * *

Sık sık ahd ü peymânını bozarak kararsızlığa düşenler, gün gelir, kendilerine karşı da güven hissini kaybederek, yavaş yavaş başkalarının tesirine girerler. Zamanla bütün bütün şahsiyetlerini de yitiren bu meflûç ruhlar, artık hem kendilerine, hem de içinde bulundukları cemiyete zararlı birer unsur hâline gelirler.

* * *

Bugün bir kısım küçük hesaplar altında kalıp ezilenler ve makam, mansıp, şöhret, şehvet gibi şeylere takılıp kalanlar, menfaatlerin gökkuşağı gibi ufkumuzu saracağı, korku ve endişelerin iradelerimize kement salacağı günlerde bilmem ki ne yapacaklar..?

* * *

Beşer tarihi, kalelerin, şehirlerin, binlerce levent ve serdengeçtinin kan-ter içinde mücadelesi ile elde edildiğini, çok defa da, bir hain ve bir nâmerdin kalleşçe davranışlarıyla ebediyen kaybedildiğini gösteren vak’alarla doludur. Bunların sadece bir millete ait olanı bile, kâmuslara sığmayacak kadar çoktur…

* * *

Ah, kâtil şöhret, imansız şehvet, nâmert tamahkârlık!.. Nice ruhlar, semtinize bir kere uğramakla sararıp soldu. Nice gönüller, sizin ikliminizde hazan vurmuş gibi yaprak yaprak dökülüp gitti. Ve nice servi kametler, sizin şûh kahkahanızla mâbetten ayrılıp, meyhaneye düştü. Evet, atmosferinize uğrayan yiğitler kılıbıklaştı, sünepeleşti; civanlar da civarınızda pîr olup gitti!..

İnanan Bir Kere Aldanır

Her yüce ideal ve yüksek mefkûre, sistemli düşünce ve sıhhatli bir plânda varlığa erer, taraftar bulur ve günde birkaç defa müntesiplerinin tali’ine tebessüm eden bir mihrap hâline gelir. Bu destek ve kaideyi bulamayan dava ve düşünceler ise, daha doğmadan, ölür giderler.

* * *

Varlığı-yokluğu, derlenip toparlanması ve dağılıp gitmesi bize ait olmayan mesnetlere, kuvvetlere ve dönüp duran yelpazelere ne bir hüküm, ne de bir dava kat’iyen bina edilmemelidir. İdeallerinin gerçekleşmesini bunlara bağlayanlar hep aldanmış; geleceği bunların üzerine kuranlar, yapıp ortaya koydukları şeylerin enkazı altında ezilip gitmişlerdir.

* * *

Bir davada mefkûrenin ulviyeti, düşünce ve plânın sağlamlığı, o davayı temsil eden fertlerin yürekten ve ihlâslı olması, çok ehemmiyetli unsurlardır. Ne var ki, yapımı tasarlanan herhangi bir iş için sebeplerin seçimi ve beklenen neticeye göre işlerliği de, aynı derecede mühimdir. Neticeye götüreceği denenmemiş ve bir yüce divandan teyit görmemiş sebeplerle yola çıkanlar, kendilerine bel bağlayanları yanıltarak inkisara uğrattıkları gibi kendilerine de yazık etmiş olurlar.

* * *

Hak, yine hakka istinat ettirilmeli ve en doğru yollarla araştırılmalıdır. Onu, hak düşüncesinin bilinmediği iklimlerde araştırmak bir gaflet, bâtıl sebeplerin karanlık atmosferinde takip etmek ise, bir aldanmışlıktır.

* * *

Menfî düşünce ve menfî mekanizmalar üzerine müspet şeyler bina edilemez. Müspetin menfîler arasındaki yeri, tıpkı dönen kapıların boşlukları arasında yürümek gibi olmalıdır. Yürüme durmamalı, geçip gidilmeli ve kat’iyen müsademe edilmemelidir.

* * *

Bâki hakikatler, geçici ve değişken şeylere bağlanamaz. Yüzüp gezen bir adaya en hayatî tesislerin kurulması ne ise, idare ve dümeni değişik güçlerin elinde olan sistemlere bağlı kalarak hizmet etmek de aynı şeydir.

Zıtlıklar

Duygu ve düşüncede saflaşıp özüne ermeyi, insanî melekelerini geliştirip rabbanîleşmeyi düşünüyorsun; cismanî zevklerden sıyrılıp, behîmî arzulara başkaldırmadan nasıl olacak ki..!?

* * *

Gönül hayatında “tevhid”e ulaşmayı ve ruhanî zevklere gömülüp gitmeyi arzuluyorsun; içinde binbir kötü duygu kol gezerken ve sen, her dönemeçte bedenî hazlarına “evet” derken nasıl olacak ki..!?

* * *

Kanatlanıp pervâz etmeyi, yükselip gökler ötesi âlemlere varmayı hayal ediyorsun; bir çocuk gibi, şu dünyanın çamur ve balçığına bağlı kaldıktan sonra nasıl olacak ki..!?

* * *

Ufkunda hep yeni şafakların sökün edip tüllenmesini bekliyorsun; yüce ideallerle gönlünü donatmadan, kükreyip eski yerini almadan ve bir çığlık olup, dünyanın bağrında inlemeden nasıl olacak ki..!?

* * *

Asırlardan beri üst üste yığılmış problemlere çözüm getirmek istiyorsun; azim deyip, ümit deyip o yolda yıllarca, asırlarca beklemeye kararlı olmadıktan sonra nasıl olacak ki..!?

* * *

Vatanın yükselmesinden, insanımızın mutluluğundan söz ediyorsun; mektep, kışla, tekye (ruhu) üçlüsüyle nesilleri kanatlandırıp, bütün şeytan üçgenlerinin üstüne yürümedikten sonra nasıl olacak ki..!?

* * *

Gönlünce varlığa ermeyi ve duygu dünyan itibarıyla hayattan kâm almayı özlüyorsun; gün batıncaya kadar orucunu bozmadan bu bezmi devam ettirmezsen, nasıl olacak ki..!?

* * *

Dünya devletlerinin, bel kırıp boyun bükerek emrine âmâde olmasını diliyorsun; kendine gelip miskinliği üzerinden atmadan, şahlanıp bir Fatih ve Yavuz kesilmeden nasıl olacak ki..!?

* * *

Hep gözlerde ve gönüllerde olmayı, alkışlanıp göklere çıkarılmayı umuyor ve bekliyorsun; her gün elli defa ahd ü peymânını bozduktan sonra nasıl olacak ki..!?

* * *

Kendini eksiksiz ve kusursuz görüyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyorsun; her gün sırtında bin günahla cemiyet içindeki hâlin ve davranışlarındaki bu tutarsızlığınla nasıl olacak ki..!?

Hizmet Düşüncesi

İnsanımıza hizmeti hedef almadan yaşanan bir hayatın, içinde binbir ihtirasın kol gezdiği vahşilerin hayatından farkı ne?

* * *

Doğruluk ve hak istikametindeki her hareketi alkışlamak, hakka karşı saygılı olmanın ifadesidir. Hakkı sadece kendi meslek ve meşreplerine münhasır görenler, inanın, çok geçmeden kendi kendileriyle yapayalnız kalacakları gibi, hak telakkisinde de hep değişip duracak ve kat’iyen istikrara ulaşamayacaklardır.

Her Seviyedeki Temsilci

Her kademedeki temsilci için doğruluk, emniyet, vazife şuuru, emsaline nispeten üstün idrak, geleceği bugünle beraber görüp sezebilme vasfı ve her şeye rağmen iffetli yaşamak şarttır. Bir idareci için bu vasıflardan birini kaybetmek ciddî bir eksiklik ve temsil edilenler adına da bir bahtsızlıktır.

İç – Dış Bütünlüğü

Dünyayı düzeltmeye kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevrelerine misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etrafa sunacakları mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da, sürekli tesir bırakamayacaktır.

İdeal Ruh

İnsanları aydınlatma yolunda koşanlar, hep onların saadetleri için çırpınıp duranlar, hayatın çeşitli uçurumlarında onlara el uzatanlar, kendilerini idrak etmiş öyle yüce ruhlardır ki; bunlar, içinde yaşadıkları cemiyetin koruyucu melekleri gibi, toplumu saran musibetlerle pençeleşir, fırtınaları göğüsler, yangınların üzerine yürür ve muhtemel sarsıntılar karşısında daima tetikte bekler dururlar.

* * *

Meslek tercihinde, o mesleğin irşada elverişli olup olmamasını birinci derecede ölçü kabul etme, hakikate saygılı kalma ve kadirşinaslık ifadesidir. Çevrenin değişik cazibedâr şeylere çağrısı karşısında sarsılmadan bu yolda yürüyenler, geleceğin tali’li mimarları olacaklardır.

Yüksek İradeler

Yüksek irade ve yüksek karakterler, ellibin defa kazanlarda kaynatılıp, defalarca değişik kalıplara sokulsalar da, yine benliklerinden bir şey kaybetmeyecek ve özlerini koruyacaklardır. Ya, günde birkaç defa düşünce ve yol değiştiren iradesiz yaratıklara ne demeli.?

Garipler

Garip, yurdundan-yuvasından uzak kalan, dostundan-ahbabından ayrı düşen değildir. O, yaşadığı dünya içinde bulunduğu toplum itibarıyla hâlinden, yolundan anlaşılmayan; yüksek idealleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı ve fevkalâde himmet ve azmiyle, menfaat ve çıkar gruplarıyla sık sık zıtlaşıp çakışan, çevresi tarafından yadırganıp irdelenen ve her davranışıyla garipsenen insandır.

Millet Yolu

Yolumuz, millet ve memleket hesabına, her hayırlı iş ve her teşebbüsü alkışlama ve ona hizmet veren kutlular ordusuna arka çıkma yoludur. Tekfir ve tadlile mukabele etmeyecek, tel’in ve bedduaya “âmin” demeyeceğiz..!

İttifak Düşüncesi

Herkes kendi cephesi adına teslimiyet istiyor, silm istemiyor. Halbuki Allah (celle celâluhu) “Topluca silme girin.” diyor.

* * *

Gelin, ittifak edemiyorsak da, hiç olmazsa ihtilafa düşmeyelim veya aramızdaki meseleleri, farklılıkları büyütmeyelim.

* * *

Cemaate Allah’ın bir hususî lütfu vardır ki, onu bütün gayretlerine rağmen ferd-i ferîdler dahi elde edemezler.

Önce Plân

Herhangi bir iş ve teşebbüsü plânlarken, neticeye götürücü sebeplerin yanında ihtimalî engeller de bir bir gözden geçirilmelidir ki, daha sonra zuhur edecek aksiliklerle ne kader tenkit edilsin, ne de bizlere güvenenlerin itimadı sarsılsın.

Plân

Bir atölye, bir fabrika iyi bir plân, sağlam bir fizibilite üzerine kurulduğunda, devamlılık ve istikbal vaadetmesine karşılık, temelinde sağlam bir düşünce, esaslı bir hesap bulunmadığı zaman fiyasko ile neticelenmesi mukadderdir. Ya bütün bir millete ait işler; devlet idaresi ve insan gibi her yanı ayrı bir bilmece olan bir anlaşılmaz varlığın insanlığa yükseltilmesi..!

Netice ve Encâm

Başlangıçtaki gürültü ve çalım değil, neticedeki salkım önemlidir.

* * *

Encâmı düşünülmeden karar verilen işlerin akıbeti çok defa nedametle noktalanır.

* * *

Tilkilere kümes bekçiliği yaptırılmaz!

* * *

Yarın sana tuz-biber yutturulmasına vesile olacak bugünkü bal ve kaymak, zehirden daha acıdır.

* * *

Encâm itibarıyla sevinme, tam sevinmedir.

* * *

Zararlı zannedilen çok şey netice itibarıyla yararlı, yararlı zannedilenler de zararlı olabilir.

* * *

Sıkışmanın en son noktası, boşalıp-rahatlamanın başlangıcıdır.

Dava Adamı

Hak erlerinin ille de postnişin olmaları şart değildir.

* * *

Dava adamı, ne muzafferiyetinde, ne de mağlubiyetinde tavrını değiştirmez.

* * *

İbn Erkam evlerinde yetişmeden, yani sabırla pişip olgunlaşmadan her beklenti ham hayaldir.

Vesile – Gaye

Hak olan maksuda, bâtıl vesilelerle varılmaz. Kullanılacak vesileler de mutlaka hak olmalıdır.

Bâtıl Vesile

Yalan ve mübalâğaya bina edilen sistemler, çok uzun ömürlü olsalar da, er-geç kurucularının başlarına yıkılır giderler de, esefli birer rüya ve hasretli birer hayal olurlar.

Rahata Düşkünlük

Her yüce dava ve hakikat, temsilcilerinin kararlılığı, sadakati ve onu muhafaza hususunda gösterecekleri gayretle devamlılık kazanır ve âlemşümul bir hüviyete ulaşır. Aksine böyle bir dava, düşmanlarının sık sık saldırı ve tecavüzlerine karşılık, idrakli, sadık, vefalı dostlardan mahrum ise, er-geç yıkılmaya ve hafızalardan silinip gitmeye mahkûmdur.

* * *

Akıcılığını kaybedip hareketsiz kalan sular kokuşup bozulduğu gibi, kendini rehavete terkeden tembel kimselerin de çürüyüp zayi olması muhakkaktır. İnsanda rahat etme arzusu, ilk ölüm alarmı ve işaretidir. Ancak bir fert, hissiyatıyla felç olmuşsa, ne bu alarmı duyar, ne de bu işaretten bir şey anlar. Tabiî, dostların ikaz ve uyarılarından da…

* * *

Tembellik ve tenperverlik, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerindendir. Kendini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, bir gün zarurî ihtiyaçlarının dahi, başkaları tarafından karşılanmasını bekleme gibi bir zillete dûçâr olacaklarında şüphe yoktur.

* * *

Bu rahat ve rehavete düşkünlüğe aşırı haneperestlik de eklenince, artık mücahede hattının terkedilmesi ve ferdin ruhen ölmesi mukadderdir. Bir de, bu gerisin geriye gidiş sezilemiyor ve durum, sırta geçirilen erkeklik urbasıyla değerlendiriliyorsa, o hepten bir fezâat ve felâkettir.

* * *

Mücadele aşkı ve “serhat tutkusu” sayesinde, küçük bir aşiretten koca bir imparatorluk doğmuştur. Bir gün gelip de, bu aşk ve arzunun yerini harem sevdası alınca, koskoca bir millet yerle bir olmuştur.

* * *

Harem aşkı ve haneperestlikle nöbet yerini terkedenler, çok defa maksatlarının aksiyle tokat yemiş, sıcak yuvalarından ve cıvıl cıvıl çocuklarından da olmuşlardır. Savaşması gerektiği yerde erkekçe savaşmasını bilemeyen Endülüslü bir kumandana, anasının itap dolu şu sözü ne kadar mânidardır: “Cephede erkek gibi dövüşmedin, bari otur, avratlar gibi ağla!!”

* * *

İnsanın değişikliğe uğrayıp çürümesi, âheste âheste ve fevkalâde sessizce cereyan eder. Hatta bazen, küçük bir gaflet, kafileden az bir ayrılış, zayi olup gitmeye sebebiyet verebilir. Ne var ki, böyleleri, kendilerini hep aynı çizgide ve mevzilerinde gördüklerinden, çok defa minare gibi bir zirveden kuyunun dibine düştüklerinin farkına bile varamazlar!

* * *

Mücahede hattını terkedenler, her firarî ve cephe kaçkınında bulunması tabiî olan suçluluk ruh hâletiyle, kendilerini müdafaa ve hizmet veren arkadaşlarını tenkit düşüncesi içine girdiklerinden artık böyle bir sapmışlıktan kurtulup, yeniden kendilerine has çizgiye gelmeleri imkânsız gibidir. Âdem Nebi (aleyhisselâm) sürçtüğü zaman, kusurunu itiraf sayesinde, sıçrayıp bir hamlede yerini almasına karşılık, İblis o büyük yanlışlığına rağmen, nefsini müdafaaya kalkıştığından ebedî hüsrana uğramıştı…

* * *

Azim, irade ve şuurlarıyla felce uğramış kimselerin bazen, etraflarındaki insanların cesaret ve kuvve-i mâneviyeleri üzerinde de büyük tesirleri görülür. Hatta böyle bir iradesizin göstereceği küçük bir tereddüt, az bir çekinmenin, yüz ferdin hakikî ölümleri kadar sarsıntı ve ümitsizliğe sebebiyet verdiği çok görülmüştür. Böyle bir hâl ise, sadece, millet ve vatan düşmanlarını yüreklendirip cesaretlendirmeye ve iştihalarını kamçılayıp üzerimize saldırtmaya yarar.

* * *

Dünyanın cazibedâr güzellikleri, mal ve evlât birer fitne, birer imtihandır. Bu imtihanın en başarılı talebeleri de, sabah-akşam gönül verdikleri hakikate bağlılık “ahd u peymânında” bulunan, azimli, iradeli, kararlı tali’lilerdir.

Makam Düşkünlüğü

İnsanda pek çok iyi şeylerin özü ve çekirdekleri bulunduğu gibi, bazı maslahatlar için kötü şeylerin esasları da onda mevcuttur. Meselâ, hasbîlik, samimiyet, diğergâmlık, istiğna gibi güzel huyların yanında, çok kimsede, makam sevgisi, mansıp düşüncesi, görünme arzusu nev’inden kalbi öldüren ve ruhu felç eden kötü hasletler de bulunur. Bu itibarla, insanlarla münasebetlerimizde, onların bu tabiî tarafları da nazarı itibara alınarak alâka kurulmalıdır ki, hayal kırıklığına uğramayalım.

* * *

Hemen her insanda az-çok bulunması tabiî olan makam arzusu, şöhret hissi ve mansıp düşüncesi, eğer meşru şekilde tatmin edilmezse, kendilerini bu arzu, bu his ve bu düşünceden kurtaramayanlar, hem kendilerine, hem de içinde yaşadıkları topluma çok zararlı olabilirler. Tıpkı, doyma noktasına ulaşmış bir nesnedeki boşalma temayülüne karşı koymanın, depresyona, tahribe, aritmiye sebebiyet vermesi gibi; ruhunda şan ve şöhrete yenilmiş derbeder gönüllerin de bu içten arzuları uygun bir yola kanalize edilmezse, kendi dünyamız hesabına tahribat kaçınılmaz olur.

* * *

Böyle ham ruhların, nefislerini tatmin yolundaki nisbî şer sayılan her hareket ve faaliyetleri, bir ölçüde ruhun darbelenmesi sayılsa da, netice itibarıyla bir kısım şerlerin önlenmesine ve nisbî güzelliklere vesile olması bakımından “ehven-i şer”, hatta dolaylı olarak bir hayır da sayılabilir. Evet, gırtlağına “hakk-ı temettu” arayan bir ses sanatkârı, fuhşa ait şarkılarıyla etrafımıza sis ve duman püskürteceğine, ilâhî bir nağme, canlı bir kaside ve mevlitten bir bahisle boşalması daha az zararlı, hatta bazıları için hayırlı dahi sayılabilir.

* * *

Samimiyet ve ihlâs, yapılan bir işin ruhu ve o işi yapanın da vasfıdır. Buna göre, yapılan herhangi bir amelin Yaradan’ın nezdinde makbul olması, o amelin yürekten ve karşılık beklememe niyetiyle yapılmasına, yapanın kalbine de Hak rızasından gayrı bir şeyin girmemesine bağlıdır. Ne var ki, her ferdin bu ölçüde hizmete muvaffak olabilmesi oldukça zordur. Binaenaleyh, böylelerinde şer veya hayrın hâkim olmasına göre kanaat yürütülmelidir. Evet, öyle işler vardır ki, gösteriş ve âlâyiş tarafı ağır basmakla beraber, ideallerimize, mukaddes düşüncelerimize ve insanımıza mutlak surette zararlı olduğu iddia edilemez. Bunlar, yaptıkları işlere şahsî arzu ve isteklerini karıştırabilir, Hakk’ın rızasını her zaman düşünemeyebilir, yaptıkları yanlışlıklar karşısında iki büklüm olup âh u enîn etmesini bilemeyebilirler; ama, inançlarında ve istikametlerinde Hakk’ın yanında olmadıklarını söylemek de kat’iyen doğru değildir.

* * *

Bütün bunlarla beraber, bir heyet içinde hizmet veren fertlerden her biri bizzat ve müstakillen vazife gördüğü sahayı temsile kalkışır, ona bakarak başkaları da kendi sahalarında görünme arzusuna kapılırlarsa, toplum disiplini bozulur, her şey alt üst olur ve süratle anarşiye gidilir. Daha sonra ise, şahısların bencillikleri hesabına cemiyetin her kesiminde münferit hareketlere yol açılır; derken ayak başa, baş da ayağa karışarak, merkezî otorite bütün bütün yıkılır gider.

* * *

Bir hükümet içindeki muvaffak simalar, bir devlet bünyesindeki aktif unsurlar, bir müessese içindeki fatih ve dinamik ruhlar, şahsî kabiliyet ve muvaffakiyetlerine göre arslan payı talep ettikleri takdirde, o hükümet felç olur, o devlet yıkılır, o müessese de, yüz ağzı bulunan bir ucûbeye döner. Hükümet kendi disipliniyle, devlet kendi esâsât ve prensipleriyle, bir ordu da itaat ve inkıyadı, emir ve kumanda esasına saygısıyla vardır. Bunun aksini iddiaya kalkışmak, dünden bugüne varlığımızın teminatı olan bu hayatî unsurları görmezlikten gelmek demektir.

* * *

Keşke gönüller, Yüce Yaratıcı’nın verdiğine ve vereceğine kanaat ederek, her bucakta O’nun hoşnutluğunu arayabilselerdi! Ama öyle anlaşılıyor ki, ellerindeki fenerin sönük ışınlarına kanaat ederek, güneşin aydınlatıcı tayflarına sırtını dönen bir kısım bencil gönüller, daha bir süre miyop bakışlarını düzeltemeyecek ve aydınlık kapıyı bulamayacaklar!..

Yitirilen Gerilim

Her muvaffakiyet, bir önceki çile, gerilim ve hamlenin neticesi, bir bakıma ikinci bir muvaffakiyetin de sebep ve başlangıcıdır. Elverir ki, neticeye ulaşan kimseler, zafer sarhoşluğuyla kendilerini rahat ve rehavete terk etmiş olmasınlar!

Ölçü Bozukluğu

Dünden bugüne bütün fenalar ve fenalıklar, onların daha kötüsü nazara verilerek millete kabul ettirildi. Hatta, “ehven-i şer” diye alkışlattırıldı. Tıpkı “Dinsizi görünce, imansıza rahmet okuma” atasözünde olduğu gibi… Bu hain fikir hangi mel’un sistemden kaynaklanırsa kaynaklansın, inançlarımız, tarihî düşüncemiz, örf ve âdetlerimiz adına böyle bir izafîliği mutlak bir gerçekmiş gibi kabullenip ölçü hâline getirmek, sonu gelmeyen bir soysuzlaşma ve yozlaşmaya “evet” demekten başka bir şey değildir.

İfrat ve Tefrit

Her düşüncede ifrat ve tefrit olabilir. Her ikisi de öldürücü zehir hükmündedir. Evet, saffet ve sadelik derken, her şeyi kılık ve kıyafet derbederliğinde, eski bir post, kırık bir çömlek, örümcekli bir yuvada arayanlar yanıldıkları gibi, onu başa geçirilen bir Frenk külahında ve dekolte bir tayyörde arayanlar da yanılmışlardır.

Bedevîce Tasavvur

Tasavvurlar, bir yüce ideal istikametinde sıralanır ve hayaller akıldan destek görürse, insan, aydınlık düşüncelere ve peşi peşine muvaffakiyetlere ulaşabilir. Aksine, bedevîce tahayyüllerin, ne ilmî hamlelere, ne de gerçeği bulmaya hiçbir yararı yoktur.

Bencillik Girdabı

İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır; vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağan. Böyle yapılmadığı takdirde o, kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit hâline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı’yı, O’nun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu; eksiklik ve kusurların O’nun semtine sokulamayacağını idrak edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu mârifet ve muhabbet ateşiyle benliğini eritip bitirecek; sadece Yüce Yaratıcı’nın varlığıyla bakıp görecek, O’nunla düşünüp O’nunla bilecek ve sadece O’nunla soluklanacaktır.

* * *

Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk’ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar ve aradıklarını “ego”nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca dere-tepe demeden aşıp gitseler de, bir çuvaldız boyu yol alamazlar.

* * *

Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat’iyen fazilet vaadetmez ve ilâhî dergâhta kabul göremez. Kendini aşamamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır.

* * *

Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona kapılanları, şeytanın akıbetine uğratacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdafaaları bile, güm güm birer benlik melodisidir. Âdem Nebi (aleyhisselâm), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık; İblis, her kelimesi gurur ve inat, her ifadesi küstahlık sayılan mazeretler sayıp döküyordu…

* * *

Benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı, zekâ ile, cemal ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır… Bu sıfatlardan hiçbiri, insanın zatî malı olmadığından, bu husustaki her iddia, hakikî Mal Sahibi’nin gazabına bir vesile ve davetiye sayılmış ve bu mağrur ruhların helâkiyle neticelenmiştir.

* * *

Ferdin şahsî dünyasını tesir altına alan “ego”, bir cemaat benliğiyle de omuz-omuza verince, bütün bütün devleşir ve mütecaviz bir ifrit hâline gelir. Artık böyle azgınlaşmış bir ruhun elinde en hayırlı şeyler dahi simsiyah bir bulut kesilir ve etrafa gülle, bomba yağdırmaya başlar. Evet, böylelerinin elinde ilim, bir yalancı ışık; servet, çalım ve cakaya vesile; gönül, bir çıyan yatağı; cemal, çevreye ekşilik saçan bir gam sayfası; zekâ, başkalarını hafife alan uğursuz bir şaklaban hâlini alır.

* * *

Öteden beri maddeci felsefe, benliği; peygamberlik de, hakkı ve mahviyeti temsil etmiştir. Evvelkilerin yolunda şüpheler, tereddütler, aldatmalar, şiddet ve hiddetler; aysberglerin birbiriyle çarpışmaları gibi korkunç müsademelerle dağılıp parçalanmalarına karşılık; ikincilerin yolunda aydınlıklar, gönül inşirahları, birbirinin imdadına koşmalar ve birbirini desteklemeler vardır.

* * *

Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh hâleti, o kimsede bir eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle varlıklarını gerçek Mal Sahibi’ne feda edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir çalım, her ifadeleri gürül-gürül benlik, her mahviyet tavrı ve tevazuları da ya bir riya ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır. Bin nefrîn hak bilmez bencillere!

* * *

Bencilin hakikî dostu olmadığı gibi, vicdanî huzuru da yoktur.

Mecmua Hakkında Bir Başka Mülâhaza

Elinizdeki bu dergi (Sızıntı) ile hizmet edenler, yaptıkları vazifeyi onun tirajıyla sınırlı görürlerse aldanmış olurlar. Zira o, muhteva zenginliği, tertip-tanzim güzelliği ve ilimleri ele alıştaki yenilikleri itibarıyla, kendisini misal olarak kabul eden bütün mecmuaların ruhuna girip onlarla yaşadığından, bütününün sayısına denk tirajı olduğu söylenebilir.

Sonsuzluk Yolunda

Yüce Yaratıcı ki, varlığı varlığımızın sebebi, ululuğu kâinatları ihata etmiş; ışığı her şeyde nümâyândır. Gökler ve yer O’nun nurunun akislerinden birer parıltı, varlık bütünüyle, O’nun kulağı küpeli kölesidir. O, gönlü hakikate ermiş olgun ruhların ebedî mihrabı, O, duygularıyla kanatlanmış âriflerin duyup bildikleri tek varlık ve O, biricik kıble… O’nu bırakıp başkasına koşmak bir divanelik; O’ndan başkasına dert yanıp içini dökmek bir aldanmışlıktır. O’nun kapısından ayrılanlar ebedî hüsrana uğrar ve yolda kalırlar; O’nun ışığıyla aydınlanmayan gönüller serap kovalar ve beyhude yorulurlar. Bir baştan bir başa kâinatlar O’nun ışığıyla aydınlığa kavuşur ve bir kitap hâline gelir. Zaman, O’nun yolundaki sihirli soluklarla itibarîlikten çıkıp, bir mânâ ve kıymet kazanır…

Eşyayı var edip düzene koyan ve bin bir dille konuşturan O’dur. O var etmeseydi, hiçbir şey kendi kendine meydana gelemez; O düzene koymasaydı, hiçbir şey nizam bilemezdi. O’nun inayetiyle kâinatlar bir insan, nizam da bir lisan hâline geldi. Her şey O’nu mırıldanıyor ve O’nun güzellikleriyle sermest!.. Varlık O’na ayna olmayacaksa, paslı demirden farkı ne? İnsan O’nu anlatmayacaksa ona insan denir mi? Ah, karanlık ruhlar; vicdanın feryadını duymayan sağırlar! Daha ne zamana kadar oyuncaklarla teselli olup gerçeğe gözlerinizi kapayacaksınız!..

İnsanoğlu, çepeçevre madde ile sarılı bir dünyada varlığa erdiği için, ilk defa “duyu organları” ile tespit ettiği şeylere inanır; sonra da bunların ifade ettiği mânâlarla, benliğinin boynuna dolanmış tasmayı kırarak, vicdanındaki hakikati görmeye çalışır. Ne var ki, bazen bu ince zincire takılıp kalanlar ve hayatlarının sonuna kadar, bir adım bile ilerlemeye muvaffak olamayanlar da az değildir. Onun içindir ki, etrafımızı saran eşya, her ele alınışında bir kitap gibi okunmalı ve bir koro gibi dinlenmelidir. Okunup dinlenirken de, kitabı yazandan, senfoniyi idare edenden gaflet edilmemelidir. Aksine, vicdanında hakikatin soluklarını duymadan, kâinatı didik didik eden ve delillerde boğulan budala, hiçbir zaman O’nu bulamayacağı, huzuruna eremeyeceği gibi; O’nun beyan ve kitabıyla göz ve kulağındaki perdeleri delip, vicdanındaki hakikate yükselemeyen tali’siz ruhlar da, O’nu tanıyamayacaklardır.

Ey varlığıyla varlığımızı ışıklandıran, gözlerimize nurlar serpip, bizleri nefsanî karanlıklardan kurtaran Rahmeti Sonsuz! Eğer Senin, kâinatları aydınlatan bu ezelî ışığın olmasaydı, bizler, hiçbir şeyi doğru göremez ve hiçbir isabetli hükme varamazdık. Biz hepimiz, Senin inayetinle varlığa erdik –inayetin başımıza taç olsun!– Senin bildirdiklerinle gerçeği öğrendik! Eğer lütfedip de varlığını ruhlarımıza duyurmasaydın, nereden Seni bilecek, nereden itminana erecektik..?

Her varlığı bir dil ve bu diller arasında insanı bir bülbül yapan Sensin –Seni anlatanlar eksik olmasın!– Evet, böyle yapıp da dört bir bucağa serpiştirdiğin âyetleri okutturdun ve vicdanlarımızdaki ebedî hakikati bizlere bir kere daha duyurdun! Bu sayede Var Eden’le varlık arasındaki münasebeti seziyor, kalbimizdeki mârifet fevvâreleriyle Sana yükseliyoruz. Ve yine bu sayede, nefsin karanlık labirentlerinden, hissiyatın girdaplaşan bilinmezliklerinden kurtuluyor ve korunmuş oluyoruz. Seni bilmekle bilginin özünü elde ettik ve eşyanın ruhuna işlediğin güzelliklere muttali olduk. Ve eğer şimdi her varlığın simasındaki hikmetleri seziyor, tabiattaki her seste, bir mûsıkî zemzemesi içinde en tatlı nağmeleri duyuyorsak bu, tamamen Sendendir –duyurana ruhlarımız feda olsun!–

Önümüze serdiğin muhteşem kitabında, eşsiz güzelliğine ait tablolar teşhir edip, gönüllerimizi coşturdun. Dilimizin bağını çözerek, Sana ait bu güzellikleri destanlaştırma pâyesiyle bizleri şereflendirdin. Menendi bulunmayan Cemalinin meşheri olan bu kâinat kitabını yüzlerce defa mütalâa etsek; defalarca varlığını mırıldanan nağmeleri dinlesek ve bu kitabı, bu nağmeleri tekrar tekrar Sana müştak seyircilerin nazarlarına arzetmek için kanatlansak, yine bu ışıklar iklimine doymayacak, yine Seni duymaya, Seni dinlemeye koşacak ve yolunun kara sevdalıları olarak, hep Seni mırıldanacağız.

Ey varlığının gizli güzelliklerine gönüllerimizi âşinâ kılan Sultan! Dünden bugüne Seni binlerce defa anlattılar; defalarca aşkına susamış gönüllere kâse kâse kevserler sundular. Yolunun tozu toprağı olmuş o pırıl pırıl ruhların cennetlerden esintiler misali nağmelerinin yanında, bu kesik ses, bu kırık rebap, bu beceriksiz elin de sözü mü olur?.. Ama, herkese söz hakkı bahşeden engin müsamahanı hicap bilmez yüzümüze sütre yaparak, dellâlların ve kapındaki Söz Eri’nin beliğ beyanları arasında “Bu da bizim kırık-dökük nağmemiz.” diyor ve affına sığınıyoruz.

Mamafih, bu mevzuda gerçek söz, yine onlara aittir. Bunun böyle olduğunu bir kere daha itiraf ederek, onların çağlayanlara denk beyanları içinde, yeniden Seni anlatmaya ve mârifetinin sonsuz okyanuslarına ulaşmaya çalışacağız.

Şu âna kadar, Seni anlatan bir kısım dellâlları dinledik; seslere kulak verip işaretleri kolladık. Şimdi de, kalbimize açılan menfezlerin her birini birer pencere kabul ederek, değişik işaret ve işaretçilerinle Seni her şeyden sormak, her yerde aramak ve değişik bir yolla Sana yükselmek istiyoruz.

Nurunla gözlerimizi aydınlatıp gönüllerimize derman ver! Yolda kalmışların imdadına koşan bu sadık kapı kullarına Zâtını bir kere daha anlatma imkânını bahşederek, yolunun azat kabul etmez kölelerini ebedî sevince erdir. Zâtına ululuk, onlara da dellâllık yaraşır…

Dua

Dua, ruhun gıdasıdır, bu gıda ruha fâsılasız verilmelidir.

* * *

Dua, iradeyi kanatlandıran bir büyüdür; ona devam edenlerden başkası da, onun bu güçlü sırrını anlayamaz.

* * *

Dua, sebep ve vasıtaları aşarak, hem Allah’ın kudretine itimadı, hem de beşerî zaafı ilândır.

* * *

Duaya musallat en tehlikeli virüs, sebeplere tesir-i hakikî vermektir. Bu virüsü kapmış ruh, “ekstra” tedavi ister.

* * *

Şiddete karşı yapılan en güzel dua, rahat ve rehavet zamanında yapılan duadır.

* * *

Allah’ım, Sana ve dualara itimadımı artır; sebeplere riayeti de bir vazife şuuru olarak vicdanıma duyur!

* * *

Allah’ım, ne azabına dayanacak hâlim, ne de rahmetinden mahrum kalmaya mecalim var…

* * *

Allah’ım, vefasızlık edip Senden uzak kalsam da, hâlim, Sensiz edemeyeceğimi haykırmaktadır.. vefasızlığım itibarıyla değil, ihtiyacıma göre Senin lütfuna talibim…!

162001-20110510

1 70’li yıllarda yaşanan genel kargaşayı ve bu kargaşanın nasıl üstesinden gelinebileceğini konu edinen bu yazı, 1978’de yayınlanan ve ülke birliğinin nasıl sağlanabileceği konusunu ele alan “Sulh Çizgisi”ne önsöz olarak kaleme alınmıştır.

-+=
Scroll to Top